25 Şubat 2009 Çarşamba

GİZEMLİ MISIR GÜNCESİ (6)

Aşağı ve Yukarı Mısır'ın İlk Kadın Firavunu Olmak...

Eski Mısır Medeniyetinin sosyal yaşam tarzına dair pek çok bulguya erişilebiliyor olsa da yine de, kadınların bu büyük ülkenin tek hakimi olabilecek başarıya sahip olacaklarına dair pek bulgu olduğunu sanmıyorum. Yine de eski Mısır'daki evlilik kurumunun yapısı hakkında kısa bir bilgi ile belki de kadının toplum içindeki yerini az çok kestirebiliriz diye düşünüyorum. Toplumun en küçük parçasını oluşturan aile kurumunu oluşturmak için Mısır'da günümüzdeki gibi belediye memurlarının imzaları gerekmiyordu. Bir kadın ve erkek birlikte yaşamaya karar verdiklerinde, ikisinin de uygun gördüğü bir eve taşınarak ailelerini kurmakta serbesttiler. Herhangi bir anlaşmazlık durumunda ise yeni kendi istekleriyle evlerini ayırabiliyorlardı. Günümüz Türkiye'sinde bile ahlaki değerler grubundaki tabuları zorlayacak bu düzen bize en azından kadının eşini seçme hakkı olduğunu gösteriyor. Eşlerin kanuni hakları hakkında bir fikrim olmadığından, ayrılık durumundaki mal paylaşımı gibi konulara ne yazık ki giremeyeceğim.


Gündelik hayatta bu şekilde yürüyen aile kurumu firavun hanedanı açısından bu kadar olağan ve sade bir şekilde ilerlemiyordu elbette. Bir kere hanedanı ve soyun devamını korumak gerekiyordu. Bu nedenle çoğunlukla akraba ya da yarı akrabalarla evlilik söz konusu idi. Firavunlar birden fazla eşe sahip olabiliyorlardı. Biraz Osmanlı'yı çağrtıştıran bu düzende de elbetteki Osmanlı saraylarını aratmayacak entrikalar da yaşanmaktaydı. O günlerde saray magazini yazan bir muhabir olsaydı, elbetteki yaşananlar hakkında elimizde daha çok paparrazi rölyef ve hiyeroglif bulunabilirdi sanırım.



Hatşepsut veya Hatçepsut; Eski Mısır'da 18. Hanedan döneminde hüküm sürmüş kadın firavun. Annesi Ahmose (Ahmos/Yahmos) babası I. Tutmosis'dir (Tutmos/Akheperkhare). Hatşepsut'un iktidarda bulunduğu zaman dilimi konusunda çeşitli görüşler vardır. Bunlara göre: En erken M.Ö. 1503 yılında iktidara gelmiş ve en geç M.Ö. 1445 iktidarı son ermiştir.


Üvey kardeşi, babasının Mutnofret'ten olan oğlu II. Tutmosis ile evlenmiştir. II. Tutmosis’in ölümünden sonra hatçepsut kız evlat doğuramamanın vermiş olduğu başarısızlık hissi ile tahtı üvey oğlu III. Tutmosis’e kaptırmamak için dönemin baş rahibi ile bir anlaşma yapar. Ve kendini firavun seçtirir.


Sarayda bir kadın için bile güç savaşı sona ermiyordu. Hatşepsut geleneklere uygun olarak yarı akrabası ile evlenmiş ancak bu evlilik süresince ne yazık ki tahta geçecek bir varis doğuracak kadar şanslı olamamıştı, ya da belki bu onun gerçek şansıydı kimbilir.

I. Tutmosis'inde diğer firavunlar gibi Hatşepsut dışında da eşleri bulunmaktaydı, ancak hayata veda ettiğinde henüz tahta geçebilecek yaşta bir varisi olmadığından, birinin küçük prense vekalet etmesi gerekiyordu. Anşalılan o ki Hatşepsut bu fırsatı kaçırmayarak dönemin baş rahibi ile anlaşmış ve kendini tarihin ilk kadın firavunu seçtirmeyi başarmıştı. O dönemde rahipler Mısır'da sözü en çok geçen kişilerdi. Mimarlar ve rahiplerin Mısır'ın fiziksel ve idari yapısını yönettikleri bu gün bilinen bir gerçektir. Eski Mısır'da tahta göz diken birinin Baş Mimar ya da Baş Rahip ile arasını iyi tutması göz ardı edilemeyecek bir kozdu. Baş rahibin duvar rölyefleri ile halka duyuracağı kişi, hazırlanan tüm rölyeflerde Tanrıların onayını aldığını göstermesi halk için yeterli bir durumdu. Çünkü Baş rahip firavun ile Tanrı arasında köprüyü oluşturan kişiydi ve eğer Tanrılar birine hayat anahtarı (Ank) sunuyorlarsa o halde o kişiyi onaylıyorlar anlamına geliyordu.

Hatşepsut'un yaptığı da buydu. Baş rahibi ikna ettikten sonra, ondan kendisinin Tanrıların onayını aldığını ilan etmesini istedi. Halkın zaten buna itiraz etme gibi bir durumu söz konusu değildi. Bu anlamda belkide Mumya filminde konu edilen ve baş rahibi baştan çıkaran firavun eşi Ankhesenamen değil, Hatşepsut olmalıydı diye düşünüyorum, ne dersiniz?


Evli oldukları dönemde kocası bir dansöz olan Aset`i 2. eş olarak almıştır. İkinci eşle aynı zamanda hamile kalan Hatshepsut 2. kız çocuğunu, Aset ise ilk oğlan çocuğunu doğurmuştur. Bu çocuğu kendi çocuğu gibi seven Hatşepsut, kızlarının kendisinin aksine çok narin kızlar olmasından hoşlanmamıştır.

Uzun süren hakimiyet yılları boyunca barışçı bir politika izleyen Hatşepsut yalnızca isyan bastırmak için sefere çıkmıştır. Aset`in oğlu Tutmose III ün vezirini ve arkadaşlarını öldürmesi üzerine zehir içerek intihar ettiği iddia edilse de bu konuda herhangi bir delil yoktur. Pek çok kaynak Hatşepsut'un kemik kanserinden vefat ettiğini savunur.


Hatşepsut'un, yaklaşık 22 yıl süren iktidarı sonrasında yerine III. Tutmosis geçmiştir.

Hatşepsut betimlenen neredeyse tüm heykel ve rölyeflerde sakallı olarak gösterilmektedir, çünkü Eski Mısır'da sakal firavunun ayrılmaz bir parçasıydı. Bu nedenle tahta geçen tüm firavunlar bir takma sakal kullanmaktalardı. Sakal bilgeliği, asa ise gücü temsil ediyordu.

Hatırlayacak olursanız bir çok efsane de ak sakallı bilge dedelerden bahsedilir. Ak sakalları onların yaşanmışlıkları, tecrübeleri, yaşları ve bilgi birilimlerini temsil eder. Eski Mısır'da da sakalın anlamı buydu. Bilgelik.. Bu nedenle bir kadın firavunun takma sakal kullanması o dönem için hiç de garip bir şey değildi. Bu firavun şanından gelen bir özellikti çünkü.. Firavun heykellerini yakın mesafeden incelediğinizde, yüzün iki kenarında sakalın tutturulduğunu gösteren çizgileri farketmeniz mümkün..



Gelelim tarihin hırslı kadın firavunu Hatşepsut'un Krallar Vadisine çok uzak olmayan tapınağına.. Otobüsümüz tapınağın park alanına geldiğinde, kendisiyle aynı renkte bir tepeye sırtını dayamış olan tapınak gerçekten muhteşem gözüküyordu. Park alanından tapınağa gidene kadar olan geniş alanda bir küçük Mısır pazarı kuruluydu. Gözlerimiz tapınak da toprak yolda ilerlerken, sağımızdan solumuzdan koşturan satıcılara da laf yetiştirmemiz gerekiyordu. Aslında hepimizin gönlünde yatan alışveriş sevdası için ne yazık ki zamanımız yoktu. Bu nedenle azimli satıcıları aşarak hızlı adımlarla tapınağın merdivenlerine doğru ilerlemeye başladık. Geniş bir düzlüğün ardından tapınağın giriş şapellerine ulaşan merdivenler, aşağıdan baktığınızda artık ısınmaya başlayan hava ile birlikte az sonra biraz terleyeceğimizi işaret ediyordu. Geniş merdivenlerin iki tarafı, günümüzde özürlüler için merdiven kenarlarına yapılan düz yokuşlara sahipti. Bu yokuşlar orjinalinde mi vardı yoksa sonradan mı yapılmıştı bilemiyorum.

Tapınağın rengi hafif pembemsi bir renkteydi. Bu nedenle daha bir gizemli havası vardı sanki. Tanrıça Hathor'a adanmış bir tapınaktı burası ve tepenin yamacına oyularak yapılmıştı. Mısır'daki pek çok tapınak oradan oraya taşınan taş kütleleri yerine, bir tepeciğin içeri doğru oyularak yapılmasıyla oluşmuştur. Tıpkı bir heykeltraşın bir kaya parçasından ortaya çıkardığı şaheserler gibi, Mısır mimarlarıda tapınakları kayalara oyarak şaheserden fazlasını yaratmışlardı.

Hatşepsut Tapınağı da Mısır'daki tüm diğer tapınaklar gibi Nil örnek alınarak yapılmıştı. Tapınağı ortasından ikiye ayırıyormuş hissi yaratan merdivenler Mısır'ı doğusunu batısından ayırarak akan Nil'i temsil ediyordu. Bu merdivenlerden dümdüz ilerlediğinizde tapınağın ana sunağına, yani Nil'in kaynağı olan Tanrı'nın evine ulaşıyordunuz. Tapınağın şapellerine ulaştığınızda sağlı sollu dizilmiş sütunlar, Nil'in etrafındaki verimli topraklarda yetişen hurma ağaçlarıydılar. Bu betimlemeyi ilerleyen bölümlerde gezeceğimiz tapınaklarda daha net olarak görebileceğiz.

Hetşepsut bir kadın firavun olduğu için Tanrı'lardan çok Tanrıça motifleri ile süslenmiş bir tapınağa sahipti. Bu tapınak da Tanrıça Hathor için yapılmış bir tapınaktı.

Mısır mitolojisinde en önemli tanrıçadır. Hathor (Mısır dilinde Horus’un evi anlamında) samanyolu galaksisinin kişileştirilmesini temsil eder. Galaksimiz dünyadan ışıklı bir spiral şeklinde göründüğü için eski Yunan ve Latin dillerinde olduğu gibi İngilizce’de de “Süt gibi Yol” anlamına gelen Milky Way olarak adlandırılmıştır. Hathor bazı figurlerinde memelerinden süt akan ilahi bir inek olarak çizilir. Hathor en eski tanrıçalardandır. En azından M.Ö. 2700’lere kadar inek/boğa kutsallığı çerçevesinde, 2. krallık döneminde, hatta Akrep Kral döneminde bile(King Scorpion) (King Scorpion M.Ö. 5000’lere kadar gidebilir) Hathor’a tapıldığı tahmin ediliyor. Hathor, aynı zamanda Ogdoad kozmolojisi denilen antik Mısır yaratılış mitolojisindeki yaratıcı tanrı Ra’nın kızıdır. Hator aşk tanrıçası olarak da bilinir.Ayrıca müzik tanrısı olarak düşünürler. Hathor’un çok sayıda ismi vardır. Ancak 3000 yıldan beri en çok kullanılan isimlerinden biri Mehturt’dur (aynı zamanda Mehurt, Mehet-Weret, and Mehet-uret biçiminde de söylenir) ve “büyük tufan” ya da “büyük sel baskını” anlamına gelir ki bu da “süt gibi yol”a direk bir referans içermektedir. Samanyolu (Milky Way) gökyüzündeki bir suyolu gibi görülürdü, bu “göklerdeki Nil nehri”nde güneş tanrısı ve Mısır’a önderlik eden kral yelken açıp giderlerdi. Bundan dolayı , mehturt adı Hathor’un her yıl Nil’in taşıp sel baskınlarına yol açmasından sorumlu olduğu anlamına gelir. Bu adın gösterdiği başka bir şey de Hathor’un çok yakında olacak doğumun bir müjdecisi olarak görüldüğüdür. Amniyo kesesi yırtılıp da doğum suyu akar akmaz, bu çocuğun çok yakında doğacağını gösteren bir belirtidir.
Hathor aynı zamanda çöl bölgelerinin koruyucusu olarak da gösterilmiştir. (Serabet el-Kadim)


Bazı Mısırologlar, Hathor’un adına yapılmış olan tapınaktaki rölyefleri adeta elektrik lambalarına benzeyen bir yapay ışıkla ilişkilendirirler. Diğer bazı Mısırologlar ise bunun üzerinde bir yılanın doğum yaptığı bir lotus çiçeği olduğunu ileri sürüyorlar. (Hathor tapınağına bakınız)mısır antik efsane kenti Edfu'da Horus'un eşi olarak bilinir. Teb'de ölüm tanrısıdır ama genel olarak aşk, neşe, dans ve alkol tanrısı olarak kabul edilir. Tapınağı Denderah Tapınağı'dır.


Hatşepsut Tapınağı günün son ziyareti olacaktı bizim için, gerçekten uzun ve yorucu bir gün olmasına rağmen Eski Mısır'ı yaşamaya daha yeni başlamış gibi hissediyordum. Otobüsümüze bindiğimizde artık 3 gecemizi geçireceğimiz gemimize doğru yolculuk başlamıştı. Gerçekten Mısır'da olduğumu ancak bu günün sonunda anlayabilmiştim sanki.. Artık geri dönmek istemediğimi hissediyordum.. Keşke kalabilecek daha çok zamanımız olsaydı..

Bundan sonraki bölümde tapınaklara kısa bir ara verip, büyülü bir gemi yolculuğuna başlayacak ve hep birlikte Nil'in muhteşemliğine şahit olacağız...



Mısırlı Fasulye

24 Şubat 2009 Salı

GİZEMLİ MISIR GÜNCESİ (5)

Krallar Vadisi ne kadar çok belgesel izlemiş, ne kadar çok şey okumuş olursam olayım, daima büyülü bir yer olarak canlanmıştır gözümde.. Daha yaklaştığımda hissedeceğimi umduğum bir gizemdi bu, belki yorgunluktan belki günümüzde sadece yığılmış toprak birikintilerinden ibaret bir görüntü sergilediğinden bilinmez, beklediğim heyecanı başlangıçta veremedi bana. Oysa bu vadide yatan bedenler bir zamanlar Mısır'ın tek hakimi olarak, sevdiğim bu toprakları yönetmişler ve uzun uzadıya yapılan törenlerle buradaki ebedi yataklarına uzanmışlardı birer birer..

Herşeyi yaşamak ve hissetmek için çok azdı zaman.. Her birinin başında, batıda kayboluşlarını hayal edecek kadar oyalanabilmek isterdim gerçekten.. Firavun olmalarının ötesinde, hepsi birer hikayeydi.. Gösterişli, heyecanlı ve büyüleyici yaşamları olmuştu.. Şimdi bir arada sessizce bekliyorlardı bu vadiyi.. Yaşadıkaları görkemden geriye sadece yığılmış çakıl tepeleri ve dört köşe mezar girişleri kalmıştı bizlere..

Rehberimiz görmek isteyebileceğimiz büyük firavunların mezarlarını nasıl bulabileceğimizi bize tarif edip, vadinin kapısında buluşmak üzere bizden ayrıldığında, sona sıkıştırmak istemediğim Tutankamon'u ziyaret etmek için heyecanlanıyordum. Hala grupta neden kimsenin onu ziyaret etmek istemediğini anlayamamıştım.. Ama yıllardır belgesellerde ölümüne dair kurgulanan senaryolar ve belgeseller izlediğim bu genç firavun benin listemin başında yer alıyordu.. Onu ebedi ikametgahında görmek fikrinden vazgeçmeye niyetim yoktu.

Tutankamon gerek ailesi, gerek kısacık yaşamı, gerekse mezarı neredeyse bozulmadan açılabilen bir firavun olması nedeniyle hakkında oldukça fazla bilgiye sahip olduğumuz, günümüzün en popüler firavunlarından biriydi ne de olsa..


Hep birlikte mezara inmeden önce genç firavunun hikayesini kısaca hatırlayalım istiyorum..

Tutankhamun ya da Tutankamon (Amun`un yaşayan resmi ve Amun şerefesi adına) Mısır'lı bir firavun. M.Ö.1333- 1323 yılları arasında hüküm sürmüştür. Asıl adı, Tutankhaton'dur. Tektanrılı Aton dinini kuran, IV. Amenotep (Akhenaton)'in oğludur. Babası ölünce, başka bir anneden olan yarı kızkardeşi Ankhesenamen ile evlenerek tahta çıktı. Saltanıtının ilk çağlarında, Mısır'ın eski çoktanrılı dinine dönüş yaşandı. Kendisi de Tutankhaton adı yerine Tutankhamun adını aldı. Böylece, IV Amenetep'in kurduğu Aton dini söndü.

O pek çoklarının söylediği gibi bir çocuk kraldı.. Belki de mezarı hiç ellenmeden bulunmamış olsaydı, bu gün onu tanıyan bunca insan olmayacaktı yeryüzünde ve vadinin en sessiz, en uğranmayan köşelerinden birinde yatıyor olacaktı.. 9 yaşında tahta çıkmış ve tahminlere göre ise 18-20 yaşında hayata veda etmişti. Önünde daha önceki firavunlardan çok farklı bir baba modeli vardı. 9 yaşında bunun ne kadar ayırımında olduğu bilinmez ama Tutankamon Mısır'da tek tanrılı dini getirmiş bir firavunun oğluydu. Annesi Mısır'ın en güzel kadınlarından biri, büstü ile hala pek çok yerde boy gösteren Nefertiti idi.. Radikal uygulamalar yapan bir baba ile tüm ülkenin en güzel kadının oğlu olarak yaşadığı kısacık yıllar boyunca belki gölgede kalmış olan Tutankamon ancak binlerce yıl sonra belkide özlediği ilgiye kavuşmuştu kimbilir?

Akhenaton'un Mısır'daki pek çok tanrıyı hiçe sayarak tek Tanrılı dine geçişinin hikayesi bu yazı dizini aşacağından onun ayrı bir yazıya bırakmayı uygun görüyorum. Güzelliği dillere destan olan Nefertiti'nin de.. Bu yazıda hakkettiği gibi Tutankamon'dan bahsedeceğiz sadece..

Daha öncede söylediğim gibi tahta çıktığında küçük bir çocuktu.. Yarı akrabası olan eşi Ankhesenamen ismini ise Mumya filmlerinden hatırlayacaksınız. Hollywood'un bize söylediği gibi Ankhesenamen filmdeki rahip Imothep'in sevgilisi firavun eşi değil.. Bizim genç kralımızın eşiydi.. Imoteph ile Tutankhamon'un yaşadığı yıllar arasında epeyce bir fark var.. Yeri gelmişken Imoteph Mısır'ın en büyük rahiplerinden biri olmakla beraber, filmdeki gibi Mısır'a zarar veren değil aksine onu medeniyet anlamında yükselten pek çok başarıya imza atmıştı..

Evet sanırım genç kralın kaderinde daima öne çıkan başkalarının olması vardı. Hayatının aşamalarından bahsederken bile kendisinden çok öne çıkan aile bireylerinden bahsetmeden geçemiyoruz çünkü..

Tutankhamun'un çağı barış içinde geçti. Çok genç yaşta ölen bu kraldan sonra, babasına vezirlik, kendisine de küçüklüğünde naiplik yapmış olan Ay, dul kraliçe ile evlenerek tahta çıktı.

Firavun mezarlarından sadece biri istisna olarak hiç soyulmadan günümüze kadar gelebilmeyi başarmış.Tutankamon’un mezarı. Dünya tarihinin en büyük arkeolojik keşfinin, “Tutankamon’un mezarının ortaya çıkarılması” olduğu söylenegelir. Oysa ki Tutankamon, Mısır tarihinin çok önemli firavunlarından biri değildir.Ramses hiç değildir. Peki arkeolojik açıdan onu bu denli önemli kılan olay nedir? genç yaşında hayata gözlerini yuman firavun olmasının etkisi vardır elbette,onu diğer tüm firavunlardan ayıran esas özellik, mezarı hiç soyulmayan ve tüm hazinesi günümüze kadar ulaşan tek firavun olmasında gizlidir. Yani mezar hırsızlarının gözünden kaçırdığı bir ayrıntı olmasa Mısır tarihi içinde onca önemli firavun varken bugün Tutankamon’un pek de esamesi okunmayacaktı(Mısır hükümeti ülkenin tanıtımında Tutankamon’un yüz maskesini kullanıyor.) Tutanhamun'un mezarını 1922'de İngiliz arkeoloğu Howard Carter buldu. Mezarında Mısır tarihini aydınlatan belgeler, çok değerli sanat eserleri vardı. Bazı kaynaklar bu firavunun rahip tarafından öldürüldüğünü yazar ancak mezardaki mumyanın bulguları ünlü firavunun genç yaşında ölmesi sebebinin bacağındaki kırıklar olduğunu belirtir. Tutanhamun'un zehirlendiği söylentisi de vardır. Mumyasını bulan ve ilgisi olanların da çok yaşamadığı boş rivayetler arasındadır. Gerçekten de bu firavunun çok genç yaşlarda çıktığı tahta yirmili yaşların başında veda ettiği bilinmektedir. bulunanlar arasında Tutankamon'un kolyesini incelemeye alan De Michele değerli bir taş olduğu varsayılan bu kolyenin aslında camdan olduğunu ve Mısır uygarlığından çok daha önce yapıldığını ortaya çıkardı. Söz konusu camın ancak çok yüksek bir sıcaklıkta meydana gelebileceğini, bu sıcaklığa ise yeryüzünde ulaşmanın mümkün olmadığı öne sürüldü. Uzaydan gelen göktaşlarının daha önce gökyüzünde şiddetli patlamalara yol açtığı ve benzer bir patlamanın da Mısır çöllerinde gerçekleşmiş olabileceği belirtiliyor. Ancak, camın bulunduğu bölgede meteora kanıt olabilecek herhangi bir bulgu yok. “Tutankamon’un kolyesindeki camın oluşması için atom bombasının tesirinin on binlerce katı bir patlamanın meydana gelmiş olması gerekiyor. Esas soru, bu şiddete ulaşacak patlamanın yeryüzündeki kaynağı nedir?” - vikipedi..

Turun son gününde Kahire Müzesi ziyaretimizde döneceğimiz Tutankamun hazinelerinin muhteşemliği ile ilgili duygu ve düşüncelerimi ilgili bölüme bırakarak, hayatımda göreceğim ilk mumyaya doğru yolculuğumuza devam ediyoruz..


Mezar girişinde yer alan küçük avlunun önüne geldiğimizde, Tutankamonun mezarına gireceğimizi gösteren yıpranmış sarı levha Eski Mısır'ın ihtişamına hiç yakışmıyor olsa da, az sonra lanetli olduğundan tutun da, kafa röntgenleri çekilerek ölümü hakkında bir çok senaryolar yazılan gerçek bir firavunla yüzleşecektim.


Küçük avluda Tutankamon hakkında kısa bilgiler içeren tabelayı incelemek ancak mezardan çıktıktan sonra aklıma gelecekti. Avlunun köşesinde aşağıya doğru inen merdivenleri gösteren görevliye uyarak o bölüme doğru ilerledim.

Merdivenlerin hemen başında mezardan çıkıp çıkmadığına emin olamadığım kırık çanak ve çömlekler yer alıyordu. basamak yerine üzerinde kesitler oluşturulmuş dar tahta yoldan mezarın içine inen yokuşda yürümeye başladım. Kısa bir iniş yolculuğunun ardından mezar odasına girmiştim. Kapının hemen sol tarafında yer alan mumya, cam bir kutunun içinde yatıyordu. Üzerindeki örtüden sadece kafası ve ayakları açıkta kalmıştı. Bu camdan tabutu gördüğümde nedense aklıma uyuyan güzel masalı geldi.. Ama sanırım onun Tutankamından daha sevimli bir görünüşü olmalıydı ki prens tarafından öpülerek uyandırılmıştı.



Mumya daha çok yanmış hissi uyandıran siyah renkteydi.. İskeletine yapışmış derisine bakarak hayattayken sahip olduğu dış görünüşü hakkında fikir edinmek pek kolay değildi. Bir süre mumyayı seyrettikten sonra kısıtlı olan zamanımı bu mezar odasında tüketemeyeceğimi hatırlayarak, duvarları incelemeye başladım. Muhtemelen ölüler kitabının parçaları olan rölyefler, renklerini tam kaybetmemişlerdi. Elimde ölüler kitabının orjinal bir kopyası olsaydı, tüm duvar resimlerini tek tek inceleyerek düşüncelere dalmak isterdim aslında. Ama ne yazık ki kısıtlı zamanda ziyaret etmem gereken üç firavun mezarı daha vardı. Bu nedenle tüm kalma isteğime rağmen az önce heyecan içerisinde indiğim yokuşu tırmanarak açık havaya çıktım. Hazinelerle dolu olduğu anları da gözümle görmek isterdim şimdi resimlenmiş dört duvardan oluşan bu mezarın.. En azından mezarın orjinal halinin bir kopyası yapılarak ziyarete açılmış olsaydı, bizler de o eski çağlara yeniden giderek bir kral mezarının nasıl dekore edildiğini kendi gözlerimizle görme şansına sahip olabilirdik diye düşünüyorum. Sanıyorum Mısır'a bir Walt Disney gerekiyor bu anlamda :)


Aklımda tüm bunlarla, labirent hissi uyandıran vadideki tabelalara bakarak rehberimizin girişte bize tarif ettiği diğer mezarlara doğru uzaklaştım çocuk kralın mezarından.


Daha önce de söylediğim gibi Mısır da turizm sezonu ancak kış mevsiminde gerçekleştiğinden ve okulların yarı yıl tatili ülkemizle aynı döneme denk geldiğinden, etrafta çok sayıda yerli ve yabancı turist vardı. Vadideki mezarlara girebilmek için kuyruk beklemek zorunda kalıyordunuz bu nedenle. Bu da zaten kısıtlı vaktinizin hepten kaybolmasına neden oluyordu. Mısır ne kadar koşturursanız koşturun asla bir haftaya sığmayacak kadar merak uyandıran büyük bir ülke, bu nedenle en kısa zamanda yeniden giderek, daha çok kalmayı arzuladığım pek çok yerle, görmediğim diğer yerleri görebilmek için planlar yapmaya başladım bile..


Vadide ancak iki mezar daha dolaşmaya fırsatım kaldığından ve uzun kuyrukları aşarak içerdie çok oyalanma fırsatı bulamadığım vadiden aklım orada ayrılmak hiç içime sinmese de, grupla birlite otobüsümüze doğru ilerledim. Sırada Mısır'ın ilk kadın firavunu Hatşepsut Tapınağı ziyaretimiz vardı...

Fasulye

12 Şubat 2009 Perşembe

GİZEMLİ MISIR GÜNCESİ (4)

Hayallerimin şehri Luxor...

Mısır'a gidene kadar Mısır hakkında bildiğim şeylerin ne kadar yetersiz olduğunun farkında değildim.. Bu gezi bana antik Mısır sevgisi üzerine, Nil aşkı da eklemiş oldu.

Kahire'de ki otelimizden gece saat 03:00 sularında ayrılarak hava alanında doğru yola çıktığımızda, beni yeniden Mısır'a çağıracak olan şehirle tanışacağımın farkında değildim elbette.. Alışık olmadığımız uyku düzeninin etkisinde hepimiz sarhoş gibiydik. Sadece turun bundan sonrasını gemide geçirecek olma fikri içimi heyecanla dolduruyordu. Hayatımda ilk defa bir gemide yatılı yolculuk edecektim. Üstelik bir hayat kaynağı üzerinde Nil'de.. Düşünmek bile peri masalı gibi geliyordu...

Luxor havaalanında valizlerimizi almaya başladığımızda ilk hayal kırıklığımız valizlerimizin üzerine bulaşan pislik olmuştu. Sanki is ve yağ dolu bir depoda sürüklenmiş gibi gözüküyorlardı. Yine de moralimizi bozmadık.. Kuru temizleme diye bir şey vardı nasılsa.. Bunun üzerine rehberimizin gemiye ancak akşam gideceğimizi ve turumuza direkt başlayacağımızı söylemesi ile biraz şaşırdık aslında ama, gün sonu geldiğinde gördüklerimizden o kadar etkilenmiştik ki sanırım hiç gemiye gelmesek de kimse şikayet etmeyecekti.

Havaalanından ayrılan otobüsün ilerlediği sokaklar, Kahire'nin puslu ve taştan silüeti ile alakası olmayan, alabildiğince düz ve yeşil, hurma ağaçlarından oluşan muhteşem bir şehirin içine sürüklüyordu bizi. Antik Mısır Tapınaklarının resimlerine bakmaktan sanırım hiç şehirleri inceleme fırsatım olmamıştı, bu nedenle Kahire tipinde beklediğim Luxor'un güzelliği daha ilk dakikarda sarmaladı beni..

Ben hayranlıkla geçtiğimiz yerleri incelerken rehberimiz çoktan anlatmaya başlamıştı bile.. Luxor ismi buraya tapınaklarının gösterişli olmasından ve Firavunların burayı tercih etmesi nedeniyle verilmiş. Yani lüks bir şehir burası eski Mısır'da da..

Bu arada burası yukarı Mısır artık.. Kahire aşağı Mısır'da kalıyor. Aslında Kuzey'de yani yukarıda olan kısma "aşağı", güneyde yani haritaya göre daha aşağıda kalan kısma "yukarı" denildiğini sanırım daha önce söylemedim. Bunun sebebi Mısır'daki her şey gibi Nil, çünkü Nil dünyada ki çok az ırmak gibi tersine akan bir nehir.. Yani aşağıdan yukarıya akıyor.. Kaynağı Afrika kıtasının ortalarından çıkıyor ve Akdenize kadar uzanarak dünyanın en uzun nehri olma ünvanını elinde bulunduruyor. Dolayısıyla Nil'in aktığı yöne göre Mısır'ın güneyine Yukarı Mısır, kuzeyine ise Aşağı Mısır deniyor.

Nüfusu yaklaşık 200.000 kadar olan şehir, antik Mısır şehri Thebes'in harabelerinin üstüne kurulmuş olduğundan dolayı dünyanın en büyük açık müzesi olarak da adlandırılır. Bu sebepten dolayı her yıl binlerce turist tarafında ziyaret edilir.

Şehir aslında eski Luksor şehri (Waset), şimdiki Luksor ve Karnak kasabasından oluşmaktadır.
Yeni Krallık döneminde Tanrı Amon'un şehri olan Waset en güçlü zamanlarını yaşamıştır. Karnak, Hatçepsut ve Luksor tapınakları, Krallar Vadisi'ndeki mezarlar bu döneme aittir.
M.Ö. 1070'teki bir istilanın ardından zayıflayan şehir son olarak M.Ö. 665'te Mezopotamya'lılar tarafından yıkılır ve 639 yılında Araplar'ın şehre gelmesine kadar harabe halinde kalır.

Araplar bu harabelerin güzelliği ile karşılaşınca şehre Al-Uksor (mücevher) adını takarlar.


İlk durağımız olan Memnon heykellerine doğru ilerlerken, yeşil düzlüğün üzerinde yükselen balonlar karşılıyor bizi.. Ne yazık ki turumuzda balonla bir Luxor gezisi dahil değil. Ama bir daha ki sefere bunu da denemek istiyorum. Düşünsenize bu coğrafya ve tarihi kuşların gözlerinden, gökyüzünden seyretmeyi.. Süper olurdu sanırım.

Az sonra ulaşacağımız Memnon Heykelleri 21 Mt. boyunda sanki boşluğu ortasında unutulmuş gibi duran iki dev heykel. Bir zamanlar Amenofis Tapınağı'nın girişini koruyorlarmış..


Memnon Heykelleri

Bulunduğumuz bölgenin adı Eski Yunanlılar tarafından konulan adıyla Teb... Memnon heykellerinin ardından Krallar Vadisi'ne yani firavun mezarlarının olduğu yere gideceğiz.. Antik Mısır'da firavunlar mezarlarını daima Batı'ya yaptırıyorlarmış, çünkü güneş her gün doğudan doğup, batıdan battığına göre ve firavunlar da güneş ile sembolize edilen Tanrı'nın (Ra, Amon, Aton) yeryüzündeki temsilcisi olduklarına göre.. Onlar da güneş gibi batıda yok olup doğudan yeniden doğacaklarına inanıyorlarmış.

Bu nedenle krallara ait mezarlar ülkenin daima batı kanadında... Sağdaki resimde gördüğünü Memnon heykelleri daha önce de söylediğim gibi Amenhotep III için inşa edilen ve MS 1. yüzyılda bir deprem sonucu yıkılan tapınağın bekçileri olarak yapılmışlar.. Bu halleriyle oldukça sahipsiz gözükseler de, yine de turistlerin ilgisini çekmeye devam ediyorlar. İnternette okuduğum bir habere göre yıkıldıktan sonra tapınağın geri kalan kalıntıları da Nil Nehri'nin her yıl oluşan su baskınları sonucu yok olmuş ama arkeologlar bunlara ulaşılabileceğini düşünüyorlarmış.

Memnon heykellerini görmek ve fotğraf çekmek için indiğimiz otobüsten daha heykellere bakma fırsatı bulamadan, hediyelik heykelcikler satan satıcıların istilasına uğruyoruz. Hepsinin elinde bazalt ve mermer görünümlü taşlardan yapılmış, nefertiti, tutankamon ve kedi heykelcikleri var.. Beş tanesini 10 mısır pound'una veriyorlardı yanlış hatırlamıyorsam. Ne kadar istemediğinizi de söyleseniz, azimlerinden hiç bir şey kaybetmiyorlar. Onların arasından sıyrılıp heykelleri seyrettikten sonra, Krallar Vadisi'ne gitmek üzere yeniden otobüse doluşuyoruz.

Rehberimizi bu heykelcikleri işportadan almamamız gerektiğini, bunların yapıldığı atölyeleri zaten ziyaret edeceğimizi, orada orjinal bazalt ve alabaster taşından heykelcikler alabileceğimizi söylüyor, çünkü bunların çoğu sahte taşlardan yapılmış ve çok çabuk kırılabiliyor. Bazalt siyah bir taş ve oldukça sert, bir yere vurduğunuzda ya da yere düştüğünde kırılmıyor. Alabaster ise mermer görünümlü değişik bir taş. Bunlardan atölye ziyaretimizi anlatırken daha detaylı bahsedeceğim.

Krallar Vadisi

Ve Krallar Vadisinde.. Nil'in batısında Güneşin battığı yerdeyiz.. Nice Firavuna ebedi ev sahipliği yapan bölge.. Rehberimiz yanımıza kamera almamamız konusunda bizi uyarıyor. Vadi turu sırasında fotoğraf çekebiliyorsunuz ama kamera yasak. Kral mezarlarının içinde ise fotoğraf çekmek de yasak. Ama cep telefonlarını kimse kontrol etmiyor.. :)

Tura ödediğimiz ücrete sadece üç kral mezarı dahil.. Onun dışında bir mezar ziyareti yapma olanağımız yok. Hazinesi Kahire Müzesi'nde bulunan Tutankamon'un içinde mumyası bulunan mezarını ziyaret etmek için ise ekstra para ödememiz gerekiyor. 100 Mısır Pound'u.. Nedense turda benden başka Tutankamon görmeye meraklı kimse çıkmadı. Bu nedenle grupta 4 mezar dolaşacak bir tek ben varım, bu da dolaşma süremi kısaltıyor. İçerisi kalabalık olduğundan, vadinin girişine yapılan tanıtıcı oda dışında rehberiniz size gideceğiniz yerleri tarif edip bırakıyor. Herkes hızlı bir şekilde sağa sola dağılarak istediği üç mezarı gezip kapıda buluşacak..

Eski Krallık döneminde kilometrelerce uzaktan görünen piramitler yaptıran firavunlar hem bunların yapımının çok uzun sürmesi ve pahalı olması hem de çabuk soyulmaları nedeniyle 18.-20. hanedanlıklar sırasında mezar yeri olarak Luksor'un batısındaki küçük bir vadiyi seçmeye başladılar.

Alanın resmi adı Teb'in Batısında Firavun'un Milyonlarca Senelik Yaşamı, Kuvveti, ve Sağlığının Büyük ve Görkemli Kabristanı, veya genelde Ta-sekhet-ma'at (Büyük Tarla) olarak tercüme edilir.

Alanda yaklaşık 63 firavun mezarı var. Biz vadideki kişisel koşturmacamıza başlamadan önce rehberimizi bizi toplayıp biraz bilgi aktarıyor.

Mısır'da mumyalama tekniğinin nasıl ortaya çıktığını öğreniyoruz ilk önce, tapınakları gezerken de iyice anlayacağımız gibi, Eski Mısırlılar tüm medeniyetlerini doğayı gözlemleyerek kuruyorlar. Mumyalama tekniği de bunlardan biri.. Çakalların avlarını nasıl avladıklarını gözlemleyerek ortaya çıkıyor. Çakal avını önce öldürücü bir darbe karnını parçalayacak şekilde yaralıyor ve sonra ölmesini beklemek için avın başından uzaklaşıyor. Bu arada yaralı avın vücudundaki sıvılar açık yaradan akıp boşalıyor ve güneşin altında kurumaya başlıyor. Daha sonra çakal gelip avını afiyetle yiyor. Bu nedenle de Mısır Tanrılarından birisi Anubis.. Yani çakal başlı tanrı..

Anubis (Anpu, Ano-Oobist)Nepthys’in oğludur Bazı inanışa göre babası Sethi, bazısına göreyse Osiris’ti (hatta bazı inanışa göre ise annesi İsis’ti). Anubis, çakal olarak resmedilmiştir veya çakal başlı tanrı denmiştir. Çakal’ın, lahitleri kolaçan etme eğilimi nedeniyle, ölülerle ilişkili olmuştur ve eski mumyalamanın kâşifi olarak bilinir ve tapılır. Onun görevi ölüleri korumak ve yüceltmektir. Anubis, aynı zamanda Upuaut (yolların açıcısı) olarak bilinirdi ve tavşan başıyla gösterilirdi. Kıyamet günü için ölülere rehberlik ederdi ve ölüleri yeraltındaki ikinci ölümden korumak için gerçeğin derecelerini gözlerdi.

İnsanoğlunun ilk ölü gömme ihtiyacı Adem ile Havva zamanında doğmuştur. Adem ile Havva'nın çocukları olan Habil ve Kabil'in anlaşmazlıkları sonucu Kabil'in, kardeşi Habil'i öldürdüğüne ve tarihteki ilk katil olduğuna inanılır. Ancak bu olayın ardından Kabil kardeşinin ölüsünü ne yapacağınız bilemez ve hayvanları gözlemleyerek onlar gibi davranmaya karar verir ve onu gömer.. Gömülme işlemi eski çağlardan beri toprak üzerinde bombe şeklinde bir yığılma bırakılması ile tamamlanır. Bu hem ölünün gömüldüğü yerin belirgin olmasına yararken hem de aynı zamanda ana rahmine dönüş olarak simgelendiği düşünülüyor ki günümüzde bile bu hala bu şekilde uygulanmakta. Böylece insanın ana rahminden gelip, yine oraya dönmüş olduğunu betimleniyor, dolayısıyla da ana rahminden yeniden dünyaya gelinebilir... Mısırlılar da ilk zamanlarda ölülerini bu şekilde gömerlerken, daha sonraları Kahire'ye dönüşümüzde anlatacağım, piramit şeklinde mezarlara geçmişler. Ama Krallar vadisinde bu piramitlerden yok.. Daha çok yine bombe şeklinde tepeciklerden yapılmış giriş kapılarıyla girilen yer altı mezarları bulunuyor..

Krallar vadisi ve ardından Mısır'ın ilk kadın firavunu Hatşepsut'un tapınağı ile devam edeceğiz turumuza...

Bu noktada aklıma takılan anubis kelimesinden bahsetmek istiyorum biraz.. Anubis'in ingilizcedeki animal ile benzeştiğini farketmişsinizdir herhalde. Ayrıca Harry Potter hayranları bilirler, büyücülerin dünyasında Animagus Dönüşümü denen bir dönüşüm vardır ve bu dönüşüm Sihir Bakanlığının izniyle yapılabilen hayvana dönülme büyüsüdür. Acaba bu kelimenin ilk kökeni nereden geliyor..?

Fasulye...

9 Şubat 2009 Pazartesi

GİZEMLİ MISIR GÜNCESİ (3)

İSKENDERİYE - ALEXANDER DEVAM...


Kayıtbay Kalesinden ayrılarak yeniden otobüsümüze biniyoruz. Saat öğlene yaklaştığından hava ısınmaya başladı. Yavaş yavaş üzerlerimizdeki montları çıkarıp, nihayet Mısır'dan beklediğimiz sıcaklığa yavaş yavaş kavuşmaya başlıyoruz. Turun ilerleyen günlerinde ise anlıyoruz ki, Mısır hayal ettiğimiz kadar sıcak değil, günde bir iki saat sıcağa doyduktan sonra yeniden hırka ve montlara dönüş başlıyor.





MONTAZA SARAYI PARKI






Sıradaki ziyaret noktası son Mısır kralı Faruk’un Montaza Sarayı’nın içinde bulunduğu park. Kral Faruk’un zamanında av partisi düzenlediği, deniz kıyısında yer alan bu parkın içinde bulunan sarayın bu gün sadece Selamlığı hizmete açık ve restoran olarak kullanılıyor.



Kavalalı Mehmet Ali Paşa`nın torunu ve Mısır`ın son kralı Faruk, 1952 yılında darbeyle iktidardan uzaklaştırılıp, İtalya`ya sürgüne gönderilmişti. Mısırlı bazı tarihçilere göre Türklerin Anadolu`dan önce geldiği Mısır`daki Türk hâkimiyeti Kral Faruk`un devrildiği 1952 yılına kadar sürmüştü.



Yukarıdaki resimde görülen köprünün orjinali Montaza Sarayı'nın hemen önünde var. Bu köprünün yapılma amacı, kralın teknesine binerken ayaklarının kuma değmemesi. Aynı köprü temsili olarak İskenderiye'nin içine de yapılmış. Köprünün saray bahçesindeki orjinali ise yandaki resim.. Bu arada sarayın önünde uzanan muhteşem manzaradan da bir bölüm görmüş oluyorsunuz.. Ne yazık ki burada çok fazla zaman geçiremiyor ve öğlen yemeğimizi yiyeceğimiz restorana gitmek üzere yeniden otobüse biniyoruz.


Otobüsün içinden de olsa İskenderiye sokaklarını ve denizi seyretmek gerçekten güzeldi.. Seyir halinde iken resim çekmek oldukça zor olsa da yine de azimle hepimizin elinde fotoğraf makinaları ayaktayız.. Yemekten sonra gideceğimiz yer Yeni İskenderiye Kütüphanesi.


Yemekte oldukça lüks bir restorana gidiyoruz. Fotoğrafları ne yazık ki daha önce de söylediğim gibi silindiğinden gösteremiyorum ama sanırım Türkiye'de Cumhuriyet Dönemine geçildiği yılllarda yapılan Palas'lara benziyor. Varaklı ve işlemeli, yüksek tavan ve duvarlar, klasik eşyalar.. Oldukça hoş bir yer..


Yemeğimizi de yedikten sonra yeniden otobüsümüze binip Yeni İskenderiye Kütüphanesine doğru yola çıkıyoruz. İskenderiye Kütüphanesinin içinde resim çekmek yasak. Bu nedenle fotoğraf makinaları ve kameralarımızı yanımıza alamıyoruz. Ancak internette dolaşırken bulduğum diğer tur resimlerinde içeri de de fotoğraf çekilmiş olduğunu gördüm. Bu nedenle bende anlatırken onlardan yararlanacağım..


YENİ İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ



Önce neden buraya "Yeni" demek zorundayız onu anlamak için Eski İskenderiye Kütüphanesinden biraz bahsetmekte fayda var diye düşünüyorum.

"İskenderiye şehri M.Ö. 382 yılında, Makedonyalı Büyük İskender tarafından kurulmuştur. Onun ölümüyle imparatorluğun dağılışı sonunda kumandanlarından Lagus’un oğlu Ptolemaeus’un eline geçti. O da Mısır’da krallığını ilan etti. Mısır’da 300 yıl devam eden bu hanedanın ilk hükümdarı olup, 383 yılında 24 yaşında iken 24 yıl hüküm sürmüştür. Savaşı sevmeyen Ptolemaeus, hiçbir zaman ülkesinin sınırlarını genişletmek hevesine kapılmadı. Bilim ve edebiyata düşkünlüğüyle, Mısırlılar'ın gelenek ve göreneklerini, dinlerini benimseyerek halkın sevgisini kazandı. Eski kanunları, dini törenleri muhafaza etmekle kalmayıp, eski Mısır hükümdarlarının lakabı olan Firavun unvanını aldı ve onları taklit ederek öz kızkardeşiyle evlendi.



Bu yeni devletin merkezi İskenderiye şehriydi. Yeni firavun burayı baştanbaşa onarıp, genişleterek o devrin en meşhur başkenti haline getirdi. Burada meydana getirdiği en önemli eser ise müze ve buna bağlı olan kütüphane idi. Kurulması için saray civarında ve güzel bir yer seçildi. Müzede o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği vardı. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathane bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat, ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı.

Müzenin en önemli bölümü kütüphanesiydi. Kütüphanenin müdürü, bulabileceği her yazılı eseri alma yetkisine sahipti. Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlerdi. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkum durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış oldu.

Genel kanı bu kütüphanenin, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakıldığı yönündedir.


Bu görüşe göre 391 yılında Bizans’ın Mısır Valisi Theophilos, İskenderiye’de Mısır’ın eski din mensuplarına ait Osiris tapınağının yeri olan bir arsayı, kilise inşa edilmesi için Hrıstiyanlar’a verdi. Burada yapılacak kilisenin temel kazıları sırasında üzerinde eski dine ait yazılar bulunan bir taş çıktı. Hıristiyanlar bunu bir alay konusu yaptılar. Bu olay şehirde oldukça kalabalık halde bulunan putperestleri kızdırdı ve sonunda İskenderiye’de dini bir ayaklanma çıktı. İki taraf çarpıştı, insanlar kitle halinde kılıçtan geçirildi. İskenderiye Kütüphanesi’nin olduğu bölge yerle bir edildi. İmparator I. Theodosius, valiye başka büyük şehirlere göre eski dinin İskenderiye’de hala neden bu kadar canlı olarak devam ettiğini sorunca, buna sebep olarak İskenderiye Kütüphanesi’nin eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplarını ileri sürdü. İmparator, bunun üzerine hepsinin yok edilmesini emretti. İskenderiye Kütüphanesi’ndeki tüm eserler şehrin hamamlarına dağıtılarak yaktırıldı ve böylece insanlık tarihinin bu bilim ve kültür hazinesi yok oldu.


Daha önceleri bu kütüphanenin şehrin Müslümanlar tarafından alınmasından kısa bir süre sonra ikinci İslam Halifesi Ömer’in emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından yakılarak yok edildiği ileri sürülmüştür. Bernard Lewis konu hakkındaki makalesinde, kütüphanenin Müslümanlar tarafından yok edildiği hikâyesinin doğruluğunu Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi Batılı ilim adamlarının reddettiğini yazmaktadır.
Kütüphanenin Sezar tarafından, İskenderiye'yi kuşattığı sırada yok eldiği görüşü de çeşitli tarihi eserlerde yer almaktadır. Kütüphanenin varlığını 4. yüzyıla kadar sürdürdüğü bilinmektedir. Sezar'ın kuşatmasında sadece bir bölümünün zarar görmüş veya yıkılmış olduğu da düşünülmektedir.




Yakılan İskenderiye kütüphanesinin bulunduğu alanda Yeni İskenderiye Kütüphanesi yapılmış ve 2002 yılında hizmete açılmıştır."

İnsanın onca bilginin yakılıp yok edildiğine inanası gelmiyor ne yazık ki.. Düşünsenize o bilgilere erişebiliyor olsaydı, şimdi Amerikayı yeniden keşfedip durmaya gerek kalmayacak, bilim astronomi ve pek çok alandaki bilgiye zaten ulaşmış olacaktık, hem de bundan 3500 yıl öncesinden.. Elbetteki bu gizemli medeniyetin bilim alanında nerelere ulaşabilmiş olduğunu da daha iyi anlayacaktık.



Yeni İskenderiye Kütüphanesi mimari açıdan oldukça güzel bir bina ve yanlış bilmiyorsam da mimari ödülleri olan bir proje zaten.. Kütüphane eski Mısır medeniyetlerini temsilen Güneş şeklinde tasarlanmış. Dış duvarlarında yer yüzünde bulunan bütün alfabelerin harfleri yer alıyor. İçeriye girerken iki kez X-ray cihazindan geçiyorsunuz bu nedenle içeriye kamera sokmak gerçekten mümkün değil, biz Türkler için bile :)


Kütüphanenin iç mimarisi de en az dışarısı kadar güzel, kütüphaneden dışarı kitap çıkaramıyorsunuz ama teknolojinin her tür imkanıyla donatılmış kütüphane sınırları içerisinde her türlü kaynaktan faydalanmak serbest. Şimdi biraz ansiklopedik bilgi...


Kadim İskenderiye Kütüphanesi'nin varolduğu sanılan alana 1995-2002 yılları arasında inşa edilmiştir. Ağa Han Mimarlık Ödülleri programında 2000-2004 dönemi ödülünü kazanmış.


Proje boyutu çok büyüktür:Kütüphane rafları sekiz milyon kitabı alacak büyüklüktedir. Ana okuma odası on bir şelale seviyesi üzerinde 70.000 m²'lik alanı kaplar. Kompleks ayrıca bir konferans salonu, üç müze, dört sanat galerisi, bir planetaryum ve bir elyazısı restorasyon laboratuvarı içerir. Kütüphane kör, geç kişiler ve çocuklar için ihtisaslaşmıştır.

İskenderiye Kütüphanesi'ne dünyanın her yerinden koleksiyonlar hediye edilmiştir. İspanyonlar, Mağribiler'in yönetimini açıklayan dökümanlar hediye etmişler, Fransızlar ise ayrıca Süveyş Kanalı'nın yapısına ilişkin dökümanı bağışlamışlardır. Kütüphane ayrıca internet arşiv fotokopisi muhafaza eder.


Evet ne yazık ki bu kadarını aklımda tutup anlatmak mümkün olmadığından ancak alıntılarla destekleyebiliyorum... Bu görüntü kütüphanenin hemen giriş katından çekilmiş. Tavanda gördüğünüz mavi ve yeşil ışıklandırma, gökyüzü ve yeryüzünü temsil ediyor. Masalar ve sandalyelerin tamamı özel yapım. Masaların üzerindeki siyah alana beyaz kağıdı koyduğunuzda sadece kağıdı seçebiliyorsunuz.. Siyah zemin yok oluyor. Bütün sandalyeler ergonomik ve özel tasarlanmış.. Kütüphanenin çalışma alanı olmayan bölümlerinde eski baskı makinaları vb müze ağırlıklı nesneler sergileniyor.



Eskisini görememiş olsak da, yenisi karşısında da büyük bir hayranlık duyarak oradan ayrılıyoruz ve Kahire'deki otelimize dönmek üzere yeniden otobüse biniyoruz. Önümüzde artık daha da uzun gelen bir üç saat var.. Akşam yemeği saatinde otelde olacağız.. Hepimizin planı yemeklerimizi yedikten sonra uyumak, çünkü ertesi sabah 02:30'da uyandırma var.. Saat 03:00 de hepimiz valizlerimizi toplamış olarak lobide olacağız, uçakla Luxor'a yani gemimize gidiyoruz.. Bunları düşünmek bile İskenderiye'den ayrılırken hepimizin omuzlarının çökmesine neden oldu..


Peki yolda ne oldu dersiniz.. Otobüsümüz bozuldu :) Yarım saatlik bi gecikmeyle hava filtresi değişen otobüsümüzle ağır ağır otele döndük ama hava karardığından yine otele dönüş sırasında piramit silüeti falan göremedik.. Kısmet son güne :)



Bu arada İskenderiye'ye gidiş sırasında anlatmayı unuttuğum bir ufacık ayrıntıya girmek istiyorum izninizle.. Yol boyunca gördüğümüz evlerin çatılarının hemen hepsinde yandaki resimde gördüğünüz güvercin evleri vardı. Oldukça büyük olan bu evlerde güvercin besliyorlar ve binalara çok değişik bir hava katıyor..






Sevgiler
Fasulye






GİZEMLİ MISIR GÜNCESİ (2)

ALEXANDER - İSKENDERİYE


Kahire ile başlayan yolculuğumuzun ikinci günündeki durağı İskenderiye olacaktı. Yaklaşık üç saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra varılacak olan İskenderiye, Kahire'ye göre daha Kuzey'de yani Akdeniz kıyısındaydı..

M.Ö. 332 yılında Büyük İskender tarafından kurulmuş ve adını kurucusundan almıştır. Eski çağlarda dünyanın yedi harikasından biri olan feneri ve zamanının en büyüğü kütüphanesiyle tanınan İskenderiye, bugün Mısır'ın turizm açısından önemli şehirlerden biri durumundadır.


Büyük İskender buraya geldiğinde, ne şehri yakıp yıkmış ne de yaşam düzenini bozmuştu, tam aksine kendide onlardan biri gibi davranarak, firavunluğa bile soyunmuştu. İskender'in amacı ele geçirdiği şehirleri yok etmek değil, hepsini tek bir elde toplamaktı. Burayı fethettikten sonra yoluna devam ederek başka topraklara doğru yola çıktı.


İskender, Pers İmparatorluğu'nu yıkarak Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuş, Eski Yunan uygarlığının Doğu'ya yayılmasında etkili olmuş ve efsanevi bir kahramana dönüşmüştür.

İÖ Kasım 332'de Mısır'a girdi ve halk tarafından kurtarıcı olarak karşılandı. Memphis'te (Memfis) kutsal Apis'e kurbanlar keserek firavunların geleneksel çifte tacını giydi. Kışı Mısır'da yönetimi düzenlemekle geçirdi. Mısırlı yöneticiler atamakla birlikte, orduyu Makedonyalıların komutasında tuttu. Günümüzde İskenderiye olarak anılan Aleksandreya kentini kurdurdu. Bazı kaynaklara göre Nil'in taşmasının nedenlerini araştırmak üzere bir keşif grubunu görevlendirdi. Siva'da ünlü bir kahinin, İskender'in Zeus'un oğlu olduğunu ilan etmesi ve Amon Tapınağında Tanrı Amon ile görüştüğü yolundaki söylentiler onun halkın gözündeki tanrısallığını bir kat daha arttırmıştı. Mısır'ın fethiyle Doğu Akdeniz'de kesin denetimi sağlayan İskender, M.Ö. 331 ilkbaharında Tiros'a döndü. Kaynak : vikipedi..


Rehberimiz daha ilk günden bizi uyarmıştı, "Rahatsız kıyafet, topuklu ayakkabı vb. istemiyorum otelden ayrılıp akşam döneceğiniz için, ilaç, hırka vb şeylerinizi yanınıza alın.." Ne kadar haklı olduğunu yol boyunca anlayacaktık.. İkinci günümüze yine sabahın erken bir saatinde başladık. 06:00'da... Günü İskenderiye'de tüketip akşam yemeği için yeniden otele dönecektik. Sabahın sekizinde mesaiye başlayan ben, sanırım bir daha erken kalkmaktan şikayet etmeyeceğim bu turun ardından.. Çünkü saat 06:00 tur boyunca uyandığımız en geç saatlerden biri olacaktı..
Herkes kendini yorgun zannederek kahvaltıya gelmişti.. Yorgunluk neymiş daha anlayacaktık oysa.. Ama değer bir yorgunluk, şikayet ettiğimi sanmayın.. Otel restoranında turist gruplarının her biri için ayrı bölümler ayrılmıştı. Bize ayrılan masalar dışında masalara yerleşmemiz yasaktı.. Böylece tura dahil olan kahvatı ve akşam yemeklerini takip ediyorlardı sanırım. Sadece tüm içeçekler ekstraydı çünkü onun dışında hemen hemen tam pansiyondu katıldığımız tur.
Otobüsteki yerlerimizi aldığımızda Kahire'de kaldığımız sürece bizimle beraber olacak Mısırlı rehberimizle tanıştık.. Merve... Yazılı kurallara göre siz ülkenizden yanınızda rehberle bile gelmiş olsanız, o ülkenin bir rehberinin de size eşlik etmesi mecburiymiş. Merve İskenderiye yolcuğumuz boyunca, kendi rehberimizle birlikte bize yardımcı olacaktı. Ayrıca yol boyunca adımızın hiyeroglif harflerle yazılı olduğu t-shirt ve kolyeler satarak hem yolculuk, hem de alışveriş yapmamızı sağlayacaktı...
Yolculuğumuz devam ederken pek çok bilboard gördük. Rehberimizi bu kadar bilboardı ancak Mısır'da görebileceğimizi söyledi.


Rehberimiz yol boyunca bize Mısır'ın yakın siyasi tarihi hakkında bilgiler vermeye devam etti. Bu arada yolda bir küçük hayvanat bahçesi ziyareti yaptık. Aslında burası bir hayvanat bahçesinden çok hayvanlarla renklendirilmiş bir konaklama alanıydı. Timsah, kaplumbağa, lama, domuz, aslan, köpek, hindi ve bir kaç çeşit hayvan daha ile beraber üstü açık olan restoranın her yerinde kurutulmuş hayvanlar vardı. Hatta bir köpekbalığı bile.. Türkiye'den alışık olduğumuz bir diğer görüntü ise kadınların restoranın bir yerinde hamur işleri yapıyor olmalarıydı..

Rehberimizi aslan yavrularını kucağımıza alıp resim çektirebileceğimizi söylediğinde önce hepimiz biraz şaşırdık. O kadar tatlı bir yavru geldi ki kimsenin korkusu kalmadı. Hepimiz onu kucaklayarak kameralara gülümsedik..

Ve Mısır'ın ikinci büyük şehri İskenderiye'ye varış..


Burası Mısır ve klasik Akdeniz şehirlerinin karışımı Kahire'den oldukça farklı bir şehirdi. Kahire'nin solgun yüzünün yanında İskenderiye'nin mavi ve yeşil silüeti içimizi açmıştı.. İskenderiye sokaklarından geçerken sol tarafımızda şehrin oldukça düzenli planlanmış ara sokak ve binaları, sağ tarafımızda ise dalgalarda sörf yapanlar vardı.

KAYET BAY KALESİ

Şehirdeki ilk durağımız eskiden İskenderiye Feneri'nin bulunduğu yere kurulmuş olan küçük bir ada üzerinde yer alan Memluklardan kalma Kayet Bay Kalesiydi.. Tur boyunca yapacağımız ilk biletli ziyaretimizdi bu. Hepimiz rehberin etrafında toplandık ve Mısırlı rehberimizin bize dağıttığı biletleri elimize alarak sırayla kapıdan girdik.. Ben kendi fotoğraf makinamdaki ilk iki günü maalesef sildiğimden bu bölüme ait fotoğrafları arkadaşlarımdan ve internetten topladım :(


Ama şunu anladım ki herkes hep aynı noktalardan fotoğraf almış. Örneğin bu soldaki fotoğrafın çekildiği noktadan, yani kaleye ilk giriş noktasından ben de bir resim çekmiştim.

Bu kalenin üzerinde bulunduğu adaya Pharos adası deniyor, yani eskiden İskenderiye Feneri'nin bulunduğu nokta burası. Aslında karadan ulaştığımız bu ada eskiden gerçek bir adayken, daha sonra bir ara yol vasıtasıyla İskenderiye kıyısına birleştirilmiş.

Önce dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri'nin tarihçesine kısa bir göz atalım, sonra yeniden kaleye döneceğiz..

"İSKENDERİYE FENERİ

Yapımına M.Ö. 3 yüzyılda Kral I. Ptoleme zamanında başlanan ve oğlu II. Ptoleme zamanında bitirilen (M.Ö. 297 ile M.Ö. 280 arası) İskenderiye Feneri, bütün limanı aydınlatması amacıyla, liman girişindeki Pharos Adası üzerine kurulmuştu.

Bugün kullandığımız "fener", "far" kelimeleri bu adanın isminden geliyor. Knidoslu ünlü mimar Sostratos tarafından inşa edilen üç katlı fener kulesinin yüksekliği, bir iddiaya göre 120, bir başka iddiaya göre ise 140 metreydi. Diktörtgen tabanını çevreleyen terasın uzunluğu da 340 metreyi buluyordu. Tabanın genişliği 30, uzunluğu ise 61 metreydi. Bugün, birinci katın yüksekliğinin 71 metre olduğu tahmin ediliyor.Kulenin ikinci katını oluşturan merkez gövde ise sekizgen biçimindeydi ve 34 metre yüksekliğe sahipti Asıl fener görevini gören üçüncü kat ise bir silindiri andırıyordu. Bu bölümü koni biçiminde bir çatı örtüyordu ve bunun üzerinde de bir Zeus heykeli bulunuyordu Firavunlar ülkesindeki dev bir eserin tepesindeki Zeus heykelinin anlamı ise şuydu: Mısır'da o dönemde hüküm süren Ptolemeler aslında bir Makedonya hanedanıydı. Mısır'ı ele geçirdikten sonra, gerçek birer firavun gibi davranmalarına karşılık, dini inançlarını korumuşlardı.Fenerin içinde ta tepeye kadar çıkan taş bir merdiven bulunuyordu. Bu merdiven öylesine genişti ki, odun yüklü iki yük hayvanı rahatlıkla çıkabiliyordu. Fenerin ateşi, bu hayvanlarla taşınan reçineli odunlarla besleniyordu. Bir başka varsayıma göre de, Mısırlılar'ın o dönemde petrolü bildikleri ve kullandıkları sanılıyor... Üstelik bu petrolü yukarı kadar taşımayıp, hidrolik pompalarla aşağıdan yukarıya pompaladıkları ileri sürülüyor.Fenerin ateşinin ışığı, çeşitli aynalarla artırılıyordu. Eski tarihçiler bu ışığın 30 mil uzaklıktan rahatlıkla görüldüğünü yazmışlardı. Öte yandan, fenerin kendisi de beyaza boyalı olduğu için hayli uzaktan seçilebiliyordu.Ancak, o dönemde fenerin sadece gemileri kayalıklardan uzak tutmak için inşa edildiğini söylemek çok zor... Fener, aynı zamanda bir savunma görevi görüyordu; limanın girişini savunan bir kale gibiydi. Savaş sırasında Mısırlılar, fenerdeki asker ve mancınık sayısını artırırlardı. Yapı öylesine güçlü bir stratejik konumdaydı ki, görevlilerinin izni olmadan hiçbir geminin limana girmesi mümkün değildi.1000 yıl kadar kullanıldığı sanılan bu gökdeleni daha sonra depremler sallamaya başlıyor. M.S. 700 yılındaki deprem, yapının fener bölümünü yıkıyor. Ardından M.S. 1100 yılında tüm Kuzey Afrika'yı yerle bir eden büyük bir deprem felaketi daha geliyor ve bu kez de fenerin sekizgen gövde bölümü sulara gömülüyor.Son olarak M.S. 14. yüzyılda bakımsızlıktan temel bölümü yıkılıp gidiyor. 15. yüzyılda Mısır'da hüküm süren Memluklar, fenerin bulunduğu yere bir kale ve cami inşa ediyorlar. Dörtgen bir sütun biçimindeki minaresiyle Arap ülkelerinde görülen cami tiplerinden ayrılan bu yapı, bugün Müslüman Afrika ülkelerindeki camilere örnek oluşuyla hatırlanıyor.
."

Dönelim yeniden kaleye, daha öncede söylediğimiz gibi Memluklular zamanında kurulan kale şehri denizden gelen saldırılara karşı korumak amacıyla yapılmıştı, bu nedenle ilk fotoğraftan da görebileceğiniz gibi pencereleri dışarıdan uzun ve dar içeriden bakıldığında ise tüm çevreyi görebilecek açıda tasarlanmıştı. Böylece bu yarıklardan dışarıyı gözlemleyen bir askerin vurulma olasılığı oldukça düşük olmasına karşılık, onun gelebilecek bir saldırıyı görmesi çok daha kolaydı.
1480’lerde Sultan Kayıtbay tarafından yaptırılan kalenin içinde İskenderiye’nin en eski camisi ve bir Deniz Müzesi mevcut. Kalenin kulelerine çıkıp deniz ve İskenderiye manzarası seyrederek yorgunluk atabilirsiniz.
Zaman içinde zarar görerek yıkılan kalenin restorasyonuna 1984 yılında başlanmış 2002 yılında hizmete açılmış. Bazı bölümlerinde (az da olsa) yıkılan İskenderiye Feneri'nin orjinal taşları da kullanılmış. Acaba Kaleyi inşa edeceklerine İskenderiye Feneri ni mi yeniden inşaa etselerdi diye düşünmeden edemiyor insan.. Tamam Kale'de oldukça güzel bir yapı ama, feneri de sembolik olsa da görmek istiyor insan.
Bu fotoğraf da Kale'nin içindeki camii nin tavanı görülüyor. Yanlardaki pencereler her katın koridorlarına açılıyor ve haberleşmek için kullanılıyor. Camii nin orta kısmında dört yönü, dört meleği daha doğrusu kutsal dördü simgeleyen dört ayrı odacık şeklinde açık bölüm var. Yerler osmanlı mimarisinde sıkça rastladığımız geometrik desenlerle süslenmiş mozaikler yer alıyor. Müslümanlık'da insan figürü kullanılmadığından duygu bu şekilde ifade ediliyor.

İskenderiye aslında derin bir tarihi zenginliğe sahip olmasına rağmen ne kütüphanesi ne de feneri elinde kalmış bir şehirdi. Oralara gidip de, görmediğimiz şaheserleri hayal etmek garip geldi bana biraz.
Aslına bakarsanız Müslümanlar tarafından yakılan kütüphanenin yerinde şimdi oldukça modern bir İskenderiye Kütüphanesi var.. Bir sonraki yazıda size o kütüphaneden ve Kral Faruk'un şimdi otel ve restoran olarak kullanılan Montaza sarayından bahsedeceğim.
Sevgiler
Fasulye

6 Şubat 2009 Cuma

GİZEMLİ MISIR GÜNCESİ (1)

Başlangıç Noktamız : Kahire


24 Ocak 2009 Cumartesi sabahı saat 05:00'de büyük bir heyecanla uyanıp, 07:30'daki İstanbul uçağımıza yetişmek üzere koşturmamıza başladık.. Nihayet yıllardır hayalini kurduğum Mısır'ı kendi gözlerimle görebilecektim.. Turumuz İstanbul kalkışlı olduğu için, rehberimiz ve sonradan adını Ramses koyacağımız grubumuzla Atatürk Havalimanı dış hatlar gidiş terminali'nde buluşacaktık.

Buluşma noktasına geldiğimizde hala uykumuzdan uyanamamıştık. Rehberimizin yönlendirmesi ile check-in lerimizi yaptırıp uçaktaki yerlerimizi aldık.. Uçuşumuz Mısır Havayolları ile gerçekleşecekti. Herhangi bir rötar durumu oluşmadan havalandık ve macera başladı..

Varış noktamız Kahire idi. İki gece Kahire'de Le Meridien Pyramids Otelde konaklayacak ve ardından gemimiz Mirage - 1 'e geçecektik.

Kahireye vardığımızda akşamüstü olmuştu, aynı meridyen aralığında olduğumuzdan Mısır ile Türkiye saati birebir aynı..

Bu arada uçakta hepimizin şaşkın gözlerle izlediği Mısırlılar cep telefonları açıyor, mesaj atıyor ve resimlerine bakıyorlardı. Gruptan yükseken "cık, cık" sesleri ya da keskin bakışlardan da pek etkileniyora benzemiyorlardı. Cesur insanlar netekim.. Uçağın kalkışı sırasında gösterilen eğitim filmi bir dua ile başlıyordu. Sanırım ona güveniyorlardı :)

Bu arada eğitim filminde, Türk Hava Yollarında gösterilen filmden farklı olarak bir bayan ve çocuk değil, bıyıklı ve göbekli bir Mısırlı erkek gösteriliyor.. Oksijen maskesi kısmında çocuk maskesi ile ilgili bilgiyi direkt geçiştiriyordu.

Hava sıcaklığı beklediğimizden biraz düşüktü.. Üzerimizdeki kışlık montlar ilk gün hiç de fazla gelmedi..

Hava alanından çıkışta otobüsümüze yerleşmeyi beklerken sigaralarımız içmeyi ihmal etmedik ve ayağımız ilk defa duvar kenarlarında biriken çöl kumuna değdi.. Kahire’deki ilk gün batımına bakarak yeniden otobüslerimize binerek otelimize gittik.. Otelimiz’in bahçesinden piramitlerin çok rahatlıkla görüldüğünü söyleyen rehberimize rağmen kararan hava nedeniyle piramit silüetlerine alışık olmayan gözlerimiz, karanlıkta boşuna dev üçgenleri arayıp durdu.

Kahire’de iki adet Le Meridien Otel var. Bizimki piramit bölgesinde olduğu için adı "Le Meridien Pyramids"... Beş yıldızlı olan otel, Türkiye’deki beş yıldızlı otellerle kıyaslanamayacak olsa da, düzenli ve temiz.. Zaten ancak yorgun argın yemek yeme ve kafanızı yastığa koyma fırsatı bulduğunuz Mısır’da lüks arayacak vaktiniz olmuyor.

Otel’in lobisinde bagajlarımızın odalara taşınmasını beklerken bize hibiskus ikram ettiler..

Hibiskus'un latince adı Kerkedeh'dir. Kerkedeh ise Sudan çöllerinde yetişen susuzluk gideren bir bitkidir. Zaten latince ismi olan Hibiskus da vücuda şifa veren, ferahlatan anlamındadır. Çay gibi demlenip içilir. Sudan'ın geleneksel bir içeceğidir. Halk dilinde yaprakları güle benzetildiği için Mekke gülü ya da Nar çiçeği olarak da bilinmektedir.(alıntı için bkz. mucizeiksirler.blogspot.com)


İki gece konakladığımız otelimize turun son gününde piramitleri ve Kahire Müzesini gezmek için geri dönecektik.

Ancak ben bu arada Kahire hakkında biraz bilgi vermek istiyorum, çünkü son gün anlatılacak daha farklı şeyler olacak..

Kahire Mısır'ın başkenti ve arap dünyasının en kalabalık kentidir, ayrıca barındırdığı birçok üniversite, yüksek okul, tiyatro, müze ve abideleriyle ülkenin atardamarı konumundadır. Eski Kahire, 1979 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde bulunmaktadır.

Şimdi ansiklopedik bilgileri bir tarafa bırakıp kendi gözlem ve rehberimizden aldığımız bilgileri aktarmak istiyorum izninizle. Öncelikle Mısır şeriatla yöneltilen bir Arap ülkesi değil, nüfusunun büyük bir kısmı müslüman olsa da, yaklaşık üçte ikisini hristiyanlar oluşturuyor. Kahirenin modern bir yüzü olduğu gibi, maskesini düşürdüğünüzde görünen bir de fakir bölgeleri var.


Yandaki resimde gördüğünüz şekilde pek çok bina var etrafta.. Şehrin bir kısmının inşaat alanı gibi gözükmesine neden olan bu evlere "Sıvasız Evler" deniyor. Sebebi ise şu, birden çok evlilik yapan Mısırlı Müslüman erkekler, her yeni eşleri olduğunda binaya bir kat daha çıkıyorlar. Bu nedenle de evleri sıvamıyorlar. Çünkü sıvandıkları zaman binaların yükseltilmesi mümkün değil. O nedenle her ihtimale karşı evler sıvasız bırakılıyor ve böylece yeniliklere daima açığım mesajı veriliyor bir şekilde.. Bu resmi gören bir arkadaşım, "Peki hiç gökdelen yok mu Kahire'de?" diye sordu. Evet var olmaz olur mu? Ama onlar sıvalı, sanırım kat yasağına takılmışlar.. :) Dikkat ederseniz evlerin pencereleri ya buzlu cam ya da kepenklerle sıkıca kapalı.. Özel hayata müdahale sınırına girmeden bu kadar bilgi yeterli sanıyorum..

Evet Kahire'nin öteki yüzünde ise Nil'in kenarında yükselen gökdelenler ve Lüks Oteller yer alıyor. Burası için Kahire'nin Nişantaşı diyebiliriz. Çok farklı medeniyetlere ev sahipliği yaptığı için lüks semtlerde Avrupa mimarisine benzeyen pek çok eski binaya rastlıyorsunuz. Bakımsız olmalarına rağmen yine de şehre ayrı bir güzellik katıyorlar.. Kahire'de gördüğümüz taksilerin çoğu Murat 124'lerden oluşuyor. Ayrıca Doğan ve Şahin'e de rastlamak mümkün.. Sanırım eski Mısır Tanrılarının adında oldukları için onları tercih ediyorlar.. Şaka bir yana Fiat Mısır'da iyi satış yapmış gibi duruyor. Kahire'de sigara içenlerin sayısı oldukça fazla.. Aslında Kahire'nin trafik, keşmekeş ve fakir-zengin yerleşim yerleri açısından İstanbul'dan çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Rehberimiz Türkiye'nin 20 yıl önceki halini yaşadıklarını söyledi bize.. Bu ülkeye pis diyenlerin Türkler olmaması gerekiyor bana göre bu yüzden. Esnaf genellikle uzun entariler giyiyor. Bunlar sıcak bir memleket için oldukça rahat giysiler.


Çarşaf çok rastlanan bir görüntü değil, türbanlılar olsa da, daha çok saçların bir kısmını açıkta bırakacak şekilde kapalı kadınlar var. Ama saçları açık dolaşan da pek çok kadına rastlamak mümkün.

Resimde de göreceğiniz gibi trafik tam bir keşmekeş. Şehirde bolca üst geçit var. Dikkat ederseniz kimse şeritlerde ilerlemiyor. Sanıyorum bu çizgiler Mısırlı'lar için henüz bir anlam ifade etmiyor. Sürekli kornaya basıyorlar. Hemen her şöförün elinde bir sigara gördüm diyebilirim. Rehberimizin dediğine göre kadın şoförlerin sayısı ağırlıkta.. Hurma ağaçlarına ülkenin her yerinde rastlamak mümkün..

Bana mı öyle geldi bilmiyorum ama genellikle şehrin hafif buğulu bir görüntüsü var. Bu belki binaların soluk renkleri ve çöl tozundan olabilir. Çarşılar genellikle İstanbul Mahmutpaşa veya Ankara Çıkrıkçılar yokuşu tarzında.. Ama işin en güzel tarafı bu çarşılarda Mısır kültür ve tarihi dışında hiç bir ürün yok. Yani Mısır'da bulabileceğiniz tek şey, Mısır.. Çoğunlukla benzer şeyler olmakla beraber yine de raflara dağınık yerleştirilmiş, Tanrı heykelleri ve süslere bakarken hep bir şeyi atlayacak ve aradaki bir güzelliği görmeyecek mişsiniz hissine kapılıyorsunuz.



Pazarlık ve bahşiş Mısır'da oldukça ileri seviye de bunlara ilerleyen bölümlerde değineceğim. Ama Yahudi pazarlığına girseniz bile esnaf size asla rencide edici davranmıyor.

Türkleri gerçekten çok seviyorlar.. Türk olduğumuzu anlar anlamaz..UEFA'dan sonra olduğunu öğrendiğimiz ve her yerde duyduğumuz cümle şu oldu "Yavaş yavaş, Hasan Şaş".. Kuzeyinden güneyine kadar gittiğimiz bütün Mısır'da her yerde bunu söylediler bize.. Pazarlığa başlamadan önce onlardan olduğumuzu ve o nedenle turist fiyatından değil, Mısır fiyatından verecekleri açıklamasında bulundular.

Mısır'ın para birimi Pound, alışverişin başında ödeme şeklinizi söylüyorsunuz.. "Egyptian pound or euro?".. Zaten daima ilk fiyat size soruluyor.. Piyasasını hiç bilmediğiniz bir yerde, ilk defa alacağınız bir ürüne fiyat biçmek zor olduğundan başlangıçta öylece kalıyorduk hepimiz.. Çünkü "Bu ne kadar?" dediğiniz anda "Ne kadar vereceksiniz?" sorusu ile karşılaşıyorsunuz. Beş Mısır pound'u yaklaşık bir dolara denk geliyor. Çok pahalı bir ülke değil Mısır bizim ülkemize göre.. Ama dediğim gibi alışverişiniz Mısır kültür ve tarihi üzerine olabilir sadece.. Tabii ki İslam kültürüne dair de ürünler mevcut pek çok yerde.

800 poundla başladığınız bir pazarlıktan 150 veya 100 pound'a kadar inebiliyorsunuz. Bu nedenle aynı ürün her yerde başka fiyat..


Bu arada Mısır kelimesi sadece Müslümanlar tarafından kullanılan bir isim. Hristiyanlar Egypt diyorlar direkt. Egyp Yunan kökenli bir kelime... Ancak Mısır'da kullanılan isimde, bizim kullandığımız ikinci "I" yok.. Yani onlar "Mısr" diyorlar.


Kahire'de alışveriş süs eşyası ve biblodan ibaret değil. Papirüs enstitüleri ve muhteşem esans dükkanları var.. İşporta da satılan bu ürünlerin orjinallerine ancak bu dükkanlardan erişebiliyorsunuz. Bir süre sonra sahte papirüs ile gerçeği arasındaki farkı görmeyi de öğreniyorsunuz, zaten fiyatları da kendisini belli ediyor. Bu arada Papirüs Eski Mısır'ın kutsal çiçeklerinden biri.. Tarihsel kısmına geçtiğimizde size bundan bahsedeceğim, Eski Mısır mimarisinde nasıl kullanıldığını da..


Rehberimizin bizi götürdüğü bir Papirüs Enstitüsünde nasıl papirüs yapıldığını öğrendik. İlk iki günün fotoğraflarını maalesef sildiğim için sizelere bu yapımı resimlerle akratamayacağım ama anlatmayı deneyeceğim.


"Papirüs, Cyperaceae ailesinden bir su bitkisi ve eski çağlarda bu bitkinin gövdesinden hazırlanan yazı kağıdının adıdır.

Eski Mısır]lıların yelken, bez, hasır ve yazı kağıdı olarak kullandıkları papirüs onlardan Yunanlılara daha sonra Romalılara intikal etti ve M.S. 3. yüzyılda yerini parşömen alıncaya dek kullanımı sürdürüldü.

Yunanca papiros kelimesi Kıptice’den ödünç alınmış ve neredeyse tüm batı dillerine girmiştir (İngilizce, Almanca, Fransızca Papyrus, Rusça папирус, İspanyolca, İtalyanca papiro)
İngilizce paper “kâğıt” ve Türk argosunda “para” anlamına gelen “papel” kelimelerinin de orijini bu kelime olmalıdır." - Alıntı Vikipedi


Yukarıda resmini gördüğünüz papirüs bitkisinin sap kısmı ayrılıyor öncelikle. Daha sonra dışındaki yeşil kabuk çıkarılıyor. Kalan parça görünüşte hepimizin bildiği ve peygamberimizin dişlerini fırçalamak için kullandığı misvak gibi görünüyor. Dokunmadım ama sanırım yumuşaklığı da aynı öyle.. Yumuşaması için suda bekletildikten sonra, bir merdane yardımı ile açılıyor ve ince zar gibi dikdörtgene dönüşüyor. Bu dikdörtgen parçalar bir keçe parçasının üzerine alt alta dizilerek papirüsün boyu ayarlanıyor ve üzerine yine bir keçe kapatılarak kurumaya bırakılıyor. İyice ezilip yapışması için bir mengenenin içinde iyice sıkıştırılıyor. Kuruduğunda tüm küçük dikdörtgenler birbirine yapışıyor ve ortaka bir papirüs çıkıyor. Sadece ıslandığında yeniden ayrılabiliyor. Daha sonra özel kök boyaları ile üzerine rölyefler işleniyor.




İşporta da satılanlar için ise muz kabuğu kullanıldığını duyduk, üzerlerindeki resimler ise baskı yöntemiyle yaplıyor. Yukarıda gördüğünüz papirüs üzerine işlenen rölyef ölüler kitabından bir alıntı. Maat Salonunda ölünün sorgusu yapılıyor. Bu rölyefin hikayesini size ilerleyen bölümlerde anlatacağım..

Kahire hakkında bu kadar bilgi şimdilik yeter.. Turun son gününde Piramitler, Kahire Müzesi ve Esans Dükkanlarına döneceğiz yeniden..

Devam eden bölümde ikinci gün gittiğimiz İskenderiye hakkında bilgi sahibi olacağız..

Sevgiyle Kalın
Fasulye

4 Şubat 2009 Çarşamba

GİTTİM, GÖRDÜM, GELDİM...


Merhaba Ardakadaşlar,
Bir haftalık bir Mısır Turundan döndüm, gerçi döndükten sonra biraz hastalanıp yattım ama şimdi çok daha iyiyim..
Tek kelime ile mükkemmel bir geziydi benim için, Eski Mısır medeniyetine olan merakımı artık hepiniz öğrendiniz zaten, Mısır hakkında ne kadar çok şey bildiğinizi sanırsanız sanın.. İnanın oraya görüp gözünüzle görmeden bir anlam ifade etmiyor bir çok bilgi.. Ayrıca çok bilgili bir rehbere düşme şansına da sahip olduğumdan hem aklımdaki bilgiler daha güzel oturdu, hem de yeni pek çok şey öğrendim. Tapınaklardaki her sütunun ne anlama geldiği, heykellerin duruş ve şekillerinden ne ifade ettiklerine kadar pek çok bilgiye sahibim şimdi.. Artık Eski Mısır benim için eskisinden çok daha anlamlı ve okunaklı oldu.. Aslında yeni öğrendiğim bilgilerin ışığından okuyarak öğrendiğim ve derleyip sizlerle paylaşytığım bilgileri gözden geçirmek istiyorum. Artık o yazılarda anlatılan pek çok tapınak ve mekan benim için daha somut çünkü.. Bu nedenle bir süre Mısır ile ilgili yazmayacağım ve o yazıları yeniden inceleyip sizlere yaşadıklarımı ve bildiklerimi aktarmaya devam edeceğim.
Sevgiyle Kalin
Fasulye