30 Aralık 2009 Çarşamba

FASULYE'NİN SEYİR DEFTERİ..


Miladi yıl 2009, benimse yeryüzündeki yolculuğumun kaçıncı günü kimbilir.. Geride bıraktığım onca yaşa rağmen hala yeni yaşların, yeni yılların heyecanına kapılıyorum..

Her yeni günün, her yeni yılın getireceklerini, alıp götürdüklerine aldırmadan bekler buluyorum kendimi, her günün ve yılın sonunda.. Değişime direnen, devrim yerine, adaptasyonu seçen nesillerden değilim çok şükür.. Umut hikayelerini de, masalları da, kıssadan hisseleri de severim her zaman..

Her gelen yılın gebe kaldığı umutları, dokuz doğurtup giderken bile, ya kısmet derim içimden yoldaki dokuz kardeşe ve dileklerimi dilerim..

Planlarım var kendim için bu sene dileklerden ziyade, birazda kemale eren yaşın gereği sanırım,, Dileyeceğime dur yapıvereyim diyorum daha çok.. Yazacaklarım var daha da çok, biriktiler içimde.. Biraz gerginlik yaratıyorlar yazmadıkça bünyeme..İçimdeki kavgaların döküleceği postlar var bu sene yine..

Biraz, evvel zaman içinde kurulan ülkemin, dam üstünde saksağan gündemlerine düşenlere, biraz kendi içimden geçip giden kara trenlere...

Ergene "kon", pekaka'ya "tut" diyenlere,
Gdo ile beslendikçe, basireti "bağlanan" zihinlere,
Elma ile armutu düşman edenlere,
Çocuklara işkence edenlere,
Cumhuriyeti'mi bize mundar edenlere,
Allah adına hüküm verip, cüppe giyenlere,
Atatürkçü'yüm deyip de, dini kirletenlere
Tunç yüzlü, aslan gibi erlere ateş edenlere,
Milletimi faşist söylemlere bölenlere,
Etik değil, etnik düşünenlere,
Ticareti seçim sandıklarına düşürenlere,
Cennetin anahtarı cebimde diyenlere,

söyleyecek daha çok sözüm var bu sene...

Sevdiklerinizle beraber, mutlu, huzurlu, barış dolu, sağlıklı, birlik ve beraberlik içinde bir yıl geçirmeniz dileğiyle..

Fasulye

29 Aralık 2009 Salı

HOLOGRAFİK EVREN! - YALAN MI !

"EVREKA ! BEN DE EVRENİN SIRRINI ÇÖZDÜM..! HOLOGRAFİK EVREN!"

Hatırlayacak olursanız, bir süre önce yukarıdaki başlıkda bir yazı yazmıştım. Bu başlığı oluştururken de bir arkadaşımın gönderdiği makaledeki bilimsel bilgilerden faydalanmıştım. Ancak yazıyı yazma ve dahası holografik evrene merak salmama neden olan bir röportaj vardı. Ayşe Arman'ın röportajı.. O röportajda Türkiye de bu eğitimi verdiğini söyleyen kişi Rusya'dan gelen öğretmenlerden bu eğitimi aldığını söylüyordu ve bu yöntemin adı "Holografik Beyin Teknikleri" idi. Yine bu gün bana ilgili bilimsel maili yollayan arkadaşım aşağıdaki iki videoyu gönderdi. Ben kendi çapında  holografik evreni keşfetmiş biri olarak, varsa bir sahtekarlık onu da yayınlamak zorundayım diye düşündüm, o nedenle sizinle de paylaşıyorum..





Bu arada bu videoları paylaşan sitenin adı Holografik Beyin Merkezi.. Siteye girdiğinizde karşılaştığınız bilgilendirmenin altında aşağıdaki imza yer alıyor.
Melik Duyar
Dünya Hafıza Şampiyonu
Dünya Hafıza Olimpiyatları Başkanı
© 2009 – Melik Duyar – Mega Hafıza Ltd.

http://www.holografikokuma.com/

ve tek cümle.. "Karar sizin..."

24 Aralık 2009 Perşembe

TELEVİZYONDA ÜÇ YANLIŞ BİR DOĞRUYU GÖTÜRÜYOR, ÜLKEMİN GELECEĞİ BİR EKSİLİYOR


Çocuk istismarı fiziksel ya da psikolojik olarak bir çocuğa bir yetişkin tarafından kötü davranılmasıdır. Ayrıca çocuklara kötü davranmak veya çocuk istismarı ve ihmali ile de çoğu zaman eş anlamı taşır. Dünya Sağlık Örgütü çocuk istismarını şöyle tanımlar: "Çocuğun sağlığını, fiziksel ve psikososyal gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek tüm davranışlar çocuğa kötü muameledir."


Bu istismar ve ihmalin açıklanması konusunda bir çok ülke yönetimi kendi yasal tanımlarını yapmıştır; ve nelerin çocuklara kötü davranma olarak tanınması kendi yasa ve ceza kanunlarına değindir. 2 Eylül 1990 tarihinde yürürlüğe giren Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre; "Ulusal yasalarca daha genç bir yaşta reşit sayılma hariç, 18 yaşın altındaki her insan çocuk sayılır".

Ben, eşimin açıp seyrettiği anlarda gözümün ucuyla baktıklarım hariç televizyon seyretmeyen biriyim. Aklıma gelmediği içinde evde eşim ve oğlum yokken televizyonu açmam bile. Akşam oğlumuz uyuduktan sonra bilgisayarın başında açık olan televizyona ancak gözüm takılıyor, bu takılmalar sırasında da en çok şu çocukların tevellütlerinden büyük anlamlar içeren, çocuk ağızlarına, masumiyetlerine hiç yakışmayan şarkıları söyledikleri yarışmalara sinirleniyorum.

Oniki yaşındaki bir çocuk Orhan Gencebay'dan bir şarkı söylüyor, sesi de güzel keretanın, şarkıyı söylemiyor, kendinden geçiyor adeta.. Alkış, kıyamet.. Ne anlıyor söylediği şarkının sözünden, hiç yaşamadığı duyguları ne biliyor da bu kadar yürekten söylüyor hiç anlamıyorum. Derken sıra jüri oylamasına geliyor.. Üç yanlış bir doğruyu götürüyor.. Üç tane yetişkin insan, kimi sanatçı, kimi şov adamı sahnede duran ülkemin geleceği çocuğa önce yorumlarını söylüyor, sonra elenip elenmediğini açıklıyor. O küçücük insan, dudaklarını ısırıyor, olgunluk gösteriyor olumsuz eleştiriye teşekkür ediyor. Üç yetişkin insan eğer onu beğenmedilerse kamera sahne arkasına geçtiğinde ebeveynlerinden hangisi yanındaysa ona koşmuş, çocukluğunun en güzel hallerinden biri olan gözyaşlarını görüyoruz.. Aile perişan.. Hayaller kırık, dökük.. Kendine güven hasara uğramış.. Yanlış olan bu mu sadece, değil.. Diyelim üç yetişkin ona "Evet" diyor "Finaldesin !".. Çocukluk hayallerini cam ekrana sığdırmış, aptal kutusundan gelecek umudediyor, ülkemin geleceği bu defa..

Ahh içim sızlıyor gerçekten.. Yarışma değil bu aslında, üç yanlış benim ülkemin doğrusunu götürüyor, ben bakakalıyorum.. Kimi sokakta, kimi sahipsiz, kimi ümitsiz, kimi ilgisiz, kimi eğitimsiz, kimi isimsiz, kayıp çocuklarına ülkemin, bir yenisi daha ekleniyor..

Tebrikler Türkiye..! Gene kaş yaparken, göz çıkardın..!

Çocuk Hakları Sözleşmesi : Madde 32


Taraf Devletler, çocuğun, ekonomik sömürüye ve her türlü tehlikeli işte ya da eğitimine zarar verecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına karşı korunma hakkını kabul ederler.


23 Aralık 2009 Çarşamba

Önce Allah, Sonra Sen..

Geçenlerde oğlumla bindik arabamıza bir yere yetişmeye çalışıyoruz. İkimizde müzik dinlemeyi sevdiğimizden, konuşacak konumuz yoksa radyonun sesini yükseltip birlikte sessizce yolculuk ederiz. Ben aklımda günlük koşturmacaların planları, iç dünyamın hesapları gözüm yolda, aklım başka yerlerde dururken, oğlumun aşağıdaki cümlesi ile kendime geliyorum..

"Önce Allah, sonra sen diyor. Atatürk demiyor.. Önce Allah, sonra Atatürk, sonra sen demesi gerekmez mi? Anıtkabire gideceğim ve Atatürk'e söyleceğim. Yalnış yapıyorlar.. Önce Allah, sonra Atatürk demeleri lazım..."

İlkin anlamıyorum ne olduğunu, hoş yedi yaşındaki oğlumun boyundan büyük felsefesine şaşırmıyoruz artık çoğunlukla ama bu defa konu memleket meselesi gibi olunca kısa bir şok anı yaşıyorum düşüncelerimden sıyrılıp. Tam ne oldu ki diye soracakken, radyodan yükselen sese takılıyor kulağım ..

"
...
Senin eşin, bir benzerin yok
Ben aşkı sende bildim
Zulümlerin hüzün vermiyor
Önce Allah sonra sensin
...
"

Gülümsüyorum.. "Haklısın" diyorum .. "Gidelim beraber söyleyelim.."
"Tamam" diyor

Kalın sağlıcakla
Fasulye..

20 Aralık 2009 Pazar

"Sanallaşan Dünya Ve İnsanoğlu’Nun Evrimi Üzerine" Yorumlar

Değerli blogger arkadaşımız Özgür Üzden'in blogunda yer alan "Sanallaşan Dünya Ve İnsanoğlu’Nun Evrimi Üzerine" yazısını okuyunca ne zamandır yazmak istediğim ama bir türlü toparlayıp dile getirmediğim, birikimlerim çıktı su yüzüne.. Sevgili Üzden'in blog yazısına genel düşüncelerimi içeren bir yorum bırakmış olsam da, yine de cevaben sayılabilecek bir blog yazısı yazmaya karar verdim. Aslında bilişim dünyasının ucundan bucağından bulaşan herkesin kafasındaki soru ve sorunları dile getirmesinin yanısıra, ülkemizin geleceği genç ve çocuklarımız için endişelenen ebeveynlerinde sesi olmuştu bana göre bu yazı.

Sanal yaşam ve internet nereye gidiyordu gerçekten, neler katıyor, neler alıp götürüyordu bizlerden.. Yeterince psikolog, sosyolog ve benzeri sosyal ve bireysel danışmanın konu hakkında pek çok yazısı zaten mevcut olmasına rağmen, kişisel gözlem ve deneyimlerimizle düşüncelerimizinde platforma bir katkı sağlayacağını umudediyorum..

Değerli Üzden'in yüzyüze iletişimin yok olması, kimliksizliğe doğru bir gidişin oluşması ve kitap okuma oranlarını etkilemesi açısından pek çok endişesi vardı konu hakkında.. Bir üniversite öğrencisi olarak yaklaşımları ve anlatımlarını oldukça beğendiğimi tekrarlamak istiyorum bu yüzden ve ilgili yazısını da okumanızı öneriyorum..

Aynı endişeleri taşımıyor olduğumu dile getirmek istiyorum öncelikle.. Şöyle ki, "iletişim" tanımı yapılırken şekli değil ancak çeşitleri verilebilir bana göre.. İletişim sağlamanın işaret ve sembollerle başlayıp sesli ve görsel desteklerle zenginleştirilmesine kadar pek çok yolu, mistik, dini ve insani olmak üzere de pek çok boyutu olduğunu da söyleyebiliriz. O halde insanların bilgisayar gibi bir ve sıfırlardan türemiş, elektirik kabloları ve mekanik boardların bir araya gelerek oluşan bir cihazı iletişim aracı olarak kullanmayı akıl etmelerinin bir başarı olduğunu düşünmeliyiz bence.. İletişim kurma heves ve becerimiz olmasa, kendimize bunu sağlamak için yeni araçlar arıyor olmayız..

Evet öncelikle bilgisayarımızın birer tehlike unsuru değil, araç olduğunu kabul etmemiz gerekir.. Daha önce başka bir yazıda da belirttiğim gibi, eğer doğru ve etkin kullanmıyorsanız bir çay kaşığı ile bile tehlike saçmanız ya da yaralanmanız, zarar görmeniz mümkündür. Bu anlamda bir eşya ya da nesne olarak bilgisayarın evinizdeki ya da ofisinizdeki herhangi bir şeyden daha tehlikeli olduğunu düşünmek anlamsızdır bana göre. Sevgili Üzden'in anlatmak istediği nokta bu olmasa da ben düşünce ve birikimlerimi paylaşmaya bu noktadan başlamak istedim, çünkü pek çok evde bilgisayar çocuklara yasaklandığı gibi, pek çok yetişkinde bilgisayara karşı tepki duymakta ya da kullanmaya korkmaktadır. Şu sözü çok duymuşsunuzdur "Ay ben kullanamam!, Bu yaşdan sonra bi de bilgisayar mı öğreneceğim..!"

Oysa fiziksel açıdan çok daha zararlı ve her geçen gün daha da karmaşıklaşan cep telefonlarını çoktan birer iletişim aracı olarak kabul etmiş ve hatta çoluk çocuk oyuncak etmişizdir. Çocuklarımıza bilgisayarı ya da interneti yasaklarız, ama cep telefonu alır ve hatta yine bence çoook daha fazla zarar verici olan televizyonları esirgemeyiz.. Bir çok şeyin faydası veya yararı o şeye hangi açıdan, daha da doğrusu hangi pencereden baktığınızla ilgilidir.

Bundan bir kaç ay önce bir gazetenin internet sitesinde yayınlanan bir video vardı hatırlayacaksınız Beyaz Show'a da konu olmuş, face book ve e-posta aracılığıyla da epeyce yaygınlaşmıştı. Dört beş yaşlarında bir kız çocuğu zamanın atarilerinde olan Mario adlı oyunu büyük bir hırsla oynuyor annesi elinde kamera ile bir yandan kızına cevap veriyor bir yandan da kahkahayı basıyordu. Gazete sitesinde ilk gördüğümde bu videoyu başlığı aşağı yukarı şöyle bir şeydi "İşte bilgisyarın zararları". Aslına bakarsanız bu içeriği yazmak daha o videoyu ilk gördüğümde aklıma gelmiş olmasına rağmen kısmet ancak arkadaşımın yazısını okuduktan sonra oldu ne yazık ki..

Eğitimciler bir çocuğun kişiliğinin oluşması ve belirli yaşamsal alışkanlıklarını kazanması için temellerin 0-6 yaş aralığında atıldığını söylerler. Videoun kahramanı küçük kızımız ise ortalama dört beş yaşlarında olmalıydı, öylesine hırslanmış öylesine sinirlenmişti ki annesini onu az beslemekle ve güçsüz bırakmakla suçluyordu. Şimdi sormak istiyorum o yaşta bir çocuğu bu kadar hırslandıracak kadar bilgisayar oyunlarına müptela etmek, hadi bırakın onu elinize bir de kamera alıp matah bir iş başarmışsınız gibi kahkahalar atarak çocuğunu teşhir etmek, tehlikeli bir insani davranış ya da yetiştirme tarzı olarak görülmüyor da, videoda sadece bir araç ve cihaz olarak yer alan bilgisayarın ne günahı oluyor anlayamıyorum doğrusu.

Muhtemelen kreş veya yuvaya devam etmeyen küçük ablamız evde annesinin işleri veya her kim bakıyorsa onun işleri güçleri neticesinde, kendi başına oyalanamadığı için bilgisayarın başına oturtuluyor ve oyalanması sağlanıyordu diye düşünüyorum ben. Haliyle her çocuk gibi o da bir apartman çocuğuydu ve yaşıtlarıyla bir arada olmak gibi bir lüksü de olmadığından, bilgisayar gibi eğlenceli bir oyuncağa hayır dememişti. Çocuklarının bu yaşta böylesine bilgisayar kullanmasından gurur duyan ailesi onu desteklemiş, hatta bir araya geldiklerinde dayısı ile bilgisayar oynayarak bu yetisini geliştirme ve iyi vakit geçirme yolu seçilmişti ki ufaklığımız videoda bundan da zaten bahsediyordu. Yoksa chuky gibi bilgisayar bir gün çocukcağız evde yanlızken kendi kendine açılıp, "sen çok yanlız bir çocuksun anneninde işi var gel ben sana bir mario açayım bak ne güzel yenersin, ağamsın, paşamsın" dememişti elbet.. Dediğim gibi materyali ya da olayı hangi açıdan değerlendirdiğiniz önemlidir. Her şey farklı bakış açılarıyla farklı yorumlanıp, algılanabilir. Ama bizim gibi sonradan bilgisayar görmüş ve henüz etkin bir kullanıma sahip olamamış, daha da doğrusu kullanıcınsın olgunlaşmadığı bir toplumda, Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden biri çıkıp da bu videoyu yayınlayıp üzerinede işte bilgisayarların zararları derse.. O zaman atalarımızın dediği gibi "şeytan icadı"ndan başka bir şeye yaramaz bu aletler hiç birimiz için...

Aynı mantıkla iletişim konusuna dönecek olursak, iletişimin şekli değil niteliği önemli olmalıdır. Kullandığınız aracın özelliği ya da şekli her ne olursa olsun, amaca tam hizmet ediyorsa o halde bunda da ters bir nokta yoktur bana göre.. Ha dumanla iletişim kurmuşunuz, ha bilgisayarla hiç farketmez.. Ama avantajlar açısından bakacak olursak, yeni bir blog yazısı çıkacak kadar madde sıralamak mümkündür yine bana göre..

Kitaplar konusuna gelince, her ne kadar kitap, kitapçı kokusu solumak bir çoğumuz için büyük bir keyif unsuru olmakla beraber, hiç bir okur kağıt koklamak için kitap okumaz. Önemli olan o bilgi yumağıyla olan alış verişinizdir. Bunu da kağıttan, bir papirüsden veya bir bilgisyardan yapıyor olmanız içerikten aldıklarınız anlamında bir fark yaratmaz ki Türkiye gibi okuma oranlarının düşük olduğu bir ülkede, bırakın okumayı yazma oranlarını bile artırabilir bu anlamda internet. Hatta maliyetler açısından bakacak olduğunuzda kesilen ağaç sayısı, matbaa, baskı, nakliye vb maliyetlerin hemen hepsini sıfırlayarak çok daha düşük maliyetle aynı emeği daha çok kişiye ulaştırmanız da mümkündür. Diyorum ya nereden baktığınız veya işinize hangisi geldiğiyle ilgilidir birazda bu tür konular..

Bilgisayarlar sayesinde ulaşılan iletişimin boyutları bugune değin yeryüzünde başka hic bir araç ile sağlanamamıştır bana soracak olursanız. Cep telefonu bile internetin yanında iletişim anlamında çok başarılı sayılmaz ki bu nedenle cep telefonları artık telefondan çok bilgisyara benzemeye başlamıştır.

Peki o halde ne yapacağız? Bu tip endişelerin gerçek olmaması için veya bu tip kaygıların yok olması için neler yapılması gerektiğini düşünmeliyiz herşeyden önce.. Ve her konuda olduğu gibi "Eğitim şart" a varacağız sanırım.. O halde her kaygı için bir öneri sunabilir, sanal dünyanın kayıp yazarları olarak belki bizler bu korkuları yenebiliriz diye düşünüyorum bu anlamda..

Sevgiyle Kalın
Fasulye

16 Aralık 2009 Çarşamba

EVREKA ! BEN DE EVRENİN SIRRINI ÇÖZDÜM..! HOLOGRAFİK EVREN!

Ya kendimi işlerime vereyim diyorum bu ara, zira yığıldılar ama beyin işte bu durmuyor.. Face'den çıkıyorum maillere sarıyorum, onu bırakıyorum başka bir şey buluyorum.. Aralarda da iş yapıyorum.. Birde oğluma düzenli ders çalışma yetisi falan kazandırmaya çalışıyorum, sanırım önce kendimi eğitmem gerek..

Herneyse geçtiğimiz haftasonu sanırım, Ayşe Arman'ın bir röportajı yayınlanmış, gazete almıyorum bilmiyorum, bu röportajın içeriği e-posta olarak ulaştı bana.. Belki sizlerde okumuşsunuzdur. Mesajın başlığında şöyle yazıyor, "Heyecan verici gelişmeler : Kristal çocuklar ortaya çıkıyor" ve yazının ilk cümlesi "Beyninde ekran açıyor.. Elleriyle okuyor.. Kapalı gözlerle renkleri görüyor..."

İşte bir safsata daha diye okuyorsunuz yazıyı, hatta Ayşe Arman'ın saçmalıklarından biri diye bakıyor insanlar olaya anlıyorsunuz ki... Ayşe Armanla bir zorum yok, istediğini yapmakta özgürdür kendisi.. Röportajı merakla okuyorum.. İşin özü şu ki bunun bir teknik olarak geliştirildiğini ve insan beyninin eğitilmesi ve yönlendirilmesi neticesinde daha fazlasının kullanımı sağlanarak bu tür sonuçlara ulaşılabildiğini anlatıyorlar. Hatta eskiden mistisizm ile uğraşanların usta olabilmek için katlandıkları eziyetlerin ardından erdikleri noktalara şimdi küçücük çocukların bile 10 ders ile başlayarak kolayca ulaşabildikleri anlatılıyor.

Yazıyı okumayanlar için biraz açayım, çünkü yazının tamamını burada veremeyeceğim zira bu yazının içeriğinde atıfta bulunacağım tek yazı o değil. Tekstik mümesilliği yapan Sevda Bakankuş katıldığı bir projeden sonra bu noktaya geldiğini anlatıyor. Katıldığı projenin adı, "Holografik Beyin Teknikleri" Rusyada pek çok merkezde uygulandığınız ve bunlara İnsan Gelişim Akademileri dendiğini söylüyor. Bu merkezlerden Türkiye'de de oluşturmak amacıyla ülkemize gelen bir ekipten ders aldığını ve Türk insanına uyarlayarak şimdi kendisinin eğitimci olarak bunu yaygınlaştırmaya çalıştığından ve hatta eğitim sistemine bile dahil olabileceğinden bahsediyor. Buraya kadar ters bir şey gelmedi bana, sonuçta insanlar yoga, metidasyon ve r2 gibi pek çok konuda pek çoğu şarlatan olsada eğitimler alıyor ve başarılı sonuçlara da ulaşabiliyorlar.

Şimdi aslında uygulanan yöntem bilimsel olarak açıklanabilir olsada, halk dilinde daha anlaşılır kılmak adına insan beyninin bir bilgisayar olarak kabul edildiğini ve ilkin onu açmayı öğrettiklerini anlatıyor. Bu noktada uçukluk belirtileri olduğunu düşünüyorsunuz ve küçük bir öğrencisinin yapabildikleri ile roportaj ilerliyor. Öğrencinin annesi kızlarının ve eşininde bu işi çok güzel öğrendiklerini beyinlerinde bir ekran açıp, internetten bri dürbün yüklediklerini hayal ettiklerini daha sonra otomobillerine binip bu dürbünle yolun altında neler olduğunu çocuklarından görmelerini istediği gibi bilgiler aktarıyor ve gördüklerini duysanız inanamazsınız diye de ekliyor. Tabi benzetmeler ve anlatımlar bu merkezde devam edince işinin suyunun çıktığını düşünüyorsunuz.. Oysa aynı bilgiler size bilimsel bir yöntemle anlatıldığında oldukça inandırıcı ve mantıklı gözükmeye başlıyor.

Öncelikle şunu belirteyim ki bu tür olayların gerçekleşebileceğine dair inancım olmakla beraber, yüzde yüzlüğüne ulaşmış bir felsefem yok, ancak inandırılmaya açık bir pozisyonda duruyorum aksini ispat edebilen çıkana kadar. Hatırlarsanız geçtiğimiz senelerde de Secret diye bir kitap yayınlanmış topluca dilek dileyerek isteklerimizi gerçekleştirebileceğimiz gibi sonuçlar çıkartılıp, milyonlarca satan bir kitap pozisyonuna yükselmişti.

Benim karşı olduğum şey burada bu tür bilgilerin ya da haberlerin ya da inançların olması değil, ki bana göre büyük ihtimalle varlar ama bu şekilde pazarlanarak ya da ticarete ya da şarlatanlığa dökülerek insanların inanma, deneme potansiyellerinin düşürülmesi.. Secret da anlatılanlar yeni bir bilgi değil binlerce yıl önce pek çok medeniyetin bulduğu ve uyguladığı bir bilginin yeniden ambalajlanması aslında.. Yani eğer biraz ezoterizm merakınız varsa, spirütellik vb şeylere ilgi duyuyorsanız okuduklarınızdan siz de aynı sonuca varabilirsiniz. Yani aslında habire aynı şey keşfedilip duruyor, herneyse konuyu dağıtmak istemiyorum.

Gelen e-postayı muhalefet edeceğini düşündüğüm ve yine okuyup fikir beyan edeceğini düşündüğüm bir kaç arkadaşıma gönderdim. Muhalefet cephesinden gelen yanıtta kişisel bir yorum olmamakla beraber aynı roportajın eleştirildiği bir blog adresi vardı. Röportajın tamamıda bu blogda yayınlandığından dilerseniz az sonra vereceğim linkten siz de okuyabilirsiniz..

Blog Prof. Dr. Kerem Doksat'a ait kişisel bir platformdu. Arkadaşım e-posta ve röportaj hakkında söylemek istediklerini uzun uzadıya yazmak yerine Sayın Doksat'ın kaleminden bana aktarmayı tercih etmişti. Sizde Sayın Doksat'ın yukarıdaki metindeki adına tıklayarak ilgili röportaj ve yorumlara ulaşabilirsiniz, onları buraya aktarmayacağım.

İlgi duyup okuyacağını düşündüğüm bir başka arkadaşımdan ise farklı bir e-posta geldi, e-posta'nın başlığı "Kuantum Mistisizmi : Holografik Evren"'di.

Blogumu takip edenler kutsal kitaplar, gizemli medeniyetler ve öğretilere olan ilgimi bilirler. Şöyle söylemek istiyorum bu yazıyı okuduktan sonra kafamda uçuşan her tür soruyu bir zemine oturtabildim galiba. Hem de bilimsel bir zemine.. Çok şaşırtıcı değil mi ? Düşündüğüm her şeyi bu yazıya aktarmam tam olarak mümkün olabilecek mi bilmiyorum ama, mesajı paylaştığım arkadaşlarımla evrenin sırrına nihayet bizimde vakıf olduğumuz noktasına kadar geldiğimizi itiraf etmek durumundayım :)

Yazının sanal kaynağını bilmediğimden burada sadece alıntılar yapmakla yetineceğim çünkü gerçekten uzun bir yazı ve büyükçe bir kısmında Kuantum Fiziği tarihçesi ve gelişmelerinden bahsediyor. Yazıyı sona erdirdiğinizde hiç bir şey imkansız değilmiş gibi hisettiğinizden Ayşe Arman'ın röportajında anlatılmaya çalışılan şeyinde aslında "olabilemez" olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. Ben bir yerden tutturdum kendimce sorularıma zeminler yaratıp her birini bi mindere oturttum, sizden ricam aksini iddia etmeniz.. :) Sorgulamak zorundayız değil mi?

Yazının başlığının hemen altında "Onur Gece" ismi yer aldığından yazıyı derleyen olduğunu düşündüğüm bu kişinin adını öncelikle vermek ve kendisine çok teşekkür etmek istiyorum beni karanlıktan aydınlığa çıkardığı için, Ayrıca yazının altında kullanılan kaynakların da linkleri yer aldığından bende bu yazının sonunda inceleyebilmeniz için aynı kaynakları sunacağım.

İşin özünü açıklayabilmek adına yazıdaki iki paragrafı sizlerle paylaşmak istiyorum, çünkü sanırım anlatsam da bu şekilde ifade etme şansım fazla olmayacak ;

"Yeni Bilim Başlıyor….

Beyinlerimiz, temelde başka boyutlardan, uzay ve zamanın ötesindeki daha derin varoluş düzeninden yansıyan frekansları yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır: Beyin, holografik evrenin içerdiği bir hologramdır.“Bizim ötemizde” yalnızca engin bir dalgalar ve frekanslar okyanusu vardır ve gerçekliğin bize böyle somut görünmesinin nedeni yalnızca, beyinlerimiz bu holografik karmaşayı alıp onu taşlara, sopalara ve dünyamızı oluşturan diğer tanıdık objelere dönüştürme yeteneğine sahip olmasıdır. Başka bir deyişle, bir porselenin pürüsüz yüzeyi ve ayaklarımızın altındaki plaj kumu, gerçekte yalnızca fantom organ sendromunun süslü bir çeşitlemesidir.

Bu da bizi, algılananın mutlak evren değil, sadece insanın evreni olduğuna; bunun gibi her boyut algılayıcısına göre de sonsuz sayıdaki evrenlerin bulunduğuna ve evrende mevcut olan bağlantılar dolayısıyla insanın boyutsal bilinç sıçraması sonucu genişleyen-değişen algı durumu ile birlikte Hakikâti olan bu boyutlara uzanabileceği gerçeğine götürür. Böylece evren ve boyutları tüm varlıkların katılımlarıyla rölatif (izafi) bir biçimde hiyerarşik olarak var olmuş Tekil bir yapıdır
."

1917 yılında David Bohm adlı bir bilim adamının yaptığı çalışmaları özetleyerek devam eden yazıda, o yıllardan günümüze gelinene kadar keşifleri ve yaşananlarla beraber bulunanlara verilen bilimsel isimleri oldukça anlaşılır ve güzel bir dille anlatıyor. Bir bilim insanı olmamakla beraber yazının içeriğinden anladığımı bende kısaca aktarmak istiyorum.


Bohm yaptığı çalışmalar neticesinde kuantum mekaniği ve rölativite kavramlarının çok temel noktalarda birbirinden ayrıldığını ifade ediyor. Peki nedir bu kuantum mekaniği ve rölativite kısaca onları anlamaya çalışalım.. Yine ilgili yazıda verilen tanıma göre kuantum mekaniği "Gerçekliğin süresiz, nedensiz ve mekandan bağımsız olduğunu" söylerken, rölativite gerçekliğin sürekli, nedenli ve mekana bağımlı" olduğunu iddia eder. Örneğin kuantum fiziğine göre bir atom parçacağının hareketi kelebek etkisi yaratarak evrenin bambaşka bir yerindeki bir başka atomsal hareketi tetikleyebilirken, rölativite bambaşka bir mekandaki parçacığın burdaki bir parçacığın hareketinden etilenmeyeceğini iddia eder. Rölativiteye göre mutlaka her şeyin bir nedeni vardır. Nedensiz herhangi bir şeyin olması mümkün değildir. Bilim adamlarını karşı karşıya bırakıp sayısız deneylerle ispata sürükleyen bu iki teori, 1982 yılında Paris Üniversitesi Optik Fizikçilerinden Alain Apect, Gerard Roger ve Jean Dalibard tarafından yapılan Aspect deneyi ile her iki teoride söylenenleri ortak bir yolda birleştirecek farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Daha bilimsel yoldan söyleycek olursak, "....bu deneyi yaparak kuantum gerçekliğinin ardında bir başka gerçekliğin gizli olduğunu bulmuş ve Einsten’ın determinist (gerekirci) ilkesi ile Bohr’un madde–antimadde arasındaki etkileşmenin sonucu yerel nedensellik ilkesinin olamayacağı görüşünün bu boyutta birleşmesini sağlamıştır. Böylece bir foton (tanecik) galaksinin ya da evrenin ucundaki bir diğer fotonla (parçacıkla) veya diğer tüm fotonlarla (parçacıklarla) deneydeki gibi zaman ve mekan kavramı olmaksızın bağlantılıydı. Buna göre ya Einstein’ın uzun süre kabul gören “hiçbir iletişimin ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceği” teorisi gerçekti ya da iki parçacık mekândan bağımsız olarak birbirleriyle bağlantılıydılar."

"GİZLİ DÜZEN (Örtük, Saklı Düzen):

Parçacıkların yerel olmayan ilişkilerini David Bhom bir plazma içindeki, elektronların, gelişi güzel, kaotik bir biçimde sürekli bir kararsızlık durumunu yaratarak hareket etmek yerine, tüm elektronların bilgisine göre yani holografik bir biçimde davranış sergilediğini ve buna da “plazmon” ismini vererek (aynı durumu metallerde de) deneysel olarak göstermiştir. Bu görünmeyen ve holografik özellikli sisteme “Gizli (Örtük) Düzen” ve bu düzenin kendi boyutlarınca belirdiği, göründüğü düzenleri de “Belirgin Düzenler” olarak ifade etmiştir.

Böylece bir taneciğin, diğer taneciklerden, deney aletlerinden ve onu gözlemleyen (deneyi yapan ve izleyen) gözlemcinin zihninden veya gözlemcinin zihninin deney aletleri ve taneciklerden bağımsız olmadığı ve daha derin bir düzeyde birbirinden ayırt edilmeksizin Tek bir yapı oldukları, ancak belirgin düzende açığa çıktıklarında farklı isim ve yapılarla anıldıkları ve de bu iki düzen arasındaki gidiş gelişlerle de her an birbirleriyle bağlantılı oldukları görülür.

Bu nedenle her şey bir diğer şeyin tüm özelliklerine sahip olan diğer aynı şeydir ki, varlık bu şekilde birbirinin devamı olarak sürekliliğini devam ettirmekte ve bundan ötürü fark edelim ya da etmeyelim, yine birbirlerini zaman – mekan kavramı olmaksızın her an ve her şekilde etkilemektedirler. Uzay- zamandan bağımsız etkileşmeyi sadece mekanlar arası değil, varlığın geçmiş-şimdi-geleceği arasında var olan aynı biçimdeki bağlantıyı da kapsayacak şekilde düşünmeliyiz. Bu zamansal bağlantıyı anlamak içinse, nasıl ki sağduyumuza göre geleceğimiz, geçmişimiz tarafından oluşturuluyorsa, geçmişimiz de aynı biçimde geleceğimiz tarafından şekillendirilmektedir. Dolayısıyla, olaya Tek bir gözle (bakış açısıyla) Bütünsel Boyuttan baktığımız taktirde ayrı ayrı olarak geçmişin mi geleceği yoksa, geleceğin mi geçmişi var ettiği sorusu anlamsızlaşır. Çünkü o boyutta, herhangi bir zaman ayrımı olmaksızın Tek bir zamanın varlığı söz konusudur. Tıpkı Einstein’ın “geçmiş, şimdi ve gelecek, sadece bir illüzyondan ibarettir. Her ne kadar gerçek görünseler de…” dediği gibi."


Bu noktadan sonra yazıda hologramlar ve mantığı anlatılıyor.. Şöyle ki hologramlar bir taşın suya atıldığında oluşan tek merkezli dalgalar gibi bir laser ışını oluşumundan meydana geliyorlar ve ancak laser teknolojisi ile yapılabiliyorlar, tam olarak teknolojisini aktaramayacağım şimdi size ama, burada önemli olan nokta hologramların bölündüklerinde bütüne ait özellikleri kaybetmiyor olmaları yani, bir elma hologramını ortadan ikiye böldüğünüzde aynı özelliklere sahip iki elma hologramına sahip oluyorsunuz. İki tane yarım elma hologramına değil.

Yine yazıdan öğrendiğime göre, 1960′larda ise Pribram, bilginin beynin nöronlarında veya küçük nöron gruplarında depolanmadığını ve kodlanmadığını ispatlayarak, sandığımızın aksine beynimizde anılarımızı ve öğrendiklerimizi depolayan odacıklara sahip olmadığımız acı gerçeğiyle bizi yüzleştirmiş oldu. Bu anlamda yaptığı çalışmalarda, fareleri bir labirentte koşturarak, yolu öğrenmeleri sağladı ve ardından, aynı farelere beyin ameliyatları yaparak, ilgili bilgiyi sakladığına inandığı bölümleri beyinlerinden alarak aynı deneyi tekrarladı, fareler dengeleri bozulmuş olarak da olsa yollarını yine buldular.. Sonunda Pribram yaptığı çalışmalarla, beynin anıları belirli bir merkezde değil aynı hologramlarda olduğu gibi her bir hücresinde bütünü ile depoladığı sonucuna ulaştı. Yani ne kadar küçük parçalara ayrılmış olursa olsun beyin bilginin tamamını ya her hücresinde saklıyordu ya da bunların saklandığı merkez beyin değildi..

Yazıyı tamamladığımda öğrendiğim iki şey ;

1. Aslında tek bir bütün var ve hepimiz onun parçalarıyız.
2. Her parça bütüne ait tüm bilgileri bünyesinde barındırıyor

ve bu ikisi birleştiğinde ortaya holografik evren denilen oluşum çıkıyor. Yani aslında var olmayan ve bizim bulunduğumuz boyutta ya da programlandığımız şekilde algıladığımız evren.

Bu verilerin ardından ulaştığım noktalara kendim bile hayret etmekle beraber, fazla detaya inmeden sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Kur'an'a göre hepimiz bir nefesten üflendik, dolayısıyla yaratıcının nefesinin parçalarıyız.. Nefes hayat bulmak, nefs ise fiziksel oluşumumuz dışındaki varlığımız olduğuna göre de zaten bu holografik evren teorisi ile çok güzel açıklanabiliyor bana kalırsa.

Yine Kur'an'da pek çok yerde "onlar özbenliklerine zulmettiler" der.. burada bahsedilen özbenlik nefs, yani üflenen nefesdir.. Yani evrenin oluşumuna ters bir hareket yaptığınızda evrenin her noktasını etkiliyorsunuz demek anlamına gelir bu da.. Enerjiyi (nefesi) negatife çevirdiğinizde (kötülük dediğimiz şey) o halde evrenin enerjisini ki yine bu yaziya gore hepsi bir bütün olduğuna göre nefesi barındıran tüm alemleri etkiliyorsunuz demektir.

Bu da aklıma şunu getirdi, evrenin enerjisinin kullanıldığı söylenen r2 ve feng sui gibi oluşumlarda ve bu oluşumlarla ilgilenenlerde negatif enerjinin yoğunlaştığı alanlarda bulunmak istememek ve yaşam alanlarındaki enerjinin negatife döndüğü yerleri tesbit edip düzene koymak isteği vardır. Çünkü negatif enerjinin bulunduğu yerlerde kendilerini huzursuz hissederler. Bu negatiflik ya da kötülük kendilerini hedef almasa bile enerjinin negatifleşmesi onları etkilemektedir. Ve kötülüğün çok olduğu yerlerde enerjinin fazlasıyla negatife dönüştüğü ve doğal afetlerin bir kısmının bu şekilde tetiklendiği gibi de bir inanış vardır. Yani poztifi enerjinin (iyi niyetin) kaybolduğu bölgelerde evrendeki pozitif enerji negatifi kırmak için tepki verir ve doğal afet olarak adalandırdığımız durumlar ortaya çıkar.. Bu da Holografik Evren Teorisi ile gayet güzel örtüşüyor bana göre..

Alternatif tıpta uygulanan auramızdaki deliklerin yada enerji kırılmalarının tedavi edilmesi de aynı mantıktan yola çıkar. Stres gibi bir negatif enerjinin fiziksel bedenimize zarar verip hastalıklara yol açmasıda aynı negatif enerjinin nefesi taşıyan her alanı etkilemesi sonucu gerçekleşir. Ya sağlığımızı ya da mutluluğumuzu kaybeder kendimizi huzursuz hissederiz.

Kendinde negatif enerjiyi yükselten (fesat, iyi niyetini kaybetmiş) insanlarin yanında kendi enerjiniz tükenmiş gibi hissedersiniz. Sadece o konuştuğunda bile yorulursunuz bu nedenle, kalbiniz sıkışıyor gibi olur. Yine bunun nedeni ondaki negatif enerjinin sizin taşıdığınız ve sizin çevrenizdeki pozitif enerjiyi kırmaya çalışıyor olmasındandır. Yaşasın Holografik Evren teorisi...

Evrendeki hemen herşeyi bu mantıkla açıklamak mümkün. Sadece bir anda okuğum şeyler beynime doluşuverdi o yüzden yazdım. Ve tabii matrix filmi de hafızamda canlanan görüntülerden biri.

Cennet ve cehennemin yeryüzünde olduğu gerçeği de belki bu diye düşündüm şimdi.. Eğer hologrfaik bir evrende yaşıyor kendi algılarımızı ya da programlandığımız algıları görüyorsak, ölüm bu programın upgrade edilerek aynı evreni başka bir boyutla algılıyor olmamızı sağlayabilir bu durumda. Yani ölüm diye bir şey yoktur sadece bu nedenle ölüm pek çok felsefe ve inanış da sadece boyut değiştirmektir. Bu durumda ölümden sonraki hayat aynı mekan üzerinde evreni farklı bir boyutta algılamamızla gerçekleşir diyebiliriz. Ve eğer reenkarnasyon da var olduğunu düşünürsek sadece algımızın boyut değiştirmesi ile doğuyor ve ölüyor olabiliriz. Yani ruh veya nefes olarak zaten hic mekan değiştirmiyor sadece boyut değiştiriyoruzdur ki bu zaten kadim medeniyetlerin inandığı yaratılış ve ölüm hikayeleri ile çok güzel örtüşüyor. Biz Holografik Evren bulduk sırları çözdük derken onlar zaten binlerce yıl öncesinden bunları biliyorlardı ama o ayrı :)

Bu durumda din günü olarak kutsal kitapta verilen gerçek dünyanın sonuda hepimizin aynı anda boyut değiştirerek aynı evreni farklı bir boyutta algılamamız sonucu oluşacak olabilir. Ve belkide o nedenle kristal vb isimlerle adalandırdığımız nesillerin algıları bizimkinden çok farklıdır kimbilir. Belki de bir nesil algısı tamamen farklı gelecek ve onlar bizim yaşadığımızı sandığımız evreni farklı bir boyutta görecekler.. Holografik Evren Kurguları diye bir kitap yazmalıyım ben belkide.

Bu durumda ölüm de, kısa bir bilinç kaybı ile boyut değiştirmekten başka bir şey olmuyor. Korkmamıza gerek kalmadı.

Ayrıca yoga, meditasyon ve hatta eski mısır öğretilerinde bize büyü ya da uçuk gibi gelen pek çok şey aynı mantıkla açıklanabilir diye düşünüyorum. Ölüm fiziksel olarak formatlanıp geri gelişimizin habercisi bile olabilir. Yani eskittiğiniz elbisenizi değiştirip hayat sahnesinde yeniden rol alırsınız bu durumda. Ama nefes sabittir size üflenen nefes aynıdır.

Ama eğer anılarımızın tamamı hologram mantığı ile beyinde depolanıyorsa o zaman reenkarne olmuş insanlar geçmişlerindekileri nasıl hatırlıyorlar diye düşündüm kısa bir an. Onada şu açılamayı buldum zaman kavramı olmadığına göre.. ki beynin tamamını alamadıkları için kalan parçada bu şekilde depolandığını düşünüyorlar.. bu tecrübelerin veya yaşam öğretilerini belkide beynimizde fiziksel olarak değil. Yine nefes de enerji olarak tutabiliyoruz. Bu da medyumların yaptıklarını açıklıyor aslında. Bir enerji kümesindeki bilgiyi okuyabiliyorlar onlar. Zaman olmadığı düşünülürse.. vay be... olm açıklanmadık bişi kalmadı.. sırrı bulduk.. :)

Yazının son bölümü hakkında yorum dahi yapmadan aynen aktarıyorum size.. Konu Levh-i Mahfuz..

"HOLLOGRAM VE TASAVVUF,
Ahmet F. Yüksel

Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim… Kişinin “Ayan-ı Sabite” denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef’al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir.

Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir. Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf tecrübeli bu anlamda “eşyanın menşe-i”ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır. Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O’nun ilmiyle, O’nun ilminden ve O’nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan her şey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, “Zerre küllün aynasıdır” şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz’iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır. Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz’ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz’ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır.

Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm’ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, “kesreti” yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin “kaza ve hüküm”, bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki “hüküm ve takdirin” fiiller alemine yansımasıdır. Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şeyin varlığını Allah’tan alır. Ve herbiri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek’tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah’dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek’in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Mutlak yaratıcı her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de “Alemlerin aslı hayaldir” diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir."


Ne diyorsunuz? Levhi mahfuz açıklaması bana çok mantıklı geldi..

Kalın sağlıcakla
Fasulye

30 Kasım 2009 Pazartesi

Mazhar Alanson, Hz. Muhammed ve AKP

Diyorum ya facebook dünyasına bir girdim pir girdim, "okula giden çocuğumuz var, hafta içi evdeyiz" sloganıyla yaşadığımızdan, oğlan uyuduktan sonra herkes evde kaptığı bir ekranın başına dağılıyor. Benim televizyonla hiç ilgim olmadığından genellikle bilgisayar ekranı kalıyor elimde..

Mazhar - Fuat - Özkan, oldum olası en sevdiğim gruplardan biridir, media player ıma oyle yüzlerce şarkılarını dizer, arka arkaya dinlerim hiç sıkılmadan, ama grubun dağılmasının ardından Mazhar Alanson'un tek başına yaptığı şarkılar da en az eskileri kadar haz verir bana.. facebook'da da ne zaman görsem o şarkıları, defalarca paylaştığıma aldırmadan yine paylaşır, klip çılgınlığına yenilerini eklemeye devam ederim.

Geçen gece yine Mazhar Alanson'un Yandım adlı şarkısına air klibi görünce dayanamadım paylaştım tabi haliyle, gecenin kör saati göz kapaklarımı zar zor kaşlarıma yakın tutmaya çalışırken, birden değerli eniştemin klibin altına yazdığı şu yorum uyanmaya başladığım an oldu ;

"İşte bu adamı sevdiğiniz için sizi ayıplıyorum, bu adamın adı Hacı Mazhar oldu duymadınız mı?"

Nası yani, oldum ilkin, hani gündem özetlerini biliyor olsamda, yazılı ve görsel basındaki nakaratların detaylarını çok takip eden biri değilim son zamanlarda açıkçası.. Benim bilmediğim bir şey var kesin diye düşünürek, Mazhar Alanson'un sufi olduğunu bildiğimi ama bunun tasavvufla ilgili bir konu olduğunu varsa bildiği fazlası beni aydınlatmasını istedim eniştemden ve eniştem bana "şşşt" demiş oldu klip altında koyu bir sohbetle gece yarısını geçtik gittik..

Eniştem seçim zamanı yayınlanan haberlerin linkleri ile bir taraftan beni aydınlatma, diğer taraftan da kendini haklı çıkarma eylemlerine girişti. Ben de üşenmedim hepsini bir bir okudum, hani zaten haksız yere insanlar saldırılmasından, elmayla armutun karıştırılmasından, fanatizmin doruklarında düşünce gruplarına dahil olmaktan oldum olası haz etmemişimdir.

Birbirinin aynı olan yazıların özetle içeriğinde Mazhar Alanson'un yaptığı kabe ziyaretinden orada ne kadar huzur bulduğundan, Hz. Muhammed'e duyduğu hayranlıktan söz ediliyordu, sayın Alanson iki cümlede bir "..bu AKP liyim demek değil ama.." diyordu. Biricik Sude'nin AKP belediyelerinden birine aday olduğundan mıydı neydi hatırlamıyorum o tarz bir kaç habere de rastlanıyordu yazıların içinde.. Ha birde Mazhar Alanson Orhan Pamuk için vatan haini ilan edilmesini yersiz bulduğunu ifade etmişti.

Bütün okuduklarımdan anladığım, daha doğrusu eniştemin anladığını sandığım şey; Mazhar Alanson'unda bir devlet düşmanı olduğuydu. Sonuçta adamcağız abim, babam veya ailemin uzaktan yakından bir ferdi değildi, ama yani bu kadar da yargısız infaz kimseye layık değildi kanaatimce, bende aldım klavyeyi elime başladım döktürmeye, eniştem ve benzeri görüşe sahip kitleler için bloga yazmaya karar verdim aynı görüşlerimi...

Şimdi insanların değerlerinin olması normaldir, elbetteki olacaktır, bu ülkenin de kendince ortak değerleri vardır. Ortak olmasının anlamı yüzde yüzlerde bir paylaşım olması değil, çoğunluğun ortak düşüncesi olmasından kaynaklanır. Bu çoğunlukla ifade edilecek rakamların aynı nesile mensup, aynı tarihlerde tevellüt sahibi olmuş insanlardan oluşması demek de değildir bana göre..

Çok derinlemesine bir bilgim olmasa da kendisi hakkında, Mazhar Alanson'un Mevlana ve tasavvuf hayranı bir sufi olduğunu benim kadar basınla yolları az kesişen bir insanın bile bildiği bir ortamda olduğumuzu düşünüyorum, yani zaten kendisi bunu red etmiyor. Yine bu ülkede yaşayan insanların çoğunluğunun Mevlana Celaleddin Rumi adını hayatları boyunca en az bir kere duymuş olduklarından eminim, "Ne olursan, ol yine gel" felsefesinin de özü yine pek çok insan tarafından bilinmekte olduğuna şüphem yok.

Şimdi bu felsefeye gönül verdiğini zaten apaçık söyleyen bir kişinin, sarf etmiş olduğu sözlere de biraz hayata bakışı göz önüne alınarak bakılmalı düşüncesindeyim bu nedenle, cımbızla cümle çekerek anlamlandırmaya çalışmanın bir gereği yok bence.

Tasavvuf derin bir konudur, burada detaylarına girme gereğini duymuyorum ama özünde Mevlana'nın evrenselleşmiş dünya görüşüne göre aşkın yüceltildiğini ve kula duyulan aşkın özünde ve hatta sonunda ilahi aşka dayandığını hatırlatmak isterim. Türkiye'de ve dünyanın diğer ülkelerinde yaşanan "siyasallaşmış islam kültürü"nü bir kenara bırakacak olursak, ülkemizin resmi dini olan İslam, özünde Kur'an'ı okumaktan öte anlamaya çalışan her kişi için Mevlana'nın dünya ve ahiret görüşüne ters herhangi bir unsur taşımaz, bilakis bu görüşler İslam felsefesinin özüne en yakın görüşleri kapsar. Bunun da ötesinde budizm vb pek çok felsefe de özünde hemen hemen aynı mesajı taşır. Bu din dışı literatüre baktığınızda da "hümanizm" olarak yerini almaktadır, dünya insanlık tarihi literatüründe..

Özetle AKP veya benzeri "dini siyasete alet eden", partilerin görüş ve düşünceleri ile öznesi olan "Allah" dışında herhangi bir konuda kesişmez bana göre.. İslam bir siyasi rejim ya da yönetim şekli değildir çünkü.. Laiklik ilkesinin anlatmaya çalıştığı, ama bir türlü ikna edemediği anlamı da budur zaten.

Neyse konuyu dağıtmayalım, Mazhar Alanson İbni Arab ile başlayan ve Mevlana ile evrenselliğe ulaşan sufizm hayat görüşünü benimsemiş bir kişi olarak, haliyle Hz Muhammed'e hayranlık duyacaktır ki, benim de aynı hayranlığı kendisine karşı besliyor olduğumuda burada belirtmek durumundayım, Hz. Muhammed ve Atatürk bana göre iki farklı ama hayranlık duyulacak insan modelidir. Bu anlamda ilahi aşkın peşinde bir kişi olarak, Kabe gibi kutsal bir mekanda huzur buluyor olmasının da kişisel ve vicdani hislerinin dışında bir siyasi anlamı yoktur. Günahsızlık vicdan rahatlığıdır bana göre, eğer sahipseniz tabii.

Yine "gel, ne olursan ol yine gel" felsefesini benimsemiş bir insanın siyasi görüşlerini takdir etse de etmese de Orham Pamuğa kucak açıyor olması ve toplum dışı tutuluyor olmasına, hele ki bir sanatçı olarak bu muameleye layık görülüyor olmasına tepki vermesi de gayet normaldir. Bu devlet düşmanı, kökten dinci, ılımlı islam gibi bir takım siyasi kökenli oluşumların içinde olduğu anlamına gelmez ve ilgili partilerin amblemleriyle yaftalanamaz diye düşünüyorum.

Bundan öte "kimse evli olduğu, sevdiği veya birlikte yaşadığı insanın görüş, düşünce ve davranışlarından sorumlu tutulamaz ve kısıtlama hakkında da sahip olamaz" tarzından düşüncelerinde en ateşli savunucularından olduğumdan, Biricik Sude'nin seçimlerinden dolayıda Mazhar Alanson'un yargılanmasına yine karşıyım, bir eşin sevdiğini desteklemesi ona olan duyduğu sevginin göstergesidir, mutlak surette aynı fikirdelik bana ters gelir.

Mazhar Alanson'a avukatlık etmek değil bunları anlatmakta ki amacım, sadece bu ülkede elma ile armutun birbirine karıştırılmasından, yargısız infazlardan, gaza gelip düşünmeden yapılan toplumsal saçmalıklardan sıkıldım. Bu ülke kahramanları, filozofları, bilim adamları, dini, tüm insanları ve diğer bütün manevi ve kültürel değerleri ile bir bütündür, parçalanamaz.. Siz elinizdeki değerleri, değerlerine aldırmadan çamurların içine fırlatıyor ve hata affetmiyorsanız o zaman asıl bölücülüğü siz yapıyorsunuz demektir..

Mustafa Kemal ve İslam bu ülkenin değerlerindendir, insan sevgisi yüzyıllardır bu ülkenin topraklarından sarmaşıklar gibi fışkırarak, insanları bir arada tutmayı başarmıştır. Sahip olunan her değerin yapıcı ve yıkıcı yanları olabilir toplumun farklı kesimleri için, ama bunlar karşılıklı hoşgörü anlayış ve hurafelerin yıkılması ile mümkün olabilir.

Biraz daha hoşgörü sahibi olarak laylara bakış açınızı genişletmeniz ümidiyle,

"Fanatizmin karşısına, fanatizmle çıkmak, savaş ilan etmektir, barışa giden yol bu değildir."
Evrensel Fasulye

29 Kasım 2009 Pazar

BAYRAMLIK AĞIZ..

Az önce bir arkadaşlara yaptığımız iadei ziyaretten döndük, malum bayram.. dün gece bizdelerdi kendileri, bu gece de biz ordaydık.. Çevremizin darlığından değil bu evcilik muhabbeti elbette ama bu domuz gribi vesilesiyle büyüklerimizin ellerinden, küçüklerimizin gözlerinden öpemedik, telekominkasyon reklamlarından feyz alıp, alo bayram hattı kurduk evimizde..

Bir pazartesi gününün tatil olmasının verdiği dayanılmaz haz ile, pazar gecesi oturdum internetin başına, maillerime baktım, yetmedi face baktım, kesmedi dolandım durdum, derken bünyeye ağır geldi bu tatil belli ki, "açtırmayın bayramlık ağzımı" lafına takıldım.. Şimdi epeydir de bloga yazmamışlığın acemiliği var.. Yastığıma kafamı koyduğum anda zihnimde beliren başlıklar ve içerikler her nasılsa sabah kalktığımda uçup gittiğinden, bir türlü derleyip toparlayıp, merhaba dünyanın ötesine geçemedim.. Dur bu sefer aklıma gelmişken dolanayım bakayım ne bulacağım ne yazacağıma geldim.. Bayramlık ağzımı açtım yazıyoruma geldim.. Gugıl'da yazayım dedim ilkin ne demişler bu özlü sözümüzle ilgili.. 2006 yılında Pakize Suda'nın aynı başlıklı bir yazısına denk geldim..

Yazının son paragrafında yazan cümleyi görünce de gülümsedim ister istemez.. Tarih ve tekerrür ikilisini her zaman sevmişimdir..Aynen şöyle yazıyordu..

"AKP'de Kuş gribi komplo diyen çokmuş.. " bu grip olayı AKP döneminden önce bu kadar hayvansal ve evrensel bir duruma dönüşmemişti zaten her ne hikmetse.. bu komplo ifadesini partiden kim kullanmış bilmem o zamanlar ama, sayın başbakanımız domuz gribi içinde aynı kanıda olacak ki, salık bakanımızın tüm çabalarına kadar aşılanmama konusunda ısrarlı. Bu yazının anlam ve içeriği domuz gribi olmayacak merak etmeyin, zaten tıp dünyasını ikiye bölmüş bir konuda benim gibi bir fasulye beyninin anlamlandıracağı bir bölüm olamaz zaten..

Ama bu ikiye bölünme konusu da aklıma yıllar önce merak salıp da okuduğum bir yazıyı getirdi. Hepimizin dönem dönem olduğu gibi benimde reenkarnasyon konusuna bir merakım başlamıştı, o zamanlar gogıl yoktu öyle gazatelerden falan okuduğumuz öğrendiğimiz şeyler vardı. Bir de benim en çok ciddiye aldığım Bilinmeyen ve Nokta dergileri vardı. Her neyse.. Bir ramazan günü Yaşar Nuri Öztürk Hürriyet Gazetisinde tam sayfa bu konuyu ele almıştı. Benim gibi meraklı bir gözden kaçmayacak bu tam sayfa yazı öyle açıklayıcı idi ki, okuduktan sonra reenkarnasyon ne var ne de yok diyebilmiştim.. Minicik minicik yazılmış, sütunlar dolusu yazının özeti kısaca şuydu; "İslamda konuyla ilgili üç görüş vardır... Bunlardan birincisi reenkarnasyon vardır der, ikinci yoktur der, üçüncüsü belirli durumlarda vardır der.." Şimdi bende bu yazıdan aldığım feyz ile ancak tıp dünyasının ayrıldığı aşı konusu üzerine, olunmalıdır, olunmamalıdır değil, elime kalan tek seçenek olan bazı durumlarda olunmalıdır ya da olunmamalıdır diyebilirim ki, boyle diyen bilim adamlarıda zaten mevcut :)

Bir bayramlık ağızdan nerelere geldik.. Konuyla ilgili ciddi araştırmalar yapmaya devam ederek gogılda yaptığım aramanın ekşi sözlük ile ilgili linkine tıkladım.. Oradaki her yazanı şu aşağıdaki hariç anladım..

"doldurulan uktenin altına 'aramak, inanmak, bikbik' tarzı entryler girince kurulan cümle"

Himm.. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı an benim için.. Kasıt neresi ve neden hic bir şey anlamadım.. O nedenle geçiyorum.. Ama anlayan arkadaşların Allah rızası için beni aydınlatmalarını rica ederim...

Araştırmaya devam ediyorum ve bir de ne goruyorum, blogcu.com da ikamet eden bir başka arkadaşımın 09/01/2007 tarihinde tam olarak benim bu gece yaptıklarımı yaparak aynı başlığı seçerek ve de gogıl üzerinden ciddi bir araştırma yaptığını görüyorum.. Sanırım ruh ikizimi buldum :) Demek ki hayatın bir döneminde herkes bu deneyimi yaşayacak diye genellemek daha mantıksız geldi çünkü..

Herneyse madem ki bu kadar araştırılmış bu konu benden önce, demek ki keşfedecek fazla bir şey kalmamış, e bayramlık ağzımızı şimdilik kapatıp, daha günlük ağızlarda görüşmek üzere diyorum efendim..

Herkese hayırlı bayramlar..
Fasulye

20 Kasım 2009 Cuma

MERHABA DÜNYA!

Bazen hepimize oluyor biliyorsunuz.. Bir kopuş başladı mı yazmaktan, tüm heveslere rağmen bir türlü geri dönülmüyor gidilen uzaklardan.. Şimdi baktımda en son yazdığım tarihe aylar olmuş sahiden de.. Zaten periyodların arasını açmışım önce bir çeşit sinyaller vermeye de başlamışım.

Bloga yazmayınca sanaldan kopmuyoruz elbette.. Trendi yakaladım bende ilkokuldan başladım bir sürü arkadaşımı bir araya topladım.. Çok keyifli buluşmalar da yaptık, hatta lise grubuma başkan bile oldum bunca zaman sonra.. Eski dostları, eski yüzleri, yeni yaşlarıyla yeniden tanımak çok güzel oldu gerçekten..

Bu arada bloguma yeni bir yazar kazandım ALTAY KAYNAR. Bu isim ilkokula ilk başladığım günden bu yana zihnimde.. Sevgili Altay iyi bir mizah yazarı ve aynı zaman da iyi bir çizer. İlk yazısı "ŞEHİRDE İNSAN YOKTU" şu anda blogda zaten.. Yazısını süsleyen çizim de yine kendisine ait..

En kısa zamanda bende yeni yazılarımla burada olacağım..

Kalın sağlıcakla
Fasulye The Lost Writer

2 Temmuz 2009 Perşembe

CEHALETİMİ ÖZLEDİM..

Bir süredir kendi güncelimde, kendi gündemimi yaşamaktan yazamıyordum. Biraz da istemiyordum nedense.. Hani öyle istemeden yazmak da, iş olsun diye hiç bana göre değil gerçekten..

Az önce geldi bir mail, öyle iş arasında okuyayım bakalım neymiş diye düşünürken, içimde uyuyanları mı uyandırdı bilinmez.. Öyle yazasım geldi birden.. Birikmişlerimi dökesim geldi aniden.. Biraz duygusal, biraz şiirsel, biraz masal tadında bir tat bıraktı damağımda bu mesaj..

"Ne güzel cahildik. bu zamanlar öyle güzeldi ki" diye başlıyordu mesaj, hemen altında bir sobanın yanında bir teyze keyifle oturmuş sobanın yanına, üzerindeki çayın odaya yayılan kokusunu duyuyordu belli ki.. Hayır koymayacağım resmi buraya.. Hayal tadında her şey bu.. Bir nesil öncesinin çocukluğuna dair bir tasviri olsa da resimdeki odanın, o nesillerin çocukları olan bizlerin yaşamını da sarmalıyordu sanki, bir büyük annenin evindeki yetişkin anne babamızın çocukluğuna dair izler gibi.. Bazen bende böyle hissediyorum annemin evine gittiğimde kendi odamda.. Şimdi bensiz ama sanki bir gün dönermişim gibi hiç bozulmamış düzenine baktığımda.. "Mutluluğun resmini çiziyorduk" diye bitiyordu mesaj, aradaki satırlarda beni çoktan o eski güzel günlere götürüp getirdikten sonra.. Özlediklerimden fazlası kalmış içimde meğer..

"Dışarıda kar...
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü.
Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi...


Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...
"
Ben yaşlı mıyım sahi o kadar.. Bu kadar mı uzakta kaldılar o günler.. Ben büyümekle meşgulken mi zaptteti bu tek dişi kalmış medeni dünya bizi.. Oysa ne kadar doğal süreçlerden geldim de geçtim gibi hissediyordum bu ana kadar..

Sokak aralarına yığılmış simsiyah kömür yığınları arasında açılırdı okullar ben çocukken oysa.. Kararmış küfelerle taşırdı bir çoğunu hamallar. Her evin altında olan kömürlüklere.. İner çıkar, iner çıkardı o merdivenleri hiç bıkmadan bir ton kömürün altında, kimi yaşlı kimi genç ama hepsi kmürün tozuna bulanmış, ekmek parası için çalışıp duran insanlar.. Bazen de hamala bile verilecek para olmaz dı da ailecek ellerinde kovalar güle oynaya taşırlardı insanlar.. Bütün kömür taşınıp bittikten sonra birer kara leke kalırdı tozun toprağın içinde sokakta.. Ertesi günü çalı süpürgeli çöpçüler tozuta tozuta sokağın başından başlar sonunda dek süpürüp temizlerlerdi kapkara dumanlar içinde.. Kömür taşınana dek biz hoplayarak zıplayarak oyunlarımıza devam eder arada çaldığımız bir kaç kömürle sek sek çizerdik sokaklara, bahçelere.. Her zaman tebeşir bulunmazdı ki o zamanlar.. Okullarda olurdu onlar.. Kırılmış kiremit parçaları ya da kömürle çizerdik biz sek sekleri.. Öyle plastikten yapılmış çizgiler satılmıyordu çarşılarda ki kuralımda evimizde bile sekelim..

Sobanın tepsisinin üzerinde dururdu ucu kararmış ve kıvrık kömür maşası.. Sobanın altından şöyle bir sokup karıştırmak lazımdı arada bir.. Küller dökülürdü sobanın içinden o zaman ki kömür daha güzel yanardı sanırım.. Genellikle sobanın kendi tepsisi altında bir muşamba ya da benzeri bir şey serilirdi ki bu maşa ile kurcalama işlemi sırasında etrafa saçılan kor parçaları zemini ya da halıyı yakmasın.. Üzerinde kahverengi-siyah yanık lekeleri olurdu o muşambaların.. Kenarları ipliklenmiş kıvrılmış olurdu kimi zaman..

Babam maşayı sobanın üzerine ters koyar ekmekleri dizerdi her sabah.. Mis gibi kokardı o ekmek.. Üzerine sürdüğü yağ ile bir severdim ki.. Tost makinaları vermiyor şimdi o tadı.. Babamın elinden mi sobadan mı bilinmez.. Özlemişim..

Ekmekler kızarana kadar meşgul olan sobanın üzerine çay yerleşirdi sonra dumanı tüterek.. Kahvaltıdaki domatesin tadına da doyulmazdı gerçekten.. Kömürlükten eve çıkarılan kömür bittiğinde hane halkından biri iner bir kova daha getirdi kömürlükten.. Bir de kömürlük anahtarları olurdu bu yüzden.. Asılırdı kapı girişine ki bir yere kaybolmasın.. Asma kilidi vardı bizim apartmandaki kömürlüğün kapılarında.. Hala durur onlar şimdi kullanılmayan eşyalar konuyor içine.. Gıcırdayan tahta kapıları bile değişmedi oysa..

Akşam oldu mu yıkadığı kestaneleri özenle keser yerleştirirdi babam sobanın üzerine, gün içinde yıkanmış çamaşırlar sobanın borusuna takılan askıdan sarkmış vuran sıcağın harıyla bir sağa sola sallanırken.. Radyodan Türk Sanat Müziği dinlerdi annem iş yaparken.. Kadın gelmezdi o zamanlar bize.. Annem yapardı temizliği.. Merdaneli çamaşır makinasının başında sıkardı saatlerce çamaşırları..

Ne güzel kokardı o kestane.. ayıklayıp avucuma koyduğunda babam elim yanmasın diye hemen ağzıma atar bu seferde ağzım yandığı için zıplamaya başlardım evin içinde.. Sıcak yenir derdi babam kestane bende uyardım onun aklına beklemezdim soğusun diye.. Soğudukça sertleşir kururdu zaten..

Kestane yoksa, bu defa patates konardı sobanın altındaki sürgülü kapak açılıp da közün içine.. Kumpir nedir bile bilmediğim zamanlarda bile bayılırdım o kabuğun hemen altında kalan bölümü kemirmeye.. Ondandır her kumpir alışımda malzemesinden çok kabuğun altında kalan bölümü plastik kaşığı kırmadan kazıyıp yemeye çalışmam herhalde.. Dört gözle beklerdim babamın elindeki maşa her sobanın içine girdiğinde bir patatesle geri çıkmasını..

Yağda yumurta yapardık sabahları biz omlet değil.. Öyle sahanda beyazın ortasında sarısına ekmek batırarak ne guzel yerdik yumurtayı kızarmış ekmekle beraber, canım çekti şimdi :)

Ankara'nın sert olurdu kışı gerçekten ya da ben küçüktüm ondan öyle gelirdi bilmiyorum.. Bata çıka okula giderdik karların arasından ama hiç üşümezdik sanırım hatırlamıyorum.. Sobanın yanında giydirirdi annem beni üşümeyeyim diye.. Hatta sobanın yanında yıkadığını bile hatırlamıyorum bir zamanlar..

Gazeteler atılmaz saklanırdı o zaman sobayı tutuşturmaya lazım olurdu çünkü.. Öyle kullanılmayan ufak tefek şeyler de atılıverirdi sobaya.. Evlerin bacalarından çıkan simsiyah dumanlar bizi zehirliyor olsada yine de çok güzel gelirdi bana bembeyaz çatıların arasından..Her ev sobalı değildi ben küçükken vardı kaloriferli evler ama bizimki oyleydi.. Sobalı evlerin salonlarını ortaya yaparlardı eskiden bütün odalar salona açılırdı ki, ortada yanan sobanın sıcağı dağılsın bütün evin içine diye.. Gaz sobaları vardı bir de o zamanlar.. Benim odamda vardı bir tane.. Salonda yanan sobanın sıcağı yetmez diye düşündüklerinden sanırım birde gaz sobası kurmuşlardı benim odama.. Oldum olası severim sıcağı zaten...

Ve devam ediyordu mesaj bu kadarla bitmiyordu ...

"Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...

Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı. Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç! Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk. Kestane közlemek bütün bir gecenin mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar... Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası..."

Bir kanaat vardı gerçekten o zamanlar sanırım.. Hiç fazlasını istemek aklımıza gelmiyordu hatırladığım.. Bir çift ayakkabımız olurdu hepimizin mevsimlik.. O eskimeden alınmazdı yenisi.. Annemin güne giderken giydiği bir kaç fazla ayakkabısı olurdu sadece. Her birinin aynı renginde çantası.. Biri iki yazlık bir iki de kışlık giyeceğimiz vardı.. Fazlası da gerekmiyordu ki zaten..

Annem, anneannemin anlattığını söylediği hikayeler anlatırdı bana o zamanlar.. Babam her akşam beni kucağına oturtup bir yandan ayıkladığı çekirdekleri bana yedirirken bir yandan Ayşegül kitapları okurdu. Bayılırdım o kitapların resimlerine.. Geçtiğimiz dönemde bir gazete veriyordu yeniden o kitapları.. Hepsinin resimlerine baktım doya doya.. Hiç değişmemişti Ayşegül..

Evimizde bir televizyon olsada hatırladığım o kadar çok elektirik kesilirdi ki bir odanın içinde yanan tek bir mum ışığında otururduk ailecek.. Babam geç gelirdi biraz.. Annem'e parmaklarımla gölge oyunları yapardım duvarlarda.. Hiç sıkılmazdım.. Bütün gün sokakta oynamışlığın doygunluğu da oluyordu sanırım üzerimdeki daha bir sakin hatırlıyorum kendimi şimdiki çocuklara göre..

"Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi? Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.

Çay da kokardı... Domates de...Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu. Dışarıda kar...İçeride huzur...Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda... Ne güzel cahildik.

Mutluluğun resmini çiziyorduk... "

İçim cizz etti bu mesajı okuyunca.. Düşündüm ve oğluma çok üzüldüm.. Medeniyet beni esir almadan ne cahil ne mutluydum ben oysa..

Fasulye..

22 Mayıs 2009 Cuma

ÖĞRENCİ ANDI

Yetmiş yıldan beri ilkokullarda her sabah söylenmekte olan “Öğrenci Andı” nı yazan ve 23 Nisan 1933′te Türk çocuklarına armağan eden Dr. Reşit Galip’tir.

Prof. Dr. Afet İnan, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” adlı eserinde (s. 213) Dr. Reşit Galip ve “AND” hakkında şunları yazmıştır:

“1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya köşküne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı’ dedi:

Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit Galip, evvelâ bir baba olarak bu hisleri duymuş; sonra da Millî Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.”



“Türküm, doğruyum, çalışkanım.

İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim.

Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

Ne Mutlu Türküm Diyene!”



Bu andın içinden Atatürk'ü çıkarırsanız geriye Türklük kalır.

"Türküm, doğruyum, çalışkanım.



İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir....

Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

Ne Mutlu Türküm Diyene!”


Onu da çıkarırsanız geriye Kur'an başta olmak üzere bütün kutsal kitapların ve doğu felsefelerinin önerdikleri kalır..

“Doğruyum, çalışkanım.

İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymaktır

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.”

Hangisinden vazgeçelim..

a. Atatürk,
b. Türklük,
c. İnsanlık

Bir öğreti metni tüm insanlık için yazılır herkes içinden kendine düşeni alır.. Atatürk'ü istemeyen, Türklüğü ve insanlığı, Türklüğü istemeyen insanlığı alır.. Ha onu da istemiyorsa, o zaman diyecek lafımız olmaz, rencide olduğuyla kalır..

Fasulye

Siz Kimsiniz?

Kendinizden vazgeçebilir misiniz? Peki siz kimsiniz? İyisiyle kötüsüyle yaşayıp duruyorsunuz öyle değil mi? Kiminiz çok yalnız hissediyor kendini, kiminiz çok mutsuz, kiminizi hiç kimse anlamıyor, kiminiz ise bunları hiç düşünmüyor kapılmış rutine sürükleniyorsunuz. Malum bahar, belki de kiminizin en mutlu günleri, aşıksınız.. Peki siz kimsiniz? Bir erkek, bir kadın, bir insan, bir müslüman, bir hristiyan, bir Türk, bir Alman, bir anne, bir baba, bir öğrenci, bir çalışan, bir vatandaş, bir komik, bir sinirli, bir arkadaş, bir duygusal, bir zengin, bir fakir, bir aydın, bir cahil, bir entellektüel, bir burjuva, bir liberal, bir kemalist, bir faşist, bir cumhuriyetçi, bir muhafazakar, bir dini bütün, bir ateist, bir komşu, bir bakkal, bir kasap, bir mühendis, bir ikizler burcu, bir akrep burcu vs vs.... Çözmüyor musunuz testleri neler çıkıyor? Bunlardan hangilerisiniz ya da daha başkaları.. Kendinizi tanımlarken sıfatlardan saydığım ya da başka sıfatlardan yararlanmıyor musunuz? Bir sıfatlar bütünüsünüz aslında ve bu sıfatlara sahip tüm gruplara dahilsiniz.. Birinden eksilseniz grup bir şey kaybeder mi? Sanmam.. Peki siz bu sıfatlardan birini eksiltseniz bir şey kaybeder misiniz? Sıfatına göre değişir.. Nedir öne çıkan sıfatlarınız sizin için hayatta, nedir “beni ben yapan” dediğiniz şeyler..

Bir yere ait misiniz? Ait olmak zorunda mısınız? Bir düşünün bir aileniz, bir sevdiğiniz, bir mahalleniz, bir okulunuz, bir arkadaş grubunuz, bir çocuğunuz, bir arabanız, bir telefonunuz, bir iş yeriniz olmasaydı, siz yine siz olur muydunuz? Bu gün kökleşmiş kurumların pek çoğunda bir aidiyet duygusu yaratılmaya çalışılır, bir camia olmanın verdiği güce davet edilir insanlar.. Bir zümre, bir grup.. Bir ortak paydanın etrafında toplanmak uğruna.. Çocuklar oyun gruplarına dahil edilmediklerinde bozulurlar, ergenler popüler gruba dahil olmaya çalışırlar, yetişkinler toplumda kabul görmek isterler.. Hem ait olmak, hem de ait olduğuna sahip olmak egosu vardır hepimizde.. Bazen de sadece alışkanlıklarımız..

Bir milli maç seyrederken ne hissedersiniz? Bir marş dinlerken ne hissedersiniz, şöyle gümbür gümbür çalsa o marş.. Bir milli müsabaka da birincilik kürsüsünde bir sporcu televizyon ekranlarında dalgalanan kendi bayrağınız, herkes ayakta milli marşınız çalarken siz ne hissedersiniz... Sizin ülkeniz mi burası? Peki siz kimsiniz?

Değerleriniz var mı sizin, sizi ayakta tutan, onlar için fedakarlıklar yapabileceğiniz değerleriniz.. Soyut somut farketmez.. Çocuklarınız, aileniz, paranız, arabanız, ülkünüz, ülkeniz, aşkınız, atalarınız, inançlarınız, kurallarınız...

Değerleri ve aidiyet duyguları size yakın olan insanlarla daha mı iyi anlaşıyorsunuz.. Kim onlar..? Nereye aitler? Size mi?

Sahip çıktığınız değer ve mülkiyetleri korumanız ve mülkiyetinizi devam ettirmenizi destekleyen her türlü haraketi alkışlarla mı karşılarsınız.. Peki ya tehditleri.. Çok mu korumacısınız? Neden?

Peki siz kimsiniz? Nerden geldiniz? Neden burdasınız? Gündelik alışkanlıklarınızı, hayatınızın kurallarını, sahip olduklarınızı nereden edindiniz?

Kendi doğrularınızı ve değerlerinizi çocuklarınıza aktarmak, onlara sizin için en değerli olanları miras bırakmak istemez misiniz? Mülkiyetleriniz haricinde, onlara barış, umut, sevgi dolu, özgür bir dünya bırakmak.. Hayatta asıl önemli olanların neler olduğunu öğretmek istemez misiniz? Onların kendi değerleri sizinkiyle uymayınca hayal kırıklığı yaşamaz mısınız..? Kendinize ihanet edilmiş hissetmez, nerede hata yaptım diye sormaz mısınız?

Müzik dinlemeyi sever misiniz? Şiir okumayı? Tam da sizi mi anlatır bazen yazarlar, şairler.. Siz bile böyle derleyip toplayıp soyleyemessiniz diye mi düşünürsünüz bazılarını dinlerken, okurken.. En sevdiğiniz şarkıları şiirleri şöyle avaz avaz söylemekten, ya da yüksek sesle sindirerek dinlemekten keyif almaz mısınız..? Alıp götürmez mi sizi başka diyarlara, başka duygulara birden bire.. O yüksek sesin içinizdeki her duygu teline dokunduğunu hissetmez misiniz böyle zamanlarda? Ben hissederim..

Kim miyim?

Ben “Türküm, doğruyum, çalışkanım...”

Fasulye

6 Mayıs 2009 Çarşamba

DÜĞÜNE Mİ, ÖLÜME Mİ?

Çocukken benim de herkes gibi bir pul defterim vardı.. Kimisi bunu ileriki zamanlarına keyifli bir uğraş olarak taşırken, ben ne yazık ki sarı deri kaplı pul defterimin içinde hapis bıraktım bu hevesimi yıllarca..

Ara sayfalardaki peluşu hışırdatarak her açtığımda, sırada gelen her sayfadaki pulları ezberleyecek kadar çok ilgilenmiştim oysa onlarla.. Bazı pullar gerek üzerlerindeki resimlerden, gerekse yazılan yazılardan daha kalıcı oldular benim için..

Resimde gördüğünüz pul da bunlardan biriydi.. "Düğüne mi, ölüme mi?".. Çocuk aklımla çok vurucu gelmişti bu mesaj bana o yıllarda.. Oysa şimdi sigara paketlerinin üzerine neler yazıyorlar, hiç umursamıyorum.. Büyüdükçe kanıksıyor insan sanırım ölüm fikrini... Bu pulun düğüne gideceğiz diye traktörlere doluşan insanların hayatlarını nasıl bir tehlikeye attıklarını anlattığını anlamıştım ama o yıllarda.. Demek ki ne kadar çok sık yaşanan bir durumdu ki, pulların üzerine konu olmak durumunda kalmıştı, yine o yıllarda televizyonlarda verilen Dikkat programları gibi..

Geçtiğimiz günlerde Mardin'de bir düğünde yaşanan olayları okuyunca, nedense direkt bu pul geldi aklıma.. "Düğüne mi, ölüme mi?" ... Şekil aynı olmasa bile sonuç aynıydı, sanırım ondan.. Bütün bir gün ve hatta haftalarca öncesinden hazırlanılmış bir eğlence için gelmişlerdi çocuklar meydana.. En güzel elbiselerini ölüm yolculuğu için giymişlerdi.. Rengarenkti yürekleri de görüntüleri de.. Erkek ve kız tarafının husumetine aldırmadan, kovalamaca oynuyorlardı belki, bağıra çağıra.. Örgüleri uçuyordu rüzgara inat.. Kınalı avuçlarını birbirine değdirip bir "ebe" diyebilmek peşindeydiler sadece..

Biz değil miyiz yıllardır PKK'yı lanetleyen.. Karnından vurulmuş bir bebeği kaldırmış o adamın resmini hatırladınız mı? Katliam diye medya da boy gösteren, o şimdi bile bakamadığım fotoğrafları hatırladınız mı? Adına terör denilen o hain saldırıları... Nasıl unutabiliriz ki.. Bir pullarla, bir de PKK haberleri ile büyüdük hepimiz.. Ecevit ve Demirel'i saymıyorum...

Kan davası olmasın diye bir aileyi, çoluk-çocuk ortadan kaldırmayı akıl eden bu nesil nerde büyüdü bilmiyorum ama, köyden geriye kalanla, o fotoğrafları yan yana koyduğunda aradaki yedi farkı bulabilir mi dersiniz.. Bulamaz bence.. Bir insanı değil, bir soyu kazımayı düşünecek bu zihniyet, camilerindeki hoca efendilere de mi danışmaz bu tür deliliklerden önce.. Hani görürüz filmlerde.. Kan davası olmasın diye öldürdük çocukları.. Nasılsa onlar bizi, biz onları öldürecektik bir bir.. Şimdi sadece onlar öldü, biz kurtulduk mu bunun adı..

Bilmiyorum..
Sadece aklımda sarı küçük bir pul..
"Düğüne mi, ölüme mi?"
fasulye

12 Nisan 2009 Pazar

GLOBALLEŞSEK DE Mİ YAŞASAK, GLOBALLEŞMESEK DE Mİ YAŞASAK!

ŞURA SURESİ

(13) Sizin için, dinden, Nuh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle kanunlaştırdı: "Dini dosdoğru tutun ; Onda bölünüp fırkalara ayrılmayın !" Onları çağırdığın bu tutum şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir.

(14) Kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fırkalara bölündüler...

Adem'in ilk insan olduğunu kabul ettiğimiz nokta da, aslında toplumlardan önce dinin var olduğunu kabul etmiş oluruz. Yani henüz bir toplum olma ve yönetim anlayışı şekillenmeden önce din vardı. İnsan birdi, din birdi, Allah birdi. Yani henüz herşey bir bütündü...

Ne zaman ki Adem'e bir eş yaratıldı ve ardından cennetten yeryüzüne indiler ve bir çocukları oldu hikaye buradan başladı. Ademoğulları adını alacak insan nesli çoğalmaya başladı.. Nasıl, ne şekilde olduğunu tam olarak bilemediğimiz bir şekilde farklı topluluklara bölündü.. Belki de sadece basit aile içi kavgalar ve uzaklaşmalar nedeniyle bir birilerine hasım oldular.. Allah bu ayrılıklara bir son vermek istedi ve yeni resuller gönderdi ama onlar bunların her birini yeni bir din sayıp ayrılmalarına yeni boyutlar kattılar.. Bir bütün olduklarını kabul etmeleri beklenirken, daha çok parçalandılar.. Din, dil, ırk melezi kombinasyonları hesaplanamaz hale geldi.

Oysa her şey zaten bir bütün ve küreseldi. Bir tek şeytana uymamamız gerekiyordu.. Küreselleşme kapsamı dışında kalan şeytan ve ona uyanlar olarak tanımlanıyordu kutsal kitaplarda..

Her kopuşta, önce yeni aileler ve daha sonra bu ailelerin oluşturduğu toplumlar, sonra o toplumların oluşturduğu milletler meydana geldi.. Belki anaerkil, belki ataerkil yapıdaki bu oluşumlar sonuçta yeryüzünü kendilerine göre paylaşıp, kimi zaman uyum içinde kimi zamansa kanlı savaşlarla yaşayıp durdular.. Derken oluşumların medeniyet seviyeleri yükselmeye ve beraberinde maddi kazançları çoğalmaya başladı.. Maddi kazançlar çoğaldıkça, milletler, toplumlar ve hatta aileler kendi içlerinde yeniden bölünmeler yaşamaya başladılar.. Her parçaya yeni bir ad verdiler.. Eskiyi silip yeniden başladılar..

"...aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fırkalara bölündüler".

Paylaşamadıkça, parçalandılar.. Parçalandıkça, paylaşamadılar..

Günümüze geldiğimizde değişen ne oldu? Sık sık gündemde yar alan iki konu geldi hemen aklıma, her ikisi de AB politikalarında yer alıyor, bir birlik peşinde olmanın adımları olarak görülebilir bunlar belki de..

Globalleşme=Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir.

Bir çok açıdan bakıldığında altında bir çapanoğlu aramaya meyilli olduğumuz bu küreselleşme bir çeşit yeniden parçaları bir araya getirme, puzzle'ı yeniden tamamlayarak bütüne ulaşma çabasını yansıtıyor gibi gözüküyor bu tanımdan yola çıkıldığında...

Peşinden yine 1992 Maastricht anlaşmasına dayandırılarak AB tarafından desteklenen bir başka kavrama bakıyoruz..

Etnik milliyetçilik, (ya da mikro milliyetçilik) halkı eşit bir şekilde şemsiyesi altında tutan üst kimlik yerine, alt kimlikleri ile ön plana çıkaran düşünce.

Yani bir önceki tanımda verilen global bütünleşme, entegrasyon ve dayanışmanın sağlanacağı alt gruplardan biri olarak temel alacağımız gruplar ulusal üst kimlikler değil, o üst kimliğe bağlı yaşamını sürdüren tüm alt kimlikler olacak bu durumda..

Olabilir mi gerçekten, en iyi bildiğimiz örnek olarak ülkemizi düşünelim?

Üst kimlik veya bir ulus olarak halkı eşit bir şekilde tek bir şemsiye altında toplayacağız diye uğraşmayacağız mesajı alıyoruz bu tanımdan, çünkü tanım "onun yerine" olarak verilmiş. Biz Türk'üz demeyeceğiz herkesin adına.. Ben Türk'üm diyebilirsiniz o ayrı...

Küreselleşeceğiz ama eşit bir şekilde tek şemsiye altında toplanmayacağız ve alt kimlikleri ön plana çıkaracağız.. Önce alt sınıflara bölünüp, sonra bütünleşmeye çalışacağız.. Globalleşmeyi üst kimlikler yapacak biz alt kimliklerimizi koruyacağız diye uğraşacağız ve tam bir bütünleşme yaşayamayacağız.

Özümüzü koruyacağız bir başka deyimle ve diğer özlere de saygı göstereceğiz.. Globalleşme uğruna kendimizi kaybetmeyeceğiz.. Ancak bunu ulusal bazda yapmayacağız.. Ulusal bazda yaparsak o zaman üst kimliğe ait oluruz çünkü...

Uluslararası bir bazda da yapamayacağız. Çünkü öyle yaparsak sonunda bir ulus olma ihtiyacı doğacak ya kalkıp memleketimiz varsa ona döneceğiz, yoksa kendi alt kimliğimizi, üst kimliğe terfi ettirmek için toprak istemeye başlayacağız. O zaman altında yaşadığımız üst kimlikler bundan hiç hoşlanmayacak, çünkü diğer alt kimliklere kötü örnek olacağız.

Uluslarda birer azınlık ve alt kimlik olarak var olacağız ve bunu yapanları destekleyeceğiz. Çoğunluk olan ulusun özü içerinde var olmuş ayrık otları gibi sırıtacağız.. Tabi melezleşmiş etnikliğimizin hangi tarafı ağır basıyorsa orada kalmaya çalışacağız..

Büyük Önder Atatürk'e göre “Millet, aynı kültürden insanların oluşturduğu toplumdur”. Bu durumda millet de olamayacağız.. Millet olabilmek için ortak bir de milliyetçilik anlayışımız olması gerekecek çünkü.. Bir koltuğa iki karpuzu sığdırabiliyor da hem üst kimliğin, hem kendi alt kimliğimizin milliyetçiliğini koruyabiliyorsak ne ala, o zaman bir umut kalabilir.

Yeniden ülkemiz örneği ile ilerlesek ekonomide küreselleşirken ki bu üst kimlik bilgisi, kendi içimizde bölünerek çoğalmaya ve etnik ve etnik olmayan pek çok alt gruplara bölünebildiğimize ve hafta sonu gazetelerinde daha nasıl alt kimlikler edinebiliriz diye liberal faşizm gibi konular tartışabildiğimize göre çok yakında küresel değil bireysel olacağız gibime geliyor.

“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırları ne olursa olsun, ilk önce ve herşeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Dünyada uluslararası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişiler ve bu nitelikte kişilerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık yoktur. Çocuklarımızı aynı eğitim derecesinden geçirerek yetiştireceğiz. Kesinlikle bilmeliyiz ki iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza vereceğimiz öğrenim sınırı ne olursa olsun onlara esas olarak şunları öğreteceğiz: Milletine, Türkiye Devleti'ne, TBMM'ne düşman olanlarlarla mücadele; bu mücadelenin sebep ve vasıtaları ile donatılmayan millet için yaşama hakkı yoktur.”
(Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, 1952, Türk İnkılap Tarihi Enstitü Yayınları)

PEYGAMBERİMİZİN KUTLU DOĞUM HAFTASI VE ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN !
fasulye

3 Nisan 2009 Cuma

HANGİ KUTUPLAR ERİYOR?

Hemen hiç televizyon izleme merakı olmayan ben, dün akşam nasıl olduysa kısa bir süreliğine bir programın karşısına oturup izleme başarısı gösterdim. İki reklam arası izleyebildiğim program Meral Okay ve Beyazıt Öztürk'ün sunduğu "Nası yani?" programı idi. Ozan Doğulu ile yakaladığım konuk sırası, Doğulu'nun ardından gelen ve yine bir başka kanalda yayınlanan "Meksika Sınırı" adlı programı hazırlayanlardı. Daha önce izlemediğim program anladığım kadarıyla programı hazırlayan 3 kişinin, 3 saat boyunca konu üzerine sohbetleriyle ilerliyordu. Bir çeşit doğaçlama üzerine kurulu bir programdı. Konu önceden belirlenmiyordu, ilgimi çekti. Bir fırsatını bulursam izlemek istiyorum.

Konuklardan birinin yaptığı bir açıklamaya takıldım aslında, popüler kültürün yarattığı içimizdeki ayrımcılıktan bahsediliyordu, tam olarak cümleyi ifade edemeyeceğim şimdi belki ama aldığım mesaj hepimizin sahip olduğu ortak kültürde buluşarak, aslında hayatımıza sanal sınırlar çizerek bizi birbirimizden ayıran popüler kültürü ekarte etmekti bir çeşit amaçları.

Kim olursan ol, yine gel felsefesini düşündürdü bunlar bana..

Aynı toprakların farklı kutuplarında boğuluyor olduğumuzu düşündüm.. Hepimizin elinde inandıklarımız, birbirimizin gözüne soka soka karşı karşıya gelişlerimizi hatırlarım. "Zıt kutuplar birbirini çeker" deniyor olsa da bu ülkede, bu çekimin sonu ortak bir payda yaratmak, bir kenetlenme olmuyordu ne yazık ki..

Aynı ananın farklı çocuklarıyız biz bu ülkede, bir çeşit fetret devri yaşıyoruz kendi içimizde.. Dünya gündemini meşgul eden global ısınma, ılımlı inanç sistemlerine dönüşüyor benim ülkemde ancak.. Eriyen kutupların kutsal kitapların söylemlediği tufanlara dönmesinden önce biz hala kendi buzdağlarımızın tepesinde oturuyoruz bilinçsizce.. Buz dağının altında birleşen köklerimizi görmezden geliyoruz.

Koskoca dünyanın dayanamadığı bir ısınmaya dayanıyor benim ülkemin manevi kutupları, ne diyelim dünyanın kutupları eriyip de sular bize erişene kadar bekleyeceğiz o halde.. Güneşin ısıtamadığı ülkeyi, sular çözecek belki o zaman..

Sevgiler
Fasulye

2 Nisan 2009 Perşembe

Nisan - Dünya Otizm Farkındalık Ayı



Otizm nedir?

Günümüzde her 150 çocuktan birini etkileyerek, çocuklar arasında en hızlı yaygınlaşan nörolojik bozukluk olması ile dünya genelinde hızla yayılan bir hastalık olarak görülüyor…

Dünyada bu yıl şeker, kanser ve AIDS dahil olmak üzere bir çok hastalıktan daha fazla sayıda otizm teşhisi alınması öngörülüyor...

İstatistikler genetik temelli olduğunu gösteriyor. Çevresel faktörler de dahil olmak üzere, nedenlerinin bulunması için yoğun araştırmalar devam ediyor...

Kesinlikle ülke, ırk, kültür ya da sosyo-ekonomik farklılık gözetmiyor…

Bugün için bilinen en etkili tedavisi yoğun bireysel eğitim...

Dünya Otizm Farkındalık Ayı

2 Nisan, tüm dünyada otizm konusunda farkındalık yaratmak ve otizm ile ilgili sorunlara çözüm bulmak amacıyla, 2008 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Otizm Farkındalık Günü” (2nd April World Autism Awareness Day) olarak ilan edilmiştir. 2 Nisan’da başlayan “Otizm Farkındalık Ayı” çerçevesinde tüm dünyada otizmle ilgili araştırmaların teşvik edilmesi ve bilinirliğin artırılarak, erken teşhis ve tedavinin yaygınlaştırılması hedefleniyor.

Destek vermek için aşağıdaki banner'i bloglarınıza ekleyebilirsiniz..



"Yağmur Adam/Rain Man (1988)" filmini izlediyseniz neden bahsettiğimi daha iyi anlayacaksınız...

Fasulye

İNSANLARA ÖNCELİK VERİN..!

Bir çok ülkede G-20 projesi için tepkiler ve protestolar büyümeye devam ediyor.. Peki nedir bu G-20;

20 Ekonomi Bakanı ve Merkez Bankası Müdürü Grubu, dünyanın en gelişmiş 25 milli ekonomisinden 19'unu ve AB'yi kapsayan, ekonomiden sorumlu devlet bakanlarından ve merkez bankası müdürlerinden veya bunların dengi devlet görevlilerinden oluşan grup. Daha çok İngilizce Group of 20 (20 Grubu) kavramının kısaltması olan G-20 adıyla bilinir.

Yani kısaca G-20, "Oceans's 11/12/13"'ün meşru hırsız versiyonu.. Ama başındaki adamların bir Brad Pitt ya da George Clooney karizmasına sahip olduklarını sanmıyorum.. Bu nedenle gişe rekorları kıramıyorlar.. Ayrıca piyasaya sürebilecekleri belirli bir soundtrack'ları da yok.. Dolayısıyla meşhur sayılmazlar..

1975 yılında bir araya gelen grup, 1976 yılında G-7 olarak anılmaya başlanmış.. O yıllarda gündemlerini makroekonomi yönetimi, uluslararasi ticaret ve gelismekte olan ülkelerle isbirligi, daha sonralari ise Dogu-Bati ekonomik iliskileri, enerji ve terör konulari oluşturmaya başlamış. Derken istihdam, çevre, suç ve uyusturucu, insan haklari, bölgesel güvenlik ve silahsizlanma, vb siyasal ve güvenlik içerikli alanlara doğru kayılmasıyla projenin çerçevesi genişlemiş.

1944 yılında Breton Woods'da yapılan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı ardından imzalanan ve uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen Bretton Woods Anlaşması ve adı bu anlaşma ile ortaya çıkan Bretton Woods adlı iktisadi sisteminin getirdiği kurumsal anlayışa bağlı olarak 1999 yılında yapılan Köln Zirvesinde, sistem açısından önemli ülkelerle yeni bir danışma grubunun oluşturulmasına karar verilmiş ve G-7 Maliye Bakanlarının 25 Eylül 1999’daki Washington Toplantısı’nda, küresel sistem için önemli ülkelerden oluşan 20’ler Grubu (G-20) resmen ilan edilmiştir.

Ülkemizde bu projenin bireysel bir üyesidir. Bireysel üyedir çünkü, bu bağlamda üye olmayıp AB üyesi olan ülkelerden de bu projeye dahil olanlar vardır.

Group of 20'nin yeni hedefi küresel krize bir çözüm bulmak ve bu amaçla batan bankaları kurtarmaktır. Bu amaçla 2 Nisan 2009 tarihinde yani bu gün başlayacak bir zirve yapılacaktır. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, “G-20 Zirvesi; Küresel Kriz” başlıklı ve “Hepimizin Sorumluluğu!” sloganı ile ilgili bir bildiri yayınlayarak ekonomik anlamdaki endişelerini dile getirmişlerdir, merak edenler internette bildiriyi bulabilirler..

Peki bu kadar bilir-ülke ve kişinin bir araya gelipte dünya gündeminin merkezindeki bir konuyu ele almalarına karşılık, insanlar neden sokaklara dökülüpte protestolar yapıyorlar merak etmiyor munuz?

İklim değişikliği, açlık ve yoksulluk ile mücadele kısaca insanlık için yapılması gereken harcamaların, banka kurtarılması için harcanmasına karşı çıkıyorlar çünkü.. Bu nedenle bankalara saldırıyorlar, saldırıyorlar derken öyle lafla, sözle değil, düpedüz banka şubelerinin camlarını kırıyorlar.. Öyle ki bu zirve için yapılan protesto gösterilerinin, Irak savaşından sonra yapılacak en büyük protesto gösterisi olacağı rivayet ediliyor. Zirvenin yapılacağı gün alınan güvenlik önlemleri için harcanan paralar da cabası... Bu nedenle "İnsanlara öncelik verin!" sloganıyla sokaklarda binlerce insan..

Peki biz ne yapıyoruz bu arada..?

Oy, sandık, saydık, seçtik ve goooool..! Haydi Türkiye geç İspanya'yı git Afrika'ya, Afrikalı çocuklar Terim'siz kalmasın.. Kriz bize teğet "geçti" hamdolsun..!

G-20'mi mi? Haa seçim vardı, elektirikler kesildi çalışamadık..

Fasulye..

1 Nisan 2009 Çarşamba

JAPONLAR DÜŞÜNCEYİ ANLAYAN ROBOT PEŞİNDE..

Bu sabah gazetelere bakarken gördüm aşağıdaki haber başlığını ;

"Japonlar düşünceyi anlayan robot peşinde
Japon araştırmacılar, yüksek sesle aldıkları emirleri yerine getiren robotların, yalnızca insanın düşünmesiyle harekete geçen modellerini yapmaya hazırlanıyorlar. "

Allah muhafaza bir durum, biraz düşünecek olursanız.. Hele ki bu robotlar Türkiye'ye girerse, o zaman gazete başlıklarını düşünmek bile istemiyorum.. Düşünce suçlusu robotlar, tecavüzcü robotlar, sofu robotlar, katil robotlar, gay robotlar, jigolo robotlar, psikolog robotlar, psikopat robotlar vb...

Bu Japonlar niye böyle şeylerle uğraşıyorlar anlamıyorum, uzaydan gelmiş olabilirler mi..? Hayır biz ırkımızın binlerce yıl öncesinden geldiği peşindeyiz hani ya, bir bulsak ilk atamızı, neden bu haldeyiz anlayacağız sebebini ama.. Bütün dünya Türk'tür gerçeğine sahip olduğumuz gün, Japonları açıklayacak bir kanıtımız olmayacak korkarım..

Biz düşünceyi anlayan insanlar bile yetiştiremiyorken, yeryüzü dar olur diye düşünüyorum bu robotlarla bize.. Wallahi şimiden söyleyeyim, erkek ırkının sonunu getirir bunlar, bütün kadınlar robotların peşine düşer.. Bi de bunlar kısa devre yapıp kendi başlarına düşünmeye başlarlarsa seyreyleyin manzarayı...

Olayın bir de şu boyutu var, aklınızdan geçen herşeyi bilecek bunlar düşünsenize.. Bu robotları kullanmadan önce "Allam aklıma mukkayet ol" programı yüklemek gerek her birimize... Toplum içine çıkamaz oluruz aksi takdirde...

Hele bir de bu robotlar sır tutmayı da bilmiyorsa, yandık ki ne yandık...

Yok aklım almıyor yani böyle bir teknolojiyi ülkemde.. Ya düşündüm de bu "muasır medeniyet" çıtası her geçen gün yükseliyor, kusura bakma Atam biz daha bir sandıkta "kaç oy var"ı sayamıyor, "oyları sayamadık, elektirikler kesikti" aşamalarını geçemiyoruz, ama bak bu bizim suçumuz değil, Japonlar yükseltiyor çıtayı, onlar olmasa olurduk.. Wallaha...

Fasulye

31 Mart 2009 Salı

İLAHİ ÇOK ŞAKACISIN TÜRKİYE!

Keşke şu seçimler 31 Mart'da yapılsaydı. Düşünsenize 1 Nisan günü, 30 Mart sabahı yaşadığımız hüsranı yaşar, akşam haberlerinde de şu anonsu dinlerdik belki "Şaka yaptık Türkiye" aslında son 50 yıldır şaka yapıyoruz. O kadar şakacıyız yani..

Hazır tarihlerden bahsetmişken, Arif Takvimi modum geldi benimde.. Hani tarih kitabı gibi olur bazen arka sayfaları, her gün öğrenirsiniz tarihte bugünü..

Şimdi iki bini dokuz geçtik ya, bindokuzyüzleri dokuz geçtiğimizde bu günlerde olanlar geldi aklıma benimde birden.. Kısaca hatırlayalım bakalım o günleri tanıdık gelecek mi?

Tanzimat döneminin sonlarına doğru, bazı Osmanlı aydınları (Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, Hüseyin Avni Paşa) Genç Osmanlılar adıyla bir cemiyet kurdular. Bunlar; Osmanlı ülkesinde yaşayan herkesin, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin eşit tutulması halinde azınlıkların ayrılmaktan ve devlet kurmaktan vazgeçeceklerini savunuyorlardı. Bu düşüncelerinin uygulanabilmesi için de; Meşrutiyet'in ilan edilmesi, temel hak ve özgürlüklerin bir anayasa ile korunması gerektiğine inanıyorlardı. Bu nedenle II. Abdülahamit'e baskı yapıp 1876 yılında Meşrutiyet'in ilanını sağladılar.

31 Mart Olayı'nın Çıkmasında Etkili Olan Olaylar nelerdi?

1. İttihat ve Terakki Partisi'nin iktidarı yeterince ele geçirememesi
2. Ahrar Partisi'nin meşrutiyet karşıtı çalışmaları
3. Volkan Gazetesi ve İttihad-ı Muhammedi derneğinin meşrutiyet karşıtı çalışmaları
4. Halkın meşrutiyete ve gayrimüslimlerle olan eşitliğe sıcak bakmamaları
5. Ordudan atılan Meşrutiyet karşıtı subayların kışkırtması
6. Bulgaristan'ın 5 Ekim 1908'de bağımsızlığını ilan etmesi
7. 6 Ekim 1908'de Avusturya'nın, Bosna-Hersek'i işgali


31 Mart Olayı Nasıl Oldu?

Volkan Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi 6 Nisan 1909'da öldürüldü.,

Cenazesi meşrutiyet karşıtı gösteriye dönüştü.
Gösteri giderek isyana dönüştü.
İsyan Selanik'te duyulunca, Hareket Ordusu adındaki birlik İstanbul'a hareket etti.
Hareket Ordusu'nun kurmay başkanı Mustafa Kemal'di.
İsyan 24 Nisan 1909'da bastırıldı.


31 Mart Olayı'nın Sonuçları

1. II. Abdülhamit tahttan indirildi ve yerine V. Mehmet Reşat geçti.,

2. Padişah'ın yetkileri kısıtlandı, meclisin yetkileri artırıldı.,
3. Mustafa Kemal ilk kez bir siyasi olaya karışmış oldu.

Meşrutiyet diyo canım, Cumhuriyet değil, yok bi alakası, öyle tarihten çağrıştırınca bende bir benzerlik yakalarız diye düşündüm ama tutmadı galiba. Baksanıza halk meşrutiyete ve gayrimüslümlere sıcak bakmıyormuş o dönemde.. Oysa şimdi öyle mi, "Cumhuriyete ve Atatürkçülere" sıcak bakmıyor şimdi halkımız alakası yok. Ahrar partisi diyo hem günümüzde var mı böyle bir parti, yok ki..

Neyse hatırlamış olduk en azından, bir yıl dönümü neticede.. Biz dönelim 1 Nisan konusuna yine.. Ha bu Türk adeti değil bize ne diyenler olursa diye söyleyeyim, 1979'da balıkçıların Türkiye'de 1 Nisan gününü "Balık Bayramı" ilan ettiğini biliyor muydunuz? O yıl Kumkapı`da 2 saat içinde Balık Bayramı nedeniyle halka 1,5 ton balık dağıtılmış. Şimdi kıyı şeridinde fosforun etkisiyle oylarını atan vatandaşlar onların torunları...

Bu yıl "Sazan Bayramı" olarak kutlanmasını öneriyorum bende.. Belki bi faydası olur..

İlahi çok şakacısın Türkiye!
Happy 1 Nisan herkese !

fasulye

Not : 31 Mart Olayı, rumi takvimle 31 Mart 1325'te (13 Nisan 1909) çıktığı için bu adla anılmıştır, bir yanlış anlaşılma olmasın..

27 Mart 2009 Cuma

27 MART DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!



Devlet Tiyatroları’ndan
“27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ” ndeÜCRETSİZ TEMSİLLER
28 Değişik sahnede 31 değişik oyun!..



Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, bu yıl 47.si kutlanacak olan Dünya Tiyatro Günü nedeniyle 27 Mart 2009 Cuma günü temsil edilecek 31 değişik oyunu ücretsiz olarak sahneleyecek.

Sanatseverler, ücretsiz biletlerini Devlet Tiyatroları gişelerinden ya da ilgili Müdürlüklerden temin edebilecek.

Devlet Tiyatroları’nın 12 bölgedeki 25 sahnesinde, sürekli turne sahneleri Gaziantep ve Malatya ile Muğla turnesinde ücretsiz temsil edeceği oyunların programı ise şöyle:

Ankara Devlet Tiyatrosu Büyük Tiyatro’da: Turan Oflazoğlu’nun yazdığı, Şakir Gürzumar’ın yönettiği, “GENÇ OSMAN”; Küçük Tiyatro’da: W.Shakespeare’nin yazdığı, Emel Bala Gürel’in uyarladığı, Cahit Çağıran’ın yönettiği çocuk oyunu “BİR YAZ MASALI” ve aynı sahnede Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı, Leyla Tecer’in yönettiği “KÖŞEBAŞI”; Şinasi Sahnesi’nde: Ulviye Karaca’nın yazıp - yönettiği “KELOĞLAN-KELEŞOĞLAN” ve Beth Henley’in yazdığı, Aclan Büyüktürkoğlu’nun çevirip-yönettiği “SUÇLU YÜREKLER”; Akün Sahnesi’nde: Suat Derviş’in yazdığı, Gülriz Sururi’nin oyunlaştırıp yönettiği müzikal oyun “FOSFORLU CEVRİYE”; Altındağ Tiyatrosu’nda: Hasan Erkek’in yazdığı, Vacide Öksüzcü’nün yönettiği “EŞİK”; Stüdyo Sahne’de: Nikolay Vasiliyeviç Gogol’un yazdığı, Sylvie Luneau – Roger Coggio’nun uyarladığı, Coşkun Tunçtan’ın çevirdiği, Cem Emüler’in proje tasarımını ve yönetmenliğini yaptığı “BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ”; Oda Tiyatrosu’nda: Patrick Süskind’in yazdığı, Hale Kuntay’ın çevirdiği, Metin Belgin’in yönettiği “KONTRABAS”; Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde: Ulviye Karaca’nın yazıp yönettiği kukla tiyatrosu “KÜÇÜK BİR MUCİZE” ve Bertolt Brecht’in yazdığı, Ahmet Cemal’in çevirdiği, Erhan Gökgücü’nün yönettiği “GALİLEi’NiN YAŞAMI”;

İstanbul Devlet Tiyatrosu Şişli Cevahir Sahnesi’nde: Civan Canova’ nın yazdığı, Turgay Kantürk’ ün yönettiği “FUL YAPRAKLARI”; Şişli Cevahir Genç Kuşak Sahnesi’nde: Selma Lagerlöf’ün yazdığı, Nurgök Özkale’nin çevirdiği, Göran Tunström’ün uyarladığı, Özer Tunca’nın yönettiği “DEĞİŞTİRİLMİŞ ÇOCUK”; Harbiye Kenter Tiyatrosu’nda: Toby Wilsher’in yazdığı ve yönettiği, Selen Korad Birkiye’nin çevirdiği “KRAL DAİRESİ”; Beykoz Feridun Karakaya Sahnesi’nde: Aziz Nesin’in yazdığı, Yücel Erten’in uyarlayıp - yönettiği “NE DERSİN AZİZİM ?”;

İzmir Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi’nde: Simon Williams’ın yazdığı, Filiz Ofluoğlu’nun çevirdiği, Ali Hürol’un yönettiği “TEYZESİ”; Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi’nde: Bilgesu Erenus’un yazdığı, Gürol Tonbul’un yönettiği “MİSAFİR”; Narlıdere Kültür Merkezi Sahnesi’nde: Orhan Asena’nın yazdığı, M. Doğan Yağcı’nın yönettiği “SİMAVNALI ŞEYH BEDRETTİN”; Muğla Turnesinde ise G. G. Del Tore’nin yazdığı, Hale Kuntay’ın çevirdiği, Laçin Ceylan’ın yönettiği “DELİL YETERSİZLİĞİ”;

Bursa Devlet Tiyatrosu AVP Sahnesi’nde: Turgut Özakman’ın yazdığı, Tayfun Orhon’un yönettiği “DELİ BAYRAMI”; Oda Tiyatrosu’nda: H. Can Utku’nun yazdığı, Mustafa Şekercioğlu’nun yönettiği “ADVİYE”;

Adana Devlet Tiyatrosu Hacı Ömer Kültür Merkezi Sahnesi’nde: “11. Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali” kapsamında ‘festival oyunu’;

Trabzon Devlet Tiyatrosu Atapark Haluk Ongan Sahnesi’nde: Oktay Arayıcı’nın yazdığı, Ege Aydan’ın yönettiği “RUMUZ GONCAGÜL”;

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu Orhan Asena Sahnesi’nde: Cem İdiz’in besteleyip - düzenlediği, İskender Altın’ın yönettiği müzikli gösteri “SAHNEMİZDEN GEÇEN ŞARKILAR”;

Antalya Devlet Tiyatrosu Haşim İş K.M.K Salonu’nda: Eli Saghi’nin yazdığı, Hale Kuntay’ın çevirdiği, Ali Meriç’in yönettiği “BENİM DOKTOR OĞLUM”;

Erzurum Devlet Tiyatrosu DT Sahnesi’nde: Corlo Goldoni’nin yazdığı, Rekin Teksoy’un çevirdiği, Hakan Yavaş’ın yönettiği “İKİ EFENDİNİN UŞAĞI”;

Konya Devlet Tiyatrosu DT Sahnesi’nde: Turgut Özakman’ın yazdığı, Murat Atak’ın yönettiği “RESİMLİ OSMANLI TARİHİ”;

Sivas Devlet Tiyatrosu Atatürk Kültür Merkezi Sahnesi’nde: Ali Bey’in yazdığı, T.Yılmaz Öğüt’ün Türkçeye uyarladığı, Abdullah Ceran’ın yönettiği “KOKONA YATIYOR/GEVEZE BERBER”;

Van Devlet Tiyatrosu Kültür Merkezi Sahnesi’nde: Özen Yula’nın yazdığı, Tolga Evren’in yönettiği “GAYRİ RESMİ HÜRREM”;

Gaziantep Devlet Tiyatrosu Onat Kutlar Sahnesi’nde Ulviye Karaca’nın yazıp yönettiği Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı “KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ”;

Malatya Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde: Füruzan’ın yazdığı, Edip Tümerkan’ın yönettiği Diyarbakır Devlet Tiyatrosu yapımı “KIŞ GELMEDEN” sanatseverlerce izlenebilecek.


Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü
Basın Yayın Halkla İlişkiler Birimi
Tel.0312 309 39 20 – 0312 311 95 19
Faks: 0312 311 95 19



DÜNYA TİYATRO GÜNÜ NEDİR?



Dünya Tiyatro Günü 1961’de Uluslararası Tiyatrolar Birliği (International Theatre Institute) tarafından yaratıldı. Her yıl 27 Mart günü ITI merkezleri ve dünya çapında tiyatro grupları tarafından kutlanmaktadır. Pek çok ulusal ve uluslararası etkinlik kutlamalarda yer almaktadır. En önemli etkinliklerden biri, dünya çapında başarı kazanmış bir tiyatro oyuncusu, yönetmeni veya yazarın yazdığı evrensel bildirgedir. İlk bildirge 1962’de Jean Cocteau (Fransa) tarafından yazılmıştır.

Dönemin ITI başkanı olan Arvi Kivimaa tarafından önce Helsinki, sonra da Viyana’da yapılan 9. ITI Konferansında ortaya atılan ‘tiyatrolar günü’ fikri, İskandinav ülkelerinden gelen desteğin de etkisiyle hayata geçirildi. Kabul edilişinden sonra her yıl, Paris’te 1962 tarihli Uluslar Tiyatrosu’nun (Theatre of Nations) da açılış günü olan 27 Mart günü, ITI’nin şu an sayısı 100’ü bulan dünya çapındaki merkezlerinde çeşitli etkinliklerle kutlanmaya başlandı.

UNESCO tarafından kurulan ITI’nin “sahne sanatları bağlamında, dünya çapında bilgi ve uygulama alışverişini arttırmak, gelişim sürecinde sanatsal yaratıcılığın ve üretimin gerekliliği konusunda toplumsal bilinci uyandırmak, insanlar arasındaki barış ve dostluğun sağlanması ve artmasını gerçekleştirmek adına karşılıklı anlayışı geliştirmek, UNESCO’nun hedeflerine ulaşmasına katkıda bulunmak” gibi hedefleri, Dünya Tiyatro Günü’nde bir kez daha hatırlatılmaktadır. Her yıl tiyatro ve tiyatroyla ortak çalışan diğer sanat disiplinlerinden gelen üstün başarılı bir sanatçı bu gün için bir konuşma yapmaya davet edilmektedir. Uluslararası Bildirge olarak görülen bu konuşmanın metni 20’den fazla dile çevrilmekte, pek çok gazetede yayınlanmakta ve dünya üzerindeki pek çok tiyatro grubunun oyunundan önce okunmaktadır. Pek çok televizyon ve radyo kanalı bu bildirgeyi beş kıtanın her köşesindeki dinleyicilere ulaştırmaktadır.

Dünya Tiyatro Günü tiyatro dünyasındaki insanlar için sahne sanatlarının insanları bir araya getirici gücünü kutlamak, seyirciyle daha iyi bir iletişim kurmak ve insanlar arasındaki anlayış ve barışı arttırmak için bir fırsat olarak görülmektedir. Dünya Tiyatro Günü’nde yapılan etkinlikler, uluslararası işlevlerinin yanı sıra ulusal ve bölgesel tiyatro gruplarının bir araya gelmesinde de rol oynamaktadır.


Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirgesi

Jean Cocteau ilk bildirgenin yazarıdır. 1993’te Venezüella ITI Merkezi 1962’den 1993’e kadar yayınlanan tüm bildirgeleri biri özgün dillerinde, diğeri İspanyolca olmak üzere iki antoloji halinde yayımlamıştır.Uluslararası Bildirge’nin yanı sıra, ITI dünyanın hemen her yerinde büyük gösteriler ve festivaller düzenlemektedir. Bu etkinliklerin tamamı ITI Resmi Sitesi'nde görülebilir.

Kaynak : Vikipedi