7 Aralık 2010 Salı

Van'daki Geleceğimize Destek Olun!

HİÇ UMUDUMU KAYBETMEMİŞTİM ARTIK BİR DALIMIZ KIRIK KANADIMIZ YARALI....


Evet sevgili dostlar ben ve dava arkadaşlarım uzun süredir doğuda her türlü örgüt ve cemaatle mücadele ediyoruz.Nerdeyse hergün tehditler aldık,kapımıza bombalar bırakıldı , Siyasi iktidar tarafından engellenmek istendik ama yılmadık devam ettik.17 ayda binlerce insana Atatürkü anllattık.Seçimlerde CHP nin 800 oy aldığı yerde halkın içine indik Refarandumda PKK nın en etkin olduğu yerlerde 13 bin HAYIR çıkardık.

Hiç umudumu kesmemiştim taaki bugün bir cemaatçi hocanın bana bakalım kaç öğrenci giydireceksiniz diyinceye kadar.Bugün kampanyamızın 13.günü ve şuan elimizde sadece 9 bot var.Evet artık burda hr cephede canıyla savaşan ben ve dava arkadaşlarımın dalı kolu kanadı kırıldı hep umudumuz vardı sizlerle bizlere destek olacağınızı yanlız bırakmayacağınızı sanıyorduk.Ama şimdi yolda arkamıza baktık sadece arkamızda bize gülen alay etmeye başlayan bölücüler gericiler cemaatçiler kalmış.

TEŞEKKÜRLER TÜM ATATÜRK CUMHURİYETİNİ SAVUNAN DOSTLARIMA DAVA ARKADAŞLARIMA.

Murat YİĞİT

Sevgili Dostlar ! Anneler, Babalar! Gençler ! Öğretmenler!

Van ADD Başkanı Murat Yiğit arkadaşımızın çığlığına kulak verelim mi?

Van’da cemaatçilerle, ayrılıkçı PKK’lılar arasında sıkışıp, iki arada bir derede kalmış yurttaşlarımıza, onların çocuklarına, gerçekte kendi geleceğimize sahip çıkıp

Hattı müdafaya değil ! sathı müdafaya katkı verelim mi?

Ne yapabiliriz ? diye soran Cumhuriyetçi dostlar !

Hiçbir işte gelecek yoktur !

Gelecek yapanın ellerindedir !

Yapalım mı?

Tasada ve Kıvanç ta !

Biz yapabiliriz…

Dostlukla.,

Demet Günoğlu

İzmir CUMOK (Cumhuriyet Okurları) temsilcisi 533 765 52 67 (izmircumok@gmail.com)

 
Not: Bir bot bedeli 20 TL. Murat Yiğit . Denizbank Van ŞB. 2500 /665216-351

IBAN TR 35 0013 4000 0006 6521 6000 01

25 Kasım 2010 Perşembe

Paşa dedem, Mustafa Kemal...

Bu sabah aldığım bir mesaj, 87 yıl öncesi ile 87 yıl sonrası kıyaslanıyordu. Nasıl başlanıp, dilim varmıyor olmasa da, nasıl sona erdiğini çok net gösteriyordu bu mesaj.. 87 yıl önce dediğimde yarınızdan fazlanız neden bahsettiğimi anlıyor olacak biliyorum.. Çünkü 87 yıldır bu milletin birlikte yaşadığı bir kavramdan söz ediyorum. Her sene bir artan ve o kadar senedir dediğimiz ama aslına bakacak olursanız, tanımaya, anlamaya çalışmadığımız bir sıra arkadaşı o bizim için.. Oysa sevmek anlamaktır, anlamaksa tanımak...

İlk cümleleri şöyle diyordu mesajın ...

"87 yıl önce onlarca farklı etnik kökenden mucizevi şekilde bir devlet kurmuştuk...

87 yıl sonra bir devletten yine mucizevi şekilde iki-üç devlet çıkarma sevdasına kapılanlarla uğraşıyoruz!"

ve şöyle son buluyordu...

"87 yıl önce geleceğimiz vardı...

87 yıl sonra yarının ne getireceğini bilemez olduk!"

Algınıza ve bilginize göre sizler de doldurabilirsiniz arada kalan satırları eminim.. Ama algınız da, bilginiz de ne olursa olsun.. Satırlar çoğaldıkça siz de benim gibi anlayacaksınız ki, evdeki hesap çarşıya hiç mi, hiç uymamış..

Bu toplumun bir devrime ayak uydurması 87 yıl sürmüş ya da ayak uydurduğunu sanması.. Yapılan devrim, devrim olarak olarak kalmış ama asla bir evrim sağlanamamış.

Belli ki 87 yıl önce yapılanlardan aslında hiç bir şey anlanmamış.. Sahnede bir sihirbazı izler gibi, heyecan ve coşkuyla alkışlanmış her şey.. Sihirbazın yaptıklarını evde denemek istemişiz ama olmamış.. Olmadığını söylemeye belki yüzümüz tutmamış, yapmışız gibi göğsümüzü gere gere biz başardık demişiz 87 yıl sadece..

Oysa evdeki hiç bir şapkadan henüz tavşan çıkmamış.. Hala bir hevesle saklanan o cumhuriyet şapkası, öylece kalakalmış evlerimizde, duvarlara astığımız ve üzerine toz kondurmadığımız, kutsal kitabımız ile birlikte..

Derken kiminin şapkası, kiminin kitabı kaybolmuş gitmiş zaman içinde.. Geriye kalanlar, geriye bırakılanla yetinmek zorunda kalmışlar o yüzden.. Kimi şapkasını, kimi kitabını, kimi ise her ikisini birden yerleştirmiş evinin başköşesine..

Bu toplum 87 yıl, 87 yıl önce atılan tohumlar kendiliğinden yeşerecek sanmış, bu toprakları kanlarıyla sulayanların, sırtlarında mermi bu toprakları arşınlayanların elde ettiği o koskoca cumhuriyet tarlası, bir daha hiç onlar gibi bakılmamış oysa.. Yeni tohumlar ekeceğimize, kendiliğinden yeşerecekleri kaptırmama sevdasında bir grup korkuluk olarak yaşamışız sadece .. Oysa ne ekmediğimiz, ne de ekip de bakmadığımız tohum büyümemiş bu tarlada.. Bir kere yeşeren o tarla, bir daha eskisi gibi ürün vermemiş kimseye..

Korkulukları ne kadar çoğaltsak da, kalanları da kargalara kaptırmamaya yetmemiş gücümüz.. Mustafa Kemal'in kovaladığı kargalar ekilen tohumları korumak için olsa da.. O tohumları ekecek bir dayınıın da lazım olduğunu hatırlamamış kimse..

87 yıl önce bağımsızlık mücadelesi verenler tam anlamıyla kan-ter içinde kalıp sulamışlar bu toprakları.. Bu dünyadan ayrılmadan önce hazırlamışlar kalanlar için her şeyi.. O kadar yorgunmuşlar ki.. Mücadeleciliklerinden, bir yorgunlukları kalmış yeni nesillere oysa...Atalarının yorgunluğundan gözünu acamayan nesiller sonunda derin bir gaflet uykusunda bulmuşlar kendilerini..

87 yıl önce sahnedeki sihirbazın yaptıkları  kadar iyiymiş ki.. Deneyip tekrar yapamayınca, ellersek bozulur telaşına kapılmış bu millet ve olduğu gibi muhafaza etmiş herşeyi.. Paşa'dan miras aldığı gibi..

Sonunda devrimlere sahip çıktığını sanmış boyle.. Onlar öyle güzel, öyle başarılı, öyle umut vadediciymiş ki, ışıltılar içinde sımsıkı korunmuşlar bozulmasınlar diye.. Öylece.. El değmeden.. Üzerine hiç bir yenilik eklenmeden.. Kimsenin de olamamışlar o yüzden.. Hakkında konuşulmadan, ellenmeden, yüreklere işlenmeden bir müzenin raflarında nöbet bekleyen nesneler gibi kalmışlar.. Evlerdeki şapkalar gibi.. Kimse o şapkanın altında bir sihirbaz olmayı denememiş bir daha..

Paşa dedemizin resimlerini duvarlardan indirmeye başladıklarında anlamış bu toplum aslında üzerine bir taş bile konmayan devrim mirasının artık tükendiğini... O ışıl ışıl devrimlerin bir ampülün ışığında matlaştığını..

Paşa dedenin mirasından öteye geçememiş Cumhuriyet yeni nesiller için bu yüzden..

Mirasyedi bir toplum yaşamış 87 yıl bu ülkede..

Ama hazıra dağ dayanmamış ne yazık ki..

Bir masalmış geçen yıllar..

Fasulye

24 Kasım 2010 Çarşamba

Candan açtık cehle karşı bir savaş !

Öğretmenler gününde nedense ilkokul öğretmenimi hatırlarım önce, çok sevdiğimden değil aslında, ama sanırım beş yıllık bir beraberliğin izleri kolay silinmiyor insan hafızasından.. Kırk yaşıma geldiğimde yüksek sesle söyleyebiliyorum ilkokul öğretmenimi aslında hiç sevmediğimi.. Bunca yıldır belkide hiç edinmediğim sevgimden, saygım kalmış yine de geriye.. Yine bile içim sızlıyor bunu itiraf ederken, tıpkı çocukken İstiklal Marşı çaldığında ayağa kalkmamayı günah sandığımda hisettiğim gibi.. Günahı ne sanıyordum ondan da çok emin değilim oysa.. Ama saygımının sevgimin önüne geçtiği değerler edindirildiğim kesin..

Hani tartışılıp duruyoruz ya bu değerleri şimdilerde, olmalı mı olmamalı mı diye..

Andımız okunmalı mı, İstiklal Marşı söylenmeli mi, din mi elden gidiyor, biz mi elden gidiyoruz?
Mustafa Kemal aslında öyle değildi böyleydi.
Eğitim sistemi göçtü vs. vs.
Tamam bunların hepsi tartışılmalı belki, iyileştirilmeli kavram olarak, her keseye uygun hale getirilmeli belki, belki değil kimine göre..

Ama bu tartışmanın amacı var olan bir şeylerin daha iyi olması için çaba sarfetmek değil midir? Bu topraklarda yıllardır değer olarak saydığımız, bizi bir birimize bilinçsizde olsa kenetleyen pek çok değeri yok ediyoruz biz oysa. Doğruluklarını veya yanlışlıklarını tartışmıyoruz, revize de etmiyoruz, düpedüz yok ediyoruz hep birlikte. Sonra da birlikten beraberlikten söz ediyoruz, olması gerekenin neden olmadığından.

Kaçırdığımız nokta şu ki aslında bu değerler doğru veya yanlış bizi arada tutan değerler.. Beni bu ülkeye, bu ülkenin insanına, bu ülkenin sahip olduğu her şeye yürekten bağlayan değerler. Öğretilmiş olsalar da, üzerimde bir kısmı eğreti duruyor olsa da..

Bu yaşımda ilkokul öğretmenimi aslında hiç sevmediğimi itiraf edemeyecek kadar öğretmenlik mesleğine saygı duyuyorum ben hala.. Tartışmasız saygı duymam gerektiğini biliyorum. Ne ara bunu bana işlediler hiç bir fikrim yok, ama yerleştirilmiş bir duyguya sahibim. Hangimizin çocuğu böyle hissediyor öğretmenine karşı bu günlerde.. Hangimiz çocuğumuzun öğretmenine hissediyoruz şimdi böyle..? Cevap vereyim hiç birimiz.. İnsana saygımız var mı belki onu tartışmalıyız önce..

Elbette bu mesleğin layıkıyla yapılıp yapılamadığını, neler yapılabileceğini  tartışmalıyız, elbette hataları uyarmalıyız. Ülkemizin geleceğini emanet ettiğimiz öğretmenlerimizden her zaman daha iyisini, daha fazlasını istemeliyiz.  Önemli olan onu değerler listesinden düşürmeyecek düzeyde tartışarak iyileştirmek olmalı. Oysa biz ağzımıza sakız ettiğimiz her şeyin içini boşaltıyoruz bu günlerde.. Onları parçalıyor ve yok ediyoruz.. Yerlerine koyacak yenileri de yok üstelik elimizde.. Kendimize iyilik mi yapıyoruz sahi boyle...?

Tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü içimde eksilmeyen o derin saygı ile kutluyorum..

Fasulye

19 Eylül 2010 Pazar

Üç Kelime..

Sarı Zeybek Belgeseli ile kapıldığım rüzgarından kopuşum "Mustafa" filminden çook daha öncesine dayanır Can Dündar rüzgarından.. Yılmaz Erdoğanı da arşivimden henüz çıkarmadığım yıllarda, "Cebimden Kelimeler"i izlemek için katıldığım Gazeteciler Cemiyeti'nin düzenlediği bir gecede, Yavuz Bingöl'ünde sanatçı olarak katıldığı organizasyonun sunucusu idi kendisi..


O zamanlar tam da kavrayamadığım, ama içimde bir şeyleri cız ettiren kürt propagandası kokan gecenin bugünlere bizi taşıyacağını akıl edemesemde, anlamlandıramadığım bir uzaklaşima yaşatmıştı bana. Yine de güzel bir oyun izleyebilmenin telaşına düşmüş ruhumu ikna edebilmiş belkide terketmem gereken o sandalyeden kalkamamıştım nedense..

Yapımcı olarak başarısının yanısıra, hepimizin duygularını ifade edebilen kelimelerin efendisi olabilme gücündeki o adam, o gece sahnede elinde mikrofon, ne bir sanatçı, ne bir yazar ne de bir yapımcı, ne de bir yönetmendi.Sıradan, senden benden biri gibi rahat konuşuyor, belli ki daha önce söylemeyi planladığı şeyleri anlatırken, kelimeleri seçmiyor, zaten doğal yeteneğine olan bir güvenle, teklemeden ardı ardına sıralıyordu.

Üç kelime kazındı oysa benim hafızama o geceden, henüz varlığından rahatsızlık duymadığım etnik bir açılımdan gayrı üç kelime.. "Tükürüklü Yeşilçam sanatçıları..." diyivermişti, sahnedeki o adam birden bire.. Ne başını, ne sonunu hatırladığım o cümle ortalama onbeş senedir, Can Dündar adını her gördüğümde ya da duyduğumda, hafızamdan fırlayıp beynimde yankılanmaya devam eder.

Yılmaz Erdoğan'ın cebindeki kelimelerden feyz almak için katıldığım o gecede damağımda acı bir tat kaldı sadece.. ve Can Dündar'ın dudakları arsından dökülen bu üç kelime..

Mustafa filmini yaptığında hiç şaşımadım belki de o yüzden.. Belki de o yüzden daha eleştirileri bile çıkmamışken gitmeme kararı almıştım, ki bilenler bilir Mustafa Kemal'in kişisel kahramanım olduğunu... Duyduklarımla bir kez daha canımı yakmış olsa da bu filmin ardından, o gece söylediği o üç kelimenin ardından, çocukluğuma ait özene bezene sakladığım hatıralarımdan Adile Naşit, Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan ve daha pek çok Türk Sinemasına emek vermiş insanın yüzleri belirmişti gözlerimin önünde.. Bir ihanete kalkan bıçak gibi inmişti her hecesiyle hem yüreğime, hem beynime..

Bu muydu o hiç birimizin yapamadığı kelimelerle ile duyguları somutlaştıran adam, bu muydu ne kadar sakınsamda yüreğime dokunacak bir kaç cümleyi, yumuşak ve sakin bir ses tonu ile içime işlercesine seslendiren o adam.. O gece ne sevgiye dair, ne saygıya dair bir iz yoktu sesinde veya sözlerinde..

Nereden mi aklıma geldi bütün bunlar şimdi.. Dün akşam bir alışveriş merkezinde, babası ile yemek yiyordu hemen bir kaç masa ötemde.. Emin olamadığımdan takıldı bakışlarım önce, sonra aklımda üç kelime.. Yüzünde kaleminden dökülen hislerine dair bir iz aradım yine nedense.. Bir ünlüyü ya da tanıdığı görmüşten çok, ifadesiz bir heykelde anlam aramaya çalışıyormuşcasına meraklıydı bakışlarım.

Ardından babası önde, o arkada geçtiler önümden, anlamlandıramadığı dik bakışlarıma takıldı o da bir kaç kez, yüzünde belki biraz sonra konuşmaya çalışacağım, ya da hayranlığımı dile getirebileceğimi bekleyen ama yine de sakınan bir ifadeyle.. Sebepsizce babası ile yüzünü karşılaştırdım benziyorlar mı diye.. Yetmişli yaşlarında olduğunu sandığım babasının hasta görünümü hüzünlendirdi yine bir an içimi, evladı ile bir yemek yemişti dışarıda.. Ardından gelen o evlat ile yürüyen babasını izlerken, gurur mu duyuyor acaba diye düşündüm kendi kendime.. Evladı ile gurur duymak her babanın hakkı.. Neden üzüldüm o baba için açıklayamadım o an için kendime..

Orada o geceden çok yıllar sonra sıradan bir günde, sıradan bir yerde üç kelimenin çığlıkları çınladı yine beynimde.. Yazık diyebildim sadece.. Oysa böyle bir yetenek ne kadar güzel amaçlara hizmet edebilir istese.. Oysa ben ne kadar hayran olabilirdim o zaman kendisine..

Fasulye

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Felek seni kime şikayet edeyim..

Yaşanacaklar yaşana dururken biz hala sesimizi duyurmaya çalışıyoruz.. Etkisi ne kadar olacak bilinmez...

Gündem o kadar hızlı ve ne yazık ki acı acı ilerliyor ki.. Daha bir konu hakkında ne oluyor demeden diğerine atlayıp duruyoruz. Deyim yerindeyse serseme döndük.. Üzerine bir de yaz rehaveti çökünce, iyice aklımız başımızdan gitti sanırım..

En son hatırladığım Siirt'te yaşanan olaylara sinirleniyorduk.. El kadar çocukları, uçkur eğlencesi yapmış bir topluma sitem vardı, derken madencilerle sarsıldık..

PKK ve şehitler bitmedi bitmiyor derken Mavi Marmara düştü gündeme, haklıydılar, haksızdılar.. Efelendi bakanlarımın başı yine esti kükredi.. Yeter be bile dedi hatta.. Sinirlendik ülkesinde akan kana dur demezken bu konuda bu kadar diklenmesine.. Diklendikçe diklendi oysa..

Öyleydi böyleydi der, dururken kan lar akmaya devam etti, hem de büyük büyük şehirlerde hem de sivillerin olduğu yerlerde.. İmralı haziran başından sonrası için sinyali vermişti zaten.. Bordo bereliler çekildi İmralı'dan.. Yakında PKK Dinlenme Tesislerine dönüşecek diye bekliyorum..

Doğudan yükselen seslerin rengi değişti, adı bayrağıma verdiğim adla aynı harflerden oluşurken karışmış halkın temsilcisi olduklarını iddia edenlerden.. Bakanlarımın başı diklendikçe İsrail'e, onlar da kendi konularında diklendiler.. Diklenen diklenene.. Ocağımıza incir ağacını dikecekler az kaldı bekliyorum..

Vuvuzela çıktı sonra başımıza, kovandan kaçmış arılar gibi zaten boşalan beynimize çekti son cilayı o da..

Bu arada kanlar akmaya, o ona, bu buna höykürmeye devam etti.. Tatildeydik milletçek.. Ne zaman çıktığımızı bilmediğimiz, belli ki de geri dönmeye niyetimizin olmadığı bir tatilde...

Bakanlarımın başı yetmezmiş gibi, askerlerimin başı da daldı konulara.. Bir çeşit intihar mıydı anlamadım.. Yıpratma politikalarına karşı arkandayız mesajları vermeye çabalarken biz, bir de baktık otuz saniye içinde kendi kendini yok edecek bir moda girmiş..

Sonra sınırda deve cüce oyunu başladı.. Bakanlarımın başı ile muhalefetimin yeni umudu boy ölçüştüler.. Askerlerimin başı kızdı bu işe..

Şimdi vuvuzelalar 12 Eylül için ötüyor.. Arkasında durduğumuz Anayasanın mahkemesi bir tuhaf kararlar aldı..  Olsun siz yine hayırlısıyla Hayır deyin.. Nasılsa yeterli olmayacak..

Bir ay arayla ulusalcı iki gazetenin ana sayfasında smiling Fethullah'ın hayatını anlatan kitap konu ediliyor.. Baykal'ın selamı, hükümetin İsrail höykürmesine tepkisi derken.. Smiling adam taraftar toplamaya başladı.. Sempati turları atılıyor belli düşecek gündeme..

Yazmıyorum bende uzun zamandır.. Nereyi tutsam elimde kalıyor.. Ne razı oluyor gönlüm, bırakayım dağınık kalsın, ne açayım bayramlık ağzımı artık içimden gelmiyor..

Felek seni kime şikayet edeyim bilmiyorum.. Tanrım sen en iyisi beni baştan yarat...

Fasulye

1 Haziran 2010 Salı

Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız!

Böyle söylüyor Mustafa Kemal bundan yıllar yıllar önce.. Dünden beri hissettiklerime tercüman olacak kelimeler arıyorken gördüm bu cümleyi yeniden.. İnsan tanıdık olduğu ya da bildiği her şeyi hatırlayamıyor bazen yeri geldiğinde..

Sebebi ne olursa olsun mağdur insanlara yardıma giden insanların mağduriyeti ile sarsılıyoruz dünden beri. Kitlesel cinnet geçiren bir toplumun mağdurlarına ekleniveriyoruz bir anda bizler de, canımızdan canlar vererek..

Hiç bir açıklama ya da savunma kabul edemeyecek bu tutum karşısında inanamıyoruz olanlara bir türlü, hazmedemiyoruz. Hangi akıl, hangi vicdan, hani inanç?

Oysa ne o toprakların insanlarına ne bize yabancı yaşananlar. Biz kendi güncelimizle mesgul, akan kan "bize ait değilken" de, "tutum" çok daha acımasızca yok ediyor, parçalara ayırıyordu bedenleri, aileleri, yürekleri.. Ancak bir bomba düştüğünde bir halk pazarına, gündeme de düşüyordu yansıması.. Sair günlerde yaşananlar günlük haberlerimizin parçası bile değildi, günlük haberlerimizin parçası olan şehitlerimizken ise sessizdik.

Ne zamanki kanımıza değiyor bayrak olarak, o zaman biz de haksızlığın karşısında "cık cık cık" dan fazlası ile çıkıveriyoruz, birey olarak hissedemedimiz bu hassasiyet başka bir yazının konusu. Büyük acılar milletleri bir araya getirir gerçeğinin ispatını gördüğümüzü sanıyoruz. Bir bütünleşme mi yaşananlar gerçekten?

Bir çıkış ki gördüğümüz her İsrail'liyi katledebilecek, sahip olduğumuz cinsi, ulvi, ilmi, fiziki ve ahlaki her türlü kudreti, üzerinde acımasızca deneyeceğimize dair tehditler savurarak.. Akan kanımıza karşılık kan istiyoruz, istiyor muyuz sahiden?

Hepimiz mi değil elbette.. Tüm acıma karşılık, yaşadığım tüm hayal kırıklığına karşılık düşünüyorum bunları dünden beri. Haksızlığa karşılık..

Ne Allah'tan aldığımız güç kalıyor söylenmedik, ne normal şartlar altında esefle kınadığımız bir diktatörün bugüne ulaşmış haklılığı kalıyor inanmadık, savunulmadık. Bir ırkın yok oluşuna izin vermeyen insanlığa pişman olacaksınız diyen bir diktatörün sözlerine Mustafa Kemal'in sözleri ile yanıt vermek istiyorum bende, kendi kelimelerim olmadığından değil "Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız!".. Ya da ben öyle sanıyorum... Bu gün Hitler'in haklılığı peşinde dolaşanlar, bir gün ola ki Filistin halkı bir ırkı yok etmeye çalıştığında hak mı verecekler İsrail'e merak ediyorum.

İsrailoğulları'nın yaptıkları ve yaşadıklarında Allah'tan aldıklarını sandıkları güce dayandırır tüm kutsal kitaplar, inananlar için bir ibret hikayesi olarak anlatılır. Yaşanılanların özünde inançların yarattığı kültür ve miras tartışması olsa da, bir insanlık suçundan fazlası değildir sonuçları.. Zaten inançların alet oluşu ile bu noktalara sürüklenen olaylara inançları alet ederek destek vermek, taraflar ve bizden çok, inanaçlara zarar verir, bilmiyor mu inananlar. Müslümanlık depremde ölenlere "daha yetmedi mi" demekle, düşmana karşılıkta insanlıktan çıkacak noktalara gelmek mi sahiden.. Bu mu güzel Kur'an'dan anladığımız.

Bir anlığına dışarıdan baktığınızda gözyaşları ve acıdan çok Nazi Türkiye'si ile karşıkarşıya gibi hissediyorsunuz kendinizi.. Üstün ırkımızı, Allah'tan aldığımız güçle (Nuh Peygamber ve Yaseh) İsrail'in üzerine salmaya hazırız her an.. Gerçekleştiğinde şu andaki manzaradan farkı olmayacak bir sonuca mı hedefleniyoruz milletcek..

Bütün bunların ötesinde yıllardır ülkemde yaşananlara aman bize bir şey olmasın diyerek sessiz yaklaşan büyük bir güruhun, benzer bir terörist yaklaşımla yıllardır kendi topraklarında şehit düşen askerler, çocuklar, analar, evlatlara günlük haber gözüyle bakarken, koşulları düzeltmek yerine daha da çapraşıklaştırarak sürece faydadan çok, zarar veren devlet büyüklerimize, sobelerler beni mantığıyla gıkları çıkmazken, yaşananlara içlerinde biriken şiddet duygusu ile cevap veriyor olmalarını hazmedemiyorum gerçekten. İsrail bizi bulamaz diye mi düşünüyorsunuz acaba?

İstanbul'da elçilik önünde açılan pankartları okuyorum tek tek, her birinin dip notunda cennetin anahtarı cebinde partilerden birinin adı var. Kendi polisi ile çatışarak, destek veriyor din kardeşlerine bu kalabalık, siyonizmin karşısında durduğunu söylüyor insanlıkdan çıkarak aslında.. Acıların bir araya getirdiğini sandığım milletimden önce siyaset var meydanlarda yine.. İslam İmparatorluğu olma yolunda emin adımlarla ilerleyen ülkemde gördüklerim, alet oluşların son bulmayacağı gerçeğini gösteriyor bana..

Çok içim acıyor dünden beri, kayıplara, yaşananlara, gördüğüm manzaralara canım yanıyor gerçekten.. Kendi adıma bu tepkilerin çıkış amacını paylaşmakla beraber şeklini kabul edemiyorum.

Ben kimsenin düşmanı değilim! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyım! Irkı, dini, mezhebi, menşei ne olursa olsun!

Fasulye

Bugüne Sesleniş ! Nutuk / Mavi Sahne - 2

Meclis kürsüsünde günlerce yaptıklarını anlatıyor Mustafa Kemal, Nutku okurken ifadelerindeki samimiyet ve kararlılıktan kalan izler var damağımda. Net, mümkün olduğunca yorumsuz ve her kelimesinde yurt sevgisi ve adanmışlık kokan satırlar. Okurken aldığım tadı arıyorum sahneden yükselen seste.. En az okuduğum kadar hızlılar, ardı ardına, duygudan duyguya geçerek yankılanıyorlar karanlık salonda. İçime sindiresim olan kelimeleri yakalamakta zorlanıyorum bu yüzden bazen. Mustafa Kemal bir an kürsüde, bir an bir çalışma odasında, bir an gelen bir telgrafı dinlerken (dış sesleri banttan dinliyorsunuz oyun boyunca), bir an zaferleri anlatırken ki mağrur yüz ifadesiyle, sahnenin farklı yerlerinde farklı kimliklerle yıldırım gibi hareket ediyor. Büyük çoğunluğunu bildiğimiz tarihin an'larında tek başına devleşiyor sahnede.. Yine de mağrur ve kararlı ifadesinin ardında bir sıcaklık arıyorum. Yüreği insan sevgisi ile dolu kahramanımdan beklediğim bir sıcak bakış. Tamamen duygusal bir bekleyiş ve arayış aslında benim ki biliyorum, oyunun amacıyla örtüşmese de, şu gülümseyen fotoğraflar yayınlayarak insani yönünü göz önüne sermeye çalıştığımız mücadeleye de bir katkı belki.


Oysa bu ülkenin o dönemlerde bulunduğu atmosferin gereği, günümüze uyarlanmış değil, birebir günümüze söylenmiş, ciddiyetinden ve gerçekliğinden en ufak bir şey kaybetmemiş bu sözler, sevgi atmosferi yaratmaktan ziyade, beyinlerimize mıh gibi çakılması gerekli olan gerçekleri haykırıyor yüzümüze. Uyumakta olan zihinlerimizi uyandırmanın bundan başka çaresi var mı?

Orjinal metine bağlı kalarak özenle seçilmiş kelimeler, oyuncuya çok büyük sorumluluk yüklüyor, doğaçlama yapılarak kurtarılacak bir monolog değil ezberlenen. En sade haliyle bile saptırılmaya yer aranan O'nun kelimelerinin gücü demoklesin kılıcı gibi sallanıyor sanki Sayın Sepetçi'nin üzerinde. Ama o çoktan aşmış bunu belli ki, bende oluşan stresten onda eser yok bu anlamda. Düzgün diksiyonu ile o kadar hızlı ve net söylüyor ki her bir cümleyi, hayretimi saklayamıyorum. En az onun replikleri kadar hızlı hareket ediyor düşünceler kafamın içinde.. Hem oyunu takip edip hem bütün bunları düşünmek daha da heyecanlandırıyor beni.


Oyun ilerledikçe içimdeki Mustafa Kemal ile sahnedeki Mustafa Kemal arasında küçük çatışmalar yaşamama engel olamıyorum, zaman sınırı ile bunca mesajı düz yazı ile yazılmış bir metinden yola çıkarak sahnede yaşatmak adına verilen çabaya duyduğum hayranlık baskın çıkıyor. Oyun sona erdiğinde daha saatlerce izleyebilir ve düşüncelere dalabilirmişim gibi hissediyorum.

Az sonra Sayın Sepetçi'yi kulis'de ziyaret edeceğim, oyun boyunca yaşadığım içimdeki ve dışımdaki Mustafa Kemal çatışmasına bir yenisi eklenecek.. Heyecanlıyım sanırım. Aslında sormak istediğim pek çok şey olmasına karşılık oyun boyunca not alma imkanım olmadığından kafamda uçuşuyor her şey. Kısa bir tanışma anından sonra bir yazı yazmak istediğimi söyleyip hemen sorularıma başlıyorum. Sayın Yavuz Sepetçi kırmıyor beni, az önce sahnedeki delici bakışların içi gülüyor şimdi. Mustafa Kemal ile değil, Sayın Yavuz Sepetçi ile karşı karşıya olduğum düşüncesi rahatlatıyor beni.

Çok merak ediyorum nasıl hazırlanılmıştı bu oyuna, ne kadar çalışılmıştı, nasıl bir çalışmaydı? Ardı ardına sıralıyorum, değerli oyuncumuzda yorgunluğuna aldırmadan yanıtlıyor beni tek tek. Oyun bir sene önce bir arkadaş sohbeti sırasında gündeme gelmiş, Sayın Sepetçi'nin Mustafa Kemal'e benzerliğinden duyduğum hayretle, sizin simanız üzerine mi böyle bir oyun çıktı diyorum. Hayır diyor Sayın Sepetçi aslında Devlet Tiyatrosu oyuncusu olduğunu burada konuk olarak sahne aldığını ve tamamen güncelden yola çıkılarak böyle bir şeye karar verdiklerini anlatıyor. Otuzdan fazla yıldır oyunculuk deneyimi olmasına karşılık, yine de hocalarından destek aldığını söylüyor. Çok büyük sorumluluk olduğunu söylüyorum çünkü, gerçekten cesaret işi bana göre.

Peki mimikleriniz, hareketlerinizi nasıl oturttunuz diye soruyorum, çünkü Mustafa Kemal'in azıcık görüntüsü içerisinde gözlemleyip o role bürünmek gerçekten zor bir şey bana göre. Fotoğraflarını incelediklerini anlatıyor Sayın Sepetçi, yüzünde herhangi bir makyaj yok, sadece saçını geriye doğru taramış bu rol için, birazda kaşlarımı kaldırıyorum oynarken diyor. Makedonyalılık var mı diye soruyorum ister istemez. Gerçekten beyaz teni mavi gözleri ve kaşlarının arasındaki çizgilerle bu rol için yaratılmış gibi. Hayır diye cevap veriyor aslen Kayseri'liymiş. Kuliste kendisini ziyaret etmek isteyen bir ben değilim, bu nedenle diğer konukları ile de ilgilenmesi gerek. Bir sürü soru dolanıyor aklımda toparlayamıyorum bu yüzden.

Oyunun yazımı sırasında beş farklı tercümeden yararlandıklarını anlatıyor. Bir çok sosyolog ile çalıştıklarını. Oyunun mesajı bugüne seslenen cümlelerde gizli. Gong sesleri ile oyun boyunca belirginleştirilen bu sözleri seçmek için gerçekten çaba sarfetmişler. En çok Cumhuriyet gazetesinden Sayın Işık Kansu'nun onları yönlendirdiğini söylüyor. Aslında bildiğimizi sandığımız konularda ne kadar sığ olduğumuzu düşünüyorum o anlatırken.

Bu sohbeti oyunu izlemeden önce yapmış olmalıydım belki diye düşünüyorum. Çünkü konuşulanların ardından daha bir anlamlanıyor oyun. Oyunun yazım sürecinde de yer alıyor olmasından dolayı bütün sorularımı yanıtlıyor bıkmadan. Yorgun olduğunu düşünüp daha fazla vaktini almak istemediğimden vedalaşıyorum kendisiyle, tebriklerimi ileterek.

Aslında aklımda bir soru takılı kalıyor "Hayın". Oyunun içerisinde birden çok kere bu şekilde telaffuz edilen kelimenin Mustafa Kemal tarafından mı böyle telaffuz ediliyor olduğunu merak ediyorum ve eğer öyleyse bu bilgiye nereden ulaştıklarını da.. Aklıma takılı kalıyor.

Bu sohbetin ardından oyunda arayıp durduğum Mustafa Kemal sıcaklığının amaca hizmet etmeyeceğine karar veriyorum. O belki başka bir oyunun teması olabilir. Bugüne seslenişte söylenenlerin gerçekleşmesinin ardından belki ve keşke bu oyun daha büyük ve etkili bir sahnede defalarca defalarca oyanansa diye geçiriyorum içimden ta ki herkes mesajı alana dek. Her tür seyirciyi yakalamak adına vuruculuğunu artıracak düşüncelere kapılıyorum kendimce, ama üstatların karşısında bana boyumu aşan konulara girmek düşmeyeceğinden kendime saklıyorum bunları.

Eğer fırsatınız olursa Mustafa Kemal Haziran ayı boyunca her çarşamba saat sekizde Mavi Sahne'de bugüne seslenmeye devam edecek.. Kulak verin derim.

Mavi Sahne ile tanışmamı sağlayan Sayın Işın Güneş Kadığlu'na, oyuna izlemem için beni davet eden Sayın Sedat Demirsoy'a, bana bütün bu duyguları yaşattığı ve sorularıma tek tek net cevaplar veren değerli oyuncu Sayın Yavuz Sepetçi'ye ve küçücük bir sahnede büyük işler başaran değerli Mavi Sahne ekibine çok çok teşekkür ediyorum.

Saygı ve sevgi ile bir arada kalın

Fasulye
Oyunlaştıran - Yöneten Sedat Demirsoy
Dramaturg Servet Aybar
Dekor Ziver Armağan Açıl
Işık Çetin Atay
Müzik Arda Özmen
Oynayan Yavuz Sepetçi

Büyük Lider Mustafa Kemal Atatürk’ün, büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi… Tarihi yapanın kaleminden yakın tarihin anlatımı…

-0-

Not : Değerli Sedat Demirsoy ve Yavuz Sepetçi "Hayın" ifadesi ile ilgili soruma cevap verdiler kendilerine sonsuz teşekkürlerimi göndererek, sizler le de paylaşmak istiyorum:

"Evet 'hayın' kelimesi de "böyle bozuk ve hayvanca bir düşünce olabilir miydi" cümlesi de NUTUK tan olduğu gibi aktarıldı........." Yavuz Sepetçi

"Yavuz'un da belirttiği gibi hayın kelimesi Nutuk'ta ve Türk Dil Kurumu'nun 60'lı yıllardaki çevirilerinde yer alıyor. ben de böyle kullanmayı seviyorum bazı kelimeleri. örneğin Nazım'ın Saman Sarı şiirinde de nazım, vakit yerine vakıt der ve ben onu da severim." Sedat Demirsoy

Bugüne Sesleniş ! Nutuk / Mavi Sahne - 1

O gün Mavi Sahne'de sunulan oyunu izlemeye gitmeden önce Face Book profilime şu satırları yazmıştım "Bu akşam sahnelerin en mavisinde, mavi gözlerini göremesemde, uğruna baş koyduğu vatanı için atan yüreğinin sesini dinleyeceğim hayranı olduğum adamın..." .


Daha önce bir kaç kez okuduğum Nutuk'u oyunlaştırmak fikri gerçekten çok etkileyici gelmişti bana... Oyunun afişinde gördüğüm yüz bana bunun gerçekten önemli bir girişim olduğunu söylüyordu sanki. Ciddiye alınacak bir konu, bu şakaya gelmez.

Atatürk ülkemde yaşanan tüm hassasiyetlerin ötesinde bir kişisel kahraman oldu benim için. Onu önce resimlerinden, sonra düşüncelerinden tanımak bir süreçdi. Onu tanıdıkça hayran olunacak ne kadar çok yanı olduğunu keşfetmiştim. O herşeyden önce bir insandı ve benim ilgimi gerçekten çekiyordu. Okulda öğrendiklerimden soyutlayarak ondan kalanların izinden gitmeye başladığımda henüz ülke gündeminin bu haliyle bir parçası değildi. Benim sevdiğim ve felsefesinden etkilendiğim bir büyük insandı. Ardından hakkında söylenenler ve bildiğimiz filmler ve polemikler ortaya çıktı. Bu defa Atatürk'ü bırakıp, kafamdaki Atatürk düşüncesi ile mücadele ettim bir süre. Kulakladan dolma kahramanlık hikayeleri ile boşlukları doldurulmuş tarih sayfalarından sıyırıp, ve hatta bu ülke topraklarından bile soyutlayarak değerlendirdiğimde yine de o benim kahramanımdı.

Bütün bu duygularla gittim Mavi Sahne'ye.. Bu güne değin ona zarar veren pek çok söylemden, kendimce kendime ve çevremdekilere insan olan Atatürk'ü aklamaya çalışarak geçirdiğim mücadelenin üzerine, böylesi bir oyuna ne kadar tarafsız bakabileceğimi bilemeden. Bir tiyatro oyunu olmasının ötesinde O'nun adına hizmet edeceklerini düşündüm. Tarafsız değildim sanırım.. Bu duyguyu daha önce "Dersimiz Atatürk" filmini izlerken keşfetmiştim kendimde. O'nunla ilgili hiç bir şeye sıradan bir seyirci gözüyle bakmam sanırım mümkün değildi. Hisettiklerim sonucu aldığım savunma pozisyonu bir şekilde su yüzüne çıkıyor, tarafsızlığımı gölgeliyordu. Oyun yerine bunları neden anlattığımı düşünebilirsiniz. Oyun hakkındaki düşüncelerimi yazarken bir yandan yüksek sesle düşünüyor olacağımdan, en azından sizlerin objektif olabilmesi adına bunları bilmeniz gerekir diye düşünüyorum.

Oyunla ilgili görüşlerime geçmeden önce sizlere Mavi Sahne hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Ankara'da yaşayanlara çok tanıdık gelecek yeri, Tunalı Hilmi Caddesinin Tunus Caddesi ile birleştiği dar sokakta, Akün sinemasının hemen arkasında, yılların yorgunu bir binanın üst katlarında yer alan Mavi Sahne, binanın kapısından ilk girdiğinizde çocukluğumun tahta başlı ve yer yer burgulu demir trabzanlarının eşlik ettiği beton merdivenler ile ulaştığınız bir mekan. Oyunun sahnelendiği daire, (daire diyorum çünkü bu bina muhemelen tarihine ikametgah olarak başlamış) fiziksel olarak küçük olsa da büyük duygulara ev sahipliği yapabilmeye yeterli bir sahne ile hemen sahne önüne konuşlanmış masa ve sandalyelerden oluşuyor. Yarım saat erken vardığımız oyun salonu henüz boşken insana kabare hissi çağrıştırıyor. Kırmızı duvarlar ve loş ışık az sonra o salonu dolduracak insanları bekliyor gibi. Mavi Sahnenin internet sitesinden öğreniyorum ki, burası cafe-tiyatro tarzını yeniden başlatan öncü mekanlardan biri. Mekanda çok iştah açıcı bir kantin kokusu olması, zaten aç olan midelerimizi daha çok hissetmemize sebep oluyor, lezzetli ayvalık tostlarından sipariş ediyoruz bir yandan saate bakarak. Oyun başlamadan yiyeceklerimizi bitirmiş olmalıyız. Aklıma Cem Yılmaz'ın ilk gösterilerinden biri geliyor. Elinde bir fenerle, gösteri sırasında ellerindeki tabaktan karınlarını doyurmaya çalışan bir çifti bayağı diline dolamıştı. Elbette az sonra sahneye çıkacak olan Mustafa Kemal'den böyle bir tepki beklemiyoruz, ama oyuna ve oyuncuya saygımızdan mide ile ilgili işlerimizi bir an önce halletmemiz lazım.

Mavi Sahne 2000 yılında kurulmuş. Evli ve küçük çocuklu olduğumuzdan beri bu tür etkinliklerden geçmişe nazaran uzaklaşmış olmamıza üzülüyorum biraz oyunun başlamasını beklerken. Burada beni bekleyen bir süpriz daha yaşanıyor ardından, 2000 yılından önce büyük bir hevesle gittiğim dans kursundaki öğretmenlerim değerli Ziver Armağan Açıl ile Esin Kartaloğlu'nun bu mekanda olduklarını öğreniyorum. Tanıdıklık hissi daha bir sıcak gösteriyor mekanı bana ... Az sonra izleyeceğimiz oyunun dekor tasarımını değerli Ziver Armağan Açıl yapmış.

Beklerken masalardaki ve duvarlardaki afişleri inceleme fırsatımız oluyor, mekanın aylık bir programı var, her akşam bir başka oyun Mavi Sahne'nin değerli üyeleri tarafından sahne alıyor, ayrıca ilk doğaçlama çocuk tiyatrosunun da burada yapıldığını öğreniyorum. Üniversite yıllarımda sahneleyemeden aylarca çalıştığımız oyun aklıma geliyor. Doğaçlama ile duygu iniş çıkışları yakalamak gerçekten çok keyifli olmuştu benim için. O zamana kadar olmayan medeni cesaretimin tavan yaptığı dönemlerdi onlar.

Oyunu değerli sanatçı Sedat Demirsoy kaleme almış, Nutuk gerçekten oyunlaştırması çok zor bir metin. Merak ediyorum bu nedenle ne ile karşılaşacağımızı henüz boş sahneye bakarken. Sahnedeki dekor oyun başlayana kadar çok bir şey ifade etmiyor bana. Zor olmalı diye düşünüyorum sürekli, sahnede tek başına kocaman bir kişiliği oynamak gerçekten zor olmalı. Oyuncumuz sayın Yavuz Sepetçi, afişdeki ifadesinden gerçekten etkileniyorum.

Sayın Demirsoy yurt dışında olduğundan kendisiyle tanışma fırsatım olmayacak ama Sayın Yavuz Sepetçi ile oyunun ardından kısa bir kulis sohbeti yapmak fikri beni heyecanlandırıyor şimdiden.

Evet oyunun başlama saati geldi bile.. Az sonra karşılaşacağım yüzü, içimdeki kahramanla ne kadar örtüştürebileceğimi merak ediyorum. Işıklar kapandığında gözlerimi sahneye dikerek O'nu bekliyorum. Gerçekleşemeyecek bir düşü, hayal sahnesinde yaşayacağım az sonra..

Karanlık sahnenin ortasında beliren yüzü seçmeye başlıyor gözlerim. Karanlığın ortasında mavi iki delici bakış. Sahneye o kadar yakınız ki, nasıl oluyorda bir ayak sesi bile duymadan oyuncunun yerini aldığına şaşırıyorum. Bir anda başlıyor herşey, Mustafa Kemal meclis kürsüsünde kaybedecek vakti olmadığından bir seri başlıyor anlatmaya. Belki bu yüzden ilk cümleleri kaçırıyorum. Anlatılanlara odaklanabilmem için bir süre geçmesi gerekiyor. Hayalimdeki Mustafa Kemal silüeti ile boğuşuyorum bir süre Sayın Yavuz Sepetçi'den alamıyorum gözlerimi. Zaman zaman yükselen kararlı ses tonu ve seyirciye doğrudan fırlattığı delici bakışlardan sıyrılıp söylediklerine konsantre olmaya çalışıyorum. Yüksek sesle hiç duymadığım bu satırlar bir türlü sarıp sarmalamıyor beni. Oysa takip etmek istediğim asıl onlar. Mimikleri ve hareketlerini izliyorum, çok zor bir rol gerçekten Mustafa Kemal'i düşünce olarak içselleştirmekten öte, kanlı canlı bir insana dönüştürmek çok zor. Alışık olmadığımız garip bir his yaratıyor insanda. Önyargılar kafamda harekete geçip, O'na layık olma çerçevesinde değerlendiriyor ilkin bütün bilgileri. Sonra kızıyorum kendime, şekilci yaklaşım her zaman kızdığım bir şeydir oysa. Yine de Mustafa Kemal'in cumhurbaşkanı fotoğraflarından esinlenilen kostümü baştan aşağı inceliyorum elimden olmadan. Nutuk sahnede yaşamaya devam ediyor bu arada.. Mustafa Kemal'in aşağıdaki sözleriyle dönüyorum oyuna, yani tamda oyunun adında söylendiği gibi bugüne, o ana..

"İslamcılık ve Turancılık politikasının başarı kazandığı ve dünyayı uygulama alanı yapabildiği, tarihte görülmemiştir. Bizim, açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem, 'ulusal politikadır'. Dünyanın bugünkü koşulları ve yüzyılların kafalarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçek karşısında düşçü olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin dediği budur, bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir."

Gong sesiyle oyuna daha bir konsantre oluyorum. Oyun boyunca duyacağımız diğer gongların ilki bu.. Bu güne ilk geliş.. Gazete manşetleri canlanıyor gözümde.. Derin bir iç geçiriyorum. Bundan sonra iç hesaplaşmam sona erdi karşımda Mustafa Kemal var..

devam edecek...
fasulye


Oyunlaştıran - Yöneten Sedat Demirsoy
Dramaturg Servet Aybar
Dekor Ziver Armağan Açıl
Işık Çetin Atay
Müzik Arda Özmen
Oynayan Yavuz Sepetçi

Büyük Lider Mustafa Kemal Atatürk’ün, büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi… Tarihi yapanın kaleminden yakın tarihin anlatımı…

21 Mayıs 2010 Cuma

Salıverdim Çayıra : Amerika (4)

Artık Amerika’lı sayılırdık. Sayılırdık da ailelerimize buraya vardığımıza dair bir haber vermemiştik. Muhtemelen bizi iyi tanıyan ailelerimizi iki gundur bizden ses çıkmayınca geri dönemeyceğimize kanaat getirmişlerdi. Otelin karşısında bulunan küçük bir market vardı. Yasemin bize oradan telefon kartları alabileceğimizi söylemişti. Odadan aramıyorduk çünkü bize demişlerdi ki, sakın odadan telefon açmayın, oda fiyatından daha çok ödersiniz uluslararası görüşmelerde. O ana kadar dinlemediğimiz söz olmuşmuydu, ya da başımıza gelmedik bir şey? Hayır..


Bu arada arkadaşımın bir başka arkadaşı o dönemde Türkiye’de olmayan Gilette Mac 3 siparişi vermişti ve şansa bakın ki markette o da vardı. Orta halli bir market olan yerde çok da ucuz yaprak sigaralar bulmuştuk. Gilette Mac 3 reyonuna geldiğimizde bir Türk olarak kendimizi belli ettik ve market sahibi kendimize alıyoruz sanmasın diye (niyeyse) arkadaşımın arkadaşından bahsetmeye başladık yüksek sesle, hem de İngilizce. Gilette Mac 3 alırken gösterdiğimiz başarıyı kart alırken gösteremeyecektik ne yazık ki, Çünkü üzerinde ülke isimleri yazılarak cama yapıştırılmış kartların arasında Türkiye yazanı bulamamıştık. Ama diyorum ya biz Türk’dük Fransa en yakın olan ülke diye düşünüp ondan aldık.

Marketin hemen önünde bir telefon kulubesi vardı. Hani şu para atılan siyah telefonlardan, kulubenin içine ikimiz birden girip ne kadar ararsak arayalım kartı sokacak bir delik ne yazık ki bulamadık. Tabi canım bu paralı telefon kartlı değil ki diyerek yol boyunca yürüyüp bulduğumuz bütün telefonlara aynı muameleyi uyguladık. Nafile bir çabaydı. Hatta ertesi gun otelin civarındaki kulubeleri ve hatta Disneyland içerisinde bulduğumuz bütün kulubeleri deneyecektik ve hiç birsinde elimizde bulunan koca kartı uyduracak bir dleik bulamayacaktık. Neden sonra aklımıza kartın üzerindeki yazıları okumak gelecekti.

Kartın arkasındaki numarayı kazıyıp verilen numarayı çevirmemiz gerektiğini anladığımızda aslında bu olayı kimseye anlatmamaya karar vermiştik ama üzerinden on yıl geçti zaman aşımına uğramıştır diye düşünüyorum. Kartın üzerindeki numarayı çevirip kazıdığımız numarayı söylediğimizde de bir sonuca ulaşamayacaktık, zira aldığımız kart Fransa içindi Türkiye değil.

Biz tüm bunlarla uğraşırken aradan bir gün daha geçecekti ve ertesi sabah odamızın telefonu acı acı çaldığında, hangimiz açacağız diye birbirimizin suratına bakacaktık, çünkü yüzyüze dudak okuyarak bile zor anladığımız İnglizceyi telefonda anlamaya çalışmak epey zor olacaktı. Arkadaşım büyük bir cesaret örneği göstererek ahizeyi kaldırdığında karşısında kurum genel müdürümüz sekreterini bulacaktı. Ailelerimiz bizden haber alamayınca kurumu aramış onlarda oteli aramak zorunda kalmışlardı. Çok tatlı bir hanım olan kurum genel müdür sekreterimize olanı biteni anlattığımızda bize odadan aramımızı soyledi, o ana kadar tuttuğumuz tüm sözler gibi bu sözüde yerine getirdik. Neyse bir sorunu daha başarı ile aşmıştık. Amerikalı yaşantımıza kaldığımız yerden devam edecek kalan altı gün boyunca başımıza az sonra anlatacaklarım gelecekti. Her günü teker teker anlatmak yerine bundan sonraki bölümlerde peş peşe anlatmayı tercih edeceğim, yoksa bir kitap çıkacak bu maceradan.

Her sabah önce seminere gidiyor arkasından odaya gelip etrafa saçılmış pijamalarımıza aldırmadan üzerimizi değiştiriyor, yanımıza yiyecek ve içeçek ile hırka benzeri bir şey alarak disneyland servisine biniyorduk. Bu arada marketi iyice keşfetmiş olduğumuzdan yiyeceğimiz şeylerin bir kısmını oradan almayı adet haline getirmiştik. Hatta alışveriş listemize şekerler ve yaprak sigaralar da eklemiştik. Kim takardı oda servisini, Türk’dük bir kere biz.

Yine böyle bir günde arkadaşım marketten üzerindeki resimden, yazıdan değil, resimden siyah üzümlü olduğuna kanaat getirdiğimiz kalem şeklinde uzun jel şekerlerden almıştı. Oldum olası tatlı ile arası olmayan benim için çok da önemli ya da iştah açıcı değillerdi. Bu nedenle şekerlerin yok oluş hızı hakkında en ufak bir fikrim yoktu odaya döndüğümüzde. Ta ki arkadaşım tuvaletten “Kakam yeşil çıkıyor” diye çığlık çığlığa bağırana kadar. Kakası yeşil çıkan bir oda arkadaşım vardı, üstelik bağırıyordu ve ben birini aramaya kalksam acaba bütün bunları İngilizce nasıl söyleyecektim. Genelde acil durumlarda camı kırmadan da soğukkanlı olabilme huyum vardır. Hemen kafamdaki bilimum düşünceyi uzaklaştırıp, olaya odaklandım ve şekerleri hatırlardım. Sonunda anlaşılmıştı ki arkadaşım, siyah üzümlü jel şekerleri gerçekten çok beğenmişti. Paketin tamamını da yediği için haliyle vücudu atarken renk değişimini ancak bu kadar sağlayabilmişti. Korkulacak bir şey yoktu.

Otelimizin çok yakınında Nike’ın Fabrika Satış Mağazası olduğunu keşfetmiştik, fiyatlar uygun görünüyordu ama bizim Türkiye’deki Nike fiyatları hakkında bir fikrimiz yoktu. Bu nedenle döndükten sonra pişman olacak olmamıza rağmen öyle çok da bir şey almamıştık. Yine de bazı akşamlar yürüyüş de olması amacıyla Nike Fabrika Satış Mağazası’na doğru yürüyüşler yapıyorduk. Caddeye açılan ara sokakdan karşıya geçmek üzereyken, sokağın ilerisinden bir tırın geldiğini gördük. Amerikalıların büyük anlayışı tırlarda daha bir kendini göstermişti sanki. Ebadı görünce, ecdadı korumak adına durduk haliyle. Ama beklenmeyen bir şey oldu tır bize varmadan yaklaşık iki metre önce durdu. Ama koca tırla şaka olmazdı tabi, ayrıca cüssesi gerçekten saygı yaratacak kadar büyüktü. Biz beklemeye devam ettik ki, geçip gitsin önümüzden. Derken tır şoförünün elini kolunu sallayarak bir şeyler demeye çalıştığını farkettik. Adamcağız bizi gördüğü için durmuştu ve geçmemizi bekliyordu. İnanabiliyor musunuz? Yaya kaldırımı, ışık, polis, trafik işaret ve işaretçilerinden hemen hiç biri orada değildi. Sadece yolun kenarındaki çalışıkta flamingo benzeri kocaman bir kuş vardı, kocaman bir tır bize yol veriyordu, bunun da adı Alice Harikalar diyarında olmalıydı. Aslında bu tür muamleye alışık olmadığımızdan adamın el kol hareketlerinin geçsenize ne bekliyorsunuz demek olduğunu anlamamız için de biraz zaman gerekti ve dolayısıyla ecdadı tam olarak kurtaramadık sanırım.



Bir başka gün Disney’de bir park dönüşü, parkın içinde dönüp duran tren gibi bir araç gözümüze takıldı. İki tarafı açık bu araçla parkı saatlerce yorulmadan gezebilmek mümkündü belkide. Çünkü bir parkı bütün gün dolaşmak bile yetmiyordu. Girmek istediğiniz alan için bir de sıra beklemeniz gerektiği düşünülürse ve bizde her alana girmek istediğimiz için bayağı vakit kaybediyorduk. Tren benzeri araç içinde sürekli bir anons yapılıyordu. Ama biz anlamıyorduk tabi. Belkide park hakkında bilgi veriliyordu kimbilirdi.

Araç durduğu bir anda hemen boş koltuklara kurulup etrafı seyretmeye hazırlandık. Aslında parkın yarısından fazlasını dolaşmıştık ve gün batmak üzereydi. Bu arada Orlando’da gün batımı da Disneyland’da gördüğümüz her şey kadar güzeldi. Hatta bir ara bunun da yapay olup olmadığından şüphe duymadık desem yalan olur. Ay’a ilk gidenlerin Amerikalılar olduğuna da şaşmamak lazım bence, çünkü gözümle gördüm ay oraya daha yakın ve kocaman..


Tren haraket ettiğinde ağrıyan ayaklarımızı uzatmış, bundan sonrasında yorulmayacağız diye bayağıda keyiflenmiştik. Tek sorun bir yerde inmek istersek ne yapacağımızdı. Ama bu da hiç sorun olmadı çünkü tren yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuk boyunca hiç durmadı. Durmadığı gibi park alanından ayrılarak yaklaşık 2 kilometre uzaktaki, bizim daha önce hiç farketmediğimiz dev otoparka gitti ve durdu. Bindiğimiz tren insanları arabalarına taşımak içindi. Ayrıca hava karardığından park kapanmak üzereydi dolayısıyla geldiği gibi geri gitmeyecek son trendi bu bindiğimiz. Ahh şans.. Yine yüzümüze değil arkamızdan gülmüştü.. İnsanlar arabalarına doğru ilerlerken.. Kimse bizi farkediyormu diye etrafı süzerecek bizde iki kilometre uzaktaki parka doğru yürümeye başladık karanlıkta. İki yabancı gibi.

Otelimize bizi taşıması gereken servisin olduğu alana geldiğimizde tabanlrımız zonklamaya başlamıştı ve ne olmuştu bilin. Son servis de bizi almadan hızla kaybolmuştu karanlığın içinde. Hava buz gibi olmuştu, otel yürüyüş mesafesinde değildi ve karanlıktı. Uzakta duran taksiye gözümüz iliştiğinde, hava alanından otelede öyle gelmiş olmamıza rağmen arkadaşımın aklına Türkiye’de duyduğu tembihlerden biri gelmişti. Aman sakın siyah derili insanların kullandığı taksiye binmeyin. Neden diye sorduğumda o konuda bir açıklama yapılamdığını söyledi. Bir tek taksi vardı onunda şoförü siyah deriliydi ve saat gece yarısına gelmek üzereydi. Bir on beş dakika fikir telakkisinin ardından otele dönmenin başka yolu olmadığına karar verip taksiye bindik. Başımıza hiç bir şey gelmeden otele varmayı başarmıştık.

Ama o şansı bir yakalasaydık var ya... Bu arada otopark anısı olarak bir aracın plakasını fotoğraflamayı ihmal etmedik, çünkü portakalı ile ünlü olduğunu anladığımız Orlando’da tüm araçların plakalarında portakal resmi vardı.

devam edecek..

4 Mayıs 2010 Salı

Salıverdim Çayıra - Amerika (3)

Kendi aramızda kısa bir mütalaanın ardından nasıl olduysa şehir dışındaki Hyatt Regency olduğuna karar kıldık ve inanılmaz bir şekilde haklı çıktık. Gerçekten o ana kadar şans eseri yolumuzu bulmuştuk, şansımızın bizi terkettiği anda neler olabileceğini düşünemiyorum bile..

Otele varmak için yaklaşık yarım saat yol gittik. Otabandaydık ve hız sınırı 50  falandı sanırım. Hyatt Regency Oteli otobandan çıkan bir yolun ayrımında gayet seyrek binaların olduğu bir yaşam alanındaydı. Otelin tam karşısında Radison Otel vardı yanlış hatırlamıyorsam. Otelin kapısında taksiden indiğimizde borcumuzu sorduk. Ama gelmeden önce her şey için bahşiş vermemiz gerektiği konusunda tembihlenmiştik ama ne kadar vermemiz gerektiği konusunda tembihlenmemiştik. Taksi kırkbeş dolar tutmuştu, taksiciye de bahşiş vermemiz gerektiğini düşünmediğimizden adama kırkbeş doları uzattık. Parayı alıp beklemeye devam etmesinden bahşiş beklediğini anlayıverdik inanmazsınız. Beş dolar daha uzattık ama pek memnun olmuş görünmedi açıkçası.

Hava otuz derecenin üzerinde sıcaktı ve sanıyorum sabahın sekizi falandı bizim üzerimizde Ankara koşullarına uygun kalın kabanlar ve kıyafetler vardı. Artık bir an önce otele girip yayılmak niyetindeydik.. Ama anlayacaktık ki bu sadece bir niyetdi..

Resepsiyona yaklaşıp isimlerimizi söylediğimizde, deskteki kadının söyediği bir araba laftan hemen hiç bir şey anlamadık. Zaten o yorgunlukla (yaklaşık 20 saattir yoldaydık ve başımıza gelmedik kalmamıştı) Türkçe'de konuşsa bir şey anlamazdık sanırım. Derken bir mucize daha gerçekleşti ve otelde staj yapan bir Türk kızı olduğunu öğrendik. Nasıl mı? Söylenenleri anlamadığımızdan kızı çağırmak zorunda kaldılar.4

Yasemin adındaki kızcağız bize bir gün geç geldiğimiz için rezervasyonumuzun iptal edildiğini söyledi. Yuhdu artık harbiden.. Ama biz sanki çok normal bir şeymiş gibi davranarak bize yeni oda verip vermeyeceklerini sorduk. Otelde o an için boş oda yoktu, ancak boşalacak odalar vardı. Tamam dedik haliyle, başka çare mi vardı ki... Saat onikiye kadar bekler boşalan odaya gireriz diyorduk ki, orada odaların saat dörtte boşaltıldığını öğrendik.. Pişmiş tavuğa beş basar durumdaydık artık. Peki dedik çaresiz, bu üzerimizi de değişemeyeceğimiz anlamına geliyordu. Kışlık bot ve kıyafetlerimizle Orlando güneşi dışarda bizi bekliyordu. Hiç değilse valizlerimizi bir yere bırakıp bırakamayacağımızı soruduğumuzda neyseki cevap olumluydu.

Valizleri teslim ettikten sonra otelin açık büfe restoranına gözümüz ilişti, haliyle acıkmıştık ve doğru oraya girdik. Uzaktan zengin görünen açık büfede damağımıza göre pek bir şey bulamadık, gördüğümüz en tanıdık şey ise karpuzdu. Bir şeyler atıştırıp, masaların üzerinde duran içeceklerden tatmaya karar vedik, benim ilk denediğimin viski olduğunu anlamam uzun sürmedi. Gerçi artık viski değil ispirto bile içsem daha fazla dağılamazdım.

Doyduğumuza kanaat getirip restoranı terkediyorduk ki.. Garson koşarak arkamızdan geldi ve hesap dedi. Yani sanırım öyle dedi. Bizde sanırım ona ptelin müşterisi olduğumuzu söyledik, gerçi henüz elimizde anahtarımız yoktu ama.. Adam ikna olmuyordu, bizde adamın müşteri olmadığımızı sandığını sanıyorduk. Yasemin yeniden devreye girdiğimizde anladık ki, aslında otel bize söylendiği gibi oda+kahvaltı değildi ve biz hesabı ödemeden kaçan uyanık Türk'lerdik. Artık gülsek mi ağlasak mı bilemeden adam başı otuz dolar kahvaltı ücretini ödeyip hızla ordan uzaklaştık.

Önümüzde uzun saatler, üzerimizde kışlık kıyafetler vardı ve fakat artık kafamızın içinde bir aklımız kalmamıştı. Derken otelin lobisinde Disneyland deski olduğunu farkettik ama bu defa daha akıllı davranıp Yasemin'i bulduk ve bilgi aldık. Otelden Disneyland'a servisler vardı. İstediğimiz zaman 12 dolar verip bu servislerle gidip gelebiliyorduk. Ne duruyorduk o halde.. Hemen biletlerimizi alıp servise bindik. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Disneyland'daydık. Disneyland dört büyük parkdan meydana geliyordu her birinin farklı bir teması vardı bunlardan biri de zaten MGM Stuıdios'du. Hangisine ilk daldığımızı hatırlamıyorum ama gişede kuruğa girdik. Günlük giriş elli dolardı sanırım, ama bir haftalı bilet alırsanız çok daha ucuza geliyordu. Bu arada bizim katılmamız gereken bir seminer vardı ve saatleri hakkında da pek bir fikrimiz yoktu. O nedenle günlük bilet alıp içeri daldık. Gördüğümüz muhteşem yer karşısında yogunluk ve sıcak artık bizi etkilemiyordu. Canımızı okuduğumuzu otele döndüğümüzde anlayacaktık. Tüm bunlarn üzerine bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik ve o gün dev gibi bir parkı gezdik. Muhteşemdi..

Otele döndüğümüzde sanırım saat dokuza geliyordu. Dönmeyi başardık yani.. Rezevasyonumuz iptal olduğundan bize ancak sigara içilmeyen binadan bir oda ayarlayabilmişlerdi. Olsundu, üzerimize garip bir rahatlık gelmişti, hiç umursamadık.

Odaya girdik valizleri açmamız gerekiyordu ama hiç halimiz yoktu, sırayla duş aldık ve kilidinin biri açılmayan valizle bir süre göz göze baktıktan sonra arkadaşım bir kez daha çantasına bakmaya karar verdi. Ne oldu bilin.. O debelenip bulamadığımız ve stresten strese girdiğimiz anahtar çantanın içinden ışıldayarak çıktı. Valiz kurtulmuştu, artık onu kırmamız gerekmiyordu, bağlamamızda..

Banyonun ve anahtarın bulunmasının verdiği rahatlıkla ikimizde yastıkla buluşmadan uykuya dalmıştık bile.

Ertesi sabah kalktığımızda ikimizde cin gibiydik ne saat farkı ne de onca macerayı biz yaşamamışız gibi keyifle giyindik. Bu sefer restorana girmeyecek kadar akıllanmıştık. restoranıın hemen yanındaki küçük kafede donut ve kahveyle amerikan usulü bir kahvaltı yaptık. E artık bizde buralıydık..

Seminer salonlarını bulma başarısını bile gösterdik. İkimizin programı farklıydı, bütün günümüz seminerde geçmesin diye aynı saatte farklı seminerlere yazdırmışlardı bizi. Bu da öğleden sonramızın boş olduğu anlamına geliyordu. Tabii ki Disneyland'a gidecektik. İkimizde çevremizde konuşulanları hiç anlamıyor olmaktan rahatsızlık duymadan kendi salonlarımıza gittik. Benim girdiğim seminerde şirketlerde web training eğiriminin nasıl projelendirileceği ve maliyetleri anlatılıyordu. Zaten yaptığım iş bu olduğundan sunum eşliğinde anlatılan semineri anlamakta zorluk çekmedim. Hatta bu projelendirme aşamasında benim tek başıma yaptığım iş için yedi kişi belirlendiğini ingilizce dinleyerek, Türkçe şoka bile girdim.

Seminer aralarında hemen birbirimizi bulup koyu bir sohbete dalmış gibi yaparak diğer insanlarla muhabbet kurmamayı da başardık. Seminer bittiğinde odaya fırlayıp üzerimizi değiştirecektik ki, oda da derli toplu düzenlenmiş yataklara rağmen sağa sola fırlatılmış terlik ve pijamalarımızla karşılaştık. Hayır Türk olduğumuz için değil, sigara içilmeyen binada odada sigara içtiğimiz için oda görevlisi bize kızmıştı. İzmaritleri tuvalet kağıdına iyice sararak atmış olsakda Türk aklımızla, haliyle oda kokuyordu. Odanın bir balkonu olmasına rağmende sigara içilmeyen binada sigara içerken yakalanmayalım diye içerde içmiştik sigaralarımızı.. Ne yalan söyleyeyim hiç umursamadık, gamsızlığın doruklarına ermiştik biz bu ülkede.. Hemen giyindik yanımıza yiyecek bir şeyler aldık.. Ayrıca boş matara ve Tang toz içeçek bile getirmiştik. Mataralarımızı doldurduk yanımıza kazak alıp yola çıktık. Çünkü gündüz çok sıcak olan şehir akşam birden bire buz gibi oluyordu.

Ve yine Disneyland'daydik bir gn önce tecrübelenmiştik. Servis park alanında belirli bir numaranın üzerinde duruyordu ve akşam kalkış saatinde yine o numaralı alandan herkesi toplayıp kalkıyordu. Ama biz o gün kendimize duyduğumuz gereksiz güvenle numarayı ezberlememiştik ve buna ayrıca pişman olacaktık. Detaylarını daha sonra anlatacağım muhteşem bir gezinin ardından park alanına geldiğimizde onlarca servisin orda durduğunu anladık. Ama hepsi numaraların üzerinde duruyor ve biz zaten hatırlamadığımız numaralrı çağrıştıracak herhangi bir şey hatırlamıyorduk.

Bir şekilde şoförmüzü tanıyıp servisimizi bulduk ama bulana kadar da soğuk terler döktük çünkü parklardan kalan son servislerdi ve onları kaçırırsak otele dönmenin yeni bir yolunu bulmak zorunda kalarak başlıbaşına bir maceraya daha imza atacaktık.  Kan ter içinde kendimizi servise attığımızda serviste bizden başka kimsenin olmadığını farkettik. Kalkış anına kadar otobüsün yanında dışarda bekleyen şöfor yolcu kapısından bindiği otobüse ve bir anda bize dönüp işaret parmaklarını sallayarak "Hey guys!" diyerek gülmeye başladı. Bizim için hayırdır inşallahlık bir durumdu ve o ana kadar hiç bir şeyden tırsmayan biz, gereksiz olduğunu anlayacağımız bir endişeye kapıldık. Bomboş ve karanlık bir otobandan geçerek otelimize donecektik ve serviste bizden başka kimse yoktu ve şoförümüz pek tekin gözükmüyordu. Ama işte burası Türkiye değildi. Yola çıktıktan sonra şöfor arkasını dönerek bizi bir kaç kez öndeki koltuklara da davet edince biz de bet beniz attı ve duymuyormuşuz gibi yaparak camdan görünmeyen dışarıyı seyretmeye devam ettik. Ellerimiz göğsümüzde kavuşmuş iki sağırdık o andan sonra.

Ancak şoförümüzün vazgeçmeye niyeti yoktu ve bizde salak ile avanakdık ne yazık ki. Adama ayıp olacağına kanaat getirip öne geçtiğimizde adamın yol boyunca anlattıklarından hiç bir şey anlamadığımız için aptal aptal gülümseyip durduk. Çünkü bir yandan da otele ne kadar kaldığını anlamak için sürekli yola bakıyorduk. İnerken adamcağıza engin İngilizcemizle bye diyerek hızla odamıza koştuk.

Uyumadan önce sigaramızı içip banyolarımızı yaptık ve yine deriiiin bir uykuya daldık..

(devam edecek)

Salıverdim Çayıra - Amerika (2)

Derken gideceğimiz gün gelip çatmıştı. Bizi havaalanında dış hatların kapısında bıraktıklarında saat sabahın üçü idi. Şubat ayıydı ve Ankara'da hava çok soğuktu. İstanbul'da aktarılacaktık önce, sonra da Miami'ye doğru yola çıkacaktık. Gözlerimizi açık tutmaya çalışarak, dış hatlardaki bir cafeye oturduk. Niyetimiz bir kahve içip kendimize gelmekti. Arkadaşımın valizi o zamanlar yeni çıkmış olan şu sert plastik gibi şeylerdendi. Ne dendiğini hala bilmiyorum. Babası yurt dışından almıştı ve üzerinde kilitleri vardı.



Nerden icabettiyse kahvelerimizi içerken, arkadaşım birden valizini açma fikrine kapıldı. Anahtarlarını kocaman tahtadan bir elma anahtarlığın ucuna taktığını söylemişti.

Çantasını karıştırmaya başladı, epeyce bir süre çantanın içinde dolanmasına rağmen anahtarları bulamamıştı. Bu defa sen heyecandan bulamamışsındır diye bir de bek bakayım dedim, ama sonuç onunkinden farklı olmadı. O anahtarlar olmadan da valizi açmak, ancak kırmak yoluyla olabilecekti ve valizin başına bir şey gelirse babası bundan pek hoşlanmayacaktı. Bir süre sonra ikimiz birden çantanın içindeki her şeyi masanın üzerine yaymış, tekrar tekrar bakıyorduk. Kabanının, pantolonunun ceplerine her yere baktık. Yok.. Anahtar uçmuştu sanki.. O kadar aramaya orda olsa kesin bulurduk diye düşünerek, bu sefer anahtarların evde kaldığına kanaat getirdik. Bu da beraberinde “İyi ama orada valizi nasıl açacağız?” sorusunu gündeme getirdi haliyle. Uçağın kalkmasına bir saat kadar bir vakit kalmıştı.


Artık ayılmak için kahveye ihtiyacımız yoktu.. O saatte işlemeye alışık olmayan beynimiz bir anda uyanmıştı. Bir süre daha arama ritüelini tekrarladıktan sonra, arkadaşım evdekileri arayıp sormanın iyi olacağına karar verdi.

Bizi havaalanına benim ailem getirmişti. Dolayısıyla onun ailesi şu saatte kesinlikle uyuyor olmalıydı, bu nedenle o saatte ararsa bir şey olduğunu sanıp, paniğe kapılabileceklerini söyledim ama, havaalanındaki panik daha fazla olduğundan dayanamadı aradı. Telefonu duymuyorlardı, uyuyorlardı haliyle. Zaten duysalar ve anahtarı bulsalar bile uçak kalkmadan bize yetişmeleri de pek söz konusu değildi. Ama hiç değilse anahtarı aramaktan vazgeçecektik.

Valiz açılmadıkça ikimizide stres basmıştı, çok pahalı bir valiz bu kıramayız diyordu arkadaşım, bunu kırar ordan yenisini alırız dediğimde. Sabahın dördünde ikimizde normal düşünemiyorduk sanırım. Birden aklımıza havaalanı güvenliği geldi. Nasılsa onlar valiz açmanın bir yolunu biliyorlardır, işleri bu diye düşündük.


Güvenlikteki adam hikayemizi dinledikten sonra, elindeki yüzlerce anahtarı valiz üzerinde denemeye başladı, ikimizde gözlerimizi kocaman açmış onu takip ediyorduk, ve bilmem kaçıncı anahtara gelindiğinde, bir tık sesi duyuldu, kilidin bir tanesi açılmıştı.. Heyoyduu... Ama ne yazık ki konu burada kapanmayacaktı, zira aynı anahtar diğer kilidi açmıyordu ve geri kalan anahtarların hiç biriside açamadı.

Şimdi ilkinden daha vahim bir durum vardı valizin bir tarafı açıktı ve uçağa yerleştirme sırasında atılıp tutulacağından muhtemelen içindekiler saçılacaktı. Az öncenin kahramanı anahtar açtığı kilidi anlamadığımız bir mantıkla şimdi kapatmıyordu çünkü..

Kaybolan anahtarla başlayan ve açılmayan valizle devam eden kriz, yarı açık valiz şekline dönüşmüştü, uçağın kalkmasına artık çok az zaman vardı. Valizi bu şekilde taşımak bile çok zordu.

Sonra yine bir mucize oldu, hava alanındaki satış dükkanlarından ip tarzı bir şey alıp valizi bağlamak geldi aklımıza.. Ne de olsa Türk’dük.

İnanılmazdı ama ilk girdiğimiz dükkanda çamaşır ipi satılıyordu.. “Hava alanında neden çamaşır ipi satılır ki?” diye düşünmek o an için çok saçmaydı.. Demek ki lazım oluyordu..

Valiz koyu bordo, çamaşır ipi kalın naylon, burgulu ve masmaviydi.. Yapacak bir şey yoktu, mecburen valizi o iple sıkı sıkıya bağladık. Köyden indim şehire modeliyle Amerikaya gidiyorduk. Otele vardığımızda nasıl açacağımızı yeniden düşüneceğimiz sorun en azından o an için çözülmüştü

Artık zaman kalmadığından, valizlerimizi teslim ettikten sonra elimizde kalan küçük çantalarla uçağımızın kalkacağı kapıya geçmek için güvenliğe geldik. Geçebildik mi sanıyorsunuz. Hayır. Bu defa da arkadaşımın valizinde bir çakı olduğu anlaşıldı. Hayır, hayır o bağlı valizde değil, küçük elinde taşıdığı valizde.. Çünkü orada domuz eti yemek zorunda kalırsak veya yemekler pahalı olurda paramız yetmezse diye çantamıza bir kısım kuru gıda doldurmaya karar vermiştik.

Otelin oda + kahvaltı olduğu söylenmişti bize, bize verilen harcırahın yanısıra biriktirdiğimiz üç kuruşuda boğazımıza harcamaya niyetimiz yoktu haliyle. Bu düşünceden yola çıkarak gıdasız kalma riskine karşı arkadaşım bir de kaşar peyniri koymaya karar vermişti valize ve haliyle onu kesecek bir de bıçak gerekiyordu.

Polis valizi açtırdı ve tabii ki çakıyı aldı. Neyse sonuçta çakı paşa dedenin değildi. Ondan kolayca ayrıldık ve uçağımıza bindik.

İstanbul'a indiğimizde, nispeten daha sakindik. Ben ilk uçak tecrübemi yaşamış bulunmaktaydım. Miami’ye tecrübeli bir yolcu olarak gidebilirdim artık.

Miami'ye bizi uçuracak uçağın saati gelene kadar free shop'da turlamaya karar verdik ve başımıza başka bir şey gelmeden uçağımıza binebildik.

Uçağımız okyanus geçeceğinden bir airbus'dı, benim gibi hayatında ilk kez uçak yolculuğu yapan biri için gerçekten çok büyüktü. Yerlerimize yerleştik. Bu yerleşme havalanma öncesi yaklaşık üç saat sürecekti ne yazık ki, çünkü uçakta bir problem çıkmıştı ve biz içindeyken hangara girmek durumunda kalmıştı. Yok canım bunun bizim kötü şansımızla bir ilgisi olduğunu düşünmedik, en azından o an için.

O üç saatin nasıl geçtiğini tam hatırlamıyorum desem yeridir. Yaklaşık 13 saat sürmesi gereken yolculuğumuz, rötarımız dahil 16 saate çıkmıştı. Ama kötü şans Amerika topraklarında yakamızı bırakacaktı çünkü okyanus geçiyorduk ve eskilerin tabiriyle bu üzerimizdeki büyülerin bozulmasına neden olacaktı. Ama ne yazık ki zekamıza bir katkısı olmayacaktı.

Miami hava alanına indiğimizde saat farkından dolayı yine gece geç bir saat olmuştu. Bütün güvenlik geçişlerini inanılmaz bir şekilde sorunsuz geçtik ve hatta o dönemde Türkiye'den Amerika’ya girişi yasak olan süt ve süt ürünlerine rağmen, valizdeki kaşarı kimse farketmedi..

Miami havaalanındaki Türk yetkililer, gerçekten Türk'tü, bunda şaşılacak bir şey yoktu elbet. Ama nedense Türkçe konuşmuyorlardı. Bir çeşit deformasyona uğramışlardı sanırım, çünkü özellikle bir tanesi gecenin o vakti içerde taktığı pilot gözlükleriyle, Amerikan filmlerindeki dedektifler gibi davranıyordu. Yine de valizdeki kaşarı bulmayı beceremedi. İngilizcemizin kıt olduğunu anlamasına rağmen inatla bizimle Türkçe konuşmadı.

Asıl sorun, uçak rötar yaptığından Delta Airlines'daki uçağımızı kaçırmış olmamızdı. Üst kattaki THY bürosunu bulup bunu ilettiğimizde bize Delta Airlines ile anlaşmaları olmadığından yapacakları hiç bir şey olmadığını söylediler. E güzeldi. O halde iş başa düşmüştü. Delta Airlines a gidip derdimizi anlatmamız gerekiyordu. Nerden başlasaydık acaba?

Miami hava alanı yarım daire şeklinde yapılmıştı ve kocamandı, okyanus geçmenin kötü şansla ilgili olmadığı ortadaydı, zira THY acentası yarım dairenin bir ucunda, Delta airlines ise diğer ucundaydı. Kocaman valizlerle o yarım darieyi geçmek gerçekten zor işti.

Yine nasıl olduysa becerip, para atarak valiz taşınan arabalardan bir tane almayı başardık ve epeyce dolaştıktan sonra Delta Airlines'ın acentasını da bulmayı başardık. Yavaş yavaş ayaklarımızın üzerinde durmayı mı öğreniyorduk ne?

Şimdi sıra uçağı neden kaçırdığımızı Delta Airline yetkililerine anlatmaya gelmişti. Tahmin edeceğiniz gibi onlar Türk değildi, ve Türkçe bildikleri halde İngilizce konuşuyor değillerdi. Şansımızı denemekten başka elden gelecek bir şey yoktu. Kafamızda uçaklarla ilgili bulduğumuz bütün kelimeleri toparlayıp sıralamaya başladığımızda deskde duran kadının suratı şekilden şekile giriyordu.

Ben kendi adıma, o kadar yorgunluğun üzerine deskteki kadına, "out of order" benzeri bi şeyler gevelediğimi hatırlıyorum, arkadaşımında aklında kalan sanırım bizim uçak düştü gibisinden bişeyler söylemiş olduğumuzdu. Zaten saatlerdir yolda olduğumuzdan paçavra gibi görünüyor olmalıydık ki bir de mavi iple bağlı bordo bir valizimiz vardı. Kazazede olduğumuza inanmamaları için bir sebepte yok gibi görünüyordu aslında.

Bu arada Türk Hava Yollarının, Delta Airlines ile anlaşması olmadığından THY rötarı yüzünden yanan biletlerimizin parasını kendimiz karşılamak zorundaydık. Şimdi anlatırken farkediyorum ki bizim aslında anlama ile ilgili pek bir problemimiz yokmuş, bir çeşit dilsizi taklidi yapsak belki işimzi daha kolay olabilirmiş.

Artık ne kadar zavallı gözüküyorduysak deskteki kadın bize yeni uçak biletleri verdi, hem de parasız.. O andan itibaren dünya ahret kardeşimizdi. Türk’ün yapmadığını yapmış bizi bağrına basmıştı. Diyebilseydik, bir ihtiyacın olursa mutlaka ara filan derdik ama, sessiz yürek çığlıklarımızı bastırmak zorunda kaldık.

Kadıncağız kadıncağız değil bir melekti. Bir sonraki uçak yaklaşık 6 saat sonra olduğundan bize otel bulmayı bile önerdi, artık ağlamak istiyorduk, dünyada ne kadar iyi insanlar vardı. Elin gavuru o an hayatımızdaki en değerli kişi ünvanını kazanmıştı. Bizi kazanmıştı. Kendisine burdan sevgilerimi gönderiyorum. O bizi eminim hatırlayacaktır.

Otel teklifini kabul etmemek gibi seçeneğimiz yoktu zaten, bir de saatlerce havaalanında beklemek fikri bile bizi tüketmeye yetmişti.

Bütün bunları nasıl anladınız ve anlaştınız diye lütfen sormayın.. Sevginin dili her yerde aynı demeyeceğim tabii, Allah iman verdi sanırım..

Hatta kadıncağız bize hangi kapıda bekleyeceğimizi ve o kapıda otelin servisinin geçeceğini bile tarif etti. THY yollarındakiler yüzümüze bakmazken elin Delta Airlines'ı bizi bağrına basmıştı.

Tabi ne akdar anladığımız sansak da yine de emin olamadığımızdan, ilgili kapıyı da bir süre aradıktan sonra, kendimizi Miami gecesine atmış bulunmaktaydık.

Saatlerdir sigara içmemiş olmanın verdiği hazla hiç vakit kaybetmeden, birer sigara yaktık.. Artık otelin servisini bekliyecektik. Servisin üzerinde de otelin adı yazacaktı : “Raymond”.

Sigaralarımızı Miami gecesine üfleyerek, şahane arabaları seyre daldık. Gerçekten pırıl pırıl süper arabalar vardı. İstanbul'da bir araba fuarında gibiydik. Biz kendi halimizde dalmış gitmişken şehrin uzaktan ışıkları görünüyordu, yani uzaktanda olsa Miami'yi gördük.. Yemin etsek başımız ağrımaz. Türk filmlerinde Haydarpaşa gar’ından İstanbul’u ilk kez görenleri en iyi biz anlayabilirdik sanırım.

Derken tıpkı Amerikan filmlerinde gördüğümüz siyah derili, koca göbekli ve altıgen şapkalı bir polis yanımıza yanaştı, ne soylediğini ancak üçüncüde anlayabildiğimiz polis, sandığınız gibi yine yaptığımız bir sakarlıktan dolayı uyarmıyordu, dansa davet ediyordu. Evet yanlış duymadınız, arkada bekleyen iki arkadaşı da gülümseyerek el salıyorlardı.

Kibarca “No, thank you” diyebildik. O da gayet kibar bir şekilde gülümsedi ve yanımızdan ayrılıp arkadaşlarının yanına gitti.

Artık o kadar sersemlemiştik ki çok sıradan bir olay yaşıyormuş gibi tepki bile vermedik. Uzaktan otelin servisi göründüğünde valizlerimizi sürüyerek yolun kenarına çıktık. Tam servisin duracağını ve bineceğimizi sanarken, servis önümüzden güzelce geçip gitti. Bizi mi görmemişti acaba, ya da biz yanlış kapıya mı çıkmıştık. Hay Allah’tı yaa... Şimdi dönüp Delta Airlines’a da yeniden sormak olmazdı. Eminim kadıncağız bu defa bizi evine götürmek zorunda kalacaktı.

Biz gecenin karanlığında servisin ardından bakakalmışken, az önceki polis memuru yanımıza yaklaşıp elimizi kaldırmamız gerektiğini ve yirmi dakika sonra bir tane daha geçeceğini söyledi ve ardından gülerek uzaklaştı.. Yok yok bu Amerikalılar gerçekten iyi insanlardı. Ay lov amerikaydı.

Onca saatin üzerine bir yirmi dakika daha uzun bir süreydi ama yine de değerlendirilebilirdi. Hemen birer sigara daha yaktık. Artık her şey bize çok doğal gelmeye başlamıştı ya da şoka falan girmiştik sanırım.. Ne bir telaş, ne bir korku hiç bir şey hissetmiyorduk. Derken üzerinde Raymond yazan servis bir kez daha göründü. Bize varmasına elli metre kalmasına rağmen bir yirmi dakika daha beklememek için ikimizde kaldırımın tam kenarına gelmiş ve ellerimizi bize öğretildiği gibi havaya kaldırmıştık bile.

Bu defada bu servisin paralı olup olmadığı aklımıza geldi, bu konuda bize bir şey söylendiysede muhtemelen anlamamıştık zaten. Aksi gibi serviste de bizden başka kimse yoktu. Allahtan biraz ileride başka yolcular bindi de bizde onları takip ederek para verildiğini öğrenmiş olduk.



Otele varmamız çok uzun sürmemişti, resepsiyondaki kadına adımızı söylediğimizde direkt bizim anahtarlarımızı verdi, Delta Airlines gerçekten her şeyi halletmişti.

Odaya girdiğimizde yatakların alıştığımızın aksine kocaman ve çok rahat olduğunu farkettik. Ömrümü bu yatakta rahatlıkla tüketebilirmişim gibi hissediyordum o an. Ancak bizim uyumak için neredeyse dört saatimiz vardı ve eğer bu yorgunlukla uyursak rahatlıkla üç gün uyurduk. Ne yapmalıydık, saat kurmalıydık elbette, ama saati duyacağımızdan da hiç emin değildik ki.

İki yatağın ortasında duran komidinin üzerindeki saati kurmaya çalıştık bir süre.. Ama bu sefer de uyanamaz da uçağı kaçırırsak olabilecekleri kurgulayıp iyice cin gibi olduk.. Yine de saati kurduk ve uzandık. İkimizde anında sızmışız..



Yine şans bizden yana dönmüştü, saati duyduk ve zaten açmadığımız valizlerimizi kucaklayıp hesabı hallettik ve servise binerek yeniden hava alanına geldik. Uçağımız bizi bekliyordu, kaçırmamıştık.. Derin bir oh çekerek uçaktaki yerlerimizi aldık. Airbus'tan sonra bu uçak gerçekten çok vahimdi, küçük bir “çartır” uçağıydı ve çok bakımsızdı.

Yolculuğumuz çok uzun sürmedi.. Orlando hava alanına indiğimizde yolcuları takip edip valizlerimizi nereden alacağımızı bulacağımızı umuyorduk ki.. Bir anda herkes bir tarafa dağılıverdi.

Miami Hava alanından çok daha karışık olan Orlando Hava alanında hepsi başka tarafa giden yolcuların ardından bakakaldık bir süre. Biletlerimizi çıkarıp sağına soluna baktık ama herhangi bir numara vesaire göremedik. Havalanında valizlere ulaşılabildiğini gösteren herhangi bir işaret de yoktu. Varsa da biz anlar mıydık o ayrı tabi.

Derken yürüyen merdivenlerle valizlerin olduğu yere inildiğini keşfettik. Ancak merdiven bir değildi ki.. Her biri ayrı bir bölüme iniyordu. Şans bir kez daha yüzümüze güldü ve ilkinde doğru merdivenden inmeyi başardık.. Oraya kadar gelmiş olmamız bile mucizeydi aslında.



Valizlerimizi aldıktan sonra, aklımıza geldi ki Orlando’ya varmış olmamız yetmiyordu birde otele gitmenin bir yolunu bulmalıydık. Acaba servisi var mıdır diye bir süre dolandıktan sonra bir kenarda durup plan yapmaya karar vermiştik ki.. Siyah derili, yine koca göbekli ama neredeyse iki metre boyunda şık giyimli ve güneş gözlüklü bir adam yanımıza yaklaşıp, taksi isteyip istemediğimizi sordu. Kısa bir an tereddüt ettikten sonra adama “evet” diye cevap verdik. Dedim ya bu Amerikalılar iyi insanlardı. Adam valizlerimizi bir çırpıda kaldırıp yürümeye başladı, biz de peşinden.. Ne de olsa Türkiye’den geliyorduk bu adamda taksici için fazla şıktı, valizlerimizi alıp kaçabilirdi de.

Kapıdan çıktığımız yerde bordo renkli kocaman ve pırıl pırıl bir cadillac duruyordu.Şoför bagakı açıp valizleri içine koyuyor olmasaydı kesinlikle bunun bir taksi olduğuna inanmazdım.

Arabanın içi dışından daha inanılmazdı. Bordo ve inanılmaz geniş deri koltuklar, muhteşem bir göğüs, gözlerimiz kamaşmıştı. Bu sahiden taksi miydi?

Bu adam bizi alsa götürse bir yere kimsenin hatta bizim bile ruhumuz duymazdı. Derken şoför mükemmel ingilizcesiyle düşüncelerimizi böldü ve nereye gideceğimizi sordu. “Hyatt Otel” dedik gayet kendimizden emin.

Ama taksicinin cevabından anlayacaktık ki Orlando'da iki tane Hyatt Otel vardı. Buyrun burdan yakındı. Biz daha bu soruyu kafamızda sorgulayamadan, hangisi diye sordu adam haliyle.. Bilsek söylemez miydik?

Salıverdim Çayıra - Amerika (1)

Benim tüm şaşkınlığım ve sakarlığıma rağmen yine de ayakları yere basan bir tarafım vardır. O nedenle hayatta kalmamı makul gösterecek sebepler üretebiliyorum kendime.. Toz kondurmuyorum bir yerde, ancak bazen öyle şeyler dinliyorum ki çevremden, hakikaten bu insanların hayatta kalabilmeleri mucize diye düşünüyorum.


Geçenlerde dostlarla gittiğimiz bir piknikte değerli bir arkadaşım anlatıyor. Tansu Çiller’in başbakan olduğu dönemlerde hava alanında çalışıyormuş, tahminim free shop da. Sarışın oldukça süslü bir hanım alışverişe gelmiş, parfümdü, diğer kozmetikdi derken epeyce yüklü mark bir şeyler almış tam ödemeyi yapacağı sırada orada çalışan gençlerden biri arkdaşına “Sayın Çiller’in çantasını ayırdınız, değil mi?” diye sormuş. O dönemde de ismi lazım değil bir markanın, hani şu televizyon dizilerinden tanıdığımız Alf’li promosyon çantaları satıştaymış. Yanlış hatırlamıyorsam da o donemde altmış beş mark gibi de bir fiyatı varmış. Çiller lafını duyan müşteri genç tezgahtara yaklaşıp çantayı görmek istediğini söylemiş, o da rafta duran çantayı alarak göstermiş. Müşteri çantayı çok beğendiğini ve almak istediğini söyleyip fiyat sormuş, bizim uyanık tezgahtar “Altı yüz elli mark, ama bu çantadan üç tane üretildi ve bu sonuncusunuda Sayın Çiller ayırtırdı size vermeyiz” demiş. Müşteri merakla neden üç üretim yapıldığını sorunca da, “Alf öldü duymadınız mı?” diye cevap vermiş. İyice şaşıran müşteri “Aa, çok üzüldüm” demeye kalmadan bizim tegahtar “Derisinden üç tane çanta yapıldı anı olarak” diye lafa devam edince. İyice etkilenen müşteri çantayı almak da iyice ısrar etmeye başlamış. Genç tezgahtar da sonunda ikna olup, müşteriye çantayı altı yüz elli marka vermiş.

Bu aralar sıklıkla düşündüğüm şey, bu iktidarın başımızda olmasının sebepsiz olmadığı, milletler layık oldukları şekilde yönetilirler gerçekten.

Hani yazının başında kendimi aklamaya çalışmam, sütten çıkmış ak kaşık olduğumu göstermez elbet, bilmem hatırlar mısınız, Çıplak Silak Üçbuçuk filminin girişinde kahraman bir gemiye gizlice çıkmaya çalışıyor, kamaranın camlarının eline düşmesinden tutunda, her nasılsa kamaranı içinde olan sobaya değmesine kadar bin tane şey başına gelerek, aklınca sessiz girmeye çalıştığı gemiye bir panayır ve felaket havasında giriyordu. İşte zaman zaman bu kadar renkli ve sıralı olmasa da benzer şeyler benimde başıma gelir. Kader de diyerek geçiştirilebilecek bu tür durumları hayatın rutini kabul ederek yaşamayı öğreniyor insan tabi haliyle.

Bundan yaklaşık on yıl önce şu anda çalışmakta olduğum kurumda araştırma geliştirme birimi müdürü bir gün beni yanına çağırarak Orlando’da benim yapmakta olduğum işle ilgili bir seminer olduğunu ve o eğitime ait ingilizce siteyi incelememi istedi. Başlangıçta ciddiye almadığım için sesimi çıkarmadım ve verilen linke tıklayarak siteyi incelemeye koyuldum. İnceleme aşamasını geçemediğim site o dönemde bildiğim İngilizce’min çok üzerindeydi ki, o İngilizce ile kalkıp burdan Orlando’ya gitmek şaka gibiydi.

Neyse kendime çok yediremesemde olasılıksız görünen durumu açıklamak üzere Ar-ge müdürünün odasına gittim. İngilizcemin bu seyahat için uygun olacağını sanmadığımı söyledim. “Yo merak etme bir şey olmaz, bizden biri de gidecek” dedi. Bizden gidecek biri o dönemde kuruma danışmanlık hizmeti veren ve birlikte çalışıyor olmamıza rağmen birbirimizden hiç haz etmediğimiz bir yabancıydı. Bir yabancı ile çalışıp elimde dilimi geliştirmek gibi bir olanak varken sırf gıcıklığımdan gidip başkalarına söylüyordum söyleyeceklerimi, onlarda ona tercüme ediyorlardı.

Bu işin ciddi olduğuna hiç inancım olmadığından bir şey demeden odadan çıktım. Ama anlayacaktım ki, işin şakası yoktu. Gidiyordum. Hayatında hiç yurt dışına çıkmamış, uçağa binmemiş ve İngilizcesi devlet okulu seviyesinden biraz ileride olan ben, tek başıma (çünkü yabancı önden gidiyordu) burdan kalkıp Orlando’ya gidecektim. Üstelik de bir seminer almaya.. Bu seminer yerine varmayı başarsam bile, ne öğrenmemi bile değil ne anlamamı bekliyorlardı bilmiyordum.

Derken otel rezevasyonum, uçak biletim falan alındı. Yaşadığım paniği belli etmeyecek kadar cesurdum neyseki. Kalacağım otel Orlando’da Hyatt Regency idi. Yolculuk planı, THY’ye ait Miami’ye direkt uçuş, ondan sonrası Delta Airlines ile Orlando’ya kısa bir uçuş idi. Bu detayları neden verdiğimi hikayenin ilerleyen bölümünde anlayacaksınız.

Tarih yaklaştıkça bendeki stresde artmaya başlamıştı, bir yandan Disney Land’ın Orlando’da olduğunu öğrenmiş olmamdaki sevinç, öte yandan dil bilmemenin, hiç uçağa binmemiş olmanın ve hiç yurt dışına çıkmamış olmanın verdiği panik karnımın ağrımasına sebep oluyordu. Birimimdeki arkadaşımla bu konuyu konuşurken, otel odasının çift kişilik olduğunu bir kişi ücreti 110 $ iken, iki kişi ücretinin 120 $ olduğunu söyledim. O da yurt dışına gitmek için para biriktiriyordu. Birden aklımıza aradaki on dolar farkı kuruma ödeyerek birlikte gidebileceğimiz fikri geldi. Konuyu üstlerimize açtığımızda onlarda kabul ettiler. Hemen onun rezervasyonu ve uçak bileti de halledildi. İçim rahatlamıştı çünkü bu onun ilk çıkışı olmayacaktı. Dil konusunuda bir şekilde hallederiz diye düşünüyordum.

Aslında bu kuruma başlamadan bir kaç yıl önce epeyce kursa gitmiş ve hatta eski iş yerimde Kanada’lılarla çalışma olanağı bulmuş rahatça şakıdığım bir dönem olmasına rağmen, zaten oturmamış olan dil seviyem birde kullanmayınca sil baştan olmuştu sanırım. Arkadaşımın yarım İngilizcesi ile benim yarım İngilizcem birbirini tamamlar nasılsa diye düşünüp kendimi avutmuştum. Ah ne yanılmıştım oysa..

Bu anıyı yazarken arkadaşıma özellikle sordum az sonra kuracağım cümleyi, hani alınmasını istemem. Gerçekten de bizim o seyahatimizi en iyi özetleyen başlık “Salak ile Avanak Amerika’da” olabilirdi. Neden mi anlatayım da dinleyin..

(Devam edecek)

30 Nisan 2010 Cuma

GÖZÜM SİİRT'İYOR, CANIM YANIYOR!

Hani şu dünyada bir bizim ülkemizde kutlanan çocuk bayramından az önceydi, Siirt de iki çocukluktan yeni çıkmış iki geç kızın başından mı demek lazım, üzerinden mi bilmiyorum geçenlerle irkildik hepimiz. Sonra üzerine basıp da geçilen çocuk hayatların sayısının bu kadar olmadığını işittik. Yetkililerin yaptığı açıklamaları okurken bir ifadeye takıldım kaldım, "Nitelikli Cinsel İstismar Olayı".. Bir de niteliksizleri var demek ki.. Nitelikli olunca olay "okkalı" oluyor belli ki..

Ardından vali bir açıklama yaptı :

''Valilik olarak yapılması gereken her şey yapılmıştır. İki kamu görevlisi açığa alındı. Öğrencilerimizden ya da mağdur kızlarımızdan iki tanesi il dışında ve bir sosyal hizmetler il müdürlüğüne ait kuruluşta himaye altında, yani koruma altına alınmıştır. Yaklaşık 25 kişi gözaltına alınmış. Bunlardan 15'i tutuklanmıştır. Bunların arasında polis ve asker yoktur."

Bunların arasında polis ve asker yoktur, sözüne takılıyorum bu defa.. Ülkenin utancından iki mesleği aklamış oldu vali.. İhtiyaç duymasa böyle bir cümle kurmazdı herhalde.. Askere atılacak yeni bir çamura gönlü razı olmadı belli ki..

İstanbul'daki Bakırköy Prof. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Adli Psikiyatri Kliniği uzmanlarından Psikiyatrist Dr. Can Ger, yaklaşık bir yıldır cinsel suçlarda artan sayıda olgulara bilirkişilik hizmeti verdiklerini bildirmişler. Belkide nitelikli niteliksiz ayrımına bilirkişiler varıyor diye düşünüyorum ister istemez.. İki yıldır süre gelen hikaye bir rehber öğretmene çıtlatılınca zanlı sayısı yüzü buluyor.. Okuldaki çocuklar "Ellere var da bize yokmu" şarkısını marş edinmişler.. Ülkemin geleceği çocuklar..

Ger Antalya’da düzenlenen sempozyumda, Adalet Bakanlığı verilerine göre cinsel suçlarla ilgili 2006 yılına kadar karara bağlanan 18 bin 33 davada mağdur sayısının 22 bin 936 olduğunu kaydetmiş ve eklemiş : “Her cinsel saldırının açığa çıkmadığı düşünülürse ne boyutta bir toplumsal ruh sağlığıyla karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliriz. Eskiden 15 günde birken bugün günde en az bir olgu mahkemeler tarafından bize gönderiliyor.”

Yüz kişinin karıştığı olay iki yıl sonra açığa çıktığına göre, daha ne kollar kırılıyor da yen içinde kalıyor bilinmez..

Sonunda öğreniyoruz ki olayı kendi aralarınd halletmişler, neden, Siirt'in adı çıkmasın diye.. Olayın içinde bir de şeyh var, kızların içine kaçan cini çıkarıyordu adam belki tabi, kötü niyetli olmamak lazım..  Yoksa Siirt gibi bir yerde iki tane çocuk denecek genç kız yüz tane erkeğe dükkan açmazdı.

Derken bana göre değerli bir sanatçı olan Mazhar Alanson twitter'ına olayla ilgili bir kaç cümle yazıyor. Uçkuruna sahip olamayan yüz erkeği bırakıyoruz ona saldırıyoruz. Kara mizah yaptım diyor Alanson.. Olsun ne dediiği önemli değil, Siirt'den İstanbula konunun geçiş bileti bu, polemikde boğazda boğacağız konuyu.. Daha önce de sevdiği kadın bir partiye girdi diye Kabe'ye gitmek istediğini söyledi diye ılımlı islam partisi destekçisi, hacı, hoca diye laf saydırılan aynı Alanson.. Adamcağız kendini akladı bi yerde.. Bakın demek ki hacı hoca diilmiş.. Nuri Alço ile yakınlığı da araştırılmalı bence..

Artık dayanamıyorum gözüm Siirt'iyor.. Kadınları müslümanlık diye kapatmaya çalışanlar, uçkurlarını bir çocuğa çözüyorlar, sonrada Siirt'in namusunu korumak adına anlaşıyorlar.. Anlaştıkları kesin "Bu konuyu aramızda kapatalım" demişler belli ki.. Merak ediyorum bu uçkuru gevşeklerin eşleri ne yapıyor bu arada.. Ne yapacaklar sırtlarında kötek, kucaklarında bebek oturyorlardır. Hiç birinin ne yuvası yıkılacak ne de başka bir şey olacak, konuda büyük ihtimal delil yetersizliğinden ya kapanacak ya da yüz kişiden bir kaçına vuracak piyango..

Küçücük kızların üzerlerinden geçtikleri dükkanların duvarlarında "Bismillahirrahmanirahim..!" yazacak.. Allah'ın adıyla işine başlayacak yine o adamlar.. Cuma'ya gidecekler.. Selamun Aleyküm'lere Aleyküm Selam diyerek alacaklar Allah'ın selamı üzerlerinde olacak.. Elalemin karısını kızını gözetleyip, iş bakacaklar, yüz bulamazlarsa dükkanlarındaki mallar gibi yaftayı vuracaklar..

Küçük kızlara devlet onsekiz yaşına kadar sahip çıkacak, tabii korundukları yerde başka tacizlere uğramazlarsa, sonra sokağa salıverilecekler.. Evlerine dönseler o üzerlerinden geçenler, taşlı sopalı geçecekler bu sefer panzer gibi.. Dönmeseler, daha nicelerinin yatağına düşecekler..

Gerçekten çok duyarsızsın Alanson! Yirmiüçnisan çocuğu olcak yaşta değiller ki bu çocuklar.. Olsa olsa on dokuz mayıs olur söz konusu.. Atatürk'ün Samsun'a çıktığı gün.. Yüz kişi daha çıkar üstlerine.. Altta kalanın canı çıksın..

Ah Alanson..! Yirmi üç nisanı Siirt'de kutlamak da nerden aklına geldi.. İlahi..!

Rahmetli anneannem bir hikaye anlatırdı, aklıma geldi.. Bir adamın kız çocuğu olmuş, adamda bir merak gitmiş hocaya kızının yıldıznamesine baktırmış. Hoca bir bakmış çekmiş "offff"u, ".. kızının demiş üzerinden kırk kişi geçecek". Bunu duyan adam beyninden vurulmuşa dönmüş. Zavallı kızcağızı evin arkasına yaptığı bir odaya hapsetmiş onsekiz yaşına gelene kadar da oradan çıkarmamış. Derken bir gün günyüzü görmeyen kızcağız amansız bir hastalığa yakalanıp Allah'ın rahmetine kavuşmuş.. Zaten küçük bir köyde yaşayan adam kızını evinin bahçesine gömmüş. Ertesi sabah uyandığında bir de ne görsün, kızın cansız bedeni toprağın üzerinde yatmıyor mu? Tövbe estağfurlahlar çekerek yeniden gömmüş kızını. Ertesi gün daha ertesi gün yine aynı.. Sonunda dayanamamış, yıldıznameye baktırdığı hocaya gitmiş ve olanları anlatmış. Hoca "Ben sana kızının üzerinden kırk kişi geçecek dedim" demiş. "Bu onun kaderine yazılmıştı, sen onun kaderinin önüne geçtin". Adam başlamış vahlanmaya, "Ne yapacağım şimdi diye sormuş" çaresizce, hoca yanıtlamış, kızını köyün köprüsünün altına götürüp yatıracaksın, köprüden kırk erkek geçene kadar sayacaksın, o zaman kaderi gerçekleşecek ve onu gömeceksin demiş. Adam aynen hocanın dediği gibi yapmış ve sonunda kızı gömmüş,. Ne ertesi sabah ne de başka bir zaman kızın bedeni bir daha toprağın üzerine çıkmamış..

Kadercilik değil tabi anlatmak istediğim, hepimizin alnına yazılan elbette vardır gerçekleşir, Allah'ın sevmediği kulu olduğumuzdan mıdır bütün bunlar..? Değildir elbet.. Ancak olacakla, öleceğe de çoğu zaman kimsenin gücü yetmez..

Olanlar olduktan sonra esefle kınamak yetmez.. Unutulur gider yaşananlar o iki kız çocuğunun hayatı da kaybolur söner gider.. Olacak olmuştur bir kere, gerisi toplumsal sorumluluktur. Yarın bir gün bu kızların başına bir şey gelirse, (daha ne gelecek demeyin) bu hepimizin sorumluluğu unutmayın, Alanson'un değil!

Fasulye

27 Nisan 2010 Salı

TARİHİ SİNOP CEZAEVİ

“Parmaklıklar Ardında” adlı diziyi izlediyseniz, pek çok mekanına dizi aracılığı ile şahit olduğunuz tarihi Sinop Cezaevi 1999 yılında kapatılmasına kadar Anadolu’nun Alcatraz’ı olarak anılmaktaydı. Pek çok ünlüye cezaevi sahipliği yapan mekan bugün ziyaretçilere açık ve restorasyonuna devam ediliyor.


Geçen yıl ziyaret etme olanağı bulduğum cezaevi gerçekten oldukça etkileyici bir müze olmakla beraber, hafızalarınızdan kolay kolay silinmeyecek anlar yaratan çok farklı bir mekan..

Henüz restore edilmemiş binalar sanki yaşanılan acıları silmek istercesine bitki örtüsünün ardına gizlenmiş.. Daha ilk avlusuna girdiğinizde bile gerçek dünyadan uzaklaşıp, bir zamanlar bu avlularda ayak sesleri çınlamış mahkumların hayali ile sarıp sarmalanıyorsunuz. Taş duvarlara sinmiş burukluk ve neredeyse yosunlaşmış ve dökülmüş bir harabe görünümdeki cezaevi, günah çıkartıyormuş gibi dikiliyor önünüze..

Cezaevi olmadan önce yaklaşık 4000 yıl önce Gaskalılar tarafından inşaa edilmiş üç tarafı denizlerle çevrili kale duvarları arasında yer alıyor olması da mekana ayrı bir anlam kazandırıyor. Bir zamanlar denizden gelebilecek saldırılar için savunma amaçlı kullanılan ve belkide pek çok Gaskalı askere mezar olan bu topraklarda 4000 yıl sonra suçu olsa da, olmasa da bir şekilde buraya düşmüş olan mahkumların ayak izleri üzerinde dolaşıyorsunuz. Bir tarafta kurtarılmaya çalışılan hayatlar için kurgulanmış bir yapı, diğer tarafta yok olan hayatlara ev sahipliği yapmış taş duvarlar. Ancak tarihin içine daldıkça anlıyorsunuz ki, kale savunma noktası olmasıyla değil, 4000 yıl önce de iç kale kısmının zindanları ve mahkumlarıyla ünlü. Bu kadar güzel ve yeşil bir alanda tarihte bir kara nokta olarak kalma kaderini üstlenmiş nedense..

Evliya Çelebi’nin “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” olarak tanımladığı kalenin resmi olarak zindana dönüşmesi tarihi kaynaklara göre 1887 yılında gerçekleşmiş.

Dizinin çekildiği alanlar haricindeki hemen tüm alanları dolaşabiliyorsunuz. Hücrelere girebiliyor, müze haline getirilişinden bu yana bitkilerden başka sürekli bir canlı yaşamına şahit olmamış avlularda volta atmanın nasıl bir duygu olduğunu da keşfedebiliyorsunuz. Nerdeyse boş olan hücrelerde bir kaç kırık ranza kullanılmamaktan simsiyah olmuş bir lavabo ve tuvalet ile kimi yerlerde deniz manzaralı pek çok hücre yer alıyor. Gezinizi kendi başınıza gerçekleştiriyorsanız seyreklikle yerleştirilmiş tabelalar dışında herhangi bir bilgi alma şansınız olmuyor. Sadece düşüncelere dalarak ağır ağır kendi ayak seslerinizi dinlediğiniz karanlık hücre ve koridorlara bakıp duruyor olsanız da, mekana işlemiş duygu yoğunluğu sizi gerçek dünyadan kopartmayı başarabiliyor.

Bir kısmı 1979 yılında gerçekleşen mahkum isyanı neticesinde yanan cezavinde 1939 yılında yapılan birde çocuk islah evi yer almakta. Benim gittiğim dönemde restorasyonu devam edem ıslahevi kapısından girdiğinizde bir cezavinden çok perili bir evi andırıyordu insana. Yetişkin hayatların yok olduğu bu duvarların arasında kaybolan çocukluklukları düşünmek ise insanın tüylerini gerçekten diken diken ediyor.

Çocuk Islahevinin hemen yanındaki geniş avluda ise üzerine örtülmüş beyaz örtüye rağmen, rüzgarın saklanmasına izin vermediği cezaevi otobüdü yer alıyor. Sürekli esen rüzgar yüzünden bir orası bir burası açılıp duran otobüs, ne kadar uğraşsa da, uzaklardan buraya taşıdığı insanların çektiği acıların ayıplarını saklayamıyor bir türlü. Binaların pek çoğu gibi korunamayan otobüsün dış yüzeyi pas içinde kalmış. İçindeki koltukların döşemeleri parça parça olmuş durumda. Sanki taşıdığı mahkumlardan sonra cezasını tamamlamak üzere ibretlik bir abide gibi yapayanlız duruyor avlunun ortasında.

Buraya getirilmiş olan insanların pek çoğunun suçlu olduklarını kabul etsek bile yine de atmosfer sizi hep yaşanılan acıdan yana sürüklüyor ve çıkmak için gün sayan mahkumların sessiz çığlıklarından başka bir şey duyamıyorsunuz.

Sıradan pek çok mahkuma ev sahipliği yapmanın ötesinde pek çok ünlüye de evsahipliği demeye dilim varmadığından cezaevi sahipliği diyebiliyorum, yapmış Sinop Cezaevi.. Değerli sanatçı Edip Akbayram’ın sesinden dinlemeye alışkın olduğumuz meşhur “Aldırma Gönül” şarkısı da bu duvarların arasında yazılmış. Sabahattin Ali’ye ait olan şiiri, hücrelerden birinin duvarına kocaman bir tabela olarak asmışlar.. Gerçekten de şiiri okuduğunuzda fırtınalı gecelerde taş duvarları yalayan karadenizin dalgalarının sesini çok rahat hayal edebiliyorsunuz.

Numara ile kısımlara ayrılmış cezaevi binalarından bir tanesinde mahkumların ortak olarak kullandıklarını tahmin ettiğim bir odayı düzenlemişler. Duvarda asılı eski bir ceket, mutfak tezgahını andıran bir tezgah ve üzerinde siyah beyaz fotoğraflar ve plastik çiçeklerle süslenmiş bir ayna var. Tahmin ediyorum bu alanı çay demlemek, traş olmak gibi amaçlar için kullanıyorlarmış. Tezgahın önünde mavi deri görünümlü bir sentetikle kaplanmış bir berber koltuğu var. Düzenleme az önce bu mekanı kullanan mahkumlar varmış hissi yaratıyor insanda.. Tezgahın üzerine dağıtılan kağıtlar belki yazılmış, belki okunmuş mektuplar olmalı diye düşünmeden edemiyorsunuz. Ancak odaya giremiyor cezavinin pek çok alanında olduğu gibi demir bir parmaklığın arkasından bakabiliyorsunuz. Tezgahının sırtı beyaz fayans kaplı bu oda mahlumların ortak yaşam alanlarından biri olarak oracıkda durmaya devam ediyor hala..

Volta atıldığını tahmin ettiğim ön avlular betonken arkalardaki avluların çoğu toprak, sanıyorum şimdi o arka avlularda olan ağaçlar o zamanlarda varmış. Ama bu alanların mahkumların ne kadar kullanılamsına izin verildiğini bilemiyorum tabii. Belkide görüşme alanları olarak kullanılıyorlardı. Mahkumlar sevdikleriyle açık bir alanda bir ağaç gölgesinde sohbet edebiliyorlardı diye hayal etmek istedim nedense..

Cezavi girişinin önünde yine o yıllarda ambulans olarak kullanılan araç duruyor. Dışarıdan bakıldığında korunmuş ve bakımı yapılmış hissi veriyor olsa da içine baktığınızda cezaevi otobüsüyle aynı kaderi paylaştığını anlıyorsunuz. Ambulansın üzerindeki tabelada kullanıldığı dönemde en son ne zaman bakımı yapıldığı yazıyor. Arabalardan çok anlamadığım için aracım modeli veya yaşı üzerine bir yorum yapamıyorum.

Yoğun duygularla ayrıldığımız taş duvarlardan kendi aracımızı parkettiğimiz yere doğru ilerlerken önce bıyıklarını farkettiğimiz iri yarı bir adamla karşılaşıyoruz. Başlangıçta çekinerek baktığımız bu adamın konuşmaya ne kadar hevesli olduğunu yanımıza gelip söze başlamasından anladıktan sonra, içimiz rahatlıyor. Şimdi adını hatırlayamadığım bu adam Sinop Cezaevinin son gardiyanı olduğunu söylüyor. Daha önce pek çok tv kanalına çıktığını anlatıyor bize. Cezaevinin kapanmasının ardından bir süre rehber olarak çalıştığını ancak sonra işten çıkarıldığını söylüyor. Aklım öyle karışık ki aslında sormak istediğim pek çok soruyu soramadan bir hatıra resim çektirerek son veriyorum sohbete..

Yolunuz Sinop’a düşerse mutlaka ziyaret etmenizi önereceğim cezaevinin duvarları canlanıyor gözümde yeniden. Bir zamanlar kale olan bu gizemli mekana bakıyorum uzaktan.. Cezavine ait avlu duvarlarında kaleye ait tarihi kalıntıları gördüğüm aklıma geliyor. Tarihe sonsuz saygımızdan kale duvarlarına ait taşları ve sutun ayaklarını cezaevi avlu duvarlarında kullanan halkıma güleyim mi ağlayayım mı kestiremiyorum bir süre..

Fasulye
http://www.kadinlog.com/kultur-sanat/tarihi-sinop-cezaevi.html