30 Aralık 2008 Salı

HAYAT AĞACI


"Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzanıyor, buna hayat ağacı diyorlar.


Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu, o sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı Nargudan, nar=güneş, tugan, dugan=doğan. Doğan güneş.


Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi diye Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. İnanc a göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.


Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu.


Meydan Larousse'da, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın Pagan halklardan alınıp İsa'ya yakıştırıldığı yazılıyor. İnternette yazılanlara göre, İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik' te toplanan konsülde, 22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan bu Pagan Bayramı'nı İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış bunu. Çam süsleme ise ilk 1605'te Almanya'da görülüyor, oradan Fransa'ya geçiyor.

Kaynak :Muazzez İlmiye Çığ (18.12.2007)"

Hayat ağacı pek çok uygarlığın tarihinde yerini almış bir simge, Mısır, Aztek, Maya ve benzerleri. Hatta Anadolu'da pek çok kilim deseninde, Osmanlı'da minyatürlerde işlenmiş bir simge. Her kültür kendince bir anlam yüklemiş olsa da bu ağaca, hepsinin ortak bir noktadan yayılmış hissini vermesi de dikkat çekici.. Özellikle doğu kültüründe daha belirgin kullanılıyor gibi görünse de hayat ağacı, batı kültüründe de aslında çoktan yerini almış olduğunu bu alıntıdan görmek mümkün..

Hani orman kanunları deriz ya bazen medeniyetten uzak bulduğumuz durum ve davranışlara, medenileştik de uzaklaşıyoruz aslında yaklaşmamız gereken özümüzden haberimiz yok. Hangi ormanda yalan, rüşvet, kasıtlı can alma ve aldatmaya şahit oldunuz ki.. Ancak ormanda yaşayacak insan sürüsü için geçerli olacak bir durumda, insanca bir tavırla ormana yüklemişiz günahı.

Yaşamsal efsanelerin çoğunu süsleyen ağaç, adem ile havva nın hikayesi ile girmiş hayatımıza ve tarih boyunca gölgesinden, gövdesinden, güzelliğinden, yapraklarından ve köklerinden daima biz iz bırakmış gerek fiziksel gerekse manevi hayatımızda.

Hayat ormanında daima güneşi gören bir ağaç olmanız umuduyla...
Fasulye...

İKİNCİ ÇOĞUL ŞAHIS MESAFESİNDE DURMAK...

Bazen zordur bazı insanlara yakın durmak. Siz ne kadar adım atarsanız atın, aradaki mesafe kapanmaz bir türlü.. Yaklaşılmayan uzaklar olarak kalır yerinde.

Anlamaya çalışırım böyle insanları, ilginç gelir bana hissettikleri, korkarlar belki yaşamaktan, ya da yaralanmaktan, ya da belki size yakın durmak istemezler tabi, illa ki dramatikleştirmenin bir anlamı yok.

Kendi başına olmaktan bir farkı olmaz öyle insanlarla vakit geçirmenin benim için , yorar beni bu yüzden. Doğallığımın saklanası gelir.





Şairin dediği gibi;

"Mesafeler ayıramaz insanları inan

Birleştirir telefon telleri gibi

Eğer milimetrelerse ayıran,

Bağışlanmaz bir yazgıdır bu beteri beteri"


Bir yumurtadan ürkekçe kafasını uzatan bir yavru gibi dursa da bir çoğu, bir çoğu da kendi sınırları içinde yaşatmak istemez kimseyi. Kapsama alanı dışında durduğunuz sürece huzurludur içi, belki güvenliğinin garantisidir kimbilir. En çok da onlar korkarlar yalnız kalmaktan.. Aslında mevcut yalnızlıklarından korkarlar belki de, kabul etmek istemezler.. Kimi kaybetmekten korktuğu için kazanmaz. Gariptir ama böyle insanlar biliyorum. Onların daha da zordur işi. Hem isterler, hem istemezler.

Oysa davetsiz misafirliğim baskındır benim. Samimiyet çizgisinin hangi tarafında duracağım belli olmaz çoğu zaman, kendimce yakaladığım ipin ucunu asla bırakmam.. Hani alırsınız karşı taraftan o sinyali de koyverirsiniz.. Bazen patlayan bir kahkahanın ardından misafirliğiniz başlar karşı komşuda, bazen ortak bir geçmişe ait olmanın keşfine varış, ya da ortak hevesler ve heyecanlara yelken açıyor olmak yaklaştırır. İnsan kazanmaktır bunun adı. En verimli yatırımıdır hayatın. Kaybetmeden tutabiliyorsan bir de elinde.. İşte o hayatın en vazgeçilmez başarısı ve hediyesidir.


İnsan biriktirmek etrafında.. İyisi ile kötüsü ile her türlüsüne yürek açabilmek önemlidir. Yaşı ilerledikçe anlar çoğu insan, insan biriktirmenin ne kadar önemli olduğunu, kimi başı dara düşünce anlar.. Detay gibi görünen ufacık ilgilerin, esirgenmeyen sevgilerin nasıl faydası olduğunu çoğu zaman.


Vardır her yolu denediğim halde kapının eşiğinde kalmışlığım benim de. Ama eşikte beklettiğim olmamıştır sanıyorum. Sanıyorum, çünkü eğer bilmeden görmezden gelmişliğim varsa bir insanı üzülürüm o vakit. Eşikte kalakalmışlığımla geri dönmem çoğu zaman, ara ara gelir tıklarım o kapıyı yeniden.. Ne hayattan vazgeçebilirim kolayca, ne insanlardan..

Niye mi yazdım bu yazıyı? Sanırım eşikte beklemekten sıkıldım biraz vakit geçsin istedim :)
Tüm tanıdıklarınızın yaşamında ikinci çoğul şahıstan, birinci tekil şahısa terfi etmeniz umuduyla..

"Ben sizi sen sanırdım
Aldım oraya çıkardım
Sen siz olmuşsun
Görmeyeli.."

28 Aralık 2008 Pazar

TÜRKİYE'DE BLOG YAZARLARI ANKETİ


turkiye blog yazarlığı araştırması
"Bu araştırma sonuçlandığında, Türkiye’de günümüze kadar gerçekleştirilmiş , en geniş katılımlı “sosyal ağ” araştırmasını kollektif olarak başarmış olacağız. Üstelik bunu bloglar ve sosyal ağları kullanarak yapıyoruz, ki bu araştırmamızı epey anlamlı kılıyor."
diyor anketi hazırlayan ve uygulatan sevgili Murat Girgin. Siz de henüz cevaplamadıysanız, lütfen bu ankete katılarak destek verin. Sonuçarını hepimizin merakla beklediği anket Türkiye'deki bloggerların profilini ulaştıracak bize..
Bakalım biz bize benziyor muyuz gerçekten..
Sevgiler
Fasulye

27 Aralık 2008 Cumartesi

AD MULTOS ANNOS!


TANRI HEPİMİZE YENİ BİR YIL DAHA HEDİYE EDİYOR!
HAYATIN İÇİNE GİZLENMİŞ TÜM ÖDÜLLERİ BULMAK İÇİN BİR YILIMIZ DAHA VAR...

BU YENİ YILDA HER GÜNÜNÜZDE, GÜNEŞİN DOĞUŞUNDAN GECEYE VARIŞINA DEK, GÖREBİLECEĞİNİZ EN GÜZEL RÜYALARIN GERÇEĞE DÖNÜŞMESİ VE HER GECENİZİN HUZUR DOLU UYKULARLA SİZİ YARINLARA UMUT DOLU TAŞIMASI DİLEĞİYLE...
NİCE YILLARA...!
(AD MULTOS ANNOS)

fasulye

23 Aralık 2008 Salı

GÜNLERDEN 23 ARALIK 1930, ADI MUSTAFA FEHMİ KUBİLAY

(Değerli okuyucu, bu yazı tamamen alıntıdır. Tarih kitaplarından bir sayfa olmaktan fazlası olduğundan, yoruma gerek olduğunu sanmıyorum. )

Adı Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında.


Bu genç insan, Menemen’de 23 Aralık 1930’da şeriat isteyenler tarafından öldürüldü. Genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayı, "Menemen Olayı - Kubilay Olayı" olarak tarihe geçti.


Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay "devrim şehidi" olarak simgeleşti.


Kubilay Olayı ile ilgili olarak, Atatürk'ün Silahlı Kuvvetlere mesajı, Genelkurmay Başkanı'nın mesajı, TBMM'de soru önergesi ve Başbakan İsmet İnönü'nün konuşması, Bakanlar Kurulu'nun sıkıyönetim ilanı kararı, Sıkıyönetim ilanının TBMM görüşmeleri, yargılamanın ilk günkü tutanakları, Savcılığın Esas Hakkındaki İddianamesi, Divanı Harp Kararnamesi, TBMM Adliye Encümeni Mazbatası ve TBMM Genel Kurul kararları, tam metin olarak yer almaktadır.

(Belgeler, ilgili tarihlerdeki TBMM Tutanak Dergilerinden alınmıştır.)



Menemen’de 23 Aralık 1930’da patlak veren Cumhuriyet karşıtı olayda yedek subaylığını yapmakta olan öğretmen Kubilay şeriat isteyenler tarafından öldürüldü.

Olayın elebaşısı “mehdi” olduğunu iddia eden Giritli Mehmet (Derviş Mehmet) adında Nakşibendi tarikatına bağlı biriydi. 7 Aralık’ta 6 müridiyle (Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan) Manisa’dan yola çıkan Derviş Manisa’dan yola çıkan Derviş Mehmet, 23 Aralık sabahı, gün doğarken Menemen’e girdi. Belediye Meydanında çevresine topladığı yaklaşık yüz kişiyle zikrederek şeriat ilan etmeye kalkıştı. Meydandaki kalabalığın bir bölümü çağrısına uymuş, bir bölümü ise seyirci kalmayı yeğlemişti. Silahlı olan asiler bir müfrezenin başında olaya müdahale eden yedek subay Asteğmen Kubilay’ı hemen ardından da Hasan ve Şevki adındaki iki mahalle bekçisini öldürdüler.


Olay, arkadan yetişen askeri birlikler tarafından şiddetle bastırıldı. Bu arada Derviş Mehmet de vuruldu. Kaçanlar yakalandı, ilişkisi olanlar hakkında hemen kovuşturma başlatıldı.
27 Aralık’ta, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Ordu Komutanı Fahrettin Paşa (Altay) İstanbul’a giderek Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e olay hakkında bilgi verdiler.

Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık’ta orduya gönderdiği başsağlığı mektubunda şöyle diyordu:
"Mürtecilerin (gericilerin) gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmaları bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir."31 Aralık 1930’da toplanan bakanlar kurulu, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir merkez ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmesine karar verdi. Sıkıyönetim komutanlığına 2. Ordu Kumandanı Fahrettin Paşa (Altay), Divan-ı Harp Reisliği’ne 1. Kolordu Komutan Vekili Muğlalı Mustafa Paşa atandı.



Olay 1 Ocak 1931’de Denizli Milletvekili Mazhar Müfit (KANSU) ve arkadaşlarınca verilen soru önergesiyle TBMM Gündemine getirildi. Soru önergesini Başbakan İsmet Paşa (İnönü) cevaplandırdı. Daha sonra Sıkıyönetim ilanına ilişkin önerge tartışıldı ve oybirliğiyle kabul edildi.

7 Ocak 1931’de Çankaya’da, Mustafa Kemal Paşa başkanlığında, Başbakan İsmet Paşa, Meclis Başkanı Kazım Paşa (Özalp), Sıkıyönetim Komutanı Fahrettin Paşa (Altay), İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Milli Savunma Bakanı Zekai Bey’in (Apaydın) katıldıkları bir toplantı yapıldı ve Menemen Olayı bütün yönleriyle ele alındı. Olayın gerici nitelikte, düzenli ve siyasi olduğu görüşüne varıldı.



Sıkıyönetim mahkemesi, 105 sanığı 15 Ocak 1931’de yargılamaya başladı. Duruşmalar, 25 Ocak’ta sona erdi ve 105 sanıktan 37’si için ölüm cezası verildi. 6’sının ölüm cezası yaş haddi nedeniyle 24 yıl “idama bedel hapis cezası”na çevrildi. Diğer sanıklardan 20’sine bir yıl, 14’üne üç yıl, 6’sına 15 yıl, birine 12,5 yıl hapis cezası verildi, 27 sanık beraat etti.
Karar, 31 Ocak 1931’de TBMM’ye sunuldu. Aynı gün Adalet Komisyonu’nda görüşüldü. Komisyon, 31 ölüm cezasından 28’ini onayladı. 2 kişinin ölüm cezasını 2 yıl hapis cezasına çevirdi. Bir kişinin cezası da, ölmesi nedeniyle kalktı. TBMM Genel Kurulu, 2 Şubat 1931’de cezaları onayladı.



Ölüm cezaları 3 Şubat 1931’de yerine getirildi.


Sıkıyönetim, 28 Şubat 1931’de Manisa ve Balıkesir’den, 8 Mart 1931'de de Menemen’den kaldırıldı.



Kaynak : http://www.belge.net/





Yorumsuz
Fasulye

18 Aralık 2008 Perşembe

"ESKİDENDİ, ÇOK ESKİDEN", PEKİ YA ŞİMDİ

Murathan Mungan'ın yazdığı "Eskidendi, Çok Eskiden" şiirini Sezen Aksu'nın eşsiz yorumundan dinlemişsinizdir diye umuyorum. Daha önce de okumuş olmama rağmen bu gün mailime gelen değerli köşe yazarı Bekir Coşkun'un yazmış olduğu "Arada Kalanlar (21 Ekim 2006- Hürriyet)" yazısını okuyunca aklıma geldi..

Gerçekten arada kalmışlığımızı sade bir şekilde dile getirmiş Coşkun ve yazdığı 2006 yılından bu yana hiç bir değişen olmamış ne acı ki.. Arada kalmışlığımızın yükü omuzlarımızda devam ediyoruz hayata.. 70-80'li yıllar fantezileri yapıyor, bir sene boyunca etkinliklere tema yapıyoruz geçmişimizi. Bu gün elimizde bir şey kalmadığından mı, yaşımızdan mı bilmiyorum. Murathan Mungan'ın şiirinde iki cümle çok vuruyor beni bu yüzden belki..

"Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken"
"Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken"

Yazıyorum ve düşünüyorum ya şimdiyi yaşamak lazım diye bu aralar, böyle yazılar okuduğumda ise geçmişten bu güne getirmek zor oluyor zihnimi gerçekten. Geçmişi güzel yapan koşullar mı, gençliğim miydi kestiremiyorum ama yine de bu günüme hasret taşıması, kendimi o günlerde unutmuş olduğumun göstergesi mi acaba..

Çocuklar gibi zaman nedir bilmediğim zamanlardan beri ne değişti bugüne, kim öğretti bu zamanı bize bu kadar. Kurulu saatler gibi, planlı yaşamaya nasıl başladım böylesine, dakikaları saymayı kim iteledi hayatıma.. Saate bakmaktan, önümü göremez mi oldum acaba? Biyolojik bile bir saatimiz var artık.. MFÖ'nün dediği gibi mecburenlerimizin gardiyani zaman artık. "Sabah uyanmalıyım" oysa sadece "yedide uyanmalıyım" değil, "işe zamanında gitmeliyim" olmamalı ilk kaygım, "güzel bir gün başlıyor" diyebilmeliyim kendime. "Nasıl yetişecek bunca iş?" olmamalı masama geldiğimde aklımdaki ilk soru, "hadi bakalım, sıva kolları" demeliyim kendime. Bakış açımı değiştirmeliyim belki bu yüzden. Hayatımı dakikalarla planlamamalıyım, akışına bırakmalıyım, bu gün yapılacaklar listem olmamalı, bu gün yaşanacaklar özlemim olmalı içimde.

"Arada Kalan" nesilden bir kaos kalacak geleceğe yadigar. Zaman nedir bilmeyen çocuklarımız var mı bizim, yoksa minik ellerinden tutup zamanla çoktan yüzleştirdik mi onları da kendimiz gibi.

Şarkılar incitiyor bu aralar beni sahiden de, gözlerimin dolduğu an çok oluyor bu nedenle gün içinde. Bir anısı var diye mi sanıyorsunuz, değil oysa. Sadece ben zamanın esiri yaşamaya devam ederken, neler kaçırdımı vuruyorlar yüzüme belki kadar. Eski şarkıları daha çok seviyor olmam, dinlediğimde o günlerin tadını günüme taşıyacağımı sanmamdan sanırım. "Ne güzel günlerdi"den, "Her şey çok güzel olacak"lardan sıyrılıp anı yaşamayı unutmuşuz çoktan. "Peki şimdi ne oluyor"u düşünüyor musunuz siz de benim gibi.

Ben ülkemin geleceğine değil, bugünlerine inanmak isiyorum, tıpkı kendi geleceğimin güzel olacağından çok, bu günümün güzel olacağınan inanmak istediğim gibi.

Aşağıdaki ikilileri okuduğunuzda hangisi acıtıyor içinizi, ben söyleyeyim birinci sırada olanlar. Neden biliyor musunuz, benden öncekilerin anlamlandırdığı bu kelimeler, yaşadıklarının tadını aktarıyor bana, oysa o tat da yaşamadım ben belki de bunların hiç birini. Tadı damağımda değil, kursağımda kaldı çoğunlukla. Onlar gibi olamadan ikinci kelimelerle yüzleşmem gerekti. Yine yaşayamadan. Annemin çeyiz sandığından çıkanlarla, fashion tv arasında sıkıştım belki bu yüzden. Kendi gardrobum olamadı hiç bir zaman.

"Alın teri" ile "Kolay para",
"Aşk" ile "Flört",
"Meyhane" ile "Reina",
"Ucu parfümlü mektuplar" ile "E-posta"

Sorsalar bana şimdi hangisi diye, sanırım hepsinde birinciyi seçerim. E seçeceğime yapayım, ne duruyorum öyle değil mi?

"Alın ter"imle kazandığım parayla, "aşk"ıma, "ucu parfümlü bir mektup" yazıp, "meyhane"ye gidelim mi diye soracağım :) Bakalım ne diyecek?

Fasulye

Wake Up, Freak Out - then Get a Grip


Wake Up, Freak Out - then Get a Grip (Türkçe) from de scape on Vimeo.

17 Aralık 2008 Çarşamba

GÖLGESİZLER

Çekimleri Kırklareli’nin Karadere köyünde süren "Gölgesizler", Hasan Ali Toptaş’ın bol ödüllü romanından Ümit Ünal tarafından sinemaya uyarlanıyor.

Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş'ın kendisine 1994 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandıran romanı. Bir köyde geçer ve düşle gerçeğin birbirine geçtiği postmodern bir yapıya sahiptir. Cıngıllı Nuri'nin ruhunun daraldığını söyleyerek çekip gitmesiyle başlayan roman, başka ortadan kaybolmalarla devam eder.

Filmin başrollerinde uzun süredir ortalarda görmediğimiz değerli tiyatrocu Arsen Gürzap, Selçuk Yöntem ve aynı zamanda filmin yapımcısı da olan Hakan Karahan paylaşıyorlar.

Bu günlerde radyolarda sıklıkla dinlemeye başladığımız ve Candan Erçetin tarafından seslendirilen "Ben Kimim" adlı parça da bu film için hazırlandı.

Şarkının sözü ve müziği kendisine ait olan Candan Erçetin "Bir filme şarkı yazmak hele hele bir edebiyat eserinin hikayesini bir şarkıda toplamak benim için yepyeni bir deneyim oldu ancak "Sırlar, Yalanlar ve Rivayetler" üzerine kurulmuş yaşamları konu alan "Gölgesizler" filmi zamansız ve mekansız bir anlatıma sahip bu bakımdan her devir insanının ruh haline uyuyor" dedi.

BEN KİMİM

Söz & Müzik : Candan ERÇETİN
Yorum : Candan ERÇETİN
Düzenleme : Alper ERİNÇ
Gitarlar : Alper ERİNÇ
Davul : Cengiz TURAL
Kayıt & Mix : Alper GEMİCİ
Mastering : Çağlar TÜRKMEN

AZ MIYIM ÇOK MUYUM
VAR MIYIM YOK MUYUM
BEN NEYİM
MASAL MIYIM GERÇEK MİYİM
KAÇ MIYIM GÖÇ MÜYÜM
HİÇ MİYİM SUÇ MUYUM
BEN KİMİM

İBRET MİYİM CİNNET MİYİM

HİÇLİKLER İÇİNDE KANAYAN YÜREK
YOKLUKLAR İÇİNDE SAVAŞAN BEDEN
BOŞLUKLAR İÇİNDE KARIŞAN ZİHİN
GÜÇLÜKLER İÇİNDE DEĞİL MİYİM

YOKSA… YOKSA…

HER İHANETE AKIL ERDİREN
HER CEHALETE KILIF UYDURAN
HER ESARETE FİYAT BİÇTİREN
SEN DEĞİL DE BEN MİYİM?

GEÇİMSİZİM BU GÜNLERDE
KİMSESİZİM BU YERLERDE
DEĞERSİZİM BU ELLERDE
ÇARESİZİM DOĞDUĞUM YERDE

GÖLGESİZİM HER GÜN HER YERDE
SES MİYİM SUS MUYUM
SİS MİYİM PUS MUYUM
BEN NEYİM
DEHA MIYIM HEBA MIYIM
AK MIYIM PAK MIYI
MAL MIYIM SAT MIYIM
BEN KİMİM

YARAR MIYIM ZİYAN MIYIM
YALANLAR İÇİNDE DOĞRUYU BULAN
CAYANLAR İÇİNDE SÖZÜNDE DURAN
SATANLAR İÇİNDE AYAK DİREYEN
YANANLAR İÇİNDE DEĞİL MİYİM

HER ADALETE DUVAR ÖRDÜREN
HER CESARETE KİLİT VURDURAN
HER ASALETE BOYUN EĞDİREN

SEN DEĞİL DE BEN MİYİM

GEÇİMSİZİM BU GÜNLERDE
KİMSESİZİM BU YERLERDE
DEĞERSİZİM BU ELLERDE
ÇARESİZİM DOĞDUĞUM YERDE
GÖLGESİZİM HER GÜN HER YERDE


İlk dinlediğimde "Güldünya" albümünden olabileceğini düşündüğüm parçayı dinlemenizi öneririm.



Hazır "Güldünya"dan bahsetmişken "Mor Çatı Sığınağı"nın kapatılmaması için destek vermek için lütfen aşağıdaki linke tıklayınız



"... Mor Çatı'nın sığınağına 31 Aralık 2008'den sonra Beyoğlu Kaymakamlığı parasal destek vermeyeceğini bildirdi. Bu çalışma Beyoğlu Kaymakamlığı'nın Dünya Bankası'ndan koşullu olarak fon sağlaması üzerine Eylül 2005 de başlamıştı.
...
Sığınaklar kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin en önemli araçlarıdır. Kadın ve çocukların şiddetten uzak yeni yaşam alternatifleri oluşturabilmelerini, bunun için güçlenmelerini sağlar. Bu amaçla açılmalı ve düzenlenmelidi"







Sevgiler
Fasulye

15 Aralık 2008 Pazartesi

DURDURUN ZİHNİMİ, İNECEK VAR!


geçmiş olan dünden hiç yad etme

yarın da gelmemişken feryad etme

düşünme geleceği de geçmişi de

şimdi şen ol da

yaşamı berbad etme

Bu dizeler Ömer Hayyam'a aitler. Sık tekrarladığım birşeydir, Hayyam ve Can Baba'nın bu hayatta bizden fazla bildiği, bizden fazla keşfettiği şeyler olduğunu. Daima onların dizelerine duyduğum hayranlık, keşfedişlerinin benden çok önce olmuş olmasındandır.

Yıllardır gerek doğu felsefesi, gerek kadim medeniyetler, gerekse kişisel gelişim ile ilgili konulara duyduğum yoğun ilginin temelinde "ben kimim ya da neyim" sorusu yattığını bilinçli olarak söyleyebiliyorum şimdi. Bunu söylemek için belki bu yaşıma gelmem gerekti. Ama yıllardır yazdıklarıma baktığımda, blog çağlarından çok öncesine baktığımda yani, daima içimdeki kalabalıkta aradığım özbenliğimden, hatırlamadığım bir geçmişi arayışımdan bahsetmişim bir şekilde.

Keşfetmek karşı konulmaz bir arzu benim için bu anlamda. Keşfettiğim ben ya da bir başkası olsun farketmez. Genellikle başkasının labirentlerinde bulduğum ya da ben sandığım gölgelerin peşinde dolaşırım bu yüzden. Yazdıklarımın bir düşünce denizinden dökülenler olduğunu hayal ederim. Sanki benim bilmediğim, ama bana ait bir benliğin satırları gibi kontrolsüzce ardı ardına dizilirler bazen bir kağıda, bazense klavyeden ekrana.

Bu nedenle yazarak ifade ettiğimi düşünürüm kendimi, en azından daha iyi ifade ettiğimi. Bir çeşit yüksek sesle düşünmektir bu anlar benim için. Seslendirilmeyen kelimeler kağıt üzerinde ya da ekran da somutlaştığında daha bir anlamlı olurlar sanki bu yüzden. Bu yüzden okumayı severim ve bu yüzden blogları seviyorum. Çünkü benden başkalarının da seslendirilmeyen kelimelerini somutlaştırmalarını izlemek hoşuma gidiyor.

Bazen tıpkı benim gibi, bazense hiç düşünmediğim şekillerde çizdikleri düşünce motiflerinden etkilenirim. Genellikle düşündüğüm gibi yazarım, öyle bir cümle yazıp ardından geleni hesap etmem, öyle hesapsız kurşunlar gibi sağa sola saçılıyorlarmışçasına akar giderler ellerimden kağıda ya da ekrana. Bu yüzden yazarken başkasını dinliyormuşum hissine kapıldığım çok olur. Daima daha iyisi için değil, yani edebi anlamda.. Daima daha iyi ifade edeni için yazarım çoğu zaman. Kendimle başbaşa kalışlarımın tutanaklarıdır yazdıklarım çoğunlukla bu yüzden. Kendi başıma düşünmek, yani hiç kıpırdamadan ya da ne bileyim gözlerimi boşluğa dikip düşünmek yorar beni sonunda başım ağrır. Ritimsiz bir düşünme şeklidir çünkü, zihin kontrol edilemez, saliselik hızlarla beynimde dolaşanlara yetişemem bu şekilde ve sonunda yorgun düşer ya uyurum ya da bir baş ağrısı kalır yadigar. Oysa yazmak farklıdır. Bir ritmi vardır yazmanın, bir sesi vardır benim için, bir kalemin kağıt üzerinde sayfa sonunu bulana dek hışırdaması ve bir sonraki satırın başına ulaşmak için verilen kısa aralıklar, ya da klavyden çıkan o ritmik tıkırtı.



Satır başı veya sonu aramaz ellerim klavyede ama harften harfe ulaşmak için katettiği o saliselik aralara uymak zorunda kalır zihnim bu defa, asla ellerimden hızlı hareket edemez ve bir sıraya girmek zorunda kalırlar teker teker somutlaşmak için parmaklarımda düşünceler. Yazmak yavaş düşünmektir benim için bir çeşit. Yavaş, sakin ve sade düşünmek. Bir düşünceden öbürüne atlamak için bile sırasını beklemesi gerekir kelimelerin. Noktayı görmeden başlayamazlar anlatmaya.



Garip bir huzur bulduğum bu anlar, bu günlerde daha da garip bir duruma dönüştüğünden bir süredir sadece düşüncesizlik üzerine yoğunlaştım sanırım. Düşüncesizlik derken, bir sıfat olarak değil bir durum olarak, düşünmemek olarak yani. Bezgin Bekir Sendromu yazısı ile başlayan bu durum, yazmadan da zihnimi kontrol edebileceğimi keşfettiğim bir sürece soktu beni sanırım.


Durduk yere olmadı elbette bu sürece sürükleniş. Sürükleniş diyorum çünkü bilinçli bir tercih olmamakla beraber, deneyip görmeden de geçemeyeceğim bir duruma dönüştü. Bu nedenle de beklemem, denemem ve hissetmem gerekti ardından.


Bir kitapla başladım yine bu sürece, yok Mardukla Randevuyu (Gerçeğin Peşinde Serisi) unutmadım ama devam etmeden önce ihtiyacım olanı bulmam gerekti sanırım yine, çünkü ne kadar toparlamaya çalışırsam çalışayım zihnimde birleştiremediklerimi yazmak zor olmaya başlamıştı. Bu defa ihtiyacım olan bilgi değil, bir yöntemdi demek ki sadece. Hani şu inandığım "hiç bir şey tesadüf değildir" kuralı devrede yine. Çoğunlukla kitaplar sayesinde buluyorum sanırım aradıklarımı, ya da bir şekilde onlar beni buluyorlar kim bilir?

Süreci başlatan kitabın adı "Şimdi'nin Gücü", aslında bu da "Marduk'la Randevu" gibi bir dönemin, ama yakın bir dönemim Best Seller'ı olmuş bir kitapmış. Nedense bu Best Seller'lar ancak lazım olduklarında farkettiriyorlar bana kendilerini ya da ben Best Seller takip etmeyi bilmiyorum. İlk bakışta "İçindeki Devi Uyandır" ya da "Sır" gibi bir kitapmış hissi verse de, en azından anlatımı bakımından farklı onlardan ya da ruh halim öyle sanmamı sağlıyor. Kitabın durumu tetiklemesinin temel nedeni, aslında zihnimizin esiri olduğunu anlatması ve hissettiğimizi sandığımız pek çok şeyin aslında birer ilizyondan ibaret olduğunu söylemesi.


Size de olur mu bilmem ama bazen zihnim o kadar hızlı çalışır ve düşünce üretir ki benim, kafamı yastığa koyduğumda bile zihnimdeki gürültüden uyuyamaz olurum. Diğer zamanlarda uyku problemim olmamasına rağmen, genellikle gergin bir koşturmaca yaşadığım dönemlerde bedenimin tüm uyku ihtiyacına rağmen, yanan gözlerim zihnimdeki yoğun hareket yüzünden bir türlü uykuya teslim olamaz. Çözülememiş pek çok sorun, zamanı sıkışmış pek çok iş, karşılanmamış beklentiler, öfke vs. vs. Kendime yük edindiğim pek çok patates çuvalı. Bilirsiniz o hikayeyi diye anlatmıyorum.


Daha önce de bahsettiğim stresle başaçıkabilme yöntemleri ile ilgili dinlediğim seminerde savaşamadığım şeyleri kabul etmeyi ve savaşı kestiğimde onların kendiliğinden yok olduklarını söylemiştim. Bu sefer ise aslında zihnimi durdurabildiğimi ve ben sandığım bütün o düşüncelerin zihnimin bana oynadığı oyunlar olduğunu keşfetmeye başladım. İlk bakışta anlamsız gibi dursa da kitap ilerledikçe aslında düşüncelerim, değer yargılarım ve algılarımla somutlaştırdığım her şeyin sadece zihnimde yarattığım pek çok şey olduklarını anlamaya başladım. Matrix gibi oldu değil mi böyle söyleyince. Ama değil. Enseme bir chip bağlayıp sanal alemde uçuşmaya niyetim yok elbette. Gözlüklü adamların attığı kurşunlarla estetik hareketlerle dans etmeye de niyetim yok :) Ama siyah uzun bir pardesü ile deri pantolona itirazım olmazdı sanırım.


Kitabın yarısına gelene kadar, bir türlü başaramadığım zihin durdurma işini ancak şu talimattan sonra başarabildim, kendinize şu soruyu sorun diyordu kitap, "zihnimden geçen bundan sonraki düşünce ne olacak?" eğer gözleriniz açık zor oluyorsa, gözleriniz kapalı olarak da deneyebilirsiniz. Bu soruyu kendinize sorup beklemeye başladığınız anda zihniniz afallıyor ve duruyor gerçekten. Ama öyle bilinç kaybı tarzında bir durmak değil, kendinizle zihninizin ayrıştığını anlıyorsunuz o anda. Yani siz o kafanızın içinde duran ve size korkular, stresler üreten düşünce yumağı dışında kalıyorsunuz. O ise böyle bir soruya hazır olmayıp, özgürce akıp gittiği için birden afallıyor ve duruyor. Kısa bir süreliğine gerçekleşen bu duruş, yerini yeniden zihnin toparlanıp düşünce fişeklerini hızla patlatmasıyla son bulsa da, o bir anlık sessizlik bile dünyayı durdurmaya yetiyor gibi bir his yaratıyor insanda. Ne garip değil mi? Bu anlatımın amacı zihni ekarte edip, yepyeni ve boş bir dünyaya adım atmak değil elbette. Bu sadece zihninizi istediğiniz zaman kontrol edebileceğinizin bir göstergesi. Yani onu bir kimlik olarak kabul etmeyip, sadece bir araç olarak kontrol etmeyi öğrenmek, yarattığı ilizyonların bizleri ele geçirmesine izin vermeden yani.


Şöyle bir örnek anlatılıyor kitapta, bizler kendi neslinin büyük bir kısmını yok eden ve yok etmeye de devam eden bir ırkız. Bir akvaryum hayal edin. Bu akvaryumda yeni doğan bir balık yavrusu olsun ve siz ona bir isim verin, bir kimlik yaratın onun için, doğumundan başlayan bir hikayesi olsun kafanızda ve o balık bir kaç saat sonra o akvaryumdaki diğer balıklar tarafından yensin. Oldukça trajik bir durum oluşur. Ama o balığa o kimliği veren biziz ve olayın trajikleşmesini sağlayan hikayeyi de biz yarattık zihnimizde. Korkularımızı ve bizi strese sokan pek çok durumu yarattığımız gibi.


Daima taşıdığımız gelecek endişesi, geçmişten getirdiğimiz ve savaş verdiğimiz pek çok konu. Burada geçmişle kastedilen hatırladığımız ilk bilinçli geçmişten bir saniye öncesine kadar olan kısım. Yani şimdi yerine sürekli gelecek ve geçmişle yaşadığımız için bir türlü şimdiyi yaşayamadığımız. Geçmiş ve geleceği sürekli canlı tutan şey ise zihnimiz.


Yanında çok mutlu olduğumuz biri varken, gelirlen getirdiğimiz sıkıntılarımız yüzünden mutlu geçmesini umduğumuz dakikaların, sıkıntıya dönüşmesi gibi. Gidecek mi endişesi yüzünden hırpaladığımız partnerimizle şimdinin tadına varamadığımız gibi. Gelecekten sorumlu değiliz oysa, daha gelmemiş bir zamanın endişesini taşımak ekstra bir yükten başka bir şey değil. Sadece olmasını istediklerimiz için belirlediğimiz hedeflere yürüken şimdi o hedef için ne yaptığınızı düşünmeniz yeterli az sonra ne yapacağınızı değil. Ya da az önce ne yaptığınızı değil. Sorunlar yaşanıp bittikten sonra düşünüp kurmak yerine, "ben şu anda mutlu muyum?"," şu anda bu sorun var mı?" diye sormak gerekiyor kendimize galiba. Ama tam olarak şu anda yani az sonra değil.


Çok kolaymış gibi gözükse de aslında çok zor olan bir yöntem tarif edilen, en azından kendi adıma konuşmam gerekirse tabi. Ama yazmadan da zihnimi yavaşlatıp, tane tane düşünmesini sağlayabileceğimi bilmek güzel diye düşünüyorum. Bu nedenle paylaşmak istedim.

Zihnimizi bir süreliğine durdurmanın bir diğer yolu da daha çok gevşeme teknikleri veya meditasyon uygulamlarında kullanılan "nefesi dinleme" yöntemi. Bu yöntem medite olmaktan çok uykuya geçişimi hızlandırdığı için önermeden geçemeyeceğim. Gözlerinizi kapatıp, mümkün olduğunca gevşemeye çalışın ve tabi rahat bir pozisyon alın önce. Yatarak yaparsanız uyku garanti :) Bu nedenle amacınız uyumak değilse sırtınızı bir yere dayamayın ve dik durmayı deneyin. Zihninizi boşaltmaya çalışın bir süre ve sonra nefes alış verişlerinize odaklanın, havanın içinize doluşunu ve tüm hücrelerinize ulaşıp yeniden havaya karışmasını dinleyin. Aklınıza gelenler olursa onları uzaklaştırıp yeniden deneyin. Gerçekten çok etkili bir gevşeme yöntemi. Sanırım sinirlenince içinizden ona kadar sayın yöntemi gibi bir şey. Yani en azından nefesinizi sayabilirsiniz öyle değil mi? Bu durumda zihniniz de biraz boşalır ve rahatlarsanız. Denedim biliyorum, tavsiye ederim.

Zihni Esir
Fasulye




3 Aralık 2008 Çarşamba

"ANKARA'DA YAŞAMAMA RAĞMEN HİÇ GORDION'A GİTMEDİM" DİYENLER GRUBU


"Frigya Krallığı’nın başkenti Gordion ; Ankara-Eskişehir karayolunun yakınında, Sakarya (Sangarios) ve Porsuk nehirlerinin birbirlerine yaklaştıkları yerde, Polatlı’nın 18 km. kuzeybatısındadır (Ankara’dan 90km.)

Yapılan arkeolojik kazılar sonucu buradan çıkan ve çeşitli yayınlarda tanıtılan buluntular, bu yerleşimin tarihini Erken Bronz Çağına (M.Ö. 3000) kadar götürür. Gordion, M.Ö. 7. yüzyılın başlarında Kimmerler tarafından tahrip edilmesine rağmen, en parlak dönemlerini M.Ö. 750-700 tarihleri arasında yaşamıştır. Birçok buluntular ve yerleşimdeki tümülüsler 6. yüzyılın sonuna kadar devam eden bu işgali göz önüne serer. Yine de Gordion, Büyük İskender’in burayı yeniden onarıp bağımsızlığının kendilerine geri verilmesine kadar (M.Ö. 6. yüzyılın yarısından itibaren) Persler tarafından yönetilmiştir. Kral Gordios tarafından bağlanan meşhur düğüm, Büyük İskender tarafından M.Ö. 333 yılında kışı geçirdiği Gordion’da kesilmiştir.


Gordion’da Helenistik dönem Büyük İskender’in burayı fethinden sonra (M.Ö. 300-100) başlamıştır. Sonra Roma Dönemi (M.Ö.1.– M.S.4. Yüzyıl), daha sonra Selçuklu (M.S.11.-13. Yüzyıl) dönemi başlamıştır. Bütün bu olaylar Gordion’da 4000 yıl gibi kısa bir sürede olmuştur. "

Alıntı : http://www.kenthaber.com/

Şimdi nereden çıktı bu Gordion demeyin, hayır öyle durup dururken Ankara'nın turizmine bir katkı sağlamak değil amacım. Ama ona da hizmet edebilirsek ne ala..

Dün sevgili buzcevheri'nin blogunu ziyaret ettiğimde "Güncelleme" başlıklı yazısından anladım ki o da benim gibi bir Ankara'lı imiş. Son dönemde Ankara'da ki kültür faaliyetlerine katıldığını anlattığı yazısını okuyunca aklıma geliverdi. Benim tarihi eser dolaşma merakımı bilen bilir. Eşim her görüğüm kahverengi tabelaya dönme isteğim yüzünden sonunda antik tiyatro görmekten kusacağını bile itiraf etmek zorunda kaldı bu yüzden. Ama ne hikmetse her sene tatil zamanı Gordion Antik Kenti kahverengi tabelasının önünden geçip de, "ya her yere gidiyoruz daha burnumuzun dibindeki Gordion'a gidemedik" muhabbetinden bana bile bay geldi inanın. Son bir kaç aydır da konu nasıl oluyorsa bir şekilde buna geliyor ve neredeyse çevremdeki hiç kimsenin Gordion'a gitmediğini ve aynen bizim gibi tatil zamanı, aynı tabelanın önünde aynı muhabbeti yaptıklarını öğreniyorum.

Bu nedenle sevgili Belediye Başkanımızdan Ankara'lının bu çözüm üretilemeyen sorununa bir çare bulmasını istiyorum. Mesela Gordion'a giden bir metro projesi başlatsa, arabası olan olmayan, çoluk çocuk şöyle gidip bi görsek Gordion'u diyorum. Ya da mesela haftasonları, Gordion'a giden belediye otobüsleri olsa falan fena mı olur. Hiç olmadı bir alt geçit ile Gordion'a bağlansak o da işimizi görebilir belki.. Yeter ki, bu Ankara'lı "ben Gordion görmedim" demesin.
Hayır malum şehrimiz deniz şeridine epey mesafede yani, şindi çocuk çocuk tepiş tepiş olmuş yola çıkmışsın, e zaten daha yolun başındasın, milletin karnı ağrımış bir senedir deniz görmemekten, kuduruyo. Genellikle sabahın bir köründe çıkılan tatil yollarında mola verip de ziyaret etmek olmuyo bu açıdan. Dönüşte gelelim desen, e onca yol gelmişsin yorgunsun, hane halkı yoldan bayılmış arabada mızıldıyo, neyse bi daha ki sefere deyip geçip gidiyorsun yine..


Gordion'un bu makus talihini kırmak, Ankara'mın turizmine renk getirmek ve Ankara'lının Gordion özlemini gidermek amacıynan, çok rica ediyorum buna bir çözüm bulalım..

Haydi Ankara, Gordion'a....
Tarihsever Fasulye