23 Ocak 2009 Cuma

BEN NERESİYİM, BURASI KİM (10)

Batık Kıta Mu'nun Çocukları Kitabının önsözünden alıntılar

"Batık Kıta Mu'nun Çocukları-James Churcward" Atatürk'ün 1935 yılında dilimize çevirtip incelediği kitaplardan biridir.

Kitabın önözünde aşağıdaki bilgiler yer almaktadır.

"...
James Churcward'ın elde ettiği veriler, Pasifik okyabusunda bulunan ve merkezi ekvatorun biraz altına düşen, büyük bir kıtanın varlığını ortaya çıkartmaktadır. Küçükte olsa hala bazı kısımları su yüzünde bulunan bu büyük kıtanın doğudan batıya uzunluğu yaklaşık 9500 km'dir.

Kıta günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce çok büyük depremlerle çökerek üzerindeki 60 milyon insanla birlikte kocaman bir sualtı mezarlığı haline gelmiştir. Bugünkü Paskalya, Tahiti, Smoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa adaları bu kadim kıtanın sessiz mezarına bekçilik edercesine ayakta durmaktadırlar.

Yazar, bu çalışmasında özellikle Mu Uygarlığının koloniler halinde yayılışı ile yüksek Mu kültürünün dünyadaki izlerini ve etkilerini incelemektedir.

Bu çerçeve dahilinde kuzey ve güney Amerika, Atlantis, Batı Avrupa, Mısır, Hint, Babil, Uygur ve Anadolu uygarlıklarının kökeniyle ilgili çarpıcı tarihsel açıklamalarda bulunmakta ve insanlığın il yurdu ve anavatanı olan Mu'dan kalma bazı anahtar sembollerin yorumlarına da yer vermektedir.

James Churcward'ın arkeolojik tabletleri deşifre ederek aktardığı bilgilerden meydana gelen kitaplarının ülkemizde basılmasının çok ilginç ve önemli bir yönü bulunmaktadır.

Churcward'ın bu kıymetli eserleri ülkemizin 2000'li yıllarının başlangıcında okuyucuyla buluşuyor. Oysa bundan 68-70 yıl önce bu kitaplar ülkemize getirtilip Türkçe'ye çevriltilmiş, uzun uzun incelenmiş ve hakkında raporlar hazırlanarak Türkiye Cumhuriyeti'nin mimarı ulu önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından okunmuştu. Dilerseniz bu vesileyle konu hakkında bazı bilgileri de sizlerle paylaşalım.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün en çok üzerinde durduğu ve merak ettiği konulardan biri de Türklerin ve Anadolu insanın kökleri ve atalarıydı. Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün bu konuya olan ilgisi artarak devam etti. Ve bu amaçtan yola çıkarak Nisan 1930'da "Türk Tarih Kurumu" kuruldu.

"Bizim Türk milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya'nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Ta uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir."

Mustafa Kemal ATATÜRK

Yukarıdaki veciz ifadelerden, Atatürk'ün Anadolu halkının köklerinin Orta Asya'ya dayandığı konusunda şüphesi olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat bu gerçekle yetinmek yerine, O bu konuda daha derin bilgilere ulaşmayı hayal ediyordu. Türklerin kökeni Orta Asya'ya dayanıyordu, fakat acaba Orta Asya halklarının kökleri nereye uzanıyordu?

1930'lu yılların başlarında emekli Generak Tahsin Mayatepek, Güney Amerika medeniyetlerinden olan Maya toplumunun dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlikleri anlatan bir raporu Atatürk'e sundu. Raporu inceleyen Atatürk, bu konu hakkında daha kapsamlı araştırmalar yapmak üzere Tahsin Mayatepek'i Meksikaya ateşe olarak atadı. Tahsin Mayatepek Meksika'da yoğun bir şekilde araştırmalar yaptı. Araştırmalar ilerledikçe karşılaştığı bilgi ve veriler konunun başka yönlerine kaymaktaydı. Durumdan sürekli Atatürk'ü haberdar ediyorve yüreklenerek araştırmalarını sürdürüyordu. Daha sonra önce arkeolog William Niven'in Meksika kazıları sonucunda elde ettiği - günümüzden 13,000-15,000 yıl öncesine ait- tabletlerin deşifrelerine daha sonra James Churcward'ın Hindistanda bulup deşifre ettiği eski tabletlerin tercümelerinden haberdar oldu. Durumu öğrenen Atatürk, bu bilim adamlarının eserlerinin süratle elde edilip dilimize çevrilmesini istedi. O zamanın şartlarında 60 kişiden oluşan bir çeviri grubu tarafından bu eserler süratle dilimize çevrilerek Atatürk'e sunuldu. Kitapların tam metinlerinin yanısıra, başta Tahsin Mayatepek ve diğer araştırmacıların hazırladıkları raporlar da Atatürk'e ulaştırıldı. Atatürk konudan çok etkilenmişti. Raporları inceledi. Çeviriler üzerinde uzun uzun durup üzerlerine pek çok notlar alarak çalışmalarını sürdürdü.

Özellikle insanın yaratılışı, Mu'nun insanlığın ana yurdu olduğu, nüfusunun 60 Milyon olduğu, ilk insanın orada yaratıldığı, Mu'nun batış nedenleri ve göçleri, kolonileri; Orta Asya, Uygurlar ve Türklerle ilgili kısımların altlarını çizerek okumuş ve notlar almıştır.Ayrıca Mu kökenli özel ad ve sıfatlar ve bunların öz Türkçeyle karşılaştırılmaları, Mu'nun yönetim biçimi, güneş enerjisinin aydınlatmada kullanımı gibi konularla ilgili satılrların altlarını çizerek işaretlemiş, sayfa yanlarına kendi kalemiyle notlar almıştır.

James Churcward'ın Atatürk'ün okuduğu eserleri, Anıtkabir'deki Atatürk'ün kitaplarının bulunduğu bölümde durmaktadır. Kitapların Anıtkabir kütüphane numaraları : İngilizceleri 199-200-1301-1302 numaralarda, çevirileri ise 1482,1483, 1484 ve 1485 numaralarda kayıtlıdır.Anıtkabir'e gidenler bu eserleri camekanlı vitrininiçinde görebilirler.

Mustafa Kemal Atatürk'ün bu eserleri okuduğunu ortaya koyan en önemli belgelerden biri de "Özel İşaretleri ve Düştüğü Notlar ile ATATÜRK'ÜN OKUDUĞU KİTAPLAR (*)" isimli kitabın 376 ve 395. sayfaları arasında yer almaktadır. Bu sayfalarda Atatürk'ün tercümeler üzerindeki kendi kalemiyle yazdığı işaretler ve notlar da bulunmaktadır.

İlerleyen zaman içinde Tahsin Bey, tüm araştırma ve incelemelerini pek çok resim ve belgelerle birlikte Atatürk'e raporlar halinde sunmuştur.

Atatürk aramızdan ayrıldıktan sonra konu bir daha açılmamış, hazırlanan raporların akıbeti de meçhul bir hale gelmiştir.

Konuyla ilgili daha kapsamlı bilgi edinmek için yaptığımız araştırmalar, bizi tarihç,-yazar Sayın Cemal Kutay ile karşılaştırdı. Kendilerine elimizdeki eserden ve serinin diğer kitaplarından bahsederek Atatürk'ün bu konudaki araştırmaları hakkında sorular sorduk. Yoğun çalışma temposu içinde olmasına rağmen bizlere faksla bu konudaki bilgilerden bahsettiler ve bu eserlein okuyucuya ulaşmasının çok yararlı olduğunu düşündüklerini söylerek memnuniyetlerini ifade ettiler. Aşağıda Atatürk'ün tarih şuuru ve uygarlığın köklerine yönelik araştırmacı zihniyet konusunda Cemal Kutay'ın ifadeleri bulunmaktadır. Gösterdikleri ilgiye teşekkür ediyor, saygılarımızı sunuyoruz.

"Atatürk'ün özelliği, o yıllarda, Türklüğün asıl yapısı ve gelecekler adına kimsenin hatırlayamadığı hatta mevcudiyetini bile benimseyemediği ihtimallere uzanmış olmasıdır. O, Orta Asya'yı, insanlığın beşiği sayma duygusu içinde, o günlerin kervan yollarını da asla unutmayarak Türk kökeninin nerelere uzandığını merak etmiştir. Ve bu merak duygusunun sınırları içerisinde, tarihi gerçekleri arama güçlerinin ve genel kültürlerinin yeterli olduğuna inandığı insanlar arasında öylelerine vazife vermiştir ki, bunlar onun beklediklerini hayal kırıklığına uğratma yerine, umduklarını gerçekleştirme ümitlerini filizlendirmiştir. Bu tecelliler, dünyanın birleştiği Atatürk dehasının en dikkate değer varlık ispatıdır.

Bu duygu Atatürk'te öylesine derin ve canlı idi ki, o kısacık hayatında, aynı hedefe dönük, bir çok yakınlarını vazifelendirmiştir. Hasan Tahsin Mayetepek, Bedri Tahir Şaman, Remzi Oğuz Arık, Necip Asım Yazıksız, Zeki Velidi Togan hemen hemen hatıra gelen isimler arasındadır. Elinizdeki kitap; O2nun bu bakir tarafı, sizlerde doğruyu bulma arayışlarına devam arzusu yaratırsa vazifesini yapmış olur.

Emek sahiplerini kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.
Cemal Kutay
Tarihçi-Yazar"

Yıllar önce Atatürk'ün ilgiyle okuduğu bu değerli çalışmalar, 65-70 yıllık bir gecikmeyle ülkemiz okuruna ulaşıyor.
..."
(*) Gürbüz Tüfekçi, Ankara 1983, Türkiye İş Bankası Yayınları


20 Ocak 2009 Salı

BEN NERESİYİM, BURASI KİM (9)

Türklerin Anayurdu Kayıp Kıta Mu'mu?
"Efendiler, Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yasef'in oğlu olan kişidir."

Yeni Aktüel/2-8 ağustos/2005

Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti...

Atatürk'ün Cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle 1930'ların başında yoğunlaştı. 1930'da Tarih Heyeti'ni oluşturarak Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931'de ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi. Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi kabul edildi. Tez iki ana eksen üzerine oturuyordu; "Türk uygarlığı tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve bu uygarlığın kökeni Orta Asya'dır. "

Bu çalışmaların bir ayağının eksik olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu da kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Dil Kurultayı'nda yaptığı konuşmada yer alan "Güneş" yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve kendi tezi Güneş Dil Teorisi'yle doğrudan ilintiliydi.


Tarih çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu.

Tarih ve Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdurdu.

Orta Asya Uygarlıklarının Kökeni

Türk Tarih Tezi'nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı olabilecek anahtara 1932'de ulaştı. İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyordu.


Mayatepek, bu süreci inceleyip Atatürk’e raporlar halinde iletmesi için 1935’de Meksika’ya maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven’in Meksika’da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churcward’ın Hindistan’da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk’ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler, üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi.

Atatürk’ün özellikle altını çizip notlar aldığı bölümler insanlığın yaratılışı, 64 milyon nüfuslu bir kıtanın batışı, kıtadan göçler ve özellikle de Orta Asya, Uygurlar ve Türklerle ilgiliydi.
Mayatepek başlangıçta bu temelden yola çıkıp raporlarında Amerika ve Meksika yerlilerinin dillerindeki Türkçe sözcükleri incelemiş ve yerlilerin kültürel kaynakları ve güneş kültünün dinlerindeki etkilerine yoğunlaşmıştı.

Ancak 29 şubat 1936 tarihli 7. raporu çarpıcı bir biçimde başlıyor ve şaşırtıcı bilgilerle devam ediyordu.“Uygur, Akad, Sümer Türkleri’nin Pasifik Denizi’nde ilk insanların zuhur ettiği Mu’daki büyük medeniyet, dil ve dinlerini cihana yaydıklarına dair yepyeni ve mühim malumatı ihtiva eden rapor: Kuzey Amerika alimlerinden Cononel James Churcward 4 Kıta eserinde dünyada ilk insanların ilk zuhur ve saadet diyarı olarak Tevrat’ta ‘Gan Edn' ve Kuran’da “Cenneti Adn" namı altında zikri geçen ve Pasifik deniz’inde bulunan ‘Mu’ kıtasında ortaya çıktığı ve bu büyük kıtanın 11 bin 500 sene evvel müthiş depremler ve patlamalar neticesinde 24 saatte 64 milyon nüfusuyla denize battığı ve ilk yüksek medeniyetin, dilin ve vahdaniyete dayalı dinin ve fen ilimlerinin Mu kıtasından 70 bin sene önce Maya namıyla çıkarak Asya’da Uygur, Hindistan Naga-Maya, Fırat nehri deltasında Akad, Mezopotamya da Sümer, Kızıldeniz’in batısındaki arazisindeki Mayu ve Etiyopi kıtasında Tamil namlarını almış olan Mu çocukları tarafından bütün cihana yayılmış olduğu vesaire hakkında, şimdiye kadar Doğu’da ve Batı’da yayımlanan kitapların hiçbirinde görmediğim çok derin ve 50 sene süren incelemeler mahsulü malumata tesadüf ettim.”

Mayatepek Churcward’ın kitabından şunları naklediyordu: “Eski Türklerin ilk vatan ve kökenleri şimdiye kadar bildiğimiz üzere Orta Asya olmayıp, Pasifik Denizi’nde 200 bin sene mevcudiyetten sonra batmış olan Mu kıtası olduğu ve Orta Asya’ya, Mezopotamya’ya, Yukarı ve Aşağı Mısır kıtasına ve Etiyopi’ye Mu kıtasından binlerce sene evvel gelip Mu’daki yüksek kültür ve medeniyetlerini, dil ve dinlerini yaydıkları anlaşılıyor.”

Raporda Mu’ya ait bazı sembolleri açıklayarak dünyanın dört bir yanına dağılan uygarlıkları da anlatıyordu:


“1.Kol: Bu kolu Mu’dan ‘Maya’ namıyla çıkarak Asya’nın doğu kıyılarına ayak bastıktan sonra ‘Uygur’ namı alan Mu çocukları teşkil etmektedir.


2.Kol: Bu kolu teşkil eden Mu çocukları gemilerle ve ‘Maya’ namıyla çıkarak Hindi Çini kıyılarına çıkmışlar ve oradan ‘Burma’ kıtası istikametinden Hindistan’a girerek oralarda, ‘Naga Maya’ namını alıp, bu namda büyük bir imparatorluk vücuda getirmişlerdir ve bu devlet 200 bin sene devam ettikten sonra yok olmuştur. Bu insanların bir kısmı Hindistan'ın batısından gemilerle Basra Körfezi’nin kuzeyinde Fırat Nehri deltasına girerek, bu yerlere ‘Akad’ ve daha kuzeye ilerleyerek bu havaliye de ‘Sümer’ adını vermişler ve kendileri de bu namı almışlardır.”

Churcward’ın yapıtı kaynak gösterilerek nakledilen bilgiler arasında şu satırlar da yer alıyordu:


”Uygur İmparatorluğu ortadan kalkmadan önce Türk İmparatorluğu’nun mevcut olmadığı ve bu imparatorluğun, Uygur İmparatorluğu’nun yukarıda izah olunan felaketler neticesinde son bulmasından sonra, 10-11 bin sene evvel ortaya çıktığı ve ırktaşlarımız olan Akadlar’la Sümerler’in Orta Asya’dan değil, doğrudan doğruya 70 bin sene evvel Mu kıtasından çıkıp Hindi Çini, Burma, Hindistan yolu ile evvela Fırat deltasına ve müteakiben Mezopotomya arazisine yerleştikleri anlaşılmaktadır.”

Alıntı : http://astrgnd1.sitemynet.com/mu.htm


Churcwar'ın kitapları uzun yıllar dilimize çevrilmemiş olsa da artık hepsini kitapçılarda bulmak mümkün aşağıda bilgileri ve önsözünü verdiğim ilk kitap Mayatepek'in anlattıklarının büyük bir kısmını içermektedir, eğer merak eder ve okumak isterseniz..


Batık kıta Mu'nun Çocukları


Yazar : James Churchward
Yayınevi : Ege-Meta Yayınları
Çevirmen : Ercan Arısoy
ISBN : 975-8519-02-6
Basım Tarihi : Ocak 2000
Sayfa Sayısı : 280
Boyut : 13.5 X 21
Kağıt Cinsi : 2. Hamur

Önsöz:

Mu ülkesi, Pasifik Okyanusu'nda bulunan büyük bir kıta üzerindeki yerleşmişti. Bazı kısımları halen su yüzünde bulunan bu büyük kıtanın doğudan batıya uzunluğu yaklaşık 95000 km'ydi. Mu kıtası, günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce çok büyük depremlerle çökmüş ve bu büyük uygarlık üzerindeki 60 milyon insanla birlikte kocaman bir sualtı mezarlığı haline gelmiştir. Easter, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa adaları Mu'dan arta kalan yerler olarak bu sessiz mezarlığa bekçilik eder gibidirler


Atatürk'ün konu ile ilgili almış olduğu notların bir kısmı Anıtkabir'de kilitli dolaplarda, bir kısmıda yanlış bilmiyorsam Dolmabahçe sarayında bulunmaktadır. 12 Eylül döneminde Kenan Evren'in emriyle halka açılmaları uygun görülmediğinden ne yazık ki bu Mayatepek in raporları ve Atatür'ün el yazmalarına ulaşmak mümkün olamamaktadır.


Değerli yazar Sinan Meydan'ın konu ile ilgili yapmış olduğu araştırmalarını topladığı "Atatürk ve Kayıp Kıta Mu" isimli kitapta bu araştırmalarla ilgili detaylı bilgilere ulaşmak mümkündür. Yazının son bölümünde fikir edinmeniz açısından Sayın Meydan'ın kitabının kapak yazısını paylaşmak istiyorum.


"Her şey 1930 lu yıllarda Atatürk ün ileri sürdüğü Türk Tarih Teziyle başladı. Atatürk, 1932 yılından sonra Türk Tarih Tezi nin kayıp parçasının peşine düştü. Türklerin Orta Asya dan önceki ilk yurtlarını arıyordu.


Bu amaçla 1932 yılında Tahsin Bey i Meksika Büyükelçiliği ne atadı. Tahsin Bey in “gizli görev”i Türklerle, Eski Amerika halkları arasındaki ilişkiyi araştırmaktı. Tahsin Bey Meksika da yaptığı araştırmalar sonunda şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştı.


Buna göre, Türkler, M.Ö 12.000 lerde bir doğal felaket sonunda Pasifik Okyanusu na gömülen Kayıp Kıta Mu dan Orta Asya ya göç etmişlerdi. Atatürk Kayıp Kıta Mu da Ne Aradı? Tahsin Bey in Meksika dan Atatürk e gönderdiği raporlarda hangi bilgiler vardı?


Atatürk J. Churchward ın Kayıp Kıta Mu konulu dört kitabını neden Türkçe ye tercüme ettirdi? Atatürk Tahsin Bey in bazı raporlarını neden eleştirdi? Kayıp Kıta Mu nasıl bir yerdi? Türkçe yle eski Amerikan halklarının dilleri arasındaki şaşırtıcı benzerlikler nelerdi?...


Ve daha pek çok bilinmeyen sorunun yanıtını Atatürk ve Kayıp Kıta Mu da bulacaksınız."


Fasulye


Atatürk ve Kayıp Kıta Mu ile ilgili bilgilerle yazı dizisi devam edecek...

17 Ocak 2009 Cumartesi

GERÇEĞİN PEŞİNDE (7)

Gerçeğin peşinde serisine uzun bir ara verdiğimin farkındayım.. Ama neredeyse haftalardır taslak olarak bekleyen bu yazıyla beraber yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.. Bu yazının bir diğer anlamı da, hakkında bu kadar bilgi topladığım ve en çok görmek istediğim yer olan Mısır'a önümüzdeki hafta gidiyor olmam. Tam olarak bir hafta boyunca izlerini sürdüğüm tarihin kalıntılarını gözlerimle görecek ve dokunarak hissedebileceğim. Sanırım dönüşümde aldığım feyzle bu yazı dizisi daha bir heyecanla devam edecek.. Yokluğumda blogumda yayınlanması için planladığım yeni yazılarımda olacak.. Bu arada umuyorum ki yeni ve değerli yazarım Ikarus'da ben yokken sizlere "Dalgalandık da Dumurduk" yazısının devamı ile blogumu sessiz bırakmayacak.. Şimdi Musa ile çıktığımız yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim bakalım nerelere varacağız... Aşağıdaki yazı bir alıntı üzerine kurulmuş yorumlarımdan oluşmaktadır. Umarım keyifle okumaya devam edersiniz...

Alıntıyı yaptığım yazarın görüşüne göre, "Mısırda yaşamış yabancı varlığı yani İbranilerin izini analiz etmenin bir diğer yönü, Mısır devletinin sınıfsal ve politik yapısını doğru anlamak çok önemlidir. Geleneksel Mısır anlayışı Heredot'un yazdıklarından yola çıkılarak yazılmış bir tarihtir. Roma dönemi tarihçileri piramitler dönemi çağını, köleci bir devlet anlayışı içinde varsaymışlar, batılı tarihçilerin oryantalist yargıları sonucunda klişeleşmiş bir bakış açısına dönüşmüş, Marksist bakış anlayısıda düşünce anlayışıda arpa boyu ilerleyemeyerek aynı bakış açısının farklı bir versiyonu olmuştur."

Aslına bakarsanız Mısır kadar her şeyi hiyerogliflere döken ve iz bırakmaya meraklı bir milletin bazı noktalarda bizi bu kadar kayıplara sürüklemiş olması ilginç geliyor bana.. Her ne kadar doğa olayları pek çok izi silip yok etmiş olsa, yağmacıların verdikleri zararlar sonucu pek çok kayıp gerçekleşmiş olsa da, Mısır tarihinin genel bir analizini yapacak kadar ize rastlanmakla beraber kutsal kitaplarda anlatılan olaylara dair hemen hiç bir ize rastlayamıyor olmak, insanın aklına pek çok olasılığı getiriyor. Mısır hanedanı yönetim anlayışının özellikle son dönemlerinde kölelik üzerine kurulmuş olma olasılığı inandırı geliyor bana , çünkü Mısır'ın yükselişinin ardından yozlaşan firavunluk koltuğu, tanrısallaşma noktasından itibaren kendini halkından soyutlayarak farklılaştırmış ve insanlıktan uzaklaşmaya başlamıştır. Bu çarpık bakış açısının yerleştiği dönemin ardından da kendini Tanrı zanneden firavunların insanları köle gibi görmesi şaşırtıcı bir şey değildir. Ancak Mısır'ın ilk dönemlerindeki anlayışın bu olduğunu düşünmemizi gerektirecek de herhangi bi bulguya rastlanmamaktadır. Yani büyük piramitlerin yapıldığı dönemi kastediyorum. Çünkü eğer sürdüğümüz izler doğru ise Mu ve Atlantis kıtasındaki ruhban sınıfının kurduğu bir Mısır'dan söz ediyorsak yani, onların kültürlerinde kölelikden ziyade manevi güçlerin artırılması ve bunun halk tabakasından gizlenerek ancak sınavları aşanlara verilmesi söz konusu idi. Bunun dışında halkı küçük görmek ya da kölelik gibi bir anlayış söz konusu değildi. Zaten ruhsal yücelmeye yönelmiş ve henüz yozlaşmamış olan bir grubunda insanı herşeyden üstün görürken, kendileri gibi olmayanlara eziyet ederek ruhlarını yüceltmeleri söz konusu olamazdı sanırım diye düşünüyorum. Onlar sadece kendi manevi dünyaları ve gelecek nesillere bırakılacaklar üzerine yoğunlaşmışlardı.


Alıntıya devam edelim.."Yazarlar, Zubritski-Mitropolski-Kerov tarafından yazılan 'İlkel topluluk, köleci toplum, feodal toplum' adlı kitapta 'Mısırdaki ilk iktisadi birimler, köle sahipleri tarafından sömürülen kır topluluları olarak görülür. Daha sonra tapınaklara ait tarım işletmeleri hızla yayılarak, Mezapotamya'da olduğu gibi, kır toplulukları sınıflara bölünerek, köle sahiplerinin, rahiplerin ve tefecilerin bu toplulukların topraklarına el koymasıyla dağılıp parçalanmıştır.Yoksullaşan köylülerin durumu kölelerin durumundan hiç de farklı değildir.' yorumunu getirirler. Bu yorum, uygarlık tarihinin sınıflı toplumu açısından doğru olamakla beraber bu saptama tarihsel olarak süregelecek bir takım yanlışlıklarında zeminini hazırlar.


Öncelikle devlet kavramı varsa sınıflı toplumsal yapının olması kaçınılmazdır. Bu sınıflı jenerik eski Mısır krallığına uygulandığı zaman ortaya çok büyük bir yanılgı çıkarır. Her şeyden önce çağın ekonomik modelinde köleler ve köle sahipleri kavramı izine asla rastlanmaz. Eski krallık dönemine ait bulgular, ekonominin itici gücünün tarım olduğu fakat bunu analiz ederken Marksist yaklaşımın hataya düştüğünü görürüz , ortada köleleştirmeye yönelik bir ekonomik model yoktur, verimli tüm topraklar devlete aittir ve bunun işletilmesi köleler ile değil özgür Mısır halkı ile gerçekleştirilir. Despotik yönetim söylemleri sadece hikaye niteliğindedir. Kral hem rahiptir, hem de Mısır'ın en üst mertebedeki komutanıdır. Rahiplik ona saygınlık kazandırır. Kısa dönem için yapılan Marksist çözüm yanıltıcı olamakla beraber uzun dönemde bu çözümleme gerçektir. Bunun sebebi ise artan ihtiyaçlar ve bunun sonucunda sınır güvenliği konusu ve fetihler bu çözümlemeyi uzun dönemde geçerli kılar. Bu sadece Mısır'a ait bir durum olmayıp tüm bölge de bu durum geçerlidir. Mısır'da eski krallık döneminde ortaya çıkan köleleştirme ile orta krallık dönemimde yoğun olarak köle çalıştırma stratejisini beraberinde getirir. Mısırlılar askeri operasyonlarını Libya bölgesinde yoğunlaştırırlar bu onlara hem ilkel kabileler karşısında Mısır'ın gücünü hemde köle emeği için kaynak oluşturur. Benzer şekilde güneye doğru Nübye'ye (Sudan) seferler düzenlenir. Güneye yapılan seferler imparatorluk için gerekli hammadde ihtiyacınada önemli destek olur. Nübye'de esir alınanlar madenlerde çalıştırılır. Askeri seferler düzenlenen kritik sınır komşuları arasında üçüncü bölge olan Nil in doğusunda yer alan topraklara yapılır. Sina nın doğusuna yapılan seferler hem Asyalıları deltadan uzak tutar kimi zamanda ekstra köle gücü sağlar. Mısır'da orta krallıktan itibaren yönetim sistematik bir biçimde, pragmatik bir yönteme dönüşür. Sınırlarda yaşayan kimi kabileler imparotorluk şemsiyesi altına alınarak onlardan bizzat yararlanılır. Bunun en tipik örneği Nübye çöllerinin savaşçı kabileleri Mecey'lerin resmi polis haline getirilmesidir. Mecey'ler kral adına tarım alanlarını, anıtları korur. Mecey'lerin görev alanları bazen genişletilmiş Libya çöllerinde deltanın doğusunda, Sina'dan, Antik Biblos a kadar kullanılmışlardır. Daha az olmak üzere doğu sınırlarını korumak için Asyalılar'dan bu şekilde yararlanıldığı bilinmektedir. Bütün bu yazılar ve Mısır kayıtları Mısırda yabancı varlığının devlet tarafından çok sıkı denetlenip kontrol altına alındığının bir göstergesidir. Köleler veya paralı askerlerin Mısır şehirlerinde koloniler halinde yaşaması neredeyse imkansızdır. Ülkedeki tüm yönetim merkezden yapılmakta olup büyümeyle paralel olarak İ.Ö.20 yy bazı yerel yöneticilere kısmi etkiler veril miştir. İbrani mitleriyle, Mısır kayıtları arasındaki büyük çelişkiler EXODUS kitabında başlar, bu kitapta Mısırda yerleşik altıyüzbin İsrailli olduğunu belirtir. Dönemin mısır kayıtları incelenirse bu rakamın yüzde onu bile hayaldir. Böyle bir rakama sınırlar içinde yönetimin yaşamasına zin vermesini düşünmek bile oldukça çocukçadır. Buna karşılık deltanın doğusunda Nil'in sularında hayvanlarını otlatmaya gelen ve bu ara da ticaretle uğraşan göçebe çoban kabilelerin varlığı Mısır kayıtlarında mevcuttur. Ne var ki bunlar eski ahitte Yusuf un babasına belirttiği gibi Mısırlılarca hor görülen ve yerleşmelerine sıcak bakılmayan grubu oluşturur. “Ve olur ki sizi firavun çağırır, ve işiniz nedir der; siz de çocukluktan şimdiye kadar hem biz hem babalarımız, kulların, davar adamlarıdır, deyin ki, Goşen vilayetinde oturasınız, çünkü Mısırlılar için her çoban mekruhtur. (Tekvin 46:33-34) Yani Mısırlıların dışındaki toplulukların yaşadığı yerlere dahi yaklaşması mümkün değildir. Bu durumda Goşen in Tell ed Dabaa çevresi olduğu ve buralarda yaşamanın firavun iznine bağlı olduğunu söylemek oldukça doğrudur. Eski ahit ve yabancı izlerini bağdaştırmak zor olmaz. Burada deltanın doğusuna yerleşen paralı askerlerden değil firavunca yerleşimine izin verilen insan topluluğundan bahsetmekteyiz ki Mısıra zaman içirisinde yerleşip etnik bir azınlık haline gelen Yahudi varlığına ilişkin tarihsel ve arkeolojik bulgular yoktur. Bütün bu bulunan bilgiler ondokuzuncu yüzyıldan itibaren Yahudi ejiptologlarca kitaba uydurma işine girişilir. Eski ve orta krallık dönemlerinin Yahudi tarihine uymaması sonucunda eğilim ikinci ara döneme kayar yani, HİKSOS işgali sığınmanın tarihsel açıklayıcısı kabul edilir. Kutsal kitap inancından sıyrılamayan ejiptologların yaptığı şey tamamen olayı kitaba uydurmaktır. Yahudi senaryosuna göre : Mısır bilinmeyen bir nedenden güçsüz düşer, direnç bile gösteremeden Hikros işgaline uğrar, Avaris kentini merkez alan ve bütün aşağı Mısır'a hakim olan bir Asyalı krallık kurulur. Böylesi bir durumda Asyalı yöneticiler Mısır'a etnik yapısını göçebelerle dengelerler. Zamanla bu grup çoğalır, yüzyıla yakın süre sonra Thebes prensleri Hiksosları kovup eğemenliği tekrar sağlayınca, Mısır yönetimi İbrani halkına düşmanca davranmaya başlar. Baskılara dayanamayan bu halk ülkeden topluca çıkar. Senaryo kurgu olarak iyi olmakla beraber bu senaryoyu doğrulayacak en ufak bir kanıt yoktur. Kimdir bu Hiksoslar, nerden gelmişlerdir, Mısır'ı ne zaman ve hangi güçle işgal etmişlerdir. Eski çağ uzmanları tarafından yüzyılı aşkın süredir tartışılan sorudur bunlar. Asla bir fikir birliği yoktur. İlk yanıtlanması gereken Hiksosların kim olduğudur. Mısır tarihinde ikinci ara dönem olarak adlandırılan kargaşa yaklaşık İ.Ö.17 yy ortalarında başlar.13 hanedan sonlarına rastlayan bu dönemde 14.hanedan ortaya çıkar. Bu karanlık dönem oldukça çalkantılı bir dönemdir. Sinadan batıya geçmeyi dahi hayal edemeyen kimi yağmacı kabileler dirençle karşılaşmaksızın Menphis'ten geçerek Aşağı Mısır'ı işgal dahi ederler. Daha da şaşırtıcısı işgal yağmayla bitmez ve deltanın doğusunda 14.hanedan firavunlarından Neh si tarafından anıt kent olarak inşa edilen kent Hiksoslarca adı Avaris olarak başkent ilan edilir. 15.hanedan olarak hiksosları görürüz ve bu dönem 100 yıl sürer. Öncelikle Hiksos kelimesinin anlamı üzerinde uzun tartışmalar olmuştur. İlk başta Manetho'nun metinlerinden yola çıkılarak “çoban krallar” anlamına geldiği kabul edildi. Ancak yirminci yüzyılda yabancı krallar karşılığı kabul edildi. Bu fark çok önemlidir. Çoban krallar deyişi doğrudan Sami kabilelerde ilişkilendirilirken, Yabancı krallar geniş ve belirsiz bir kavramdır. Manethonun tarifi tamamen doğru olmasa gerekir. Kelimenin ek kısmı shasu=göçebe çoban olmayıp yine Mısır dilinde khasut = yabancı ülke olduğu kuvvetli bir ihtimaldir. Hatta bu kelime XII sülale zamanında yabancıların reisi anlamında Beni_Hasan da gösterilen yabancı reislerin getirdikleri hediyeleri tasvir için kullanılmıştır. Yabancı krallar mısırda fazla yabancılık çekmeden yerleşik hayata geçtiklerine ilişkin bilgiler Hiksos sorununu iyice karıştırır. O denli ileri giderki 15.hanedan kralları kendilerinin Mısırlı olduğunu bile öne sürer. Dahası Mısır'ı dış işgallere karşı , garnizon kurup korudukları bilinen bir bilgidir. Bu noktada güçlü organizasyonla kurulmuş Avaris, yine Mısırlılarca yıkılmıştır. Hiksos işgaline denk gelen İ.Ö.640 ve sonrası dönemde Mısır için ne Babil ne de Asur tehdit oluşturabildi. Çünkü iki güçlü devlette zor günler geçiriyordu. Mezapotamyanın bu iki güçlü devleti Hitit saldırılarına maruz kaldılar. Peki Hiksosları korkutan güç Hitit olabilir miydi? Bu da çok küçük bir ihtimaldir, kaldı ki Hititler, Asur ve Babil işgallerinden sonra yine topraklarına çekilmişlerdir. İ.Ö.1600 dolaylarında, kuzey Suriyeye inmeside çok sonra olmuştur. Bu durumda geriye iki aday kalır bunlardan biri güney anadoluyu kontrol altına alan Hint-Avrupa kökenli başka bir halk, Huriler; ya da Levant, Filistin ve kuzeyinde yaşayan Sami kabileleri. Bu işin içinden çıkılmaz bir bilmecedir. Hiksoslarla ilişkin görüş ve değerlendirmeler,

1-Hiksoslar, Filistin ve Lübnanda yaşayan ve proto-kenan olarak tanımlanan Sami kabileleridir.

2-Hiksoslar Asur ve Babilde kendilerine yer bulamayan göçebe amorit kabilelerin oluşturduğu bir topluluktur.

3-Hiksoslar, Ege adalarından Filistin bölgesine deniz akınlarıyla gelen ve sonrasında güçsüz durumdaki Mısır'a doğru yürüyen minos kökenli savaşcı gruplardır.

4-Hiksoslar Huri ailesi ait Hint-Avrupalı göçmen kollardan biridir ve yollarının üzerindeki her şeyi yağmalayarak Mısır'a gelmişlerdir.

Birbirinden oldukça farklı bu görüşler oldukça karmaşık olmasına karşın, tarih, tek seçenekli düz ve net yanıtlarla açıklanamayacak denli girift ve çogu zaman anlaşılması güç ayrıntılar üzerine kuruludur. Hiksos sözcüğünün İ.Ö. 17. yy da bütün yakındoğuda yaşanan karmaşa sırasında , söz konusu dört seçenekteki etnik grupların tümü için de kullanılabilecek genel bir ad olduğunu kabullenmek , en makul çözüm olarak karşımıza çıkar. Karışıklık içerisinde yakındoğunun her yerinde, panik içerisinde göçler, akınlar ve yağma hareketleri yaşanır. Bu sürecin kahramanları Sami kabileleri, Hint-Avrupa göçmenleri, Egeli savaşçılar. Ama asıl sorun Hiksos hanedanı nın nasıl oluştuğudur. Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta Hiksos akınlarının yağma ve talan üzerine kurulmuş olmasıdır. Manethon bu toplulukları Tanrı korkusu olmayan saldırgan zorbalar olarak tanımlamaktadır. Tapınaklar yıkılmış ve yağmalanmış, kadınlara tecavüz edilmiştir Konunun dahada çarpıcısı , izleyen dönemde kentlerin onarılması, askeri organizasyonların kurulması ve Avariste 5.Hanedanın kurulması ile belirtilen derin çelişki. Saldırganların taş üstünde taş bırakmadan sonra Judeo-Hristiyan tarih anlayışında birden kimlik değiştirip şehir imarlarına başlamaları ve kendilerini Mısırlı olarak tanımlamaları, kendilerinden birini haneden olarak tahta çıkarmaları bu düşünce çercevesinde mantık ile açıklamak çok zordur. O halde ulaşabileceğimiz tek bir nokta vardır. Hanedanı kuranlar Hiksoslar değildir. Mısırın bu kargaşa döneminde iki farklı evre yaşadığını söylemek mümkündür. Bunlardan birincisi güçsüz düşen merkezi yönetimin acizliğini fırsat bilen ve Hiksos adı altında değerlendirilen kabilelerin daha kısa zaman dilimi içerisindeki yağmaları, ikincisi ise yağmacıların işlerini bitirdikten sonra Mısır'da yaşayan varoş halkın iktidar boşluğunu fırsat bilerek delta yönetimine el koymasıdır. Çoğu bilim adamı ve tarihçinin üzerinde anlaşmaya vardığı bu noktadır. Avaris kentinde kurulan yeni hanedanlığın Mısırlı unsurlar olduğudur. Deltanın doğusunda bulunan arkeolojik bulgular bunu tamamen desteklemektedir. Bulunan arkeolojik bulgular arasında taklit niteliği taşıyan bolca ikinci sınıf mısırlı objeler bulunmuştur. Bulunan kalıntılar içerisinde daha eskiden bölgede yaşamış olan asya kökenli paralı askerlere ait bulgularda mevcuttur. Bir başka deyişle yıllar boyunca mısırlı sayılmayan ve alttabaka insanlara insanlara askeri disiplin oluşturularak, paralı askerlerin öncülük ettiği söylenebilir. Yağma ve talandan kaçan eski düzen soyluları Thebes e çekilirken aşağı mısırın yeni sahipleri “eskinin çobanlar"ı oldu diyebiliriz. Yüz yıl süren bu yönetim 17.hanedanın Thebes prensleri tarafından yıkılacaktır. Ve yeni krallık dönemi başlayacaktır. Eğer konunun başından beri aradığımız İBRANi varlığına dönersek kanıtların içerisinde asla böyle bir halka ilişkin veri bulunmaz. Yeni krallık dönemindeki kutsal kitap ve Mısır manzaraları incelenirse asla bir İbrani yerleşimi söz konusu değildir.Sorun İbrani diye bir halk tabakasının olmamasıdır aslında. Bazı inançlı ejiptologlar GENESİS i eğip bükerek 15.hanedan döneminde yerleşmiş olduklarını düşünsek bileki bu eski ahit kronolojisi ne asla uymaz, eski ahitte Yakup ve oğullarının ülkeye yerleşimini anlatan bölümler Mısır resmi tarihiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Mısır kayıtlarının hiçbirinde EXODUS kayıtlarını içeren bir belge bulunmaz. EXODUS ve GENESİS te ise Hiksos işgali, Avaris kenti, Thebes kentindeki gelişmeler hakkında tek satır yazı bulunmaz. GENESİS uslubunda daha çok orta krallık döneminin Mısırını çağrıştıran izler yer alırken, EXODUS kitabında , firavun isimleri verilmez, coğrafi verilerde anlatılanlar bilinen kronolojiye asla uymaz. VE TANRI ONLARI ATEŞLE VURUR…?

Tarih sahnesi böyle iken , Eski ahitte bulunan Mit yani masal benzeri sıra dışı doğal olayları incelersek gerçek ip uçlarını orda görebiliriz. Bunlardan ilki Yusuf un Mısıra vezir olduğu sırada Mısırda yaşanan ve 7 yıl sürdüğü belirtilen büyük kıtlık ile İbranilerin mısırdan çıkış öncesi bir dizi tüyler ürpertici olay..? Bunlar EXODUS 7-12 arasında uzun uzun anlatılır. Burda dikkat çeken asıl ve en önemli nokta bu masalların hiçbir Mısır kayıtlarında olmamasıdır. Yeni krallık yani II.Ramses döneminde felaketlerin en ufak izine dahi rastlanmaz.Bu masallar niye anlatılmıştır peki ?

1-Yahudi yazarlarca tanrılarının gücü abartılarak kendilerine resmi bir tarih yazmak istemişlerdir.

2-Bu felaketlerin Mısır ın karmaşık dönemine ait olduğunu varsayıp yazılı kanıt bulma olasılığından vazgeçsek bile birinci yaklaşımı kabul etsek EXODUS için tarih ve kronoloji asla tutmaz. İkinci seceneği kabul etsek tüm olaylar akıldışıdır ve devamının doğruluğunu gösteren hiçbir ize rastlanmaz. Ipuwer adlı bulunan papirüste Mısır'da yaşanan doğal afetler anlatılmıştır. Bu anlatım şekli oldukça mecazi bir anlatım şekli olup. Eski ahit ile karşılaştırılması bilim adamlarınca yanlış çıkarsamalara yol açacağından dolayı fazla dikkate almamakla beraber son dönemlerde bulunan arkeolojik kanıtlar ile yaşanan doğal afetlerin sadece Mısır'da yaşanmadığı aşağı yukarı tüm dünya bölgelerinde yaşandığına dair ikna edici veriler ortaya koyar. Bu dönemde İndüs Vadisi uygarlıklarının, Harappaların yazılarından karşımıza doğal olmayan olaylar çıkar judeo-hıristiyan düşüncesinde bu bölgeden geçerek avrupanın kökenini oluşturan insanlar yani Aryan ırkı felaketlerden etkilenmişlerdir. Bir diğer egenin görkemli uygarlığı Minos ile ilgili doğal afetlerdir. Orta Asya'da ortaya çıkan doğal afetler, kuzey ve güneyde çıkanlar ile konu oldukça açılabilir. EXODUS ta görülen Mısırdan kitleler halinde kaçan İbrani kabileleri aslında tarihsel verilerdede görüleceği üzere , Mısırın içinde hiçbir zaman yerleşik olmayan doğudan deltaya hayvanlarını otlatmaya gelen sonra Filistin ve Lübnan a dönene Bedevilerden başkası değildir. Felaketler başladığında Mısırlıların değerli eşyalarınıda alarak kaçmışlardır.“ Ve İsrailoğulları Musa'nın sözüne göre davrandılar: ve Mısırlılardan gümüş şeyler ve altın şeyler ve giysiler istediler.: Ve Rab Mısırlıların gözünde kavma lütuf verdi ve istediklerini verdiler. Ve Mısırlıları soydular” (Çıkış 12:35-36) Bu hırsızlık olayı karşısında Çöl Bedevilerinin peşine düşen Mısır orduları değil asayişi sağlayan birliklerdir. Kaçanlar sadece bedeviler değillerdir. Mısırlılar arasında deltanın doğusundaki paniğe kapılan Mısırlılardır. Bunun en büyük delili On emirin Mısır dilinde yazılmış olamasıdır.

Kutsal kitapların en büyük mitlerinden bir tanesi Kızıldenizi yaran İbranilerin karşı kıyıya ulaşmasıdır. Bugün artık bu mit Kızıldenizin bir çeviri hatası olduğu aslının Sazlıklar Denizi olduğu bilinmektedir. Bedevilerin peşlerine düşen Mısırlı atlı güvenlik ekipleri atlarıyla bataklığa saplanmıştır. Sina çöllerine geçen halk umutsuzluğa düşmüş, yukarı Kenan dolaylarına bölge karışıklıkları nedeniyle çıkılamamış, aynı şekilde doğuda Hiksoslarca talan edilen yerler nedeniyle cesaret edilememiştir. Yanlarında bulunan değerli metallerin soyulması istenme miştir. Akıllı ve işini bilen Mos yada Musa Sinanın kuytularında zaman kazanmıştır. Afetlerin geçmesiyle aralarındaki huzursuzluklar başlar,“ve israiloğullarının bütün cemaati , çölde Musaya ve Harun a söylendiler ; ve israiloğulları onlara dediler; keşke Mısır diyarında et kazanları başında oturduğumuz zaman, doyuncaya ka dar ekmek yerken Rabbin eliyle ölseydik ; çünkü bütün bu cemaati açlıktan öldürmek için çöle çıkardınız.” (Çıkış 16:2-3) Bu dönemde liderlerin karizmaları ortaya çıkar.

Eski ahitte Musa'nın kardeşi olduğu söylenen Harun Babilde bulunmuş ve Hamurabi yasalarından haberdar olmuştur. Dağ eteklerindeki uzun ritüellerden sonra on emir halka sunulur. Hamurabi yasalarının bir kopyasıdır bu. Tanrı hamurabiden kopya çekmiştir. Yahve onlara sınırsız itaat karşılığında vaat ettiği (Sion) toprak parçası ile olaylar gelişir. Bu tanrının seçilmiş insanlarının kronoloji ve EXODUS arasındaki çelişkiler oldukça yoğundur. İbrani halkı olarak Mısırda yaşayan bir halk olmayıp Çöl Bedevileri ve mısırlı varoşların oluşturduğu bir topluluktur."

Bu alıntuyı yaptığımın yazarın adını yazdığım dokumanı kaybettiğim için şimdilik sizlerle paylaşamayacağım. Ama en kısa zamanda bu bilgiyi bulup yazının içine yerleştireceğim ve bu zamana kadar yazardan özürdiliyorum. Bu serinin yedinci yazısında bu kadar uzun olmasına rağmen farklı bir bakış açısı taşıması nedeniyle bu alıntıya yer verdim. Haklı gördüğüm noktaları olmakla beraber yazarın göz ardı ettiği nokta ortada Musa ve İbranilerin Mısır daki varlığını benzer bir şekilde anlatan tek kitabın sonradan değiştirilidiğini düşündüğümüz EXODUS ya da GENESIS değil değiştirilmediğini bildiğimiz ve yine Allah'ın sözlerinden oluşan Kuran'ında olmasıdır. Zaten benim bu yolculuğa çıkmamdaki temel nedenlerden biri de Kuran da bu kadar geniş yer tutan bu İbrani hikayesinin neden herhangi bir tarihsel kanıta ulaşamadığıdır. Yakup ile Mısır'a girdiği anlatılan İsrailoğulları/İbraniler Musa ile çıktıklarına göre neden hiç bir izleri yoktur. Göçebe bir halk olmaları sebebiyle herhangi bir yazılı kayıt tutmayan İbraniler dışında Mısır'da bu kadar gözden uzak bir topluluk olarak yaşamaları da pek mümkün görünmemektedir. Bu nedenle daha önce de söylediğim gibi, bence onların tek Tanrı'lı inançlarından haz etmeyen Mısır'lılar onları görmezden gelmeyi tercih etmiş olabilirler. Ancak yazarın dediği gibi yabancı varlığını kolay hazmetmiyor idiyseler bu nasıl gerçekleşti.. Bundan sonraki bölümlerde biraz a yola çıkış sebebimiz olan Burak Eldem'e kulak vererek ilerlemeye devam edeceğiz..

Fasulye

14 Ocak 2009 Çarşamba

PROF. DR. FERHUNDE ÖKTEM'DEN ÇOCUKLARA MEKTUP...

Sevgili Yavrum,

Dün akşam babanın kucağında televizyonda haberleri izlerken yaşadıkların konusunda senden özür dilemek için bunları yazıyorum. Dayın ve ben küçükken, anneannen ve deden radyodan büyük bir merakla, o zamanki adı ile “ajans”ı, haber bültenlerini dinlerlerdi, hiç kaçırmazlardı. Çünkü, radyomuz bizim dış dünyayı anlamamıza, yaşamı algılamamıza yardımcı olurdu. Uzakları yakın eder, bilinmezi bilinir kılardı. Duyduğumuz haberlere göre yolumuzu belirler, biliyor olmaktan güven duyardık. Bu yüzden haberlerin saatlerine çok saygı duyardık, sessizleşir ve radyoya yaklaşırdık. Bazı haberleri anlamazdık kuşkusuz. Ama anne ve babalarımızın gösterdiği önem ve saygı bizim de aynı duyguları duyumsamamıza neden olurdu..

Bu önemsenen yaşantıyı en sevdiklerimizle paylaşıyor olmak değişik bir gurur duymamıza da yol açardı. Hala haberlere kıyamayışımın nedeni bundandır. “Kumanda elinizde, izlemeyin.” diyenlerle uğraşmam doğru haber alma hakkımıza olan inancımdandır.

Televizyon yaşantımıza girdiği zaman haberler yine önemliydi. Önceleri tek kanal olan televizyonlarımız pek çok kanala kavuştu... Pek çok evde babalar haberleri en az 3-4 haber kanalından izlemek gibi bir alışkanlık edindiler. Başlangıçta bu tutum evin erkeğinin tembelliğine bağlandı. Oysa şimdi daha doğru yoruma ulaşmak için yapılması gereken bir etkinlik olarak görülmekte. Çünkü pek çok kanal için haberin doğru ve tarafsız verilmesi değil, kendi düşüncesine hizmet etmesi önem kazandı. Geçtiğimiz günlerde bazı kanalların aynı tarihteki anahaber saatindeki sunularını alıp yazıya döktüm. Bunları isimsiz bir şekilde asistan ve bilim uzmanı öğrencilerime verdim. Neredeyse hiç hatasız bir biçimde hangi kanalın haberleri olduğu tahmin edildi. Haberlerin ne denli yanlı verilebileceğini görmek beni çok üzdü. Çünkü yanlı bilgi, bizi kendi beklentileri doğrultusunda yönlendirmek demektir. Çünkü böyle bir tutum haber hazırlayanların, yaptıkları işin felsefesine ve saygınlığına inanmadıklarının bir göstergesi demektir.

Canım Yavrum,

Çocukların yer aldığı bütün görüntü ve haberlerin çok daha dikkat çektiğini farkeden bazı kanal yönetcilerinin sizleri kullanıyor olmaları onlara karşı olan saygımızda büyük azalmalara yol açmaktadır. Sizin yoksulluk ve olumsuzluklar içindeki arkadaşlarınızı, o durumlarda korumasız bir biçimde görmenin nasıl örseleyeceğini b iliyorum. Bazı büyükler bu tür görüntülerin sizler tarafından izlenmesi gerektiğini, böylelikle yaşamı daha gerçekçi tanıyabileceğinizi savunmaktadır. Buna katılmam pek çok yönden olanaksızdır. Çünkü. bunları siz değil, büyükler görmelidir, sizin izlemediğiniz saatlerde yayınlanmalıdır... Çünkü çözümü onlar getirmek zorundadır. İnsanları umarsızlıktan kurtaran en önemli yol, çözüme yönelik bir şeyler yapması ya da yapabilecek yetkinlikte olmalarıdır. Oysa siz henüz bu yetkinlikte değilsiniz. Ve bunları tekrar tekrar izlediğinizde güçlü görmek isteyeceğiniz büyüklerinize olan güveninizi de yitirebilmektesinİz. Bu tür haberler, sızlanacak, duygu sömürüsü yapacak biçimde değil, sahip çıkacak, çözüm arayacak biçimde verilmelidir.

Sevgili Çocuğum,

Bu hafta sonu babanla televizyon kanallarının haberlerini yazıp içeriklerine göre de değerlendirdik. Sonuç bizi bile şaşırttı: Değerlendirdiğimiz 6 kanalın tüm haberleri içinde sadece 1 tek iyi haber olduğunu gördük. Ah Sevgili Yavrum. Dünya televizyonlarda sunulduğu kadar kötü bir yer değildir. Çok güzel insanlar, çok saygılı sıcacık ilişkiler, çok yaratıcı ve sağlıklı çözümler, gelişmeler vardır. Şaşıracaksın belki ama aslında bunlar çoğunluktadır. Ama televizyonlarda gösterilmemektedir. Sürekli olumsuz haberler izlemek insanlarda umarsızlık, duyarsızlık, çökkünlük duyguları yaratmaktadır. Toplumun giderek bu özellikleri kazandığını görmek benim gibi pek çok büyüğünü üzmektedir.

Çocukların küçükken anne ve babalarını örnek alıp, onlara benzeme çabaları bizleri çok keyiflendirir biliyorsun. Büyüdükçe özdeşimin başkalarına kaydığını farketmek gelişiminin varlığını görmek açısından keyif, tahtımızın sallandığını hatırlatması açısından burukluk yaratır. Televizyon kahramanları da önemli özdeşim kaynaklarıdır. Haberlerin, özdeşim olgusuna sağlıklı doyum sağlayacak örneklerden yoksun olduğu görülmektedir. Tam tersi olumsuz örnek oluşturacak kişiler ve durumlar sunulmaktadır (Karne notu değiştirenler, dama çıkanlar, kavga çıkararak dikkat çekenler, emek vermeden kazananlar gibi). Sizin kadar, belki de sizden bile çok erişkinler de televizyon kahramanları ile özdeşim yapabilmektedirler. Geçtiğimiz günlerde ölen bir dizi kahramanı adına cenaze namazı kılınıp, hutbe okutulması, gazetelere ölüm ilanlarının verilmesi hepimizi çok şaşırtmış ve üzmüştü. Son zamanlarda bazı kanalların haberlerinde dizi kahramanlarının, yani sanal kahramanların oyun içindeki kişiliklerinin üzerinden haber yapıldığı görülmektedir.

Bu durum çocuklar ve gençler için son derece zararlıdır... Bazı kanallar, haberleri ileri boyutlarda magazinleştirerek ya da ağırlıklı olarak magazin haberlerini vermektedir. Kitle iletişim araçlarının toplumu biçimlendirme özellikleri olduğu çok açıktır. Bunları izleyen gençler ve erişkinler “haber” alma haklarını sadece magazin haberleri ile gerçekleştirdikleri takdirde dünyaya bakışları kısır, yanlı ve yüzeysel olacaktır.


Sevgili Yavrum,

Babanın öğretmenine “Çocuğumun sanat derslerini hiç ihmal etmeyin.” demesinden ne denli mutlu olduğumu seninle paylaşmıştım. Akılcı ve duyarlı bir biçimde işlenen sanat dersleri, eşduyum yeteneğinizi, soyutlama ve üst düzey düşünme becerilerimizi geliştirir. Oysa, haber saatlerinde sanat ve bilimle ilgili haberler neredeyse yok gibidir. Sağlık ve bilimle ilgiliymiş gibi görünen haberler ise yeterince akılcı ve doğru biçimde ele alınmamaktadır. Sağlık haberleri verilirken, haberin doğruluğu kontrol edilmeden, sonuçlarının nerelere varacağı düşünülmediğinden, nasıl olumsuz sonuçlarla karşılaşıldı bilemezsin. Hala haberlerin doğru ve dürüst bir biçimde verildiğine olan inanç, ülke koşulları ile de birleşince insanların tedavileri yarım kaldı, gözboyayan kişiler yüceltilerek sahte tedavi yöntemleri sunuldu. Onlar paralar kazandılar ama insanlar zaman mal varlıkları ve en önemlisi sağlıklarını yitirdiler.

Ailecek yapmaktan ve izlemekten en çok hoşlandığımız şeylerden biri spor biliyorsun. Sana belli etmesem de seni spor çalışmalarına katılmaya, gösterilerini izlemeye gönderirken çok korkar oldum. Spor haberlerinin televizyonlarda bile verilişleri şiddet ve ayrımcılığı körükleyici biçimdedir. Olumlu, saygılı, paylaşımcı, geliştirici spor etkinliklerinin sunumu sessizce diğer haberlerin arasına sıkışıp kalmakta, kaybolmaktadır. Sevgili çocuğum, güzel şeylere hakettikleri coşkuyu kazandırmak zor birşey değildir. Program yapanların farklı bir bakış açısıyla yaklaşmaları, daha çok emek vermeleri, yaptıkları işe daha çok saygı duymaları bu işi çok kısa sürede çözümleyebilecektir.


Sevgili Çocuğum,

Özellikle gelişim döneminde olan sizler için, aldığınız bilgilerin size yeni ufuklar açması, sizi düşünmeye, araştırmaya ve paylaşıma yönlendirmesi istenir. Korkutucu, güveninizi yitirtici, umarsızlığa iten bilgi ve görüntülerden çocukların korunması gerekir. Bunun önemini bilen ülkelerin büyükleri çocuklarını bu zararlı etkilerden korumak için koşullar oluşturmuştur. Çocukları korumak adına korumalı saatler ve yayın kuralları vardır. Bizim sevgili ülkemizde henüz bunun önemi tam anlaşılmadığı için senin arkadaşların zamanlarının büyük bir kısmını edilgen bir biçimde televizyon karşısında geçirmekte ve zararlı içerikleri adeta içerek benimsemektedir. Yayın kurallarının belirlenip, düzenlenmesi için yeterli bilinç ve emek ne yazık ki henüz oluşmamıştır.

Çocukların haberleri algılayış biçimleri üzerinde yapılan bir çalışma( (Nurdoğan Rigel. Haber. Çocuk ve Şiddet), nasıl bir yolda olduğumuzu çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Bu çalışmanın yapıldığı tarihlerde haberlerin verilişinin daha iyi düzeylerde olduğunu gözönüne alırsak durumun daha da sorunlu olduğunu anlayabiliriz. Bu çalışmada 5-7 yaşındaki çocuklara “Haber denince aklınıza ne geliyor?” diye sorulmuş. Çocukların %39’u savaş, ölüm, kavga, kaza gibi olumsuzluk içeren yanıtlar vermiş. %46’ı yansız, programa yönelik isim ve görüş aktarmışlar. Haberlere ilişkin olumlu tanımlamada bulunan çocuk oranı sadece %4 bulunmuş. “Haberlerden alınan güzel ileti nedir?” sorusuna çocukların %21’i “güzel ileti yok” derken, %6’sı kaza ve kavgayı seçmiş, sadece %6’sı “barış” yanıtını vermiştir. Keşke çoğu barış ve sevgi diyebilseydi.

Çocukların haberlerde suçlu olarak gösterilmesi aslında bizim ayıbımızdır."Tinerci çocuk'', "kapkaççı çocuk'' diye etiketlendirdiğimiz çocuklarla görüşmeler yaparken de, fotoğraflarını çekerken de haklarını ihlal ediyor, onlara zarar veriyoruz. Şiddet görmüş ya da istismara uğramış çocuğun dünyasını, "nasıl oldu anlat'' diyerek bir kez daha karartıyoruz. Görülmemesi istenen görüntülerin gizlenmesi ve mozaiklenmesinin amaca uygun biçimde yapılmadığı senin de dikkatini çekmektedir. Çoğu zaman kasıtlı olduğu izlenimi yaratan kaymalar kaçınılması gereken görüntüyü daha dikkat çekici kılmaktadır.

Bazı haber sunucuları keşke senin bu yaşta yapabildiğin eleştirileri duyabilseler.. O zaman daha yalın, daha inandırıcı, daha tarafsız ve saygılı olurlar. Konuklarını kendi üstünlüklerini kanıtlayıcı birer araç olarak görmekten vazgeçerler.

Sevgili Çocuğum,

İşini çok daha saygılı ve özenli yapan haber kanalları var kuşkusuz. Biliyorsun biz de onları seçiyoruz. Ancak bizler doğruyu seçebilmek için çok uğraşıyoruz, emek veriyoruz. Aldığımız eğitim ve görevimiz bize bu yolda yardımcı oluyor. Bu emeği veremeyen ya da olumsuzlukların farkında olmayan aileler ve çocuklar için de çaba göstermek zorundayız. Kanallarından stadlarına, otobüslerinden okullarına kadar saygı, sevgi, hoşgörü ve hakçalığın olduğu bir yaşam hepimizin hakkı, bunu sağlamak ise hepimizin sorumluluğudur.

Sevgili Yavrum,

Bu mektubu sana yazdım ama vermekten vazgeçtim. Okuduğum zaman ortaya çıkan tablodan çok utandım. Sana ve arkadaşlarına böyle bir ortam sunmaktan ötürü özür dilerim. Bunları seninle şimdi paylaşıp, umarsız ve çökkün, büyüklerine karşı güvensiz olmanı istemiyorum. Bu mektubu saklayacağım. Koşulları düzeltmek için daha çok çalışacağım. Sahip çıkıp emek verildiğinde, duyarlı ve çaba gösteren erişkinler olduğumuzda, pek çok şeyi değiştirebildiğimizi gördüğümde, sizlerin güvenini yeniden hakettiğimizde birlikte okuyacağız. Ve birbirimizle gurur duyacağız.

Çocuklarına bunları söyleyen ve söylemek isteyen büyükler adına,

Ferhunde Öktem
Klinik Psikolog Prof. Dr. /Hacettepe Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD.

9 Ocak 2009 Cuma

DÜŞÜNÜ-YORUM

Bazen düşünüyorum, Allah neden hiç bir yarattığı kulu ayırmaz, onlar için daima Rahman ve Rahim olurken, tüm günahları affedici olurken, son ve evrensel olan kutsal kitabında özellikle bir kavmi ismini vererek bu kadar hedef göstermiştir? Bunun ibret olsun diyecek kadar basit bir sebebi olamaz, öyle değil mi? İbretlik hikayelerde bir kavmi ismi ile zikretmek gerekmez. Hikayenin kahramanları kim olursa olsun, özü zaten kıssadan hisseyi aktarır insanlara.. Kur'an'da pek çok surede yahudilerle ilgili sayısız ayet vardır.

Aslına bakarsanız isimleri verilmese de Firavunlarla ilgili de pek çok ibret verici olay anlatılır Kur'anda, ama bu Mısır kavmine yönelik, tüm Mısır'a mal edilmiş olaylar değildir. Doğrudan Firavun'a mal edilir (en geniş haliyle ise firavun hanedanına, yani saray halkına). Bir firavun ile bir peygamber arasında yaşanılanlar dile getirilir. İnancın üstün gelişi ve Firavun Hanedanının uğradığı gazaptan bahsedilir.

Gerek Firavun ile ilgili yaşananlar olsun, gerekse İsrailoğullarının kendi peygamberleri ile yaşadıkları olsun daima bu ibret verici olayların bir tarafı yahudilerdir. Yakup ile birlikte Mısıra göç eden ve Firavun'dan zulüm gören ve Musa ile Mısır topraklarından çıkıp vaad edilmiş topraklara gidenler de onlardır. Ardından Peygamberlerinin tüm uyarılarına rağmen yoldan çıkmışlık da ısrar edenlerde onlardır. Yaşanan onca mucize, acı ve eziyetin ardından, hiç bir ibret almamışlar gibi yaşayanlar..

Yahudi (İbranice Yehudi), Musevilik dinine mensup kimselere, İsrailoğulları'nın soyundan gelen etno-dini Yahudi toplumunun fertlerine ve bu dine sonradan geçen kimselere verilen isimdir. Yahudi olabilmek için resmi bir din değiştirme törenini uygulamak gerekir.

İsa'da bu toplumun bir ferdidir ve Kutsal Kitap ona geldiğinde aslında bunun Museviliğin devamı olan bir din olarak indiği rivayet edilir. Musa ve İsa bahsedilen toplumdan çıkmış iki büyük peygamberdir ve Kur'an'da her ikisinden de defalarca bahsedilir. İkisinin de mucizeler getirme özellikleri vardır. Hatta son peygambere bile verilmemiş büyük mucizeler..

Musa ve İsa'dan önce kitap inmemiş pek çok peygambere sahip olan bir nesilden bahsediyoruz aslında. Bu kadar peygamber gönderilmiş olması onların her ne olursa olsun kendi çizdikleri sapkın yoldan vazgeçmiyor olmaları olabilir mi? Bilmiyorum. Ama yüzyıllar boyu varolan ve ikisi dört büyük kitaptan ikisi ile bir din getirmiş peygamber olmak üzere pek çok peygambere sahip bir neslin, İncil inene dek neredeyse yeryüzünde aynı Tanrıya inandığımız bütün dinlere sahip olması ve ardından kendi kavimlerinden birinin getirdiği ve yeni bir dine dönüşen Hristiyanlığın yaygınlaşması ile vazgeçilmiş ve neredeyse lanetlenmiş bir ırka dönüşmesi garibime gidiyor düşündüğümde.

Ezelinden, ebedine kadar bu evrenin yaratıcısının bütün bunları öngörmemiş olduğunu düşünmek mümkün olmadığına göre, bütün bunların bir nedeni olmalı değil midir? Yoksa şu yaklaştığı varsayılan Kıyamet Senaryosunun bir parçası mıdır bu da.. Öyle ya durup dururken, yeryüzündeki herkesin altından ırmaklar akan cennetlerde yaşamak hakkını çoktan elde ettiği bir dünya da neden kıyamet gibi oluşum meydana gelsin ki.. O zaman zaten yeryüzü de cennete dönüşeceğinden, mekan değiştirmek pek anlamlı olmaz, o günün adına da hesap günü denmezdi sanırım.

Her şey bir şeye vesile olur diye boşuna demiyorlar elbette, tüm bu yaşananların olması gerekenler olduğunu düşünmek garip gözüküyor olsa da, çaresizlikten mi bilmiyorum mantıklı geliyor bana.. Belki de en başından beri bu kavmin etrafında gelişen olaylar, planlı bir kıyamet senaryosunun bir parçasıdır.. Kim bilebilir? Onlar seçilmiş kışkırtıcılardır belki de yeryüzünde..

Daha doğduğu andan itibaren günahkarlar sınıfına dahil bir toplumun ferdi olmak gibi bir haksızlık Allah'ın yüce adaletine sığar mı bir düşünün.. Belki de yeryüzünde olduğu söylenen cehennem budur kim bilir.. Hepimiz birer kere yahudi olarak geldik dünyaya, olamaz mı? O halde cennet demeyin, konu sapacak farkettim.. Yetişkin olduğunda doğruyu bulup dinini değiştirebilir diye gelmedi mi aklınıza.. Size öğretilen doğruları sorgulamak hiç aklınıza geliyor mu sizin?

Diyorum ya düşünüyorum sadece.. Lanetlenmiş bir Paygamberler ırkı kıyamete vesile mi olacak? Yok aklım almıyor çünkü Allah yeryüzünde daima var olmuş bir kavmi, göz göre, göre hedef göstermez. Ama bir taraftan da ilginçtir ki, dünya tarihinde bu kavmin adının geçtiği her olayda ya bir sapkınlık ya da şiddet vardır. Hiç akıllanmazlar.. Sanki yeryüzüne sürekli ortalığı karıştırmaya gönderilmişler gibi.. Buna rağmen nice peygamberler çıkarmışlardır aralarından.. Ama ibret öykülerinin başrolünü kaptırdıkları bir başka kavim yoktur yeryüzünde..

Ama tarih boyunca birbirilerini yok etmeye hiç kalkışmışlar mıdır toplum olarak onu bilmiyorum gerçekten.. Yani diğer tüm din mensupları birbirlerini yok etme eyiliminden hiç vazgeçmezken.. Acaba yahudi toplumlar da kendi içlerinde savaşlar yaşamışlar mıdır? Ya da saldırıp, zulm görmekten birbirlerine düşcecek vakitleri hiç olmamıştır?

Diyorum ya düşünüyorum...

O halde varım...

Fasulye
Not : Bu arada yazıda bazı yerlerde Tanrı, bazı yerlerde Allah kelimesini kullandım, özellikle seçtiğim cümleler olarak bir durum yok, sadece içimden geldiği gibi oldu. Allah kelimesinin Kur'anla geldiğini biliyor musunuz bilmiyorum. Bizzat Kur'anın kendisinde Allah diye bahsedilir yüce yaradandan. Tanrı kelimesi ise İsa üçlemeside daha çok kullanıldığı için Müslümanlarca tercih edilmez, çünkü şirk koşanların kullandığı bir sıfattır. Allah kendi kitabında Esma-Ül Hüsna olarak 99 isim vermiştir. Bunların hiç biri Tanrı kelimesini içermez ve her biri Allah'ın sıfatlarından oluşur, birer isimden ziyade sıfat olarak kullanılırlar ayetler içerisinde.. Bir çok tsavvuf felsefesinde bu 99 isim insanoğlunun tekamülü boyunca elde etmesi gereken erdemleri içermektedir. Bu 99 erdemi sağlamadığınız sürece defalarca yeryüzüne gelmeye devam ederseniz. Her tekamülünüzde bunlardan biri ya da bir kaçını bir arada elde edebilmiş olabilirsiniz. Ama sanırım yahudi olarak geldiğimiz bir dönem varsa o arada bunlardan hiç birini elde etmiş olamayız...

6 Ocak 2009 Salı

DALGALANDIK DA, DUMUR'DUK...

Uzun süredir sohbetinden büyük keyif aldığım bir dostumun, benimle paylaştığı fikirlerini blogumda misafir yazar olarak dile getirmesini arzu etsem de, biraz işlerinin yoğunluğundan biraz da yazma fikri ona uzak geldiğinden bu fırsatı yakalayamadık.

Düşüncelerini net ve sadelikle ifade ediş tarzı sayesinde farklı kaynaklardan duyduğumda ya da okuduğumda algılamakta zorluk çektiğim pek çok konuyu onun sayesinde anlayabildiğimi itiraf etmek zorundayım. Ancak bundan kısa bir süre önce Türkiye'deki döviz kuru uygulamaları ile ilgili yaptığımız bir sohbet sonucunda, yazmayı kabul etti ve devamı da gelecek olan aşağıda ki yazıyı bizlerle paylaştı.


Yazıları ve düşünceleriyle bloguma renk katacak değerli Ikarus'a buradan sevgilerimi yollayarak yazısının ilk kısmını yayınlıyorum. Bu yazı yazılalı bir süre olmuş olmasına rağmen diğer her şey gibi ülke gündemimizdeki geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum.

Umarım sizler de çiçeği burnunda misafir blogger'ımıza destek vererek, bizlerle düşünce paylaşımını artırması için bana yardımcı olursunuz :)

Yazının başlığını kendisinden izin almadan benim eklemiş olmama kızmayacağını umarak, bloguma da yeni bir bakış açısı ve soluk getirdiği için teşekkür ediyorum.

Fasulye


Salı, Ocak 06, 2009 Author: Ikarus

DALGALANDIK DA, DUMURDUK

Ekim ayında kurdaki artışı değerlendiren Sayın Başbakanımız şöyle bir açıklama yaptı.

“Bizler sabit kur politikasını belirlemiş bir iktidar değiliz; dalgalı kuru benimsedik. Dere yatağında akar. Bu işi zorlarsanız, bir taşkınla o yaptığınız zorlamalar alır hepsini götürür. Sabit kur, sanal engellemeler koyma sürecidir. Ama dalgalı kurda ne yapar yapar, dere yatağını bulur. İhracatçı lehinde bir gelişme oldu. Bazı ihracatçılara baktık ki keyifler yerinde, ithalatçılar da sıkıntılı. Dedik biraz da o sevinsin. Yine dalgalı kurdayız, buradan taviz vermeyiz"

İlk bakışta oldukça makul ve mantıklı gözüken bu açıklamanın bakalım gerisinde neler oluyor? Bunun için öncelikle açıklama da yer alan terimlerin ne anlama geldikleri üzerinde biraz duralım ki açıklamayı daha iyi anlayalım.

Döviz kuru bir birim yabancı para ile satın alınabilecek ulusal para miktarını gösterir. Yani döviz kuru, dövizin ulusal para ile fiyatıdır. Örneğin 1 dolar = 1 YTL gibi.


Herhangi bir ülkenin parasının, Türk Lirası karşısındaki değeri yani döviz kuru, serbest piyasa koşullarında arz ve talebe göre oluşur. Yani döviz piyasasında dolar alabilmek (talep) için Türk Lirası verilmesi (arz) gerekmektedir. Yani özetle piyasanın o anki koşullarına göre, Dolar almak isteyenlerin sayısı çoğaldıkça, Türk Lirasının değeri azalır, Dolar satmak isteyenlerin sayısı çoğaldıkça ise Türk Lirası değerlenir.

Peki bireysel alım/satımların haricinde piyasalarda ne zaman dolar almak ihtiyacı doğar?

1. Bir Türk firması ABD’den mal/hizmet getirmek (ithalat) için Türk Lirası verip dolar satın almak ister. Çünkü ABD ile yapacağı işlemlerde ödemelerini dolar ile yapacaktır. Yani ithalata yapılan yatırımlar arttığında piyasadan alınan doların miktarında bir artış olur.

2. İkinci olarak ABD’de yatırım yapmak isteyen, yatırımcıların bu girişimlerini ABD sınırları içinde Türk Lirası ile yapamayacakları için dolara ihtiyaçları olacaktır.


Her iki girişim de piyasada ki Dolar alımını artıracağından (talep) Doların değerini yükselterek, Türk Lirasının değerini düşürür.

Dolar satmak ihtiyacı ise yukarıdaki örneklerin tersi durumlarda yani,

1. Bir Türk firmasının ABD’ye mal/hizmet satmak (ihracat) istediği durumlarda, dolar olarak elde ettiği kazancını, Türk Lirasına çevirmek istediğinde ve,

2. Az rastlanır olsa da bir ABD firmasının Türkiye’de yatırım yapabilmek için, elindeki Dolarları Türk Lirasına çevirmek istediğinde oluşur.

Bu defa da bu iki girişim piyasada ki Türk Lirası alımını artıracağından, Türk Lirasının değerini yükselterek, Doların değerini düşürür.

Yani ithalat ve ihracat yönelik işlemler bir denge sağlayamazlarsa, Doların ve Türk Lirasının değerleri sürekli değişecek ve birinde ithalatçılar sevinirken diğerinde ihracatçıların sevinmesine neden olacaktır. Çünkü yurt dışından mal/hizmet getiren bir yatırımcı doların değeri yükseldiğinde, dolar üzerinden aldığı mal/hizmeti Türk Lirası üzerinden daha ucuza satmak zorunda kalacak ve zarar edecekken, yurt dışına mal/hizmet götüren bir yatırımcı da doların değeri düştüğünde, elde edeceği dolar gelirini Türk Lirasına çevirdiğinde zarara uğrayacaktır.

Bu zararların engellenmesi için uygulanan yöntemlerden iki tanesi, Sayın Başbakanımızın ifadesinde de belirttiği gibi sabit kur uygulaması ve dalgalı kur uygulamasıdır.

Sayın Başbakanımızın sanal engellemeler koymak olduğunu ifade ettiği sabit döviz kuru sistemlerinde, devlet tarafından resmi döviz fiyatlarının (kurunun) yükseltilmesi, bir ülke milli parasının dış değerinin düşürülmesidir. Yani biraz önceki örnekden yola çıkarsak Türk Mallarının ABD için ucuzlamasıdır. Bu da ihracatımızı arttıran bir unsurdur. Ancak kısa vadede ihracat artarken bu defa da yurt dışından alınan ürünlerin fiyatı yükseleceğinden ithalat zayıflayacaktır. Ayrıca döviz kuru da piyasadaki arz ve talebe göre belirlenmek yerine sabit bir noktada korunacaktır.

Döviz kuru sistemlerinin en esnek olanı ve Sayın Başbakanımızın tercihi ise, kurların hiçbir müdahale olmadan tamamen piyasada arz ve talebe göre belirlendiği serbest dalgalı kur sistemidir. Serbest dalgalı kur sistemlerinde döviz kurları uygulanan para politikasının bir politika aracı olmayıp, ekonomik gelişmelerin, uygulanan programın ve bekleyişlerin bir sonucu olarak piyasada belirlenmektedir. Yani piyasanın döviz ihtiyacı arttığında, Türk parasının değeri yabancı para karşısında düşecek, azaldığında ise yükselecektir. Böyle bir ortamda ise ne zaman ihracatçının sevineceği, ne zaman ithalatçının sevineceği belirsizlikler gösterir. Yaşanabilecek ani yükseliş ve inişlerden piyasanın zarar görmemesi için Merkez Bankası zaman zaman aşırı dalgalanmaları önlemek için müdahele etme gereği duyar.

Bu aşırı dalgalanmaların sonucu olarak, 1995 yılında %13 oranında bir devalüasyon yapılmış ve sonrasında Merkez Bankası yetkilileri 1 Doların o zaman ki karşılığı olan Türk Lirasının dengede olduğunu ve bundan sonra bu denge kurunun 100 ile ifade edileceği kararını almışlardır. Yani bu değer bir doların, olması gereken en makul Türk Lirası karşılığının hesaplanması sonucu ortaya çıkmış demektir. Bu dengenin bozulması eşitliğin bir tarafındaki paranın (TL ya da Dolar) diğerine göre yükselmesi ya da düşmesi anlamına gelir. Denge kuru korunduğu müddetçe ise ithalatçı ve ihracatçının kazancı da korunacak demektir.1995 yılından bu yana yapılan hesaplamalarda bu denge kuru baz alınır ve Doların Türk Lirası karşısındaki fiyatı, denge kuruna oranına göre hesaplanarak Merkez Bankasınca yayınlanır.

Eğer bu değer 100’ün altına düşerse Dolar, Türk Lirası karşısında değerli, 100’ün üzerine çıkarsa Türk Lirasının değerli hale geldiği anlamına gelmektedir.Peki dalgalı kur sistemlerinde doların ve Türk Lirasının değeri piyasadaki arz ve talebe göre belirleniyorken, bu denge kurunu yakalamak mümkün olmakta mıdır?

Örnek olarak Ekim 2008 ayını ele alalım. Ekim ayında ortalama dolar kuru 1,20 YTL dir. Ancak az önce bahsettiğimiz denge kuru dikkate alındığında bu fiyat doların olması gereken kuru mudur?

Bunu anlayabilmek için, Merkez Bankasınca denge kuruna göre hesaplanmış değerleri içeren “Kurlar-Reel Efektif Döviz Kuru Endeksleri(1995=100)” isimli istatistiksel verilerinden, TÜFE Bazlı REEL Efektif Kur Endeksi 1995=100 referanslı raporunda Ekim ayı için için belirlenen değere bakmamız yeterlidir.

Bu da 10 Ekim 2008 tarihi için 172,90 dır. Yani denge değerimiz 100’den 172,90 a yükselmiş, bunun da anlamı daha öncede söylediğimiz gibi Doların Türk Lirası karşısında yükselmiş olmasıdır. Doların Ekim ayındaki kurunu bu değer ile çarptığımızda olması gereken kur değerinin 2,64 YTL olduğunu görürüz.

Demek ki Merkez Bankasınca hesaplanan değerlere göre 2,64 YTL olması gereken kur, dalgalı kur sisteminde Ekim ayında 1,20 YTL olarak gerçekleşmiştir. Bu da dolar satın alan insanların bir dolar başına 1,44 YTL kaybı var demektir. Ufak tefek döviz işlemleri yapanları bir kenara bırakırsak bile bu kayıp ihracat yapanlar için oldukça büyük bir kayıptır.

Ikarus
(devam edecek)

4 Ocak 2009 Pazar

SİZ TETİKLERİ YAPARSINIZ BAŞKALARI ATEŞ ETSİN DİYE

"İkinci Dünya Savaşı sonunda İngiltere'nin mandası altındaki Filistin topraklarının bölünmesiyle İsrail devletinin kuruluşu, son elli yıl boyunca süregelen Orta Doğu savaşlarının da çıkış noktası oldu.

İsrail devletinin kuruluşu, Diaspora sonrasında dünyanın dört bir yanına dağılan Yahudiler için bir yurt oluşturmayı amaçlayan Siyonist hareketin uzun süren çabalarının meyvesi.

Nazi dönemindeki Yahudi Soykırımı sonrasında uluslararası toplumda bir Yahudi devletini tanınması yolundaki baskılar yoğunlaştı. 1948'de de İsrail kuruldu.

1948 sonrasında bölgenin tarihi, bir yanda İsraillilerin, bir yanda Filistin Kurtuluş Örgütü ve bazı Arap ülkelerince temsil edilen Filistinlilerin yer aldığı bir savaş diye özetlenebilir.

Bu süreçte yüzbinlerce Filistinli yerlerinden edildi ve Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan'ın da katıldığı pek çok savaş yaşandı.

1979'da Mısır ve İsrail bir barış anlaşmasına imza koydular ancak Filistinlilerle barış sürecine başlanabilmesi için uzun süren intifada, yani ayaklanma yıllarının ardından, 1990'ların beklenmesi gerekti.

Aradan geçen sürede Gazze Şeridi ve Batı Şeria'nın bazı kesimlerinin Filistin yönetimi denetimine bırakılmış olmasına rağmen, 'nihai statü'yü belirleyecek bir anlaşma henüz sağlanabilmiş değil.

Anlaşmaya varılması önündeki başlıca sorunlar ise Kudüs'ün statüsü, Filistinli mültecilerin dönüşü ve Yahudi yerleşimlerinin durumu.

Bölgedeki dengeler açısından son yıllarda atılan en önemli adımlardan biri ise İsrail'in, 2005 yılında, Ariel Şaron iktidarı döneminde Gazze Şeridi'ndeki tüm yerleşimlerini boşaltıp buradan çekilme kararı oldu.

İsrail

Yönetim merkezi:
İsrail yönetim merkezleri Kudüs'te bulunuyor, ancak yabancı elçiliklerin hemen hepsi Tel Aviv'de ve başkent genellikle Tel Aviv kabul ediliyor


En yaygın diller:
İbranice, Arapça

En yaygın dinler:
Yahudilik, İslam


Filistin

Yönetim merkezi: Filistin yönetim birimleri halihazırda Ramallah merkezli olarak faaliyet gösteriyorlar, ancak kurulacak bir Filistin devletinin başkentinin Kudüs olması hedefleniyor

En yaygın dil:
Arapça


En yaygın din:
İslam
"

Kaynak : http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/01/040112_israil_filistin_rehber.shtml




İngiliz yazar Robert Fisk konuyla ilgili yazdığı makalesinde : "Aşkelon ve çevresindeki bölgelerde yaşayan Filistinliler, İsrail yaratıldığı ve sınırları Gazze plajlarına uzatıldığı 1948'de kendi topraklarından kovulmuşlardı. Gazze'dekilerin yüzde 80'inin ailesi bir zamanlar şimdi İsrail olan topraklarda yaşıyorlardı." demiş...




Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Başbakanı Ehud Olmert'i aramayı düşünürken, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırıları olunca aramaktan vazgeçtiğini belirterek, ''Çünkü, bu bize karşı da yapılmış saygısızlıktır. Biz, şu veya bu ülke değiliz. Her şeyden önce demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Barışı yaygınlaştırmak, onu egemen kılmak için gayret eden bir ülkeyiz'' demiş...

Uluslararası Af Örgütü, "Geçtiğimiz sekiz yıl içinde İsrail-Filistin çatışması 5 bin Filistinli ve 1.100 İsrailli’nin hayatına mal olmuştur. İki tarafın kayıplarının çoğu silahsız sivillerdir. Bunlar arasında 900 Filistinli ve 120 İsrailli çocuk da bulunmaktadır." demiş...








Demokrat Kocaeli Sitesi Yazarı Uğraş Çiftçi, "İsrail’e muhalefet edenler iki şeyi karıştırıyorlar:
İsrail devletinin doğum yöntemini gayrimeşru bulmak başka şeydir…Ki bu türden itirazların, hayata tutunma azmini ıspatlamış İsrail karşısında anlamı kalmamıştır… Doğmuş olanın yaşam hakkını tanımamak başka bir şeydir" demiş...

Bense sadece google'a girip "İsrail ve Filistin" yazıp enter a bastım. Arama seçeneğimi "Görseller" olarak belirledim. Gördüğüm her resme ne bakabildim, ne de bloga eklemeyi düşündüm. Sadece bu yazıda göreceğiniz bir kaçını tercih edebildim. İsrail ve Filistin hakkında, tarihleri, savaşları hakkında hiç bir şey bilmiyor olsanız bile, sadece fotoğraflara bakarak yaşananların (kelime dağarcığınızda o kadarını bulabilirseniz) bir adını koyabilirsiniz...

Ölüm, kan, gözyaşı, yıkım ve şiddet... Gözüdönmüşlük...

Hangi uğurda bu acımasızlık yapılabilir düşündüm. Bir cinnet anında mı? Koskoca toplumlar yıllardır cinnet mi geçiriyorlar? Cinnet anlık bir şeydir, birden kendinizi kaybeder ve ne yaparsanız yaparsınız biter.. Sonrasında ya hatırlamaz, ya da hatırlamak istemezsiniz..

Toplumsal bir cinnet yıllar sürer mi?

Yeryüzündeki düşünebilen tek yaratığın geldiği noktaya bakın... Teknoloji ilerliyor, hatta neredeyse kontrol edilemiyor, araç olmaktan çıktı bizi ele geçiriyor... Tıp ilerledi, yapılamaz denilenler yapılabiliyor... Cenneti düşleyerek, cennet gibi bir dünyayı yok ediyoruz... Doğuda yaşanan kan davalarını kınıyoruz.. Kadınların namus belasına yaşamlarını kaybetmelerini kınıyoruz... Çocuk istismarı ve tacizine bayrak açıyoruz... Ertmenilerden özür diliyoruz... Atam sen ölmedin diyoruz... Elhamdürüllah Müslümanız diyoruz... Küresel ısınma artıyor diyoruz... Hayvan neslini ya yokediyor ya da evrimini bozuyoruz... Grip oldular diye kuşları boğazlıyoruz... Kenelere yem olmayacağız diye bütün haşaratı harcıyoruz... Eurovision'a Hadise gidiyor diye günaha giriyoruz...Yine de yaşıyoruz.. Yine de mutlu olmanın bir yolunu buluyoruz...

Doğal olmayan her türlü felaketi insanoğlunun başına yine biz açıyoruz, kendi neslimizi ya yokediyor, ya azmettiriyoruz... Depremler, tsunamiler, hortumlar ve sellerde ölen insanları dehşetle izliyoruz.. Doğal diyoruz adına bunların... Doğal Afet... Yani doğadan gelen, gayet normal tepkiler... Allah'tan gelen diyoruz... Sineye çekiyoruz... Ya da kafirdiler diyoruz, hakkettilere getiriyoruz şirk mi koşuyoruz?

Filistin ve İsrail, seyrediyoruz... Destekliyoruz, kınıyoruz, kızıyoruz, acıyoruz... Seyrediyoruz...

Siz bir gün bu noktaya gelir misiniz? Ne uğruna, ne sebeple? Siz yüzlerce bedenin parçalanıp ortaya saçılmasında rol alır mıydınız..? Ne hakla, ne sıfatla? Siz bir çocuğu öldürebilir misiniz? Ne cesaretle, hangi vicdanla?

Ben söyleyeyim.. Evet... Ne acı ki..

İtiraz etmenize gerek yok.. Sevdikleriniz tehdit altında olduğunda göze alabileceklerinizi düşünün yeter... Sevdikleriniz zarar gördüğünde hissedeceğiniz hırs ve acıyı toplayın yeter... Boşveremeyeceğiniz, acısını hissetmeyeceğiniz noktalara götürün zihninizi...

Masum değiliz, hiç birimiz...

Kınamaya hakkımız var mı?
Acımaya hakkımız var mı?
Durdurmaya gücümüz var mı?
Yaşamaya yüreğimiz var mı?

Buna da cevap vereyim... Hayır... Ne acı ki..

"Sonra yaslanır arkanıza bakarsınız..
Bedenler nasıl karışıyor toprağa..."

Fasulye