27 Eylül 2008 Cumartesi

GERÇEĞİN PEŞİNDE (3)

İbraniler (İsrailoğulları) Mısır'da Yaşadılar mı, Yaşamadılar mı?

Kuran ve Tevrat da uzun uzadıya anlatılan Musa ve firavunun hikayesi, bir başka adıyla Mısır'dan çıkışı destekleyecek tarihsel ve arkeolojik kanıtlar gerçekten bulunamıyor muydu? Yoksa Tanrı bu hikayeyi bizlere sadece ibret alalım diye mi anlatıyordu?

İbrani halkı Kuran'da da söylendiği gibi ağır işlerde çalışan bir halk idiyse ki bu Kuran'daki ayetlerde ifade ediliyor, o halde Mısır hükümdar ve kodamanlarının gömüldükleri piramit ve mezarlarda yer alan hiyerogliflerde anılmamaları bana gayet doğal görünüyor. Tarihi tabletlere ve duvarlara işleyen Mısırlı'lar küçük gördükleri bir kavim hakkında ki hikayeleri kendi tarihlerine layık görmemiş olabilirler.

Ancak Musa'nın getirmiş olduğu 9 mucize sonrası Mısır'da yaşanan felaketlerin nesiller boyu kolayca unutulmayacak hikayeler olduğu da açıkça ortadadır. Aklıma gelen bir diğer ihtimal ise, Musa'nın bir Mısır'lıyı öldürmüş ve Mısır'a felaketler getiren bir kişi olarak yer aldıysa bile tüm hiyerogliflerden silinmiş olmasıdır. Çünkü Mısır tarihinde bu türden girişimlere rastlanmaktadır. Örneğin Firavun kendisinden memnun kalmadığı kişi veya kişilerin hiyeroglif ve duvar resimlerinden silinmesine yetki sahibiydi, Musa adının Mısır tarihinden silinmek istenmiş olmasıda bu nedenle bana doğal geliyor. Bu bahsettiğim iki olasılıkda tamamen kişisel görüşüm olmakla beraber, ele geçirilen Mısır tarihinde, (ele geçirilen diyorum çünkü hala bile Mısır'ın pek çok sırrı ve bilgisi tam olarak ele geçirilebilmiş değil) Musa ve onun yarattığı felaketlerden bahseden bilgi hiç yok değil.

1879-1963 yılları arasında yaşayan Sir Alan Henderson Gardiner İngiliz bir Mısır Bilimcisi'dir. Sir Alan Gardiner, diller üzerine yaptığı araştırmalarda Şimdi Biritish Museum da bulunan ve 1905 yılında Mısırbilimci Sir Flinders Petrie tarafından uygarlıktan çok uzak bir köşede, Sina'da Serabit-el-Hadim'de bulunan bir sfenks üzerindeki yazılar üzerinde çalışmıştı. Petrie, Mısırlılar zamanında işletilen eski turkuvaz madenlerinde kazılar yapıyordu. Sfenks'in 18. Hanedan'ın ortalarına ait olduğunu tahmin ettiyse de, günümüzde İÖ 1500 yılından kaldığı düşünülmektedir. Bir yanında garip bir yazı vardır.Öteki yanında ve ön ayakları arasında yine yazılar ve "turkuvazın hanımefendisi, Hathor'un sevgilisi" olarak okunan Mısır hiyeroglifleri yer alır.

Petrie, bulunan yazının 30'dan az simgeden ibaret olduğu için bir alfabe olduğunu tahmin etti. Bu madende çoğunlukla köle olarak Kenan'dan (günümüzdeki İsrail ve Lübnan) gelen Samiler'in çalışmış olduğunu bildiği için yazıda kullanılan dilin bir Sami dili olduğunu düşündü.

Sami dil ailesi veya Semitik diller olarak bilinen Asya-Afrika dil ailesinin ana alt grubunu oluşturan dillerdir. Orta Doğu'da yaygın olan antik dillerin çoğunu kapsamaktadır. Bunların arasında Arapça, İbranice ve Aramice en fazla konuşulan sami dillerdir. Ayrıca Fenikece ve Akadca da Sami dil ailesinin mensubudur. İbranice, Arapça, Aramice lehçelerinden Süryanice de bölgede kullanılan Sami dillere örnek olarak gösterilebilir. Sami adı Hz. Nuh Peygamberi'n oğlu Sam'dan gelmektedir.

On yıl sonra, Sir Alan Gardiner, "proto-Sinaitik" simgeleri dikkatle inceledi ve bazıları ile Mısır hiyeroglifleri arasında benzerlikler olduğunu gördü. Gardiner, her simgeye, simgenin Mısır dilindeki anlamının Sami dilindeki kelime karşılığını verdi

İbraniler'in İÖ 2. binyılın sonlarında Kenan bölgesinde yaşadıkları biliniyordu. Ancak adların aynı olmasına rağmen, İbrani harflerinin biçimlerinin proto-Sinaitik simgelerden farklı olması bu iki yazı arasındaki bağlantının çok açık ve kesin olmadığını göstermektedir.Gardiner'in varsayımı ona Serabit el-Hadim sfenksindeki yazılardan birini çevirme olanağı vermiştir:İngilizce çeviriyazıda bu simgeler, sesli harfleri çıkarılmış "Baalat" olacaktır, İbrani ve diğer Sami dilleri yazılarında sesli harf bulunmaz, okuyanlar dili bildikleri için sesli harfleri tahmin ederler. Gardiner'in okuduğu yazı mantıklıydı: Baalat, "Hanım" demektir ve Sina bölgesinde, tanrıça Hathor'un Sami dilindeki adıdır. Böylece sfenks üzerindeki yazı iki dilli olarak görünmektedir.Ancak malzeme eksikliği ve proto-Sinaitik simgelerden çoğunun hiyerog-lifik karşılıkları olmadığı için daha fazla bir çözüm mümkün olmamıştır. Bilimadamlarının, bu çizgilerde Çıkış hikâyesini bulma umutları kırılmıştır. Ancak Musa'nın da On Emir'i taş levhalara yazmak için proto-Sinaitik yazıya benzer bir yazı kullanmış olması mümkündür.Gardiner'in 1916'da yaptığı tahminin doğru olup olmadığını hâlâ bilemiyoruz. Petrie'nin Sina'daki keşiflerden onlarca yıl sonra yazının Mısır hiyeroglifleri ile ilk alfabeler arasındaki "kayıp halka" olduğu düşünülmüştü. (Bunlar Suriye kıyısında bugünün Ras Şamra'sı olan Ugarit'te İÖ 14. yüzyılda kullanılan 30 simgeli çivi yazısı alfabesi ve Kenan'da Fenikeliler'in İÖ 2. binyıl sonlarında 22 sessiz harfli alfabeleridir.)

Bunlardan ayrı olarak ise 19. yüzyılın başında, Mısır'da Orta Krallık devrinden kalma bir papirüs bulundu ve bu papirüs bulunduktan sonra, 1909 yılında Leiden Hollanda Müzesi'ne götürülüp A. H.Gardiner tarafından tercüme edildi.

Papirüsün tamamı Admonitions of an Egyptian from a Heiratic Papyrus in Leiden (Leiden'deki Papirüste Bir Mısırlının Nasihatleri) adlı kitapta yer almaktadır. Papirüste Mısır'daki büyük değişimler; açlık, kuraklık, kölelerin Mısırlıların servetleriyle kaçışı ve ülke çapındaki ölümler tarif edilmektedir. Papirüs, Ipuwer adındaki bir Mısırlı tarafından yazılmıştı ve buradaki anlatımlardan bu kişinin Mısır'daki felaketlere bizzat şahit olduğu anlaşılmaktaydı. 218 Bu papirüs çok anlamlı olarak felaketleri, Mısır sosyetesinin ölümünü, Firavun'un yıkımını anlatan bir el yazmasıdır

Mısır halkının başına gelen felaketler zinciri de, Kuran'da bildirilen kıtlık, kanın musallat kılınması gibi belalarla son derece mutabıktı. Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu felaketlerden, Ipuwer papirüslerinde şöyle bahsedilmektedir:

  • Felaketler tüm memleketi sarmıştı. Her yerde kan vardı. (The Plagues of Egypt; Admonitions of Ipuwer 2:5–6.)
  • Nehir kan oldu. ((The Plagues of Egypt; Admonitions of Ipuwer 2:10.)
  • Böyle, dün gördüğüm herşey helak oldu. Biçilmiş gibi her toprak çırılçıplak...
    Mısır'ın aşağısı mahvoldu... Tüm saray ıssız kaldı. Sahip olunan herşey: buğday ve arpa, kazlar ve balıklar...
  • Topraklar- tüm kargaşaya ve gürültüye rağmen- Dokuz gün boyunca saraydan hiçbir çıkış yoktu ve kimse o şahsın yüzünü göremedi... Şehirler kuvvetli akıntılar tarafından yerle bir oldu... Yukarı Mısır harap olmuştu, her yerde kan vardı, ülkede salgın hastalıklar baş gösterdi. Bugün gerçekten kimse kuzeye Byblos'a gidemiyor. Mumyalarımız için ne yapacağız? Altın azalıyor. (The Plagues of Egypt; Admonitions of Ipuwer.)
  • İnsanlar sudan korkar oldu. Su içtikten sonra bile susadılar.
  • Şehirler yıkıldı. Yukarı Mısır kurudu. (The Papyrus Ipuwer; Admonitions of Ipuwer 2:11.)

Konu hakkında daha detaylı bilgi için aşağıdaki adreslere bakabilirsiniz:

http://www.mystae.com/restricted/streams/thera/plagues.html

http://www.henryzecher.com/papyrus_ipuwer.htm

Gardnier'ın yapmış olduğu araştırma ve tercümelerden gerek kullandıkları dilin izleri, gerekse ipuwer papirüsünde anlatılanlar kutsal kitaplarda anlatılan Musa ve Kavminin hikayesi ile paralellik göstermektedir. O halde Burak Eldem kadar kesin bir şekilde İbraniler'in Mısır'da hiç varolmadıklarını söylemek güçtür diye düşünüyorum.

İbraniler'in Mısır'da bıraktıkları izleri takip etmeye devam edeceğiz. Sonraki yıllarda bu yönde yapılan araştırma ve bulguların varlığına henüz ulaşamadım. Bundan sonraki bölümde Musa'yı ve kavmini karşısına alan firavun kimdi biraz da onun izini takip edelim. Böylelikle olayların yaşandığı yıllar hakkında bir bilgiye ulaşabilirsek, İbrani ve Mısır tarihinde o yıllarda yaşananlar üzerine gitmek daha kolay olur sanırım. Umarım bu yolculukdan elimiz boş dönmeyiz.

Fasulye

------
Bu yazıda kullanılan kaynaklar :

- Pek çok dilin ülkesi: Alfabenin doğduğu İÖ 1500 yıllarında Ortadoğu.
- Wikipedi
- Kuranın Mucizeleri

25 Eylül 2008 Perşembe

GERÇEĞİN PEŞİNDE (2)

Evet Tevrat'da Exodus'u okumayı tamamladım nihayet ve okudukça Kuran'da verilen hikaye ile Tevrat'da verilen hikaye arasındaki farklar ortaya çıkmaya başladı. Aslında bu farklar hikayenin özünü değiştirecek farklar olmasa da, bizim (Müslümanların) gözündeki Tanrı ile İsrailoğulları'nın gözündeki Tanrı imajı arasındaki ayrıntıları daha net görmeme yardımcı oldu. Sonuçta Tevrat'da kabul gören dört kutsal kitaptan biri olduğundan O'na da saygım büyük, bu nedenle değiştirilmiş olduğu iddiaları üzerinde durmak yerine sadece gördüğüm farkları sizlerle paylaşmak ile yetineceğim. Aksi zaten amacıma hizmet eden bir durum olmaz.


Tevrat'ı okurken dikkatimi çeken ilk şey, gerek kişilerin soyağaçları ve yaşlarının, gerekse mekanların isimlerinin neredeyse net bir şekilde verilmiş olması. Okumayı zorlaştırıyor olsada eğer sürekli Tevrat okuyan biriyseniz, kitapta anlatılan her hikayenin kahramanın soy ağacını bir şekilde ezberlemiş olursunuz. Bahsi geçen her kişi ve mekanın tarifinin verilişi ile Tevrat'ı okurken bütün zamanlar hakkında bilgi alabildiğiniz hissine kapılıyorsunuz bu nedenle. Sanki arada hiç bir kopukluk yokmuş gibi, bir tarih kitabı olabilecek kadar detaylı bir anlatımı var. Oysa Kuran'da daha önce de söylediğim gibi, hikayeler bir bütün halinde değil, bir çok surenin farklı ayetlerinde karşınıza çıkıyor, bu nedenle olayların oluş sırası ve diyalogların gerçekleşme sırasını ancak ayetlerin izini sürüp alt alta yazdığınızda anlayabiliyorsunuz. Ayrıca zaman ve mekana ilişkin çok açık ipuçları (Tevrat'daki kadar) hemen hemen hiç verilmiyor. Kuran dışındaki kutsal kitapların değiştirilmiş oldukları iddiasını (en azından bu yazı dizisinde) deteklemek amacında olmasam da "Acaba Tevrat ilk indirildiğinde Kuran gibiydi de, sonradan anlaşılır olması açısından mı, hikayeler bir araya toplandı?" diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Buna cevap verebilmek için öncelikle Tevrat'da yer alan Tanrı kelamlarının hangi sırayla yazılmış olduğu bilgisine ulaşmam gerekecek sanırım. Aranızda bu bilgiye sahip olan varsa ve benimle paylaşırsa çok memnun olacağım bu yüzden.


Gerçeğin Peşinde (1) de sormuş olduğumuz İbraniler'in Mısır'da gerçekten yaşayıp yaşanmadığı sorusunun cevabına geçmeden önce Kuran ve Tevrat'da anlatılan hikayenin farklarını özetlemek istiyorum. Daha öncede söylediğim gibi her iki kutsal kitapta yer alan hikayenin tamamını sizlere ilerleyen zaman içerisinde aktaracağım, ancak hatırlamak açısından kulaklarımızda yer eden hikayeyi Kızıldeniz'e varışa kadar kısaca özetlemekde fayda görüyorum


"Musa Mısır topraklarında İbrani bir ailenin erkek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. O dönemde tahtta olan firavun İbrani halkını köle gibi kullanmakta (genellikle inşaat işlerinde) ve sayılarının hızla artmasından endişe etmekteydi. Yani aslında firavun İbrani halkından kurtulmak istiyordu. Ancak tüm ağır işlerde çalışan onlar olduğu için de, bu kavimden kökden kurtulma yollarını denemek kendi işlerinin aksamasına sebep olacaktı. Bu nedenle doğan tüm İbrani erkek çocuklarının ödürülmesini emretti.


Musa'nın annesi, onu ölümden koruyabilmek için bir sepetin içinde Nil nehrinin sularına bıraktı, saray halkından biri tarafından bulunan sepetin içindeki Musa saraya alındı ve orada büyüdü. Aradan yıllar geçti ve Musa büyüdü, artık sarayda önemli görevler almaya başlamıştı. Ancak bir gün bir Mısırlı'nın kendi halkından birine eziyet ettiğini görünce dayanamadı ve ona saldırdı. Bu saldırının sertliğinden sağ kurtulamayan Mısırlı'nın ölümü onu çok korkuttu. Saraydan da yakalanıp öldürülmesi için emir çıkınca, yaşadığı şehri terk etmek zorunda kaldı. Uzakta kaldığı dönem içinde evlendi ve bir gün Tanrı'nın onunla konuşmak istediği güne kadar yeniden terkettiği şehre dönme ihtiyacı hissetmedi. Tanrı onunla yanan bir çalı aracılığı ile konuşmuştu ve kavmini Mısır'dan çıkarmak için firavunla gidip konuşması gerektiğini söylemişti. Firavun ve halkının ikna olabilmesi için ona mucizeler verecekti. Bu mucizelerden ikisi asasının yılana dönüşmesi diğeri ise elini koynuna sokup çıkardığında bembeyaz kesilmesiydi.


Musa Tanrının buyruğuna uydu ve kardeşi Harun ile birlikte firavuna gidip Tanrının elçisi olduğunu ve kavmini Mısır'dan çıkarmak istediğini söyledi. Firavun ona inanmayınca asasını atarak yılana dönüştürdü. Firavun onun sadece bir büyücü olduğunu kendi büyücülerinin onunla yarışabileceğini söyledi. Büyücülerle yarışmak için bir gün belirlediler. Ancak o gün geldiğinde Musa'nın mucizeleri büyücülerinkinden üstün geldi. Firavun yine de ikna olmamış ve İbrani halkının Mısır'dan çıkması için izin vermemişti. Dahası İbrani halkına yaptığı eziyetleri daha da çoğaltarak onlara göz dağı vermeye çalıştı. Baskıdan bunalan İbraniler ise Musa'ya isyan ettiler ve zaten onun Tanrısından önce eziyet çektiklerini ama kurtuluş vaadi ile gelen Tanrı'nın onları daha zor durumlara sürüklendiğinden şikayet ettiler."



Kuranda Musa'nın gerek firavunla gerekse kendi kavmi ile yaptığı konuşmalara ait diyaloglarda Tevrat'da verilen aşağıdaki detaylara (tam olarak) rastlayamadım. Bu detaylar benim dikkatimi çekenler bunun dışında diyaloglarda kelime ve ifade farklarıda var tabii, ama o kadar ince bir kıyaslamanın amacımıza bir faydası olacağını sanmadığımdan sadece bana belirgin gelenlerini ifade etmekle yetineceğim.

Birinci fark

Tevrat'da Musa'nın doğduğu yıllarda tahta çıkan firavunun Yusuf'u bilmediği söyleniyor. Dolayısıyla firavun yıllar önce gerçekleşmiş olan Yusuf ve zamanın firavunu arasında geçen hikayeden habersiz ve dolayısıyla Mısır'daki İbrani inanışının tarihçesi hakkında bir bilgisi olmadığını öğreniyoruz. Kuran'da tahtta ki firavunun bu bilgiye sahip olup olmadığı belirtilmemekle beraber, Musa'nın firavuna gidişi sırasında gerçekleşen bazı diyaloglardan biz de firavunun Yusuf ve inandığı Tanrı konusunda bilgisiz olduğunu varsayabiliriz.

TAHA SURESİ

50. Musa dedi "Rabbimiz herşeyin yaratılışını lutfeden, sonrada yol-yordam gösteren kudrettir"

51. (Firavun) Dedi "Peki ilk nesillerin hali ne olacak"

52. Onlara ilişkin bilgi, Rabbim katında bir kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur"

KASAS SURESİ

36. Bunun ardından Musa onlara açık-seçik ayetlerimizi getirdiğinde onlar şöyle dediler: "Uydurulmuş bir büyüden başkası değil bu. İlk atalarımız arasında bunu hiç duymadık."

Okuduğum kadarıyla devam eden diyaloglarda da ne Musa ne de firavun Yusuf peygamberden bahsetmiyorlar. Bu ayetlerde bahsedilen ve daha önce duyulmadığını ifade ettikleri konu sadece mucizeler için söylenmiş olabilir. Ancak konu ile ilgili tüm ayetleri incelemeyi henüz tamamlamadığımdan yine de kesin olarak böyle bir iddia da bulunmak için erken demek de fayda görüyorum.

Ancak Mumin Suresinin 30. ayetinde Musa ile firavunun görüşmesi sırasında iman etmiş bir adamın söz aldığından bahsediliyor ve 34. ayette aynı adamın söylediği aşağıdaki cümlelere yer veriliyor.

MÜMİN SURESİ

34. Yemin olsun, daha önce Yûsuf da size açık-seçik mesajlar getirmişti de onun size getirdikleri hakkında hep kuşku duymuştunuz. Daha sonra o ölünce de şöyle demiştiniz: "Allah ondan sonra bir daha asla resul göndermez." Allah, sınır tanımaz kuşkucuları işte böyle saptırır.

Bu ayetten anlıyoruz ki Musa'nın yaşadığı dönemde hala Yusuf'un getirmiş olduğu dine inanalar (İbraniler arasından) inançlarını korumaya devam ediyorlar ve eğer firavunun o ana dek Yusuf ve dininden haberi olmamışsa da, o andan itibaren bu bilgiye erişmiş bulunuyor. Firavunun köle olarak yaşayan bir halkın inanışlarını bilmiyor olması çok normal olmalı, bu nedenle Tevrat'da firavunun Yusuf'u bilmediği ifadesine yer verilmiş olabilir diye düşünüyorum.

Zaten aynı surenin 28. ayetine baktığımızda ibranilerin sürdürdükleri inançlarını gizlemek ihtiyacı duyduklarını açık seçik anlayabiliyoruz.

28. Firavun hanedanından, imanını gizleyen bir adam şöyle konuştu: "Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Üstelik size, Rabbinizden açık-seçik deliler de getirdi. Eğer yalancıysa yalancılığı kendi aleyhinedir. Eğer doğru sözlü ise size vaat ettiklerinden bir kısmı başınıza gelir. Kuşkusuz, Allah, haddi aşan yalancıları doğruya ulaştırmaz."

İkinci fark

Mısırdaki İbrani nufusunun artmasından korkan firavun (savaş durumunda karşı tarafa geçme ihtimallerine karşı) İbranileri sindirmek istiyor. Bu nedenle de iki İbrani ebeye doğan tüm erkek çocuklarını öldürmelerini, kızları ise sağ bırakmalarını emrediyor. Buradan şu sonuca varabiliriz. Demek ki İbrani ırkı doğumlarını sadece İbrani ebelere yaptırıyorlardı. Yani toplum içinde toplum olarak yaşıyorlar Mısır halkına karışmıyorlardı ve eğer köle olarak kullanılıyorlardıysa ki bu Kuran'da da bir çok yerde ifade ediliyor, o halde iki halkın birbirine karışmaması da oldukça doğal bir durum. Bana burada garip gelen kocaman Mısır'da doğum yaptıran sadece iki İbrani ebe mi vardı ki firavun Tevrat'da isimleri bile verilen bu iki ebeyi çağırmıştı.


Hikayenin devamında ise bu iki ebe Firavunu'u dinlememişler, gerekçe olarak "İbrani kadınları çok güçlü biz yetişemeden doğum yapmış oluyorlar" demişlerdi. Tevrat'da firavunun bu cevaba tepkisinin ne olduğu söylenmiyor ve Tanrı'nın bu iki ebeyi ödüllendirip mal mülk sahibi olmalarlarını sağladığı anlatılıyor. Firavun ebelerden umudu kesince doğan her İbrani erkek çocuğunun Nil'e bırakılmasını emrediyor.

Kuran'da bu iki ebeye dair bir ifade bulunmamakla beraber bazı ayetlerde firavunun kararını doğrulayan pek çok ifade bulmak mümkün.

BAKARA SURESİ

47. Sizi firavun hanedanından kurtardığımızı da hatırlayın. Hani onlar size azabın en çirkiniyle, kötülük ediyorlardı. Erkek çocuklarınızı boğazlıyorlar, kadınlarınızı diri bırakıyorlar/kadınlarınızın rahmini yoklayıp çocuk alıyorlar/kadınlarınıza utanç duyulacak şeyler yapıyorlardı. İşte bunda sizin için, Rabbinizden gelen büyük bir ızdırap ve imtihan vardı.

ARAF SURESİ

127. Firavun kavminin kodamanları dediler ki : "Musa'yı ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi bırakıyorsun?" Dedi ki Firavun : "Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını diri bırakacağız/kadınlarının rahimlerini yoklayıp çocuklarını alacağız/kadınlarına utanç duyulacak şeyler yapacağız. Üstlerine sürekli kahr yağdıracağız."


Üçüncü fark

Tevrat'a göre, Musa'nın babası Davud 3 ay boyunca Musa'yı gizlemeyi başarabiliyor (Kuran'da Musa'nın annesi ile ilerliyor oysa hikaye) sonunda onu saklayamayacağını anlayınca sepet ile Nil'e bırakıyor. Firavun'un kızı ırmakta yıkanırken onu buluyor ve ona "sudan çıkardım" anlamına gelen Musa adını veriyor. Ama Musa kelimesi Mısır dilinde mi yoksa zamanın İbranice'sin de mi bu anlama geliyor orayı bilemiyorum. Ayrıca Musa saray tarafından uygun görülen bir isim olduğuna göre Musa'nın kendi ailesi tarafından verilen bir gerçek adı daha olmalıydı sanırım.

Kuran'da ise aşağıdaki ayetlerle anlatılıyor aynı olay :

TAHA SURESİ

38. Hani annene vahyedileni şöyle vahyetmiştik:

39. Onu tabuta koyup ırmağa bırak! Irmak onu sahile götürsün ki, benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri onu alsın. Üzerine kendimden bir sevgi bıraktım ki, gözümün önünde yetiştirilesin.

Bu ayette gördüğümüz gibi, bize yıllardır Musa'nın sepete konularak nehire bırakıldığı anlatılmasına rağmen Taha suresinin 39. ayetinde "sepet" kelimesi yerine "tabut" kelimesi kullanılıyor Yaşar Nuri Öztürk'ün çevirisinde.

Zamanı gelince yeniden döneceğim ama sırası gelmişken de değinmeden geçemeyecğim bir konuda elimizde mevcut Kuran çevirileri arasındaki farklar.Arapça'da bir kelimenin birden çok anlama gelebildiğini düşünerek diğer yazarların çevirilerine de bakmadan geçemiyorum.

Diyanet işlerinin çevirisi ile sunulan Kuran^da bakın aynı ayet nasıl tercüme edilmiş.

39. "Onu (bebek Mûsâ'yı) sandığın içine koy ve denize (Nil'e) bırak ki, deniz onu kıyıya atsın da kendisini, hem bana düşman, hem de ona düşman olan birisi (Firavun) alsın. Sana da, ey Mûsâ, sevilesin ve gözetimimizde yetiştirilesin diye tarafımızdan bir sevgi bırakmıştım."

E. Hamdi Yazır'ın çevirsinde :

39. "Onu sandığın içine koy, denize bırak, deniz de onu sahile bıraksın onu, hem Bana düşman, hem ona düşman biri alsın!" Ve senin üzerine,gözetimim altında yetiştirilesin diye, katımdan bir sevgi koydum.

Suat Yıldırım'ın çevirisinde :

39. "Onu bir sandığa yerleştirip denize bırak! Deniz onu sahile atsın. Bana da ona da düşman olan biri onu alsın!" Ve "Ey Mûsâ! nezaretim altında yetiştirilmen için sana karşı insanların gönüllerinde tarafımdan bir sevgi bıraktım!"

Ve son örnek olarak Muhammed Esed'in çevirisinde :

39. o'nu bir sandığa koy ve sandığı ırmağa bırak; ırmak o'nu kıyıya çıkaracaktır; Bana düşman olan biri ve o'na ilerde düşman olacak olan biri o'nu oradan alıp evlat edinecektir.' (21) Ve [böylece daha o çağda] Kendi katımdan kutlu bir sevgiyle seni kuşattım ki, gözümün önünde (22) yetişip olgunlaşasın.

Görüldüğü gibi seçtiğimiz çevirilerin hiç birinde sepet ya da tabut kelimesi kullanılmamış, büyük bir çoğunluk tarafından sandık olarak ifade edilmiştir. Konuyu dağıtmamak açısından meallerin arasındaki farklar konusuna şimdilik daha fazla değinmeyeceğim.

Tevrat'da bahsedilen firavunun kızı ırmakda yıkanırken sepeti bulması ile ilgili olarak bir ayet olmamakla beraber Kasas Suresinin 9. ayetinde firavunun karısının bebek Musa için söylediklerinden bahsedilmektedir.

KASAS SURESİ

9. Firavun'un karısı şöyle dedi: "Benim için de senin için de bir göz aydınlığıdır bu. Öldürmeyin onu, bize yararı olabilir, yahut onu çocuk ediniriz." Onlar işin farkında olmuyorlardı.

Bu ayet de Musa'nın sarayda büyütlmesinden önce, yani bulunduğunda bir İbrani çocuğu olduğunun biliyor olunduğunu gösteriyor bana göre. Yine biraz önce değindiğimiz Taha suresinin 38. ayetinde Musa'nın annesine vahiy yoluyla oğlunu sepete/sandığa/tabuta bırakması söyleniyor. Dolayısıyla Musa'nın annesi de Musa'nın sıradan bir çocuk olmayacağını Tanrı tarafından bilgilendirilmiş oluyor.

Aynı şekilde Kasas suresinin 7. ayetinde de bu bilgi aşağıda görüleceği şekilde doğrulanmış oluyor.

7. Mûsa'nın annesine şunu vahyettik: "Emzir onu! Onun aleyhinde bir korku hissedince de nehire bırakıver onu. Korkma, üzülme! Kuşkun olmasın ki, biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu resullerden biri yapacağız."

Musa'nın annesi, onun özel bir çocuk olduğundan fazlasını yani bir resul olacağını ta en başından beri biliyormuş.

Dördüncü fark

Musa'nın bir Mısırlı'yı öldürüp yaşadığı şehiri terketmesinin üzerinden yıllar geçtikten sonra tahtta olan firavun öldüğü ve yerine yenisinin geçtiği söyleniyor yine Tevrat'da, oysa Kuranda sadece firavun olarak sıfatlandırıldığından tüm hikaye boyunca tek bir kraldan mı yoksa Tevrat'da söylendiği gibi birden çok kral ile mi olayların devam ettiğine dair bir ipucu verilmiyor. Aksine sanki olay tek bir kral ile Musa arasında cereyan ediyor gibi bir his alınmasına neden oluyor.


Beşinci fark

Tevrat'da Musa'nın yanan bir çalı ile konuştuğu söylenirken, Kuran'da bunun bir ağaç olduğu ifadesine yer veriliyor.

KASAS SURESİ

30. Oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan şöyle seslenildi: "Ey Mûsa! Âlemlerin Rabbi Allah benim, ben!" (Yaşar Nuri Öztürk)

30. Mûsâ, ateşin yanına gelince o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım." (Diyanet İşleri)

30. Ateşin yanına gelince o mübarek bölgedeki vadinin sağ kıyısında bulunan ağaçtan şöyle seslenildi ona: "Ey Musa, haberin olsun Benim, Ben, Allah, alemlerin Rabbi! (E. Hamdi Yazır)

30. Oraya varınca kutlu mekândaki vâdinin sağ tarafında bulunan ağaçtan şöyle nida edildi:"Ey Mûsa! Rabbülâlemin olan Allah Ben'im."(Suat Yıldırım)

30. Fakat oraya yaklaşınca, o kutlu yerde, vadinin sağ yamacındaki [yanan] ağaç yönünden kendisine: (25) "Ey Musa, Benim Ben, Allah: Âlemlerin Rabbi!" diye seslendi (Muhammed Esed)

Göreceğiniz gibi Muhammed Esed dışındaki tüm yazarlar direkt ağaçtan seslenildiğini ifade ederken sadece Sayın Esed ağaç yönünden ifadesini kullanmıştır.

Altıncı fark

Musa Mısır'dan kavmini çıkarmak için firavunla konuşmaya gittiğinde ona kurban kesmek için 3 gün çöle gitmeleri gerektiğini söylüyor ancak Kuranda böyle bir konuya değinildiğine rastlamadım. Direkt Mısır'dan çıkıp kendilerine vaad edilen topraklara gitmekten bahsediliyor.


Yedinci fark

Beni en çok şaşırtan farklardan biri ise şöyle Tanrı Musa'ya Mısır'dan çıkmadan önce şöyle söylüyor ; " Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlıları soyacaksınız!". Kuran da Musa'nın hikaye edildiği bölümlerde böyle bir diyalog yer almadığı gibi, diğer ayetlerin herhangi bir yerinde de bir başka ırkı soymak ile ilgili bir Tanrı buyruğuna hiç rastlamadığımı belirtmek istedim.

Kuran'da Mısır'dan çıkıştan önce yani Musa'nın firavunla görüşüp de kavmini götürmek için onu ikna edememesi üzerine, Mısırlıların onlara kötülük etmesinden korkan kavmi için Allah'ın Musa'ya şöyle söylediği yazıyor :

YUNUS SURESİ

87. Mûsa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın. Evlerinizi kıble yapın/karşılıklı yapın ve namazı/duayı yerine getirin! İnananlara müjde ver.

Ama ne Yunus suresinde ne de başka ayetlerde Mısır halkının soyulmasına dair bir buyruğun varlığından bahsedilmiyor.

Sekizinci fark

Yine beni şaşırtan ve Tanrı ile Musa arasında geçen diyaloglardan birinde Tanrı, Musa'ya, onu ikna etmeye çalıştıkça firavunu inatçı yapıp Musa'ya inanmamasını sağlayacağını, çünkü ona ve azmış kavmine bir ders vermek istediğini söylüyor :


"Ben firavunu inatçı yapacağım ki, belirtilerimi ve şaşılası işlerimi Mısır'da artırabileyim".

"Ben onu inatçı yapacağım" dedi Tanrı, "sizi hemen salıvermeyecek." ve Musa'nın bunun üzerine "Senin ilk oğlunu öldüreceğim" demesini istedi.


Yine Kuran'da bu türden bir ifadeye yer verildiğine rastlayamadım. Kuran'da daha çok firavunun azgınlardan olduğu için inanmadığı ve Allah'ın buna karşılık olarak ona ve halkına azaplar gönderdiğinden bahsediliyor. Oysa Tevrat'daki ifadelerde sırf onları cezalandırmak için inanmayışlarının da Allah tarafından sağlandığı anlaşılıyor bana göre. Bu doğru olamaz çünkü Allah yine Kuran'da ifade edildiği şekliyle Musa ve Haruna şöyle söylüyor :

TAHA SURESİ

43. "Firavun'a gidin, çünkü o azdı."

44. "Ona yumuşak ve tatlı bir sözle hitap edin; belki öğüt alır, yahut ürperir."


Göreceğiniz gibi Allah Tevrat'da söylendiği gibi direkt cezalandırıcı olmak yerine, öncelikle azgın bir toplumda olsalar firavun ve halkına bir şans vermek istiyor ve ancak onlar o şanslarını değerlendiremedikten sonra onları cezalandırma yoluna gidiyor.


Dokuzuncu fark

Tevrat'ın verdiği bilgiye göre Musa ve kardeşi Harun firavunla son konuşmayı yapmayı gittiklerinde Musa seksen ve Harun'da seksenüç yaşındaydı. Bu kadar net bir bilgiye yine Kuran'da rastlamak mümkün değil.

Buraya kadar olan bölümde Tevrat ve Kuran'da anlatılan hikayenin denizin yarılması kısmına gelene dek hangi farklılılarda devam ettiğini benim bakış açımla inceledik. Bundan sonraki bölümlerde yeri geldikçe hikayeye her iki kutsal kitap üzerinden devam edecek ve Burak Eldem'in kitabında belirtilen İbranilerin Mısırdaki varlıklarına dair olmayan ipuçlarını aramaya devam edeceğiz.

Fasulye

--------
Bu yazıda kullanılan kaynaklar :
1. Kuran (www.kuran.gen.tr)
2. Tevrat

24 Eylül 2008 Çarşamba

GERÇEĞİN PEŞİNDE (1)

Daha önce "Dün Gece Uzun Uzun Düşündüm" başlıklı post'da bahsetmiştim. Burak Eldem'in kitabını okumaya başladığımı, ancak önsöz ve giriş yazısından sonra kafamda dolanan düşünceler yüzünden devam edememiştim okumaya. Derken nasıl olduysa arada bir başka kitap bitirdim Burak Eldem'e devam edemeden.

Geçen gece "hadi bakalım artık, nerede kalmıştık" şeklinde kitabı yeniden elime aldım. Bu defa 20-30 sayfa daha ilerleyebilmiştim ki ne oldu tahmin edin. Yine kitapla tartışmaya başladım ve işte bu yazı çıktı ortaya. Sanırım ben bu kitabı bitirmeden önce epeyce yazı yazmış olacağım bloguma. Aslında belkide böylece dünyada bir ilki gerçekleştirecek ve blog yazarı ile birlikte okumuş olacaksınız bir kitabı sizde. Hatta sadece kitabı okumakla kalmayacak, tüm ilerleyiş, karmaşa ve geri dönüşleri de benimle birlikte yaşayacaksınız.

Yok tabi ki oturup tüm kitabı burada özetlemeyeceğim, yani umarım. Hayır, hayır, Burak Eldem'le kitap tanıtımı için bir anlaşmam da yok. Eğer söylemek istediklerimi söylemek için kitabı bitirmeyi beklersem o zaman bir kısmı balık hafızamda yok olup gidecek, bu nedenle bu defa farklı bir yöntem deneyip, okudukça yazacağım. Bakalım siz de benim kadar keyif alacak mısınız bu kitap yolculuğundan..

Öncelikle kitabın yazarının ağzından bu kitabı yazma amacını ve izlediği yolu açıklayışını dinlemek sanırım kitap üzerinde ilerlerken oluşturacağımız yaklaşımlar açısından faydalı olacaktır.

" Hem insan belleği, hem de toplumsal bellek, bir tek konuda yenilgiye pek zor düşer : İz bırakan doğal afetler. Bu nedenle tarihsel verilerle, kutsal metinlerde anlatılan arasında kronolojik bağlantılar kurmaya çalışarak dünyanın son beş bin yılına ve yakın geleceğine farklı bir gözle bakmaya çalışacağımız bu yolculukta, hep "doğanın tarihi"ni önde tutmaya; göklerde ya da yeryüzünde meydana gelmiş büyük afetlerin izlerini sürmeye dikkat edeceğiz. - 2012 : MARDUKLA RANDEVU - BURAK ELDEM SAFA 35"

"Eğer kutsal metinlerdeki anlatıların içinde "gerçekten yaşanmış" olayların izlerini bulmak istiyorsak, tarihin belkide en güvenilir verileri olan "doğal afetler"in izini sürme yönteminden vazgeçmemekte yarar var. Bu anlamda, hem Eski Ahit'in yazıya geçirilen ilk metinlerini oluşturduğu düşüncesi genel kabul gören, hem de gerçekten izleri rahatlıkla sürülebilecek doğal afetlerin ipuçlarını sergileyen Exodus, yani İsrailoğullarının Mısır'dan çıkışını anlatan metinler, bizim yola çıkış noktamız olacak.-2012 : MARDUKLA RANDEVU - BURAK ELDEM SAFA 37"

Yazarın amacını açıkladıktan sonra belki de benim amacımın ne olduğunu merak etmiş olabilirsiniz. Amacım Sayın Eldem'in takip ettiği izleri, sadece Tevrat değil, aynı zamanda Kuran ve mümkün olduğunca İncil üzerinden de takip etmek. Bunun için bir Tevrat edindim bile. Çünkü okuduğum kadarıyla yazar takip ettiği izleri başlangıç olarak Tevrat'dan başlatmış ve Kuran'da yer alan konu ile ilgili ayetlere hiç değinmemiştir. Ayrıca kitapta gerek Mısır tarihine dair araştırmalarda, gerekse diğer tarihsel ve arkeolojik bulgularda, Tevrat'da anlatılan ve Mısır'dan Musa'nın önderliğinde çıkan bir ibrani grubunun varlığını gösterecek herhangi bir bulguya rastlanılmadığından bahsedilmektedir. Bunun da ötesinde Musa'nın bir sepet içerisinde bulunarak Firavun'un sarayına alınmasının o günün şartlarında mümkün olamayacağını, olsa bile daha sonra bir Mısırlıyı öldürdüğü için yaşadığı bölgeyi terkeden Musa'nın yeniden geri dönerek Firavun'un karşısına çıkmasının da mümkün olamayacağı dile getirilmektedir.
Bu noktada insanın aklına takılan ilk soru,

"Eğer tarihsel ve arkeolojik bulgularla İbranilerin Mısır'daki varlığını kanıtlayamıyorsak, farklı yüzyıllarda, farklı peygamberlere gönderilmiş kutsal kitaplar, özellikle de Kuran, neden uzun uzun bu hikayeye yer vermişlerdir?"

Tanrı'nın kullarını ikna edebilmek için hikayeler uydurmaya mı ihtiyacı vardı? Belki de bahsedilen tarihsel bulgular henüz gün yüzüne çıkmadı, ya da henüz keşfedemediğimiz bir gizem söz konusu. İşte bu yazı dizisinde hep beraber sorular soracak ve yanıtlar bulmaya çalışacağız. Bu noktadan itibaren çoğul konuşuyorum çünkü sizlerinde ellerinizdeki kaynaklar ve yorumlarınızla beni yönlendirebileceğinizi düşünüyorum.

Bundan sonraki bölümlerde ise izlerin bizi nereye götüreceğini henüz bilemiyorum ama ben kitaba paralel olarak kendi izlerimi sürmek istediğimden Exodus'dan itibaren Kuran'ı da önüme açıp karşılaştırmaya karar verdim. Ancak Mısır'dan Çıkış hikayesi Kuran'da Tevrat'daki gibi tek bir bölümde anlatılmıyor. Tüm hikayeyi detaylarıyla öğrenebilmek için pek çok surenin, farklı ayetlerini ardı ardına getirmeniz gerekiyor. Takip ettikçe farkediyorsunuz ki aslında tüm hikaye diyaloglar halinde Kuran'ın içine yayılmış durumda ve işin ilginç tarafı bu ayetleri sayıya vurduğunuzda neredeyse Kuran'ın üçte birini oluşturuyor. Evet şaka yapmıyorum, bu beni gerçekten şaşırttı. Bir yandan da bu ayetleri bir dosyada alt alta getirerek hikayenin tamamını sureler içerisindeki ayetlerden derleyerek bir araya getirmeye çalışıyorum. Bu yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde bu ayetleri (tekrarları ayıklayarak) hangi surelerde olduğunu belirterek sizlere paylaşmak istiyorum. Tabi siz de benim kadar merak ediyorsanız.

Okuduğum kadarıyla Mısır'dan çıkış hikayesi ve Tevrat ve Kuran'da birebir örtüşüyor gibi duruyor. Ancak bunu tüm incelemelerimi tamamladığımda daha net söyleyebileceğim. Benim için oldukça eğlenceli olan bu yolculukta aklıma takılan pek çok soruyu da araştırıp sizlerle paylaşmayı umuyorum şimdilik. Çünkü Kuran kutsal bir kitap olmanın ötesinde gerçekten çok etkileyici bir kitap. Ülkemizde siyasi görüşlerini din üzerine kurmuş pek çok insanında bile açıp okumadığını düşündüğüm Kuran bana göre şu anda yeryüzünde bulunan en sağlam ve güvenilir kaynak. Sadece dinimizi yaşamak adına değil, öğrenmek ve anlamak adına da bütün insanlara pek çok şey katabilir. Herneyse amacım Kuran hakkındaki kişisel düşüncelerimi empoze etmek değil, sadece meraklarımı gidermek ve sonuçlarını sizlerle paylaşmak.

Sayın Eldem'inde kitabında özetlediği Exodus : Mısır'dan Çıkış hikayesi Tevrat ve İncil'in ikinci kitabıdır. Tevrat yine yazarın bahsettiği gibi Eski Ahid'in ilk bölümüdür. Eski Ahid üç bölümden oluşmaktadır ve ibranice yazılmıştır. İbranice'deki adı "Torah"tır ve kanun ve şeriat anlamına gelir. Musa'ya indirilen kitap olarak kabul edilmekte ve İslamiyette dört büyük kitaptan biri sayılmaktadır.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim görevlilerinden Doç Dr. Baki Adam'ın "Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat" adlı kitabında verdiği bilgiye göre "Kuran'daki Tevrat kelimesi, sadece Musa'ya verilmiş kitabı tanımlayan bir isim değildir. Bu kelime, Musa da dahil olmak üzere, bütün İsrail paygemberlerine gönderilen vahiylerin genel adıdır. Dolayısıyla bütün İsrail peygamberlerinin kitapları Kuran'da Tevrat adıyla anılmaktadır. Allah, içindeki şer'i hükümleri kastederek, Tevrat'ı kendisinin indirdiğini bildirmiştir."

Kuran'da Mısır'dan çıkış hikayesini takip edebilmek için öncelikle hangi çeviri üzerinden gittiğimi de söylemekte yarar var sanıyorum. Üzerinde çalıştığım Meal Yaşar Nuri Öztürk tarafından kaleme alınmış. Onu tercih etmiş olmamın sebebi, hem elimin altında olması, hem de pek çok konuda görüşlerine duyduğum saygıdandır. Ancak yine de diğer çeviriler ile Yaşar Nuri Hoca'nın çevirilerini de kıyasladığımı belirtmek isterim. Bu nedenle bu yazı dizisi epeyce uzun sürecek gibi duruyor, çünkü bir yandan kitabın kendini, bir yandan Tevrat'ı, bir yandan Kuran'ı ve diğer çevirilerini ve öte yandan da bugüne kadar edindiğim bilgi birikimim ile tarihsel bilgilere başvurmak durumunda kalacağım. Bakalım hikaye ve bu kitap bizi nerelere sürükleyecek.

Yazının bundan sonraki bölümlerinde yine Burak Eldem'in kitabından özetler, Tevrat ve Kuran'da anlatılanların neler oldukları yönünde karşılatırmalarla devam edeceğim. Bu nedenle Mısır'dan çıkış hikayesini her üç kitabın ağızdan da sizlere aktarmaya çalışacağım.

Son olarak şunu da belirtmek durumundayım ki, Musa'nın halkını Mısır'dan çıkarması hikayesini incelerken, ibranilerin Mısır'a giriş hikayesi olan Yusuf'a da dönmek zorunda kalacağız. Çünkü ilerledikçe siz de benim gibi anlayacaksınız ki, o dönemde tarihsel ve arkeolojik bulgularda izlerine rastlanmadığı söylenen İbraniler (İsrailoğulları) Musa ile değil Yusuf ile Firavun ile ilişkilerine başlamışlardı.

Şimdiden iyi yolculuklar diliyorum hepimize

Fasulye
--------------------------------
Bu yazıda kullanılan kaynaklar :

Vikipedi
2012 : Mardukla Randevu - Burak Eldem


"FARKINDA MISINIZ? KURUYORUZ !"


Elimizdeki su kaynakları gün geçtikçe, ya kirliliğe ya da küresel ısınmaya yenik düşmeye başladı. Bu amaçla devlet ve sivil toplum kuruluşları, sanatçılar bir araya gelerek bir çalışma başlattılar. Katılımcılar ve etkinlikler hakkında detayları http://www.farkindamisiniz.com/ adresinde bulmak mümkün.

Site de etkinliklerin amacı olarak aşağıdaki ifadelere yer verilmiş ;

'FARKINDA MISINIZ? KURUYORUZ" etkinliklerinin ana amacı, tüm ülke halkının,Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı ve etkilerini yaşamaya başladığı kuraklık tehdidinin farkına varmasını sağlamaktır. Bunu sağlamak içinse alışılageldik yöntemlerin dışında, kuraklığın etkilerini tüm çıplaklığıyla göz önüne serecek çarpıcı bir yol seçilmesini uygun buluyoruz.

Bu amaçla, eskiden sulak arazi olan, hiçbir zaman yok olmayacağına inanılan ama şimdilerde yavaş yavaş küçülmeye başlayan alanların (Büyükçekmece Gölü, Alibeyköy Barajı, Tuz Gölü vb.) kuruyan bölgelerinde, büyük kalabalıkların buluştuğu ve bir gününü geçirdiği etkinlikler düzenlenecektir.Böylece eskiden sularla kaplı olan alanlara şimdi büyük kalabalıkların sığması ve bunun tüm ülkeye gösterilmesi, insanlar üzerinde, gölün su seviyesindeki azalma, suyun kaç kilometre çekildiği gibi sayısal bilgilerden çok daha çarpıcı bir etki yaratacaktır'.

Biz blogcular olarak ülkemizin ve gelecek nesillerin suyunu koruma altına almak için projeye destek vermeli, en azından bloglarımızda bahsederek yaygınlaştırılmasına katkı sağlamalıyız diye düşünüyorum.

Sevgiler
Fasulye

23 Eylül 2008 Salı

YEDİTEPE OYUNCULARI'NIN KURUCUSU VEDA ETTİ

Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Nisa Serezli-Tolga Aşkıner Tiyatrosu, Miyatro (Müjdat Gezen) ve Şan Tiyatrosu gibi tiyatrolarda birçok oyunda rol alan Çaman, 1982 yılında Yeditepe Oyuncuları’nı kurduğundan bu yana aralıksız olarak Nişantaşı’ndaki kendi tiyatrosunda sanat yaşamını sürdürmekteydi.

Yakalandığı ALS hastalığı nedeniyle tedavi altında olan Çaman 1943 Kastamonu doğumluydu.

22 Eylül 2008 Pazartesi günü, kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle fenalaşan ve yapılan müdahalelere rağmen kurtarılaman Çaman'ı saygıyla anacağız.

18 Eylül 2008 Perşembe

BLOGCULARDAN 15 EKİM DE YOKSULLUK HAREKETİ

NTVMSNBC haber sitesinde 17 Eylül 2008 tarihinde yayınlanan habere göre ;



"15 Ekim “Blog Hareket Günü”nde dünyadaki tüm blog yazarlarının, podcast ve videocast yayıncılarının aynı konuda birleşerek, farklı görüş ve fikirlere odaklanarak, çözüm önerileri bulması amaçlanıyor.

“Blog Hareket Günü”nün bu yılki ortak konusu yoksulluk. Eylemde yer alacak katılımcıların, yoksullukla ilgili bir yazı, podcast ya da video göndermesi gerekiyor. Kullanıcılar ayrıca isterlerse sitelerinin o günkü gelirini yoksulluk ile ilgili yardım kurumlarına bağışlayabilecekler.

“Blog Hareket Günü”ne katılımcı olmak isteyen kullanıcıların öncelikle web sitesi ya da blogunu 15 Ekim tarihine kadar http://blogactionday.org/TR sitesine kayıt ettirmesi gerekiyor.Site sahiplerinin yazıların, sitenin hedef kitlesine uygun olması ve farklı açılardan yaklaşılabilmesi için genel temalarına uygun olması isteniyor.

Blogundan bağış, reklam ve ürün satışı gibi şekillerde para kazanan kullanıcılar, yoksullukla ilgili yardım kurumlarına resmi sitede belirtilen yollarla, güvenilir bir şekilde bağışları ulaştırma konusunda güven vererek, teşvik ediyor.

“Blog Hareket Günü”nün desteklediği yapılan bağışlar için destekledikleri kuruluşlar arasında; AIDS, tüberküloz ve sıtma gibi hastalıklara karşı mücadele eden “The Global Fund” ve insanların gelişmekte olan ülkelerdeki girişimcilere direkt olarak borç verebilmelerini sağlayan “kiva.org” sitesi bulunuyor."

İlgilenenlere duyurulur
Fasulye

KASIMPAŞALI'YI DİNLİYORUM GÖZENEKLERİME KADAR KAPALI

Kitleleri yönetmek ve yönlendirmek kolay iş değildir. Bir fikri empoze edebilmek için ya yıllara yayılan uzun vadeli planlar yapmalısınız, örneğin amacınıza hizmet eden koşulları yavaş yavaş oluşturarak kitleleri ürkütmeden alışmalarınıa izin vermelisiniz önce. Bir iki dik kafalı çıkacak olsa da, kendini tehdit altında hissetmeyen kitle "Aman ne olacak yeaa" psikolojisinde olacağından o çatlak sesler ancak kendilerini yırttıklarıyla kalacaklardır. Baktınız çok ileri gidiyor susmuyorlar, susturacaksınız.

Ya da kitleyi zayıf karnından yakalayacaksınız, bazen despotluk yaparak, bazen kışkırtarak, bazen besleyerek ve kitlenin inançlarını sömürerek.

O da kesmedi diyorsanız kitleyi galeyana getirecek sloganlar üretecek karizmanızla boy göstermeniz gerekir. Maçlarda izlemişsinizdir. Takımların amigoları seyircilerinin çoğunluğu tarafından görülebileceği bir noktadan verir coşkuyu tüm stada. Bazen bir slogan attırır taraftarların duygularını höykürebilecekleri, bazense bir hareket dalgası yaratır trübünlerde. Böylece tüm taraftarlar hep bir ağızdan söyledikleri kelimelerle, karşı tarafa balyoz gibi inerler. Bir zafer duygusu tattırır bu onlara, deşarj olur, rahatlarlar. Erkekseniz tek tek gelinden fazlasıdır bu. Koca bir dev olmanın verdiği gururdur.

Bahsettiğim bu yöntemler ülkemde uygulanıp seçim sandıkları tarafından onaylanmış, kesinlikle başarısı sabit yöntemlerdir. Bu yöntemlerin uygulanış şekli, yasa ve ahlaki yönden irdelenmelerini tartışmıyorum bile.

Bir çeşit pazarlamacılıkdır yani kitleleri yönetmek ve yönlendirmek. Ne kadar iyi bir pazarlamacı olduğunuza göre değişir başarınızın sonucu. Kendinizden emin gözükmek gerekir ama öncelikle. Hani hep söyleyip duruyoruz ya KENDİNİ TANIMAK, KENDİNİ SEVMEK falan lazımdır yani böyle bir karizmaya sahip olmak için öncelikle. NARSİSTLİK sınırlarında dolaşmak istiyorsanız o da sizin bileceğiniz iş tabi, kişisel katkılar genel kabul görmüş yöntemleri renklendiremez diye bir kural yok.

Ancak bilinmesi gereken bir gerçek vardır ki bir ülkeyi yönetmek ve yönlendirmek ile bir stadyum dolusu taraftarı yönetmek ve yönlendirmek aynı şey değildir. Çünkü o taraftarların orada bulunmaları için tek bir amaçları vardır. Yani oldukça homojen bir topluluk karşısındasınızdır. Ortak bir duygu filizi zaten vardır, bunu yaratmak zorunda değilsinizdir. Sadece kibriti çakmanız yeterlidir, istenen patlamayı yaratmak için, hepsi bu.

Ama gel gelelim bir ülke, yüzyıllar boyu medeniyetleri barındırmış, doğu ve batı kültürlerinin bir sentezi olmuş, tarihinde her rengi ve deseni barındırmış, nice kahramanlara ve nice hainlere ev sahipliği yapmış, doğusundan, batısına, kuzeyinden, güneyine her dilden, dinden, inanışdan ve kültürden insanı bağrına basmış bir ülke "BAŞBAKANIN KRALI KASIMPAŞALI" değil "EVRENDEKİ EN GELİŞMİŞ UZAYLI" bile olsa amigo edalarıyla YÖNETİLMEMELİ diye düşünüyorum. Bilmem yanılıyor muyum?

Çünkü bu defa kibriti çaktığınızda oluşacak patlamanın kimi yakacağı hiç belli olmaz!

Fasulye

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞ İNSAN MODELİ ÜZERİNE SALINIMLAR

Bu sabah "KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞ İNSAN MODELİ" başlıklı bir e-posta aldığımda ilkin daha önce benzerlerini defalarca okuduğumuz, gazete eklerinde verilen ve yüzeysel bilgiler dışında bir içerik sahibi olmayan sıradan bir yazı olduğunu düşündüm. Ama kişisel gelişim de hemen her konu gibi ilgi alanıma girdiğinden okumadan edemedim. Toplam 24 madde olarak verilen model tanımında bir kaç cümle gerçekten hissettiklerimi çok güzel ifade etmişti. Belleğimde kelimelere oturtamadığım düşüncelerime bu kadar uyan cümleleri heba etmemek ve balık hafızamda kaybolup gitmelerine izin vermemek için bir yazı yazmaya karar verdim, çok planlı yola çıkmamış olsamda.

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK

Aslında içeriğinde yer alan cümlelerden önce başlığına takıldım yazının ve bir süre anlamaya çalıştım tam olarak neyi kastettiğini ; Neydi sahi "KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK!".

Yazının içeriği okunduğunda sadece kendini gerçekleştiren insanın nasıl olabileceği konusunda bilgi veriliyordu, kendini gerçekleştirmek ne demek tam olarak açıklanmıyordu aslında. Bu 24 maddedin tamamına ya da büyük bir kısmına sahip olduğumuzda mı "gerçek" olabilecektik acaba diye düşündüm bu yüzden. Acaba gerçekten matrix diye bir şey mi vardı? Gerçek değilsek neydik o zaman? Sahte mi? Birer hologram olarak mı salınıyorduk yeryüzünde de, sadece hukuk kitaplarında mı gerçek kişi yerine konuluyorduk. Gerçek kişiler ve tüzel kişiler.

GERÇEK BİR İNSAN OLMAK mı kastediliyordu ya da bu başlık da. O halde insan olmanın kesin bir tanımı olmalıydı bu 24 maddeyi yazan kişinin elinde. Bu tanımı kim yazmış olabilirdi ki, dahası kim kabul görmüş sayabilirdi?

Her durumda sahte noktasında kalan bir kısım kalıyordu yeryüzünde. Sahte olmak, sahtekar olmak demek değildi tabii ki, KENDİSİ GİBİ OLMAMAK olabilirdi belki, KENDİSİNİN FARKINDA OLMAMAK olabilirdi ya da..

Bana göre bu 24 maddeye sahip bir insan modelini tanımlamak daha basitti oysa ; "MUTLU İNSAN MODELİ".

Ne olduğunda en çok mutlu olurdum onu düşündüm sonra, KENDİM GİBİ OLDUĞUMDA, yani herhangi bir kaygı veya sorumluluk altında ezilmeden kendimi ÖZGÜRCE İFADE EDEBİLDİĞİMDE mutlu oluyordum ben. Blog yazmayı sevmemin en temel nedenlerinden biri de buydu zaten. O anda anladım KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK ne demek olduğunu. GERÇEK KENDİNİ HİSSETMEK'di bu tanımın anlamı benim için. Benim için demek durumundayım çünkü bu benim gerçekliğim ve algım. Sizin ki tamamen farklı olabilir.

TÜM İNSAN IRKININ PARÇASI OLMAK

İşte yıllardır sınırsızlık tanımları içerisinde dönerek, küreselleşme tanımlarını içime sindiremeyerek anlatmaya çalıştığım bir düşünce. Evet bu anlama gelen pek çok kavram var literatürde belki ama ben en çok bu cümleyi sevdim. "Dünya insanı" olmak vb tanımlar daha çok reklamlarda duyabileceğimiz türden sloganlar gibi gelir bana çünkü. Reklam pazarlamanın en büyük silahı olduğuna göre de ister istemez bir sahtecilik kokusu yayılır bu tür cümlelerden bana göre. TÜM İNSAN IRKININ ise daha evrensel daha gerçekçi geldi bana bu yüzden. Asla faşist olmadım zaten. Milliyetçiyimdir ama faşist asla. Aslında milliyetçiliğinde dozu kaçtığında faşist olma eğilimleri gösterdiğini düşünüyorum ama şimdi konumuz o değil.

Tüm insan ırkının parçası olmak ne demek peki bana görelerle yola çıkacak olursak yine. Çok basit aslında EŞİTLİK. Hiç bir vasıf ile, hiç kimseden aşağıda ya da yukarıda olmamak. Haklar anlamında eşitlik veya demokrasi değil tam olarak söylemek istediğim, daha çok öyle hissetmek. BEN VE DİĞERLERİ gibi değil BİZ gibi hissetmek. Üstünlük ve eksiklik aramak da değil. Kıyaslamamak, yarışmamak KABUL ETMEK. Aslında pek çok açıdan bakıldığında farklı yorumlar alabilecek bir cümle belki bu. Ahlaki açıdan, siyasi açıdan, dini açıdan ama hemen hiç biri tanımlamıyor benim hissetiğimi bu cümle kadar. Bu hepsinin üzerinde bir his çünkü bana göre. Biz, siz, onlar değil çünkü hepimiz, yaradılıştan başlayıp gelecek kuşaklara uzanan bir hepimiz bu bana göre.

İNSANLAR HAKKINDA KONUŞMAMAK, İNSANLARLA KONUŞMAK

Aynı yazıda hoşuma giden bir başka ifade de "İnsanlar hakkında konuşmamak, insanlarla konuşmak". Gerçekten ifade yeteneği çok gelişmiş biri olmalı bunları yazan diye düşündüm bunları okurken.

Aslında "Tüm insan ırkının parçası olmak" tanımı ile ve belki onun devamı olan bir özellik insanlar hakkında konuşmamak. Yargılamamak ve kabul etmeye gidiyor çünkü her ikisi de benim düşünceme göre. Algımız bilgimiz ve hissetiklerimizle sınırlı olduğundan belki böyle geliyor bana. Bu nedenle bana göreleri bastırıyorum bu kadar bu yazıda herhalde, yanlış anlaşılma kaygısı taşıdığımdan değil, yüksek sesle düşünüyor olmamdan kaynaklanıyor sanırım. Bir yandan yazıyor bir yandan kendimle hesaplaşıyorum çünkü aslında. Yine de bu cümlelerin bana hissettirdiklerini anlatacak bu kelimelerden fazlasını bulamıyor olmam da garip geliyor bana şimdi.

Niye konuşuruz insanlar hakkında? Her zaman dedikodu mudur insanlar hakkında konuşmak, olumlu ya da olumsuz. Bu mu söylenmek istenen bu cümlede acaba? Hayır değil bana göre, Belki şöyle söylense daha açıklayıcı olacak bu nedenle "BİR İNSAN HAKKINDA BAŞKALARINA KONUŞMAYIN, DOĞRUDAN O İNSANLA KONUŞUN". Açık yürekli olun kısaca. Açık yüreklilik pek çok güzel ve yeni yolun kapılarını açar insana çünkü. Günümüzde o kadar nesli tükenmiş ve o kadar kıymetli bir değer ki maalesef. Açık yürekli olabilen bir insanla karşılaştığınızda ne söylüyor olursa olsun, arkanızı dönmek oldukça zordur bu yüzden. İnsanların çoğu ayna gibidir aslında, yansıttığınız duygu ve erdemleri bir süre sonra onlarda size yansıtmaya başlarlar, ve eğer gerçekten olumlu duygular yayabiliyorsanız çevrenize olumlu dönüşler alırsınız çoğunlukla. Bu nedenle gülümseme bulaşıcıdır. Bazen sırf çevrenizdekilerin kahkahalarına kapılır gülersiniz bu yüzden.

Adam Fawler (Olasılıksız'ın yazarı)'ın Empati isimli kitabını okudum en son, çok ileri boyutta olsada bu konuyu aslında çok güzel anlatıyordu. Belki kitabın kahramanları kadar olamasak da bizde birer empat olmayı başarabilirsek o zaman daha mutlu bireyler olmayı başarabiliriz. İnsanları ve duyguları anlamak için illa ki sinestezi hastası olmak gerekmiyor.

GEREKSİZ KAVGALARDA TARAF OLMAMAK

Sana bir tokat atana diğer yanağını çevir mantığından oldukça uzak bir cümle daha. Bu cümledeki ilk kelime bütün cümlenin anlamını değiştiriyor. GEREKSİZ. Ne kadar çok GEREKSİZ'likler var oysa hayatımızda. Kendimizden, çevremizden, inançlarımızdan kaynaklanan bir çok GEREKSİZ ile birlikte kaosa çevirdiğimiz hayatlarımızı daha basite indirgeyebilsek ne kadar kolay olacak yaşamak hepimiz için.

Aslında ilk bakışta "Tüm insan ırkının parçası olmak" tanımı ile pek uyuşmuyor gibi gözükse de, hepimiz kabul etmek ifadesinin, boyun eğmek anlamına gelmediğini bilecek yaştayız diye düşünüyorum.

Nedir GEREKLİ KAVGA o zaman? İçsel? Dışsal? Bireysel? Toplumsal? Sınıfsal? Dinsel?

Sanırım zamana ve koşullara göre değişebilir. Ancak sizin kişisel doğrularınız yönlendirebilir sizi bu sorular karşısında, çok da genelleme yapılacak bir konu değil bu nedenle. Kavga dan çok mücadele demek daha uygun olabilir belki bu nedenle. Enerjimizi ancak hepimize bir katkısı olduğuna inandığımız bir mücadele uğrunda harcamalıyız belki de. Bir yere varmayacağına inandığımız GEREKSİZ tartışma ve mücadelelerde, körü körüne tüketmemeliyiz belki kendimizi.

Tartışmaya açık ama benim için anlamlı bir cümle.

ORGANİZASYON NEVROZUNDAN BAĞIMSIZ, ÖZGÜR VE YARATICI OLMAK

"Nevroz, toplumsal tavır ve davranışları tutuklayan ve kişide ruhen hasta olduğu bilinciyle birlikte bulunan tinsel bir hastalıktır.-Vikipedi"

Burada kastedilen nevroz aslında dahil/ait olunan organizasyonun (aile, toplum, tarikat, siyasi grup vb) gelenekselleşmiş düşünce ve tavırlarından sıyrılmayı başarabilmek. Yok olmadan bir bütünün parçası olmak yani bana göre. En güzel örneği "koyun sürüsü olmak" deyimi sanırım bunun. Yine KENDİMİZ OLMAK konusuna dönüyoruz yani. Ancak kendimizi özgür bırakabilirsek yaratıcı olabilir, toplumda bir nakarat olmaktan öteye gidebiliriz çünkü. BİREY OLARAK VARLIĞIMIZI KORUMAK zorundayız.

Sanırım biraz daha uzatırsam bir e-posta mesajı üzerine bir kitap yazacağım o nedenle mesajın içeriğini sizlerle paylaşarak bundan sonrasını size bırakıyorum.

Sevgiyle ve özgür kalın
Fasulye

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞ İNSAN MODELİ
YolcuRuh (GÜLFER HATİPOĞLU)

1- Bu insanlar, yaşamın her yönünü severler, şikâyet etmekle ya da olayların daha değişik olmasını istemekle vakit kaybetmezler.

2- Bağımsızlıklarına çok düşkündürler. Aileye güçlü bir sevgi ve bağlılık duymalarına rağmen,ilişkilerinde bağımsız olmaya özen gösterirler.

3- Sevgi anlayışları, sevdiklerine hiçbir değeri zorla kabul ettirmemeyi gerektirir.

4- Onay aramak gereksinimleri yoktur. Övgü ve ödül talep etmezler.

5- Çok açık ve dürüst konuşurlar, çünkü vermek istedikleri mesajları, başkalarını memnun etmek için dikkatli sözcükler arkasına gizlemezler.

6- Gülmeyi ve başkalarını güldürmeyi iyi bilirler.

7- Kendilerini şikâyet etmeden kabullenirler. Fiziksel benliklerini, sahteliklerle gizlemezler.

8- Doğal yaşamı takdir ederler. Başkalarına eğlenceli gelmeyen şeylerden zevk alma yetenekleri vardır. Gün batımını izlemek, ya da kırlarda küçük bir gezinti yapabilmek, doğum yapan bir kediyi izlemek onlar için mükemmel bir şeydir ve şükran duyarlar.

9- Başka insanları çok iyi anlarlar ve asla şaşırıp şok olmazlar.

10- Gereksiz kavgalarda asla taraf olmazlar.

11- Hastalık hastası değildirler.

12- Dürüsttürler, asla yalan söylemezler, olayları çarpıtmazlar.

13- İnsanlar hakkında konuşmaz, insanlarla konuşurlar.

14- Titizlik ya da düzenlilik gibi dertleri yoktur, verimli yaşamaya bakarlar. Organizasyon nevrozundan bağımsız oldukları için yaratıcıdırlar.

15- Bu insanların müthiş bir enerjileri vardır. Enerjileri doğaüstü değildir, yalnızca yaşamı ve yaşamdaki aktiviteleri sevmelerinin bir sonucudur.

16- Şiddetli bir merak duygusuna sahiptirler. Hep araştırır, yaşamlarının her anını kavramak isterler. Her insan, her varlık ve her olay, daha çok öğrenmek için bir fırsattır.

17- Başarısız olmaktan korkmazlar, hatta onu sevinçle kabul ederler. Bu insanlar, kendilerine zarar verecek duyguları yok etme ve kendilerine verdikleri değeri artıracak olanları doya doya yaşama yeteneğine sahiptirler.

18- Bu mutlu insanlar,asla kendilerini savunma gereksinimi duymazlar. Basitçe 'her şey yolunda, biz yalnızca farklıyız. Anlaşmak zorunda değiliz' derler. Bir tartışmayı, kazanma ve karşısındakini konumunun yanlışlığına ikna etme gereksinimi duymadan, burada keserler.

19- Değerleri dar değildir. Kendilerini tüm insan ırkının bir parçası olarak görürler. Daha çok düşman öldürmekten sevinç duymazlar.

20- Kahramanları ya da putlaştırdıkları insanları yoktur. Herkesi insan olarak görür ve hiçkimseyi kendilerinden önemli konuma getirmezler.

21- Başkalarının yeteneksizliğ i nedeni ile kazanmak yerine, zaferi kendi çabaları ile elde etmeyi yeğlerler.

22- Komşularının ne yaptığını fark etmezler, çünkü var olmakla meşguldürler.

23- En önemlisi bu insanlar 'KENDİLERİNİ SEVERLER'. Kendilerine acımak, kendilerini reddetmek, kendilerine öfkelenmek için zamanları yoktur. Elbette sorunları vardır, ama sorunların onları duygusal paralizasyona götürmesine izin vermezler. Tökezleyip düştüklerinde, tekrar ayağa kalkar ve sızlanmadan yaşamaya devam ederler.

24- Hatalı alanlardan bağımsız insanlar, mutluluğu kovalamazlar, sadece yaşarlar ve mutluluk onları bulur. Gerçekten nadir bulunan insanlardır, onlar için her gün mükemmeldir.. .

Kaynak kitap; Hatalı Alanlarımız – Dr. Wayne W.

13 Eylül 2008 Cumartesi

KAHROLSUN DOKTORLAR

Başbakanın talimatıyla Sağlık Bakanlığı "hastaneye başvuran hiç bir hasta geri çevrilmeyecek" diye genelge yayınladı

Sağlık Bakanlığının en büyük doğumevi neresi?
Zekai Tahir Burak Hastanesi

Kaç küvöz var?
148Günde kaç doğum oluyor?
En az 100, yaz aylarında taşrada yaşayan aileler doğum yapmak üzere aile büyüklerinin yanına geldiklerinden, Temmuz Ağustos aylarında doğum sayısı 200 civarında

Yenidoğan bebeklerin kaç tanesi prematür, düşük doğum ağırlıklı veya doğum asfiksisi nedeniyle küvöze ihtiyaç duyar?
% 5Her gün kaç yeni bebek küvöze girecek?en az 5 yenidoğan

küvöze giren bebek küvözde ne kadar kalır?
1 gün - 3 ay arası

kaç küvöz vardı?
148

her bebek ortalama 5 gün küvözde kalsa kaç günde bütün küvözler dolar?
30 günde

30 günden sonra prematür doğum başvurusu olursa ne yapılır?
Doğru cevap : başka bir merkeze sevk edilir
Yanlış cevap : genelge gereği kapıdan çevrilemez yatırılır

nereye yatırılır?
daha önce küvöze konmuş bir bebeğin yanına ayaklı başlı yatırılır

peki bebekten bebeğe enfeksiyon geçişi riski yok mudur?
hem de allahı vardır

peki neden yatırılır o zaman?
genelge var ya, o zaman küvöz sayısını arttırsınlar
oldu, başhekim cebinden alacaktı zahir

bakanlıktan istesinleren az beş yazı var son bir yıl içinde bakanlığa gönderilen bakanlıktan ne cevap gelmiş?
ödenek yok

e tamam da, başbakanın genelgesi var, imkanlar arttırılmalıbi kere ödenek yok kardeşim boşuna caz yapma, tut ki ödenek bulundu, yenidoğan uzmanı doktoru, yenidoğan hemşiresini uzaydan mı bulucaz, küvöz konunca başında duracak, nöbet tutacak tıp ve sağlık hizmeti verecek kişiyi bulmazsan küvöz neye yarar?
bilmem kardeşim, yatır gitsin ikili üçlüyatırdık zaten

peki aileler caz yapmazlar mı?
yaparlar

ne diycen ailelere?"Hastanemizde prematür bebeklere hizmet verecek küvözler kapasite aşımındadır, bebeğinizin sağlıklı koşullarda bakılacağı garanti edilemez" yazısını imzalatır yatırırsın

kardeşim bu aileler deli mi, böyle belge imzalayıp hastaneye girilir mi?
Doğru cevap : girilmez, başka hastaneye baş vurulur
Yanlış cevap : başka hastaneye gidince ne olacak, orda küvöz ağacı mı var? yatarsın buraya olur biter

BAŞBAKAN : Hastaneye başvuran hiç bir hasta geri çevrilmeyecek

BAŞHEKİM : Sayın başbakan, yeterli yatağımız yok, elemanımız yok

SAĞLIK BAKANI : Sen genelgemize itiraz mı ediyosun? kendini kuzey ırak sınırındaki bir revirde mi bulmak istiyorsun?

GAZETELER : bir ay içinde 40 bebek öldü, başhekim bir küvözde bazen iki üç bebek yatırdıklarını itiraf etti

YAZARIN NOTU : cümleye dikkat! "itiraf etmiş"VATANDAŞ : kahrolsun doktorlar, savcılığa baş vuracağız

BAŞBAKAN : üç çocuk yapın

YAZAR : nutku tutluduğundan daha fazla devam edemeyecek

Prof Dr Esat Orhon

12 Eylül 2008 Cuma

SER(MAYE)DAR AR(SIZ)SEVEN

Sayın Başbakan basın özgürlüğünü sınırlıyor, bir kısım medya biat etmiyor ama bakınız vakit gazetesi Ankara temsilcisi neler söylüyor ;

"Önyargılıyım. İtham Müslüman’a yönelikse ‘iftira’ derim, kafire yönelikse ‘doğru’ derim”"

"MÜSLÜMANI YIPRATMAM: Haksız servet artışı varsa, bunun acısı mutlaka çıkacaktır. Ahirette de dünyada da. O hesapları kendi içimizde sorabiliriz. Bu benim tavrımdır. Ben; bir Müslüman’ı, hele bir fasık saldırıyorken, asla yıpratmam. Üstadın anlayışındayım.

Belki kendim ısırırım Müslüman kardeşimi. Lakin köpeklerin yalamasına dahi müsaade etmem. Hele tarassut köpeklerinin asla. ‘İFTİRA’ DERİM: Çifte standartlarım var. Bu çifte standartlar nasıl mı işler? Basit; itham Müslüman’a yönelmişse ‘iftira olduğu önyargısından’ hareketle çıkarım yola.

Deniz Feneri benimdir, Ergenekon terör örgütü kahrolası darbe düzeninin.

Ergenekon söz konusu olduğunda ise, bu adamların ne azılı din düşmanı olduklarını bilmemden ve dahası, bu ülkenin kurtuluşunun ancak bu darbeci zihniyeti ortadan kaldırmakla mümkün olacağına dair idrakimden dolayı olayın üstüne giderim.İddianameyi esas alır bindiririm. Bu bu çifte standardı uygularken karşılaştığım birtakım çirkin tavırları göz önünde bulundurmam. "

Bir insanın gönlünden geçeni yalnızca Allah bilir, çünkü o bizim bilmediklerimizi bilen ve görmediklerimizi görendir.

Allah ile kul arasında olması gereken bir iletişimi bu kadar kesin bir dille ("azılı din düşmanı" diyecek kadar) değerlendirebilen bu vatandaşımızın dinimizce en büyük günahlardan sayılan ve baş harfi "şirk koşmak" olan günah hakkında bilgi edinme hakkını kullanmak üzere Diyanet İşlerimize başvurmasını öneriyorum. Zira bir atamızın da dediği gibi "para ile imanın kimde olduğu bilinmez".

Sayın Babacan'ın AB'de haklarını aradığı müslüman çoğunlukdan (!) olan bu vatandaşımıza, mübarek ramazan vesilesiyle bir şey demiyor, Allah'tan akıl, yakınlarınada sabır vermesini diliyorum.

Elin gavuru
Fasulye

11 Eylül 2008 Perşembe

FUR BEGİM FUR

Bundan 30-40 sene evvel filinta gibi bir delikanlı olarak ilk tayin yerim olan Erikli Köyü Sağlık Ocağı'nı kurmak için gitmiştim. ''Hazır uğramışken.' deyip, Kaymakam Bey elime bir kağıt tutuşturmuştu. Çiçek aşısına dair bir emir vardı. Çantamı, ilaçlarımı, iğnelerimi yeniden gözden geçirdikten sonra atıma binerek Erikli Köyü'nün yolunu tuttum.İkibuçuk saat at sırtında yol aldıktan sonra Köye ulaştım. Köyde beni muhtar karşıladı.

-Hoş geldin beg...
-Hoş bulduk, dedim.
-Hayırdır?
-Aşı yapacağım da..
-Ne aşısı?
-Çiçek..
-Çok eyi.. insanlara mı?
-Tabii insanlara.
-Zor begim!
-Nedenmiş o?
-Olmazlar da ondan begim..
-Ama salgın var!
-Buraya salgın neyin uğramaz beyim.
-Sen köylüyü topla!

Biraz sonra baktım, köyün korucusu hem düdüğünü öttürüyor hem de bağırıyor:

- Ey ehali gasabadan pangacı geldi... Sizinnen gredi lafini konuşacak!
- Yahu ben bankacı filan değilim, dedim.
- Sen bilmen begim aşı-maşı dirsek birtekini topliyamak, işin içine para lafını gatacan ki millet toplana...

Biraz sonra köyün biricik, isli ve rutubetli kahvesi tıklım tıklım doluydu. Ayağa kalktım:

- Köylü kardeşlerim, dedim. Şimdi sizlere, insanlığı mahveden, girdiği yerde felaketler meydana getiren bir konudan bahsedeceğim...

Ön tarafta oturmakta olan pala bıyıklı biri :

- Begim, ilkin girediden ağnat, sonama hekayeni ağnadin, dedi.

Kızdım:

- Ben buraya krediden bahsetmeğe gelmedim!

Muhtar araya girdi:

-Yahu, diğneyin hele... Bakın, size memur bey çiçekden bahsedecek, dedi.
-Ne çiçeği? diye köylüler sordular.
-Hastalık çiçeği
-Ganiser mi bu?
-Yoo, dedim.
-Olese niye diyniyek begim?
-Ama, çiçek de öldürür ...

Arka taraftan bir ihtiyar ayağa kalkarak:

- Begim, dedi, camiye gidecam, ne diyeceksen çabik de!
- Size çiçek aşısı vurmağa geldim.

Hepsi birden ayağa fırladılar:

- Ne aşı mi? diye bağırdılar.

Sonra muhtara dönerek:

- Ula Iriza, boşuna ismini Dönek Iriza gomamıslar, bizi gandirdin gene, dediler.
- Yahu köylü kardeşlerim, durun yahu, size çiçeğin neler yaptığını anlatayım, ondan sonra gidin.
- Yoh begim yoh. Biz biliyok. Çoh duyduk bu laflari. Bu hasdalik naaparmıs, herkesi öldürürmüs.. Aşı olmazsak, tüm ev halkı gıvrana gıvrana ruhunu teslim edermiş. Garnımız tok beyim bu laflara, tok... Biz, inne minne vurdurmuyok.
-Yahu, bu iğne degil, çizik.
-Cizik mizik. Anlamak biz öyle şeyden.

Kahve bir anda boşaldı. Muhtar:

- Dimedim mi begim? dedi, bunlar furdurmazlar diye.
-Neden?
-Bilmem emme, furdurmazlar işde. ama gönlün galmasın, gel bana fur!

İyice canım sıkılmıştı. Çantamdan, ilacı ve iğneyi çıkarırken muhtar:

-Beyim, ağrıdıyosa, az fur ha! dedi.
-Yahu iki çizik atacağım.
-At begim at, emme işden güçden galmayım da...

Korka korka uzattı kolunu. Aşısını yaptım:

-Hani acıdı mı? diye sordum.
-Yoo, sinek ıssırır gibi oldu. Yok begim, su köylü milletinde akıl denen şey yoh. Hökümat bu kaddar mesarif etsin, aşıcı göndersin, sen gel aşı olma da gaç.

Kalktı, kahvecinin kolundan yapıştı:

-Gel buraya, dedi.

O koskoca adamı görecektiniz, sanki ameliyat edecekmişiz gibi korkuyordu.

-Giyma baa mikdar, giyma ba mikdar, diye yalvarıyordu.
-Gel buraya, alti üstü iki çizik.
-Gurban miktar, şu duvardaki senin çiziklarin hepsini silem, tek baa giyma!

Sinirimden, deli gibi firlamışım adamın üzerine. Muhtar, o sırada kahveciyi yere yıkmıştı. Bana:

-Boğazına bas, boğazına! diyordu.

Sinirimden ne yaptığımı bilmiyordum. Adamın boğazına basmışım...

-Fur şimdi, memur efendi, golunu eyicene yakaladım, gaçamaz!

Adam, bir debeleniyor, bir bağırıyor ki, demeyin gitsin:

- Baa acımıyosunuz, bari çoluğuma çocuğuma acıyın....

Aşı yapmağa muvaffak oldum.
Etti iki...

-Var mısın memur efendi?, dedi muhtar.
-Neye?
-Yakalayak şu herifleri!

Yeni mezun, ideal bir sağlık memuru, baska ne düşünebilir ki:

-Varım, dedim.

Çıktık kahvenin önüne. Daha biz içerde kahveciyle cenkleşirken, bir tek kimse kalmamış ortalıkta, Sanki, pasif korunma varmış gibi, herkes evine kaçmış, kapısını sürgülemiş...

-Şööle bi dönek begim, belki bir iki denesini dutarık.

Aynı bir avcı gibi, sokaklardan adımlarımızın ucuna basa basa yürüyorduk. Çeşmenin başında ellilik bir adam su içiyordu... Muhtar:

- Sen şurdan dolan, ben burdan, kısdıralım, dedi.

Çeşmenin arkasından dolandım. Adam bizi görünce başladı kaçmaya, hem de ayakkabılarını çeşmenin başında bırakarak... Adam kaçar, biz kovalarız.

Bir tarlayı boydan boya aştık... Ne de olsa gençlik var , adamı tarlanin öte başında yakaladım. Adam, hem soluyor, hem de:

-Beyim, ben seni öteki dünyada nerede bulam? diyor.
-N'apacaksın beni öteki dünyada?
-Gunahmış begim, günah!...
-Ne günahmış
-Zorla iş yaptırmak... Kul hakkı...
-Kim dedi bunu?
-Köyün hocası didi..
-İşine geldiği gibi anlıyorsun da..

Demeye kalmadan muhtar da yetişmişti. İkimiz iki yandan, adamı karga tulumba yıktık yere ve aşısını yaptım. O gün akşama kadar ancak beş kişinin aşısını yapabildim... Ama köyü en az on kere turladıktan sonra. Muhtar:

-Artık kimse dışası çıkmaz beyim, dedi.

Yorgun argın kasabaya döndüm. Doğruca kaymakamın evine gittim:

-Olmadı efendim, dedim.
-Ne olmadı?
-Aşı. Köylüler aşı olmuyorlar.
-Baytarı götürmedin mi?
-Hayvan aşısı değil bu kaymakam bey!

Güldü:

-Toysun daha, dedi. Bizim memlekette, köylere aşı vurmağa gideceğin zaman baytarı da yanında götüreceksin!
-Vallahi bir şey anlamadım efendim.
-Anlamazsın, anlamazsın... Yarın giderken baytarı da götür o bilir işini!..

İkinci gün, aynı köye baytarla gittik.

Köylü nasil eğiliyor baytarın önünde, nerdeyse yere kapanacaklar. Daha bizi kahveye oturmadan iki tepsi yemek gelmişti. İçinde sadece kuş sütü eksik... Biz, kahvelerimizi içtiğimiz anda, köyün meydanlığı, ineklerle, öküzlerle, buzağılarla dolmuştu. Hatta, öne geçmek için bir birbirleriyle kavga ediyorlardı. Baytar:

-Hazır mısın? diye sordu.
-Hazırım, dedim.

Ayağa kalktı:

-Köylüler, diye bağırdı, son günlerde, insanlarda olan ve insanlardan sığırlara bulaşan bir hastalık, çevrenin tüm sığırlarını kasıp kavurmaktadır .

Köylüler:

-Abooov, dime baytar efendi diye hayretle gözlerini açtılar.
-Bu hastalık, geçen ay içerisinde, ilçemizden dörtyüz hayvanın ölümüne sebep oldu...
-Aman baytar efendi, ocağına düştük!...
-Şimdi kollarınızı sıvayın? Sizin aşılarınızı, sağlik memuru arkadaş, sığırlarınızınkini de ben yapacağım!

Sanki, altına hücum varmış gibi, köylü masama saldırdı. Dün, zorla aşı yaptığımız kahveci kolunu sıyırmış:

-Fur begim, diyordu
-Sen dün oldun, dedim.
-Fur begim, fur, artık mal göz çıkarmaz ya! İki kere olursak daha eyi olur.
-Dün neden zorluk çıkarıyordun?
-Ne bilem ben begim. Sen heç heyvan lafı etmedin ki!
-Sığırlar sizden kiymetli galiba?
-Sen ne diyon begim? Köy yerinde, hazina ilazim... Nirde bizde bes kuruş, Bi de sığır ölürse, o zaman bizde kriz başlar!...

Kaynak : Mail ile geldi walla bilmiyorum

10 Eylül 2008 Çarşamba

YURTTA YOGA, CİHANDA YOGA !

Pek çok dinsel ve tinsel öğretinin özünde verilen mesajlardan bir tanesidir "Barış bireyin iç dünyasında başlar". Bu gün Mahatma Gandhi'nin torunu ve Bir Hintli Yoga Guru'sunun konuk olarak katıldıkları bir seminer dinleme şansım oldu. Aslında konunun derinliğini göz önüne alacak olursak her iki konuşmacının da tercüman eşliğinde toplam bir buçuk saat süren konuşmalarında öğretiden daha çok söyleşi havası vardı. Benim de zaten katılmaktaki amacım hiç bir zaman önünü kesemediğim merak duygum olduğu için, seminer sonunda çiçeği burnunda bir yogi olmak gibi bir amacım yoktu. Zira yoga felsefesinin özünü biliyor ve anlıyor olsamda, henüz durduğum nokta da en fazla "ayı yogi" olabilirdim zannımca.

Yine de keyifli bir dinleti oldu benim için, ilginç benzetmeler ve doğal tavırlarından etkilendiğim bu insanlar, Mustafa Kemal Atatürk'e duydukları hayranlıktan ve eğer yaşıyor olsaydı, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandhi'nin çok sık müzakerelerde bulunacaklarını ve iyi dost olacaklarını düşündüklerini söylediler ve ülkemizden Atatürk'ün Türkiyesi olarak bahsettiler. Anıtkabiri ziyaret ettiklerinden ve oranın bir tapınak değil, insana çok farklı duygular yaşatan medeniyetin hissedildiği bir mekan olduğunu söylediler. Özetle pek çok vatandaşımızın olmadığı kadar çok anlamışlar ve hayran olmuşlardı Ata'mıza.

Hoşuma giden benzetmelerinden bir tanesinden şunları söylüyorlardı, "Hiç düşündünüz mü neden İran ve Irak'daki köpekler savaşmıyorlar, ya da Afganistan ve İsrail'deki köpekler savaşmıyorlar. Savaşmıyorlar çünkü şiddet doğanın özüne ters bir şey ve biz insanlar doğanın bir parçası olduğumuz halde, onu hiç bir zaman anlayamadığımız ve gözlemlemediğimiz için savaşıyoruz. Yoga Felsefesine başlamanın ilk adımı şiddeti düşüncelerimizden bile uzaklaştırmaktır." Yani bir kişinin yüzüne gülüp, içimizden "ahmağa bak" ya da "nereden çıktı şimdi bu" tarzından olumsuz düşünceler bile üretmemiz şiddetin bir şekli olarak algılanıyor Mahatma Gandhi'nin ülkesi Hindistan'da.

Bir diğer örnek yine doğadan geliyordu, "National Geographics kanalında verilen bir belgeselde genişi kırlarda keyifli bir uyku çeken kaplan görüntüsünün hemen yakınında otlayan bir geyik vardı. Geyiğin hışırtısından uyanan kaplan kafasını kaldırıp geyiğe baktı, bundan tedirgin olan geyik de, kaplanı izlemeye başladı. Ancak bir süre sonra kaplan gözlerini kapatıp keyifli uykusuna geri döndü ve geyik de otlamasına devam etti. Belgeseli sunan spikerin söylediği cümle aynen şöyleydi. 'Doğada şiddet yoktur'. Kaplanlar sadece acıktıklarında karınlarını doyururlar. Hepsi bu."

Bu anlatılanların ışığında düşünüyorumda, uzaylılar dünyayı ziyaret ediyorlar evet. Nereden çıktı şimdi demeyin. Doğanın bir parçası olması gereken bizler, bu kadar doğa dışı yaratıklara dönüştüğümüze göre, atalarımızın uzaylılarla yakın ilişkiler içinde olması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü evrende doğanın doğal bir parçası olduğunu düşünen insan ırkının sayısı oldukça düşük. Onların yerine biz yarı uzaylılar varız. Geçmişte atalarımız ve uzaylıları arasında "Selam dünyalı ben dostum"dan fazlasının yaşandığı kesin yani. Nihayetinde özel hayata girdiğinden fazlasını kurcalamıyorum.

Bu yıllar önce okuduğum bir duvar yazısını hatırlattı bana : "Biz Fatih'in torunları isek, Deli İbrahim'in torunları nerede?" Aslında ben biliyorum ama söylemeyeceğim :)

Seminerde anlatılan bir diğer örnekleme ise gül ve dikeni üzerineydi. "Gül ya da dikenli bir bitkiyi elimize aldığımızda eğer canımız yandıysa, elime diken battı deriz diyordu konuşmacılar. Oysa diken çiçeği koruma misyonuyla hiç kıpırdamamış öylece yerinde durmuştu. Dikene doğru hamle yapan biz olduğumuz halde bunu dikenin bize yaptığı bir saldırı ya da bir çeşit şiddet olarak algılarız" dediler. Biz o bitkiye yaklaşmamış olsaydık, o zaman dikende bize batmak için herhangi bir atılımda bulunmayacaktı. Eğer şimdiye dek bilim adamları uzun menzilli diken atarlı bitkiler üretmedilerse tabii. Ama üretseler bile bu doğal hayatın bir parçası sayılmayacağından yine de örneğimizi karalayamaz.

Eğer bizler birey olarak düşüncelerimizde dahi şiddeti yok edebilirsek- ki bunu biz söylememeliyiz, çevremizdekiler açıkça hissetmeli imiş - o zaman dünya üzerinde barışı sağlamak adına bir problem gözükmüyor. Yoga'nın da temelinde bize öğretmeye çalıştığının da bu olduğunu söylediler. Yoksa bedensel düğümler oluşturup şekilden şekile girmekle yoga yapılmazmış sadece, evet yoganın duruşları varmış ama bu sadece fiziksel bedenlerimizi çağdaş sanat eserine çevirmekle olamıyormuş. Huston'da yaptıkları bir söyleşide bir bayan dinleyici "Ben günde bir saat baş aşağı duruyorum, iyi yapıyor muyum?" diye sormuş. Ona hevesini kırmamak adına kötü yapıyorsun diyememişler. "Kocan bundan hoşnut mu?" diye sormuşlar, o da "evet" cevabını verince, "O halde bir saat az bile, daha çok durmayı denemelisin" demişler. "Çünkü yoga sadece insanın kendisini değil tüm evreni mutlu etmek için yapılır"

Dinimiz ve tüm dinlerin özünde de sevgi, hoşgörü yatmasına rağmen, bizim cennetin tapusunu elinde bulunduran bir kısım insanımız yoga yapmaya başlarsa acaba islamiyeti daha iyi mi anlar diye düşünüyorum bu yüzden. Hayır nedense cennetin tapusuna rağmen Kur'an'a fazla fransız kalmış bu arkadaşlar hiç değilse, insanları ekranlardan azarlamak yerine, iç huzurularına kavuşarak dünya barışına bir katkı sağlamış olurlar.

"Yurtta barış, dünyada barış" diyen Ata'mızı tekrar saygıyla anıyor, hepimiz için iç barışınızı bir an önce sağlamanızı diliyorum.

Barış sever
Fasulye
(No War/Yes Peace)

9 Eylül 2008 Salı

RUHUMUN DENİZ SEVDASI

Dört tarafı karalarla çevrili bir şehirde yaşıyor olmama rağmen denizi çok severim. Öyle yüzeyim, güneşleneyim, tatil anlamında değil. Bir bütün olarak, her mevsim, her durumda severim denizi..

Hani çocukluğunuzda tatile giderken, uzun bir yolculuğun ardından, bir virajı alırsınız ve deniz görünür ya birden bire önünüzde uçsuz bucaksız, masmavi ve bir heyecan dalgası oluşur yüreğinizde, nefesiniz hızlanır. İşte o heyecanla severim denizi hala.

Rengini, kokusunu, sonsuzluk hissi yaratan ufuklarını, rüzgarını, dalgalarını her şeyini severim denizin. Yandaki resmi bir arkadaşım yapmış ve oylamam için yerleştirdiği sitenin adresini göndermiş bana (http://www.saatchi-gallery.co.uk/showdown/index/160367) Bu resmi görünce birden deniz sevdam kabardı yine.

Eskiden yazdığım şiirlerin çoğunda deniz ile ilgili benzetmeler kullandığımı farkediyorum şimdilerde. Aşklarımı bile deniz ile ilgili temalar kullanarak anlatmışım her nedense...

Bir İstanbul ziyaretim sırasında, Boğaziçi üniversitesinin kampüsünü gezdirmişti bir arkadaşım bana yıllar önce, işte o an neden İstanbul'da yaşayan onca yazar ve şairin bu kadar başarılı olduğunu daha iyi anlamıştım. Bıraksalar elime alıp kağıdı kalemi, satırlar dolusu yazabilirdim bende gördüğüm manzara karşısında. İstanbul'u böylesine güzel yapan denizi miydi sadece, boğaz mı büyülü bir yerdi bilmiyorum.

Boğaziçi Üniversitesinde Edebiyat Bölümü varsa eminim orada okuyan öğrenciler en başarılı öğrencilerdir kampüsdeki. Çünkü orası bence mühendislik okunacak bir yer değil, kesinlikle aşık olunacak, okunacak, seyredilecek, derin nefesler çekilecek ve yazdıkça yazılacak bir yer.. Diyorum ya deniz severim ben, belkide o yüzden o kadar içime sinmişti kampüs.

Aslında öyle İstanbul'da yaşamak gibi bir hayalim yoktur. Daha çok sakin bir kasabada, ama illa ki denizin önünde, artık maalesef kalmayan şöyle tek katlı, küçük ama bahçesi kocaman bir evde yaşamak isterdim. Yani aslında evin çok önemi yok, çünkü denizi sevdiğim kadar, açık havada yaşamayı da çok severim. Masmavi gökyüzü ve masmavi deniz. Belki bu yüzdendir, en sevdiğim rengin mavi olması. Huzur verir bana mavi, sonsuzluk hissi verir.

Deniz duygularıma hitap eder benim, kişiliğime hitap eder, sonsuzluk, özgürlük, huzur çağrıştırır bana. Yüzerken bile genelde sakin yerleri tercih ederim bu yüzden, vücuduma değen suyu hissetmeye çalışırım. Kapatırım gözlerimi, etrafımdaki suyu dinlerim bir süre. Bütün ruhumun dinlendiğini hissederim o zaman.

En çok da akşam üstlerini severim kumsalda, herkes havlularını toplayıp duşlarını almaya giderken, ben yeniden denize girerim, daha bir ılık olur su o saatlerde, güneşin batmasına yakın değişir denizin rengi hafif grimsi olmaya başlar. İçindeki kalabalığı boşaltmış, sadece bana ait gibi gelir o zaman. Deniz, ben ve gün batımı. İşte ruhuma hitap eden nadir anlardan biri.

Aslında çok sessiz sakin biri olmamama rağmen (ki genelde kristal dükkanındaki bir fil edasıyla belli ederim kendimi her yerde) kendimle başbaşa kalmayı severim, yazarken, yüzerken, yürürken birde. Kendime ait üç "y". Komik geldi şimdi böyle söyleyince. Üçü de ruhumun iki ana temasını tamamlarlar aslında özgürlük ve deniz sevdası.

Tekne yolculuklarını da çok severim ama yinede nedense denizin içinde ya da kıyısında olmak daha çok keyif verir bana, herhangi bir motor sesi veya dikkatimi dağıtacak bir şey olmasını istemem, bir dümenin sorumluluğuna girmek istemem o anda, hayatımız dümen kullanmakla geçmiyor mu zaten.

Denizden çıkınca vücudumda kalan o tuzu severim mesela, öyle her denize girişten sonra duş alanlardan değilimdir. Hatta kurulanmam bile çoğu zaman. Güneşlenmek hiç bana göre değil. Yüzer, şezlonguma oturur, denizi seyredalarım, hayallerimle başbaşa kalmak isterim. Geceleri uyurken denizin dalgalarını dinlemeyi severim mesela.

Oysa korkarım gece denize girmekten. O kadar sevmeme rağmen ürkütücü bir karanlık kaplayınca denizi, yüzmek istemem. Tanımamazlıktan gelirim o zaman sevdamı. Ama sesi ve kokusundan karanlık bile vazgeçiremez beni.

Bu kış da denizsiz geçer mi Ankara'da ya!
Fasulye

"...
Notalardan örülmüş saçları olan
Bir deniz kızı hayal ederim
Rüzgar değdikçe saçlarına yayılır melodisi
Balıklara kuşlara çarpan sesi gelir kulağıma
Uçsuz bucaksız bir lacivert denizde
Karşılaşacağım yunusların gözlerinde bulacağımı bilirim
Sevginin anlamını
..."

HAYDARPAŞA VE SİRKECİ GARLARI İÇİN İMZA KAMPANYASI

Kültür ve Endüstri Mirasımız Haydarpaşa ve Sirkeci Garları ile Haydarpaşa-Gebze, Sirkeci-Halkalı banliyö hatları için İmza Kampanyası

Halen devam eden boğaz tüp geçişi ve Marmaray projesi kapsamında başta Haydarpaşa ve Sirkeci garlarımız devre dışı bırakılmak istenmektedir. Ayrıca Haydarpaşa Gebze ve Sirkeci Halkalı arasındaki 2 hatlı demiryolu Marmaray CR1 inşaatı ile üç hat olarak inşa edilerek bu iki hat kesimindeki birçok tarihi eser kapsamındaki istasyon binası, lojman, köprü alt geçit tünel ve tesis yıkılacak veya istasyonların yeri değiştirilerek kullanılmaz duruma getirilecektir.

Bu girişimlere karşı yürütülen geniş çaplı imza kampanyasını desteklemek isterseniz, aşağıdaki bağlantıdan sonra açılan sayfada yer alan metnin altına adınızı ve e-posta adresinizi yazdıktan sonra "imzalıyorum" duğmesine tıklamanız yeterli.

http://www.kentvedemiryolu.com/marmaray_imza_kampanyasi.php

8 Eylül 2008 Pazartesi

DİLLİ DÜDÜK..


Söz gümüşse sükut altındır
Masal okuyor, bilmiyor o zır deli
Rüzgar eken fırtına biçer
Kendi düşen aglamaz yarim
Sen sen ol takılma,
Uykuların kaçar sonra
Akıllı ol oyuna gelme

Tepe takla olursun eden bulur sonunda

Pireyi deve yaptı dilli düdük
Ateşe bile bile körükle gidiyor
Kendi kuyusunu kazıyor enayi
Cırcır ötüyor

Bana göre hava hoş kendi bilir
Beni bilen iyi biliyor
Boş çabaları bu gönüllerde
Hükmü geçmiyor

Hadi sev hadi hadi hadi gözünü karartta
Koy elini kalbine şu yalan hayatta
Gelen geçer kalan göçer unutma
Sana da kalmaz bu ölümlü dünya
Caka satıyor utanması yok
O kendini üstün buluyor, ama yanılıyor
Burnu Kaf dağında mübarek
O kendini bu alemin kralı sanıyor

Şöyle bir silkelen de gel kendine
Hududunu haddini bil, ileri gitme
İki kere iki dört, hesabı kolay
Aç kalbini gel dır dır etme

"Çocukken bir oyun oynardık, hatırlar mısınız? KİM, KİMİNLE, NEREDE, NASIL"

Fasulye :))

3 Eylül 2008 Çarşamba

DÜN GECE UZUN UZUN DÜŞÜNDÜM

Köşe yazarlarını okumayı severim. Takipçisi olduğum çok fazla yazar olmasa da, yine de her tür görüşü merak eder, bakarım. Hatta bir çoğunu sırf aynı görüşte olmadığım için okurum. Okudukça sinirlerim, kendimce cevaplar veririm, yazılanları (yapabiliyorsam eğer) araştırırım, takipçisi olurum. Ancak hafızam pek güçlü değildir. Şu tarihi olaylardan örnek vererek olayları değerlendiren yazarları özellikle beğenirim bu nedenle. Bu adamların işi araştırmacı gazetecilik zaten düşünsenize, raflar dolusu kitapları vardır diye düşünürüm nedense. Sürekli okurlar, öğrenirler. Dolayısıyla yazı yazmak istediklerinde işledikleri konularla ilgili çağrışım yapacak pek çok olay kayıtlıdır hafızalarında. Bu tür benzetimli anlatımlar daha etkileyici geliyor sanırım bana. Tabii tarihi (geçmişi) bilmek olaylar karşısında farklı bir bakış açısı kazandırıyordur mutlaka insana. Ama dedim ya benim hafızam çok güçlü değildir. Oysa özellikle ilgilimi çeken konularda çok fazla şey okurum bende. Ama gel gelelim bir tanesi aklıma gelmez hatırlamak ihtiyacı hissettiğimde.

Dün tesadüfi bir şekilde uğradığım kurum kütüphanesinde bir kitap seçtim yine malum ilgi alanlarımdan bahseden. 2002 yılında yayınlanan kitabın benim aldığım kopyası 8. baskısı idi. Kütüphaneci arkadaşımın bana söylediğine göre oldukça popüler bir kitapmış zaten, ama benim haberim olmamış. Kitabın henüz bir köşe yazarımız tarafından yazılmış önsözünü ve yazar tarafından yazılmış giriş kısmını okudum. Oldukça kalın bir kitap. Dün biraz yorgun hisettiğim için konuya dalmayayım hemen dedim, kısmetse bu akşam başlayacağım okumaya.

Hani simyacıda der ya "Hiç bir şey tesadüf değildir" diye. Bahsettiğim sayfaları okurken iki şeye şaşırdım, birisi kitabın önsözünü yazan köşe yazarı, hani şu sinirlenmek için okuduğum yazara aitti. Niye şaşırdım, çünkü bu tür bir ilgi alanı olduğunu gerçekten bilmiyordum. Kitabın yazarının giriş yazısını okuduğumda köşe yazarının daha basılmadan önce kitabı okuyup bu önsözü yazdığını ve kitabın yazılması sırasında kütüphanesinde konuyla ilgili bulunan ciddi kaynaklardan yazarın faydalanmasına izin verdiğini okudum. Hayır tabi ki sinirlendiğim ya da sevmediğim yazarın kişiliği değildi, tanımıyordum ki insan olarak kendisini. Görüşleri beni sarmıyordu sadece, iddialı oluşu, kışkırtıcı tarzı belki. Ama bir şekilde beni beslediğini düşündüm bunun. Okuyordum çünkü yine de, hatta merak edip okuyordum çoğu zaman. Çünkü onu okuduğum zaman kendi düşüncelerim netleşiyordu bir şekilde Yani yüksek sesle düşünmeme sebep oluyordu çoğu zaman. İşte o zamanlarda okuduğum pek çok şey kafamda beliriyordu yeniden ve seslendiriliyorlardı. Hatırlıyordum özetle. Bir çeşit beyin cimnastiği gibi yani.

Bahsettiğim köşe yazarı gazetedeki yazılarında bu kitabın içeriğine dair bilgi birikiminden hiç bahsetmiyordu. Zaten önsözde de bu tür ilgi alanları olan kişilerin genellikle deli saçması şeylerle uğraşanlar olarak nitelendirildiğinden bahsediyordu. Bu kitap tesadüfi bir şekilde elime geçmemiş olsaydı, bende bu yazarımızın bu tür bir ilgi alanı olduğunu hiç keşfedemeyecektim elbette. Bunları neden yazdığımı merak ediyor olabilirsiniz. Sadece önsözü ve girişini okuduğum (toplasanız 15 sayfa) kitaba, gerek yorgunluktan, gerekse aklımda dolaşan bu yazdıklarım sonucunda başlayamadım da ondan. Kitabın yazarı, köşe yazarından kitabın içeriği ile ilgili konuda "engin" bir bilgi birikimi olduğundan bahsediyor ve teşekkür ediyordu. Neden şaşırdım bilmiyorum ama sanırım bu köşe yazarını "köşesi kadar" ilan etmiştim kendime. Farklı ilgi alanlanları ya da özellikleri olan bir insan olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Ardı ardına dizilmiş kelimelerden oluşan ve boynunda atkısıyla (bana göre) pişmiş kelle gibi sırıtan matbuu bir karakterdi yanlızca demek ki. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi emin değilim şimdi. Yani bu onun başarısının bir göstergesi mi? Düşünceleriyle ve sadece vesikalık bir suretiyle var olmuştu benim için ve kendi düşünce denizimde dalgalanmalar yaratıyordu. Öyle ya da böyle bir okurdum sonuçta, okuyordum işte. Hani reklamın iyisi kötüsü olmaz hesabı ve aslında yazdıklarında kullandığı bilgi birikiminden de etkilendiğimi farkettim. Sonuç olarak savunulan görüş her ne olursa olsun bilgiye saygım sonsuzdur. Belki o kadar çok tarihi olaylardan faydalanıyordu ki, kıskanıyordum kim bilir.

İşte o yüzden merak ediyorum bunca bilgi birikimi hafızadan mı kaynaklanıyor, yani benim balık hafızam yüzünden mi okuduklarımı bir türlü toparlayıp oturtamıyorum, yoksa içime mi sindiremiyorum gerçekten. Öyle kitabı elime alıp haldır huldur okuyup geçenlerden de değilimdir hani. Hatta takıldığım yerleri bir kaç kez okurum. Etkilendiğim yerler üzerine düşünürüm falan. Ama demek ki tüm bunları bir şekilde beynimin derinliklerine atıyorum gidiyor. Notlar almam gerektiğini düşünürüm her zaman bu yüzden. Çünkü konu hakkında bir yazı yazmam gerektiğinde, okurken etkilendiğim pek çok yazıyı bir türlü derleyip toparlayamam kafamda. Bu defa bu kitaba başlarken not almaya karar verdim. Çünkü kitap blogumda bu aralar sıkça yer verdiğim dünyanın geçmişi ve geleceği ile ilgili.

Kitabın yazarı tarafından kaleme alınan giriş kısmında, bu kitabın bir takım fenomenlerden bahseden bir kitap olmadığı ve bu güne dek elde edilen bilgilere farklı ve gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşıldığı yazıyor. Mu kıtası, atlantis, felsefe ve inanışlar, efsaneler ve 2012 mitine dair bu güne kadar yapılan pek çok bilgiyi bir araya getirdiğini düşündüğüm kitap, belkide artık kafamda uçuşan bilgileri oturtmamın zamanı geldiğine inandığım bir zamanda elime geçti diye düşündüm. Yani hiç bir şey tesadüf değildir. Aslında okuduğum pek çok yazıda sadece bir kaç satırda bahsedilen ama hakkında az bilgi bulunan ve benim merak ettiğim medeniyetler hakkında biraz not tutmaya ve bunları eskiden okuduklarımla kafamda derleyip toparlayarak, kendi birikimim ve yorumumla bir yazı yazmak istiyordum "Ben neresiyim, burası kim" serisinin sonunda. Dün akşam belkide o son derlemeden önce bu kitabı okumam gerek diye düşündüm bu yüzden. Çünkü kitap zaten tüm bunları bir arada toplamıştı yani tam zamanınde geçmişti elimde.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra ne düşüneceğimi bende bilmiyorum aslında, onu kitap tamamlandıktan sonra hep beraber göreceğiz. Ama dün gece okuduğum 15 sayfanın ardından (üstelik henüz kitabın gerçek içeriğine bile başlamamışken) iki şeyi düşündüm;

1. Hayatta herkesten öğrenilecek bir şeyler vardır. Buzdağını asla görünen yüzüyle değerlendirmemek gerekir. İnsan sevmediği görüşlere ve kişilere saygı duyabilir daima. Hatta bir insanın sevmediğiniz düşüncelerine sırf sunuş şekli nedeniyle hayran olabilirsiniz. Her kötülüğün içinde bir iyilik, her iyiliğin içinde bir kötülük vardır.

2. Gerçekten bazen evren işlerimizi kolaylaştırmak için önümüze pek çok fırsat sunuyor, aslında öğrenmemiz ve görmemiz için elimizin altında pek çok imkan ve fırsatlar sunulmasına rağmen görmemezliğe gelmekte ısrar ediyoruz. Belkide yaşadıklarımızın çoğuna hayıflanmak yerine oturup yaşananların bize sağladığı imkan ve fırsatları gözden geçirmeliyiz.

Garip bir yazı oldu farkındayım ama ruh halim nedense böyle bir yazı yazmama neden oldu. Belki bir çözümlenme yaşıyorum kim bilir ?

Kitabın önsözünü yazan yazarı yıllardır takip eden ve benimde sürekli okumama sepep olan bir dostuma da buradan söylemek istediğim bir kaç şey var izin verirseniz.

Dün gece uzun uzun düşündüm sevgili dostum,

Aslında bu yazarı takip etmemi sağlayarak bana kazandırdıkların için sana teşekkür ederim. Ayrıca "Bu konuya girmeyelim" diye ısrarla, seni de, kendimi de susturduğum o konu hakkında sana haksızlık ettiğim için özür dilerim. Çünkü anladım ki, ben başkalarının düşünceleri ile kendi savaşımı verirken, karşımdakilerin birer insan olduklarını ve duyguları, geçmişleri, yaşanmışlıkları olduğunu göz ardı ediyorum. Sadece düşüncelerimizin hızı ve yoğunluğundan içimde bir anda kabaran duygu dalgalarının sertliği ile seni incitmek istemediğim için konuyu kapatmaktan yanaydım, ama anladım ki seni bir bütün olarak kabul etmeyi reddetmekten başka bir şey değil bu. Bu nedenle bu konu hakkında bildiklerini ve yaşanmışları benimle de paylaşıp bir katkıda daha bulunmayı esirgemezsen çok sevirinim. Çünkü ancak o zaman seni de kendimi de serbest bırakıp bir bütün olarak algılamayı öğreneceğim sanırım ve belki de böylece bir erdem sahibi daha olacağım sayende :)

Bu arada sizleri merak da bırakmayayım;
Kitabın adı ve yazarı : 2012 ve Marduk'la Randevu - Burak Eldem
Şimdilik öneremeyeceğim, çünkü önce okumam gerek.

Dalgalanıp da durulmayan
Fasulye

2 Eylül 2008 Salı

FAİDELİ BİLGİLER : Sineği öldürmek için yavaşça ve sürünerek yaklaşmak gerekiyor...

Bir süredir gündemdem uzaktaydım. Bir ay sonra yeniden işe başlayınca alışmak biraz zor oluyor haliyle... Bu gün gazetelerin sitelerinde biraz oyalanma fırsatım olduğunda, gördüğüm konular hakkında kafamda yorumlar oluştururken rastladığım aşağıdaki haber, gündemime oturduğundan sizlerle de paylaşmak istedim.

"Sineği ezmenin niye çok zor olduğu anlaşıldı

Sineklerin beyni tehditi çok hızlı seziyor.

Bir sineği ezmenin neden çok zor olduğuyla ilgili gizem çözüldü. ABD’li bilim adamları, sineklerin vurulmaktan kaçıp kurtulma yeteneklerini, hızlı çalışan beyinlerine ve bir sonraki hareketi planlama yetilerine borçlu olduklarını söylediler.


California Teknoloji Enstitüsü’nde görevli bilim adamları tarafından yapılan ve sonuçları Current Biology dergisinde yayımlanan araştırma kapsamında, sineklikle ezilmeye çalışılan meyve sinekleriyle yaşanan bir dizi deneyim filme çekildi.

Bilim adamları, söz konusu filmleri izledikten sonra, sineklerin sıçramadan çok önce tehdidin yerini hesapladıklarını ve bir kaçış planı geliştirdiklerini anladılar.

Sineğin tehdit karşısında büyük ya da küçük duruş değişikliğini yapıp yapmaması gerektiğini her nasılsa bildiği, bunun, tehlikenin nereden geldiğini söyleyen gözlerinden aldığı görsel bilgiyle, bir sonraki uygun duruşa geçmek için nasıl hareket etmesini söyleyen, bacaklarından aldığı mekanik-duyumsal bilgiyi bütünlediği anlamına geldiği belirtildi.

Bilim adamları, sineklerin, temizleniyor, besleniyor ya da sadece yürüyor olsalar bile bu hızlı kaçışı başardıklarını, bunun da sineklerin beyinlerinin hızı ve karmaşıklığını ortaya koyduğunu söylediler. Sineklerin tehditi algılaması ve bundan sonraki hareketlerinin yaklaşık 200 milisaniyede vuku bulduğu kaydedildi.

Bir sineği sineklikle ezmenin en iyi yolunun, yavaşça sürünerek, bulunduğu yere doğru yönlenmek olduğu da belirtildi. "

Yani öyle elde sineklik sağa sola savurmak, eskirim teknikleri denemek falan işe yaramıyor, sinek deyip de geçmeyeceksiniz, ne yapacaksınız, "komando talimi". Önce kamuflajları giyeceksiniz, sonra yere yatıp sessizce düşmanınıza doğru ilerleyeceksiniz, yeterince yaklaşınca da hoop güüüm.

Hadi bakalım rambolar benden söylemesi, göreyim sizi...

Aslında bu tip haberler görünce karikatür çizemediğime çok üzülüyorum. Ne güzel espiriler çıkar bu haberden... Neyse herkes kendi bildiği işi yapsın.

Böylece "sinek gibi ezmek" deyimi de tarihe karışmış oluyor. Çünkü niye sinekleri ezmek öyle kolay değil. Olm sinekler bile kendini ezdirmiyor da benim ülkemin kadınları niye böyle ben bilmem. Sinek kadar olamadınız ya, ne diyeyim ben size..

Bunun yanısıra Tarkan'ı çok sevmiyor olmama rağmen "Dilli Düdük" şarkısına çektiği kliple bir kısım medyaya verdiği mesajı çok zekice buldum, söylemeden geçmeyeyim.

Sevgiler
Fasulye