29 Ocak 2010 Cuma

BİR MASALMIŞ GEÇEN GÜNLER... KAÇ ÇATLAK VAR İÇİMİZDE...?

Bu sabah gazeteleri karıştırıyorum yine... Haberin birine takılıp kalıyorum.. "Burası Muz Cumhuriyeti değil!" demişti zamanında bir yetkili, aklıma o sözler geliyor.. Bu okuduğum haberlerin yaşandığı ülkenin benim ülkem olmasını da redediyor beynim.. Derhal bir masal uyduruyor..


Zamanlardan birinde bir ülkenin ulaştırmadan sorunlu bir bakanı varmış. İsmi Binali R. Hood olan bu bakan inancı tam, daima fakirin yanında, içi içine sığmaz, lafı da ağzında bi bakanmış.

Daima zenginden alıp fakire vermeyi ilke edinmiş ülke yönetiminde yer alanlar, bu ülkeye emeği geçmiş, çalışamaz hale gelip yasalar karşısında hizmetini tamamladıktan sonra emekli olup, üç kuruş maaşla geçinmeye çalışanlara diyecek de bir lafları olmadığı için, üzülmüş bir çalışma yapmışlar. Ne yapsak da biz bu ülkenin emeklisine daha çok para verecek bir kaynak sağlasak diye düşünürken, düşünürken, maliyeden sorunlu bakandan geçen yıl ülke bankalarının yüksek gelir elde edip palazlandıkları ile ilgili bir duyum almışlar. Tamam demişler o zaman biz bunların kazancının bir bölümüne ek koyalım, hem bunlar ellerine para geçince kendilerini bişey sanmasınlar. Zaten bankalar milletten onun vergisi, şunun harcı, kredi borcu diye diye habire para topluyorlarmış. Borcu olmayanı allayıp pullayıp borca sokuyorlarmış. Hazır halkta bankalara diş biliyorken, biri çıkıpta bunlar bizi soyarken siz nerdeydiniz demesinler diye bir plan yapmaya karar vermişler. Düşünmüşler, taşınmışlar bakmışlar bu bankalar her şube için aylık bir harç zaten ödüyorlar, biz bunu yıllık yapalım elimize topluca para geçsin, nasılsa bankalar zengin oldu onlara bir şey olmaz diye karar vermişler. Çünkü krizlerin teğet geçtiği ülke de öyle çok batan bi banka olmamış yıllar içinde.

Yetkili bir bakan çıkmış biz maliyeden sorunlu bakanla konuştuk, düşündük taşındık diye millete güzelce açıklamış, bankalara bir harç getirdik, bu harçla elde edilen gelirden de emeklinin geçimine katkı sağlayacağız. Öyle kimsenin çok bir itirazı olmamış.

Dedik ya bizim ulaştırmadan sorunlu bakanımız görev, vatan, millet, Allah aşkıyla dolu bir heyecan kumkumasıymış, ülkenin gazetelerinden gelen görevlilerle yaptığı bir görüşmede, konu nasıl olduysa dönüp dolaşıp bu harçlara gelince, böyle başarılı bir yönetimde görevli bir bakan olmanın verdiği haklı gurular başlamış konuşmaya..

"Bankalar geçen sene çok kazandılar, haliyle gözümüze battı bu bizim, halkı soyup soğana çevirdiler, elbet bunun bedelini ödeyecekler, yok yok bedel demeyelim zekat diyelim biz buna, Allah'ı da arkamıza alalım, adımlarımızı Allah yolunda atalım.

Biz fakirden alıp, zengine veren bir yönetim olduk her zaman, paramız da çok bizim.. Sanmayın bankalardan toplayacağımız üç beş kuruşa muhtacız, biz o parayla bizim bakanlıkta leblebi çekirdek alıyoruz. Yavaşlıyor haliyle biraz işler, arkadaşlar leblebi çekirdeğe dadanınca, ama gene de idare ediyoruz, arkadaşlara çalışın durmayın diyoruz.

Misal, uzaktan yakından bakanlığımla ya da benle bi ilgisi olmasa da konunun, deseler ki al Binali R. Hood bu parayı ülkenin bi derdine merdet, hiç durmam 1.000 km bölünmüş yol yaparım. Çar çur etmem, ziyan etmem.. Zaten her şeyi bölüyoruz biz bu ülkede, yolları bölmüşüz çok mu, kimin için yapılıyor bu yollar."

Tam kaptırmış kendini gidiyorken Binali R. Hood, gazetecinin biri dayanamamış sormuş : "Peki sayın bakan baş şehirde işçiler bir aydan fazladır sokaklardalar, haklarını arıyorlar, onlara para yok diyorsunuz? Nasıl oluyor bu iş? Hani zenginden alıp fakire veriyordunuz siz.."

Bakan hemen yanıtlamış : "Bakın arkadaşlar, öyle değil. Herkes hakkına razı olacak, nedir hak? Benim onun çalışmasına uygun gördüğüm bedel, razı olacak.. Hak derken celleşani Allah demiyorum çarpıtmasın kimse konuyu, sonra dini siyasete alet ediyorlar diyorlar, ayıptır, günahtır. Ben o işçilere veriyorum, vermiyorum değil ki di mi.. Az diyorlar, itiraz ediyorlar.. Toplumun huzurunu bozuyorlar bak, dükkanların önüne oturup çevreyi rahatsız ediyorlar.

Bu ülkenin daha önemli meseleleri var. Misal, onca yol yapıyoruz, bak albenisi yok üzülüyorum ben şahsen, eski sanıyor millet, bi elinize sağlık, hayırlı olsun diyen mi var? Yaptığımız her yola çiçek böcük doldurmak, bereketli ırmaklar akıtmak istiyoruz. Şindi her sene kaldırımları söküp takmayalım, ülkenin dört bir yanında sular fışkırtan havuzlar koymayalım, ülke dışlarından iki dakkada büyüyen ağaçlar getirtmeyelim mi? Bu millettin hakkı değil mi beraber yürümek, beraber ıslanmak bu cennet gibi yollarda.. Bak anlamıyorlar sonra..

Şimdi bankalar zekat versin, yarın gazeteler de versin diyebilirim misal ben, ulaştırma bakanıyım ama önemli değil, bankalar hakkında ahkam kesebiliyorsam, yarın kalkar gazeteler hakkında da konuşurum, özgür ve demokratik bir ülke burası, o zamanda sizden alır işçiye veririz dert etmeyin" demiş.

Bu masal keşke burda bitseymiş, ama bitmemiş böyle giderse de daha bitmezmiş. Öyküyü anlatanın masalı bitirmeye ömrü yetmemiş, arif olana bu kadarı da zaten yeter demiş.

Not : Bu masalda anlatılan kişilerin ve olayların gerçekle, gerçeklikle ve insanlıkla uzaktan yakından bir alakası yoktur.

Fasulye
------------------------------------------------------------------------------------------
Haberin Orjinal Metinleri
------------------------------------------------------------------------------------------

"14 Ocak 2009 - Banka Şubeleri Yıllık Harç Ödeyecek

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, yeni bir uygulama olarak banka şubelerine yıllık harç getireceklerini bildirdi.

''Yeni bir vergi var mı?'' şeklindeki soru üzerine Babacan, eskiden bankalardan bir şube ilk defa kurulurken, şube başına 27 bin lira harç alındığını hatırlatarak, ''Şimdi bu harcı yıllık hale getireceğiz'' dedi.

Bakan Babacan, küçük yerleşim merkezlerindeki şubelere 24 bin, nüfusu 5 bin ile 25 bin olan ilçelerdeki banka şubelerine 36 bin lira, 25 binden büyük nüfusu olan yerleşim merkezlerine 48 bin lira yıllık harç getirileceğini söyledi.

''Bu da yine bütçe dengelerini koruma adına atılmış bir adım olacak'' diyen Babacan, bu harcın her bankanın, eski, yeni her şubesi için alınacağını bildirdi.

Bankacılık sisteminin genel karlılığını, bilançolarına bakıldığında, bünyelerini etkileyecek, genel iş yapma potansiyellerini etkileyecek bir sonuç da getireceğini kaydeden Babacan, ''Özellikle küçük yerleşim merkezlerinde bunu düşük tutmamızın sebebi de o kılcal damarlara kadar bankacılık hizmetinin gitmesini sağlamaya devam etmek'' dedi. "

------------------------------------------------------------------------------------------
29 Ocak 2010 - 'Bankalar zekatını verecek'

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, dün çok tartışılacak cümleler kurdu

Bankalara getirilen şube harcını “Bankalar çok kâr etti, zekatını verecek” şeklinde yorumlayan Yıldırım, TEKEL’le ilgili olarak da “Bizde para bol ama Tekel işçisi hakkına razı olacak” dedi

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Ekonomi Muhabirleri Derneği (EMD) üyeleri ile biraraya gelerek, gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını yanıtladı.

Binali Yıldırım, hükümetin banka şubelerine 12 bin-200 bin arasında getirdiği harçlarla ilgili sorulara karşılık ilginç bir değerlendirme yaptı. Bankaların geçtiğimiz yıl çok yüksek kârlar elde ettiklerini ve getirilen harçla 400 milyon lira toplanacağını belirten Yıldırım, “Bankalar zekatını verecek. Bu da kazançlarının zekatıdır” dedi. Yıldırım, kendi bakanlığı için 400 milyon liranın leblebi-çekirdek olduğunu belirterek, “Biz bu parayla 1.000 km. bölünmüş yol yaparız” diye konuştu.

Bakan Yıldrım, bugüne kadar binlerce kilometre yol yaptıklarını ancak bu yolların albenisini sağlayan peyzaj, işaretleme gibi işlerine fazla dikkat etmedikleri için bu yolların görünmediğini söyledi. Bu amaçla 2010 yılında yolların çevre düzeni ve diğer cazibe özelliklerine eğileceklerini anlatan Bakan Yıldırım, yolların estetik tarafı ve makyajıyla da ilgileneceklerini belirtti. Yıldırım şöyle konuştu:

“Yolların albenisi konusunda yetersiz kalıyoruz. Yeni yaptığımız bir yolun çevre düzeni yapılmayınca yol sanki eski bir yolmuş gibi görünüyor. Bu yıl yolların estetik tarafıyla ilgili artan bir çalışma yapacağız.”

Yıldırım, “Bunun maliyeti ne olacak?” sorusuna, “Ucu açık. Ne kadar gerekirse” yanıtını verdi. Arkasından da, “Para sıkıntımız yok. Para bol, para bol” dedi. Bakan’ın bu sözlerine karşılık gazeteciler, “Tekel işçilerine gelince para yok diyorsunuz, yolları makyajlamaya gelince para bol diyorsunuz” dedi. Bunun üzerine Yıldırım ise, “Bakın arkadaşlar, öyle değil. Herkes hakkına razı olacak” şeklinde konuştu. "

--------------------------------------------------------------------------------------
• Zekat : Zenginlerin sahip olduğu mal ve paranın kırkta birinin dağıtılmasını öngören, İslam'ın beş şartından biri-TDK"

28 Ocak 2010 Perşembe

HAİTİ DEPREMİ - UNICEF YARDIM KAMPANYASI


Dünyanın en fakir ülkelerinden Haiti korkunç bir depremle yıkıldı…

4.5 milyon çocuğun yaşadığı bu ülkenin yaralarını birlikte saralım.

UNICEF Haiti’de çocuklara ve ailelerine başlarını sokacak bir barınak, temiz su, karınlarını doyuracak yiyecek ve tıbbi malzeme sağlıyor.

Siz de UNICEF Türkiye Milli Komitesi’ne yapacağınız bağışlarla Haitili çocuklara destek olun.

Bağış yapmak için buraya tıklayın!

UNICEF'in iyi niyet elçisi Ayşe Kulin'in yardım çağrısı ile ilgili notunu okumak için buraya tıklayın!

Fasulye

27 Ocak 2010 Çarşamba

YENİ YILIN EN GÜZEL HEDİYESİ - 2



Miladi yıl 2010, aylardan Ocak, günlerden 27, sitelerden Bloxoo, köşelerden Günün Blogu..
Teşekkürler :) Hem de çook..


26 Ocak 2010 Salı

ATATÜRK OLMASAYDI, BİZ BU GÜN... (1)


Sanırım henüz tamamlayamamış olsam da yazı dizisi yazmayı seviyorum.. Aslında amaç yazı dizisi yazmak değil, meraklarımı gidermek, ya da meramımı anlatmak olduğu için, belki lafın arkasını kesmek de zorlanıyorum, belki de yüksek sesle düşünüp herkesin görüşünü almak istiyorum ve bu nedenle bir sonuca kısa yoldan erişmek istemiyorum. Dolayısıyla da yazılar uzayıp gidiyor. Bu aralar güncel olaylardan biraz uzaklaştığımı düşünsem de eski yazılarıma da vefa borcumu ödemek adına diğer iki yazı dizisine devam etmeye başladım. Ancak bir süre önce emektar defterime aldığım notlardan yola çıkarak oluşturduğum bu yeni yazıyı da ben Mısır'da keşif ve heyecan peşindeyken sizlerle paylaşmayı uygun buldum. Önceden beri benim yazdıklarımı okuyan değerli dostlar bilirler ki en büyük savım Mustafa Kemal ve Müslümanlığın tek yürekte yaşayabileceğini anlatmaktır. Bu nedenle ki ilgi alanlarım bir yandan kutsal kitaplar, gizemli medeniyetler ve Türklüğün kökeni olurken öte yandan Mustafa Kemal'i tanımak onu anlamak peşindeyimdir. Bir insan olarak.. Merakımı çeken her konuyu, elimden geldiğince okuyarak, her bakış açısını ele alarak değerlendirmeye çalışıyorum.. Son yıllarda toplumda oluşan din ve Mustafa Kemal bağdaştırılamazlığı kafamı kurcaladığından da bu defa böyle bir yazı dizisine başlamaya karar kıldım. Bakalım nerelere varacağız yine birlikte..


Başlıkta seçmiş olduğum "Atatürk olmasaydı, biz bu gün..." son yılların baş polemiği olmuş bir cümle, "biz" yerine "siz" kullanılıyor olsa da ben biz siz ayırımı yapmaktan hoşlanmadığım ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan herkesin Türk olduğu ve benim gözümde bir ayırımı olmadığı için "biz" demeyi tercih ettim. Bu bir savunma yazısı değildir öncelikle onu baştan söyleyeyim, Mustafa Kemal'in benim tanımaya çalıştığım, anlamaya çalıştığım Mustafa Kemal'in benim veya türevlerim gibi amatör yazarların veya sevenlerinin avukatlığına ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Ama tartışmaya her zaman açık gönlüm, onu benimle aynı taraftan bakmayanların gözüyle de irdelemeye teşvik ettiği için, daima insanları anlamak ve onlarla iletişim kurmak için en etkili yöntem olduğuna inandığım empati kurma yoluna itti ve bir kez de onların geldiği noktalar da nerelere dayandıklarını kendi gözlerimle görmek istedim. Bakalım ben de farklı bir gözle baktığımda onların ulaştıkları noktalara yanaşabilecek miydimi merak ettim. Elbette tarafsız bir göz olduğumu iddia etmiyorum, değilim. Sadece denemek istiyorum nereye varılabiliyor en fazla, bu anlamda bu yazı Mustafa Kemal'i yeren bir yazı değildir, lütfen yazı dizisinin ortasından başlayarak okuyacak arkadaşlarım öyle düşünmesinler. Okudukça ne demek istediğimi sanırım siz de daha iyi anlayacaksınız.. O halde başlıyorum...


"Türk Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı'nın getirdiği kabul edilemez koşulların zorlamasıyla ortaya çıkan bir ulusal başkaldırının, onurlu bir direnmenin topyekün adıdır."

Orhan Çekiç

Mondros Ateşkes antlaşmasının ardından Anadolu'ya giren İngiliz, Fransız ve İtalyan Birliklerinin, ülkenin çeşitli bölgelerindeki asker sayısı yaklaşık 100.000 civarındaydı. Devlet Birinci Dünya Savaşından yenik çıkmıştı. Ulus yorgun ve yoksuldu. Ordu elinden silahları alınmış ve dağılmak üzereydi. Ülke içinde yaşayan azınlıklar örgütlenmiş ve her yanda gösteri, toplantılar ve propogandalar yapıyorlardı.

Bu durumdan kurtulmak isteyen yurtseverler, bölgesel dernekler ve örgütlenmeler içine girmişler, ancak sadece kendi bölgelerinin bağımsızlığı için çalışmalara başlamışlardı. Ne yazık ki bu çalışmaların çoğu yine yabancı devletlerin koruyuculuğu altında planlanıyor ve girişimlerde bulunuluyordu.

Mustafa Kemal'in Üçüncü Ordu Müfettişi olarak, Anadolu'ya gönderildiğinde düşünülen kurtuluş yolları şunlardı.

1. İngiltere'nin koruyuculuğuna sığınmak
2. Amerika'nın mandasını istemek
3. Bölgesel kurtuluş yolları aramak

Bu çözüm önerilerinin hiç biri yıkılan Osmanlı'nın ardından Anadolu'yu bir arada tutmak için yeterli değildi. Bu nokta da siz değerli okuyuculara sormak istediğim bir soru var. Ülkemiz bu gün yukarıdaki koşullar altında olsaydı, sizin öneriniz ya da düşünceniz ne olurdu?

1. İngiltere'nin koruyuculuğunu kabul ederim
2. Amerikan mandasını isterim
3. Bölgemdeki kurtuluş çabalarına destek verir, Anadolu'daki diğer bölgeleri boş veririm
4. Yurt dışına kaçarım
5. Hiç bir şey yapmazdım/yapamazdım
6. Tüm ulusun kurtuluşu için çözüm yolları arardım
7. Kaderime razı olurdum
8. Hiç biri/Diğer
9. Yıkılan Osmanlı'yı diriltmeye çalışırdım

Mustafa Kemal bu nokta da altıncı maddeyi tercih etti. Bu kararın dayandığı düşünce ise şuydu;

"Temel ilke, Türk ulusunun onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kurtulamaz.


Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, başlarına isteyerek yabancı bir yönetici getirmeleri düşünülemez."

Eğer altıncı maddeyi seçmiş olan Mustafa Kemal başarısız olsaydı, sonuç diğer sekiz maddenin uygulanması ile farklı mı olacaktı? Hayır. En azından mücadelesiz bir teslimiyet olmayacak, futbol maçlarında sıkça dile getirildiği gibi, onurumuzla yenilmiş olacaktık. Osmanlı'yı diriltmeye çalışsaydık bir mücadele vermiş olmayacak mıydık? Olacaktık elbette. Ancak artık halkıyla herhangi bir bağı kalmamış, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden bir padişahlık sistemi ile yola devam etmek, eninde sonunda yine aynı noktaya gelmemizi sağlayacaktı.

Sanıyorum bu noktaya kadar Mustafa Kemal'in yapmaya çalıştığı şeyin vatanını seven herkesin yapmak isteyeceği bir mücadele olduğu konusunda kimsenin bir itirazı yoktur. Bu nedenle gündemdeki polemiklere Mustafa Kemal olmasaydı şimdi sömürgeydik söylemlerine girmemize hiç gerek yoktur.

Çünkü bu noktaya kadar gelişen olaylar da henüz bir eylem içine girilmemiş, sadece eylem planı yapılmış ve mevcut koşullar altında bir ulus için en onurlu mücadele şekli belirlenmiştir. Bu günkü polemiklere konu olanlar bu noktadan sonra eylemin uygulanması sırasında gelişen durumlardır.

Devam edecek...

Fasulye

25 Ocak 2010 Pazartesi

BİR GÜNÜN HİKAYESİ

Açık pencereden esen ılık rüzgarın havalandırdığı tül perdelere baktı bir süre. İlkin rüzgarla dolup havalanıyor, ardından pencereden dışarı doğru yeniden şişiyorlardı. Bu haliyle yüksek bir yere atlamaya çalışan birini andırıyorlardı, önce gerilip gerilip, sonra hızla pencereden dışarı doğru bir hamle yapsa da, her seferinde başarısız olup bir daha, bir daha deniyorlardı. “Vazgeçmiyorlar..” diye derin bir iç geçirdi.

Yatağının tam karşısında duran kütüphaneye takıldı sonra gözü, annesinin özenle dizdiği kitapların önlerinde küçük biblolar vardı. Saçları samandan yapılmış, kumaş ayaklarını kütüphanenin rafından aşağı doğru sarkıtan, tıpkı Tom Sawyer’a benziyordu. Gölün kenarındaki büyük kayaya oturmuş çıplak ayaklarını neşeyle suya vuran Tom Sawyer’ı hayal etti. Elindeki sopanın ucuna bağladığı iple balık tutmayı deneyecekti az sonra. Nehirin sığ yerindeki taşların üzerinden zıplayacak ve sopayı savurup ipin mümkün olduğu kadar ileri düşmesini seyredecekti ıslık çalarak. Islık çalmayı öğrenememişti bir türlü, büzdüğü dudaklarının arasından çıkan havanın uğultusundan öte bir başarısı olmamıştı henüz. Kuruyan dudaklarını ıslatıp dudaklarını büzdü ve üfledi yeniden. “Fyüüü!”…”Fyüüü!”…”Öffff!” dedi omuzlarını silkerek.

Dışarıdan geçen bir arabanın sesi duyuldu. “Mavi…” diye geçirdi içinden, “kesin mavi…”. Annesine seslenip sormak için kıpırdandı yatakta ama, annesi duyup gelene kadar arabanın çoktan gözden kaybolacağını düşünüp vazgeçti. Annesi ile son zamanlarda sürekli oynadıkları bir oyundu bu. O geçen arabalarının renklerini bilmeye çalışır, annesi de camın önündeki sandalyeden verdiği doğru cevapları sayardı. Genellikle beyaz ve gri olurdu arabaların renkleri, babası kirini göstermediği için insanların bu renkleri tercih ettiğini söylemişti. “Koyu renk arabalar kirlendiklerinde, açık renk arabalardan daha pis görünürler.” demişti gülümseyerek.

İçerden açık televizyonun sesi geliyordu, “…Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nden aldığımız bilgilere göre, yurt genelinde hava sıcaklıklarında yükselme görülecek. Hafta sonuna kadar mevsim normallerinin üzerinde seyretmesi beklenen hava sıcaklıklarına karşı, yetkililer uyarıyor…”.

Çok terlemişti dün gece, annesi bir kaç kez gelip ateşini ölçmüş ve atletini değiştirmişti. Cam bütün gece açık olmasına rağmen, ince pijamalarının altında sürekli terliyordu. Daha da sıcak olacağı fikrinden hiç hoşlanmamıştı bu yüzden.

“İşte geldim.” diyerek kapıdan kafasını uzattı annesi. Mutluluğunu gülümseyerek gösterdi. “Sıkıldı mı benim balım?” diyerek yatağın kenarına oturdu ve elini saçlarının arasında gezdirdi. Bu hareketin sevgi gösterisi olmasının yanı sıra, çaktırmadan ateşini ölçmenin de bir yolu olduğunu artık öğrenmişti. En son geçen hafta onuncu yaş gününden hemen sonra yükselmişti ateşi. “Hayır” dedi yeniden gülümseyerek, “…zaten çok da fazla olmadı”.

Oğlunun gösterdiği dirence her zaman hayranlık duyan annesinin bakışlarını takip etti bir süre. Üzülüyor olmalıydı, ama hiç bir zaman onu yalnız bırakmamış ve uzun bir süredir koşamayan bir çocuk olmasından dolayı evde bir matem havası yaratmamıştı. Daima gülümseyerek onun ihtiyaçlarını karşılıyor ve iyi vakit geçirip, eğitimine devam edebilmesi için elinden geleni yapıyordu.

“Evet” diye düşüncelerini böldü annesi. “İstersen biraz dışarı çıkıp hava alalım, sonra da gelip yemeğimizi yeriz. Biliyorsun yarın Fuat Amcana gideceğiz. Ona ne kadar iyi ve umutlu olduğumuzu göstermemiz gerek.”

“Tamam.” diyerek ellerini çırptı, dışarı çıkmayı çok seviyordu. Annesi gardırobun kapaklarını çoktan açmış, ona ne giydireceğini seçmeye başlamıştı bile.

Giyinme tamamlandıktan sonra annesi yeniden ellerini saçlarına değdirerek ateşini kontrol etti. Kendini iyi hissediyordu, vücut sıcaklığındaki ani değişimlerin dışarı çıkma planlarını bozmasını istemiyordu. Annesi de ikna olmuş olmalıydı ki, kapının arkasındaki kapalı duran sandalyeyi bir silkeleyişte açtı ve yatağın yanına getirdi. “Hadi bakalım genç adam” dedi. “Gidiyoruz…”

Hava gerçekten çok güzeldi. Karşı apartmanın önünde top oynayan çocuklar onu görünce neşeyle el salladılar. O da aynı heyecanla karşılık verdi onlara. “Anne biz de oraya gidebilir miyiz?” dedi kafasını çevirip annesinin yüzünü görmeye çalışarak. “Tabii” dedi annesi. “Neden olmasın?”

Yüksek kaldırımdan inip karşıya geçmek için biraz oyalanmak zorunda kaldılar. Az önce müşterisini indiren taksi son anda durup onlara yol verdi. Sandalyeyi kaldırıma çıkarmak için ön tekerleklerini kaldırmak zorunda kalan annesi her defasında “Hoop!” demeyi alışkanlık haline getirmişti nedense. Bu ona da komik geliyordu aslında, annesinden gelen komutla sandalyenin kenarlarına daha sıkı tutunuyor ve sanki ayağa kalkmaya çalışan bir devenin sırtındaymış gibi bir ileri bir geri savruluyordu.


Saçlarının arasından alnına süzülen terleri silerek açtı gözlerini yeniden. Başında biriken kalabalığa aldırmadan, sandalyesini geriye doğru sürdü ve yüksek kaldırıma doğru bir hamle yaptı yeniden “Hoop!”. Kaldırıma çarpan sandalye yalpalayarak gerilerken, elleri ile tekerleklerin kenarındaki demirleri yakaladı ve ağırlığını vererek dengeledi sandalyeyi. Yirmili yaşlarında görünen bu delikanlının ne yaptığını anlamaya çalışıyordu herkes. “Devrilecek şimdi!” dedi kalabalıktan bir ses. Gözlerini kaldırımdan ayırmadan geriledi yeniden. Son yarım saattir kaldırımla aralarında geçen bu savaşı kaybetmeye niyeti yoktu. Kimseye ihtiyacı da yoktu. Kafasını kaldırıp bir süredir onu seyreden kalabalığa bakmak istemiyordu. Hepsi yardım etmek için hazırdı oysa. İlk denemesinde başarısız olduğunu gören iki üniversite öğrencisi yaklaşıp “Yardım edelim mi abi?” diye sormuşlar ama onlara eliyle hayır işareti yapmıştı. Yeniden gerileyerek hamle yapacağını anlayan çocuklar gidememiş sonucun ne olacağını görmek için beklemeye başlamışlardı. O denemeye devam ettikçe meraklı kalabalık büyümüş, her yeni gelen, bekleyenlere dönüp “Neden yardım etmiyorsunuz?” diye sormaya başlamıştı. “Neden yardım etmiyorsunuz?”.

Gözlerini kapattı yeniden…

Güzel bir günün ardından eve döndüklerinde kendini çok yorgun hissediyordu. Annesi onu yeniden yatağına yerleştirip, komodinin üzerinde duran küçük lambayı açtı. “Yemekleri ısıtıp geliyorum bir tanem” dedi ve odasının kapısında gözden kayboldu. Açık pencerenin üzerinde asılı duran tül kıpırdamıyordu şimdi, esinti kesilmiş ama hava gündüz olduğundan daha sıcak olmuştu. Açılan kapının sesinden babasının geldiğini anladı. Az sonra kapıda beliren gölgenin babası olduğunu biliyordu. “Merhaba yakışıklı” diyerek yatağın yanına oturduğunda, heyecanla dışarı çıktıklarını ve arkadaşlarıyla top oynadığını anlatmaya koyuldu babasına. “Aferin benim aslan oğluma!” diyerek gülümsedi babası. İçerden çalan telefonun sesi duyuldu ve ardından “Ben bakıyorum…” diye seslendi annesi.

“Bugün hiç kitap okudun mu?” diye sordu babası, yatağın yanına bıraktığı poşeti eğilip alırken. “Evet” diye cevap verdi, “…ayrıca annem ameliyattan sonra yeni bir öğretmenim olacağını da söyledi.” Bu arada poşetin içindeki paketi çıkarmış, satıcının oldukça sağlam yapıştırdığı bantları çözmeye uğraşıyordu. Babası yardım etmek için elini uzattığında “Ben yaparım” dedi gülümseyerek.


“Yarın sabah kontrole gideceğiz.” diyordu annesinin sesi içerden, hala telefonda konuşuyor olmalıydı. “Ameliyat pazartesi… Yok o da demin geldi henüz konuşmadık… Tabii ararım… Görüşmek üzere”.

En son geçen yaz ameliyat olmuştu, aylar süren ağrılı tedavi ve fizik hareketlerinden sonra bir ilerleme kaydedilmemişti. Fuat Amcası son bir ameliyat daha olacağını daha o zaman söylemişti. Son bir ameliyat. Artık alıştığı hastanelerde ağrılar içinde gecelemek istemediğini düşündü babasının aldığı kitabın renkli kapağını seyrederken.

Omzuna dokunan eli hissettiğinde açtı gözlerini yeninden “Oğlum derdin ne senin?” diye sordu ona doğru eğilmiş yaşlı kadın. Titreyen elini yanağında değdirip “Neden yardım kabul etmiyorsun?”. Kadının grileşmeye başlamış gözlerine baktı, bembeyaz teninde derin kırışıklıklar vardı. Ağzında bir şey varmışçasına sürekli oynattığı dudaklarına ve meraklı gözlerine baktı yeniden. “Vazgeçmiyorum!” dedi ama konuşmaktan çok hırlıyor gibi çıkmıştı sesi, pişman oldu. “Neden vazgeçmiyorsun?” dedi kadın elini yanağından çekerken. “Denemekten..” dedi başını öne eğip, “…denemekten vazgeçmiyorum.”. Nihayet konuşmaya başladığını gören kalabalıktan homurtular yükselmeye başlamıştı “Düşünmüyor ki kimse bu insanları, bu kadar yüksek kaldırımı ben çıkamıyorum, bu çocuk nasıl çıksın!” diye söylendi bir kadın. “Her sene kaldırım söküp döşeyeceklerine engelli vatandaşları düşünseler biraz!” dedi yükselen başka bir erkek sesi.

Kadın konuşulanları hiç duymuyormuşcasına gözlerini ayırmadan ona bakmaya devam ediyordu. Başı önüne eğilmiş olsa da, kırpışan gri gözlerin üzerinde olduğunu hissediyordu hala. “Hadi!” dedi titreyen sesiyle kadın. “Önce şu kaldırım problemini aşalım, sonra biraz konuşuruz seninle.” Üniversiteli öğrencilerden biri daha kadın lafını bitirmeden sandalyeyi havalandırıp geri çekilen kalabalıktan açılan boşluğa çıkardı, “Hoop!”.

Omzuna vuran bir kaç elden sonra sandalyeyi iten birinin olduğunu hissetti. “Hadi bakalım!” dedi titreyen ses yeniden, “Hemen şurada bir yer var, oturup birer çay içebiliriz.”. Sakinlediğini hissediyordu, itiraz edecek gücü ise kalmamıştı, başıyla onaylayarak, tekerlekleri çevreleyen demiri kavradı sıkıca, yaşlı bir kadına kendini ittirecek değildi.

Hastane odasında gözlerini açtığında annesi ile babasının kapının dışından gelen seslerini duyuyordu. “İnşallah.” diyordu annesi, “İnşallah yürüyecek”

Kaldırımın hemen kanarına dizilmiş masaların birçoğu boştu, geldiklerini gören garson hemen yanlarına gelmiş, sandalyeyi masayı yaklaştırabilmesi için tahta sandalyeleri kenara çekmişti. “Bize iki demli çay getir oğlum” dedi kadın, garsonun oturması için çektiği sandalyeye kendini bırakır gibi otururken.

“Biliyor musun,” dedi “hayat benim için bazen senin için olduğundan daha zor. Yaşlılığın tedavisi yok biliyorsun.”. Biraz önce yaptıklarından duyduğu utançla bir şey söyleyemiyordu. Gereksiz bir deneme olduğunu biliyordu, ama yüksek kaldırıma karşı kendini o kadar zayıf hissetmişti ki bir an için hırslanmış ve sonrasını kontrol edememişti. Kadın onun sessizliğine aldırmıyor gibi devam etti sözüne “Bir komşumuz vardı” dedi. “Ben çocukken babam ve o şeker fabrikasında çalışırlardı. Her sabah birlikte işe gider, her akşam da birlikte dönerlerdi. Annem de çok severdi onları, benden bir yaş büyük bir de oğulları vardı, Salih…”

“Bir gün Salih çok hastalandı, babam ve arkadaşı onu hemen hastaneye götürdüler, bir ay kadar hastanede yattı. Çocuk felci olduğunu söylemişti annem. Oldukça ağır geçiriyordu, bir daha yürüyemeyebilir demişti doktor.”

Annesi o ilk hastalandığında anlatmıştı çocuk felcinin ne demek olduğunu ona. “Mikroplar önce vücuduna giriyor sonra, bacaklarındaki gücü yemeye başlıyorlar, eğer yeterince direnmezsen o zaman bacakların seni taşıyamayacak kadar güçsüzleşiyor ve bir süre onları kullanamıyorsun” demişti. Vücudunu yiyen mikroplar olduğu fikrinden oldukça tedirgin olmuş ve ağlamaya başlamıştı. Annesi “Unutma biz bir aileyiz, onlarla tek başına savaşmak zorunda değilsin, doktorlar ve biz hep beraber onları yeneceğiz” demişti. Yıllarca süren bu savaş o son ameliyata kadar devam etmişti. O yaz çok sıcaktı gerçekten. Hastanede geçen ağrılı günlerin ardından yine yürüyemeyeceğini öğrendiğinde kendini nasıl hissettiğini hatırladı. Anne ve babası gülümseyerek ona birçok şey anlatmışlar, ama yüzlerindeki o acıklı ifade anlatılanların ona teselliden çok acı vermesine neden olmuştu. Bacakları giderek zayıflamış ve vücudunun altından sarkan iki saçak gibi olmuşlardı geçen zaman içinde. “Bunu nasıl anladınız?” gibi gereksiz bir soru sormaya gerek duymamıştı o yüzden yaşlı kadın anlatırken.

“İçsene çayını ne bekliyorsun!” dedi kadın onu daldığı uzaklardan geri getirmek istiyor gibi..”Tamam.” dedi sessizce ve bardağa doğru uzandı. Yeniden onu dinlemeye hazır olduğunu düşünen kadın devam etti “Salih eve döndükten sonra yıllarca hastaneye gidip gelmeye devam ettiler. Ama doktorlar yapılacak bir şey olmadığını söylemişlerdi”.

Yutkundu, birazdan hayata dair nasihatler gelecek diye geçirdi içinden, ama terbiyesizlik etmek de istemiyordu, sessizce dinlemeye devam etti.

“Ben evlendiğimde Salih hala ailesi ile yaşıyordu, hastalıktan sonra çok içine kapanık bir çocuk olmuştu, kimseyle konuşmuyordu. Annesi, kocası geldikten sonra bize geliyor ve mutfakta anneme dert yanıyor ve “Ne yapacağım ben bu sakat çocukla?” diyerek ağlıyordu. Çok üzülüyordum Salih’e, ama o kimseyle konuşmak istemediğinden, bende ne söyleyip, ne yapacağımı bilmediğimden arkadaşlığımız sona erdi. Babası erken yaşta kalp krizi geçirip öldüğünde, annesi Salih’i de alıp memleketlerine dönmüştü. Ben evlendikten sonra iyice yalnız kalan annemse arkadaşının gittiğine çok üzülmüştü gerçekten. Babam günlerce annemin akan gözyaşlarına teselli bulmaya çalışmıştı.”

Hikaye ilgisini çekmeye başlamış olsa da yine de gözlerini çay bardağından ayırmadan hareketsiz duruyordu. Ardından gelecek nasihatları dinleyip, eve gitmek istediğini düşündü. Annesi onu merak etmiş olmalıydı. Ya da o annesini merak ediyordu.

“Yıllar sonra Salih’in intihar ettiğini öğrendim.” dedi kadın, “Çok yazık olmuştu gerçekten.” ve sustu. İlk defa gözlerini bardaktan ayırıp kadının yüzüne baktığında onun uzaklara dalıp gitmiş olduğunu fark etti. Şimdi ikisi de sessizce masada oturuyorlardı. Bir süre sonra kadın derin bir iç geçirerek “Zavallı Salih, onun zihnindeki engelleri kimse tedavi edemedi” dedi ve gözlerini onun gözlerine doğru çevirdi. Artık başını eğmek için geç olduğundan bir an ne yapacağını şaşırsa da, en azından dinlediğini belli etmek için başını salladı. Ne diyebilirdi ki, “Evet, zavallı Salih mi?”.

“Torunumu görmeye gidiyorum” dedi kadın birden neşeyle. “On yaşına girecek bir ay sonra. Artık kalksam iyi olacak. Sen nasılsın?”. “İyiyim” dedi kısık bir sesle, ne olduğunu anlamamıştı. Zavallı Salih olmamak için hayata ne kadar bağlı olmasını gerektiğini falan anlatacağını sandığı kadın, garsonu çağırıp hesabı istedi. Titreyen elleriyle çantasından çıkardığı cüzdanından bozuk paraları dikkatlice sayarak uzattı garsona. “Hadi bakalım delikanlı,” dedi. “…gitme vakti.” ve bir eliyle sandalyenin arkasından güç alarak yavaşça ayağa kalktı. Hiç bir şey söylemeden kalakalmıştı. “Kendine dikkat et” dedi kadın, eliyle omzuna vurarak. “Tamam” diye cevap verdi kısık bir sesle ve ağır adımlarla ilerleyen kadının arkasından bakakaldı.

Otobüs durağı çok uzakta değildi, sandalyenin tekerleklerine asılarak ilerledi. Kafası karışmıştı. Otobüs fazla geç kalmadı, duraktakilerin ve şoförün inerek ona yardım etmelerine sesini çıkarmadı, inerken de yardım edenlere itiraz etmedi. Apartmanın önüne geldiğinde annesinin onu camda beklediğini fark etti. El salladı gülümseyerek ona.

“Artık merak etmeye başlamıştım” dedi annesi onun kapının eşiğinden geçmesini beklerken. “Üzgünüm tuhaf bir gündü” diye yanıtladı annesini. Olanları ona anlatmaya hiç niyeti yoktu. Bütün gece fazla konuşmadan oturdu. Babasının açtığı kanalı seyrediyormuş gibi yapıp, onun koltukta sızmasını seyretti.

Annesi odasının ışığını kapatıp “İyi geceler” diyerek çıktığında, “Zavallı Salih!” dedi kendi kendine. “Keşke benim kadar şanslı olsaydı”. Annesi ve babasının yıllardır kaybetmedikleri iyimserliklerini düşündü. Hayatında bir gün olmayacaklardı belki ama, ona miras bıraktıkları bu iyimserlik ve azim hayatının sonuna kadar mutlu olmasını sağlayacaktı. “Yarın yeni bir gün olacak” dedi kütüphanenin rafından neşeyle ayaklarını sallayan Tom Sawyer’a, sonra neşeyle kısa bir ıslık çaldı içerden duyulmamasına dikkat ederek.

Yatağının yanındaki lambayı yakıp, komodinin çekmecesini açıp defterini aldı, kaleminin olduğu boş sayfayı açtı, eliyle sayfayı temizlemek istercesine bir kaç kez sıvazladıktan sonra bir başlık yazdı. “Önce zihnindeki engelleri kaldır!”.

Yıllar sonra geçireceği tüm o acılı ameliyatlardan sonra tam olarak düzelmeseler de, kısa mesafelerde onu taşıyabilen bacaklarına oturttuğu torunlarına anlatacaktı o günün hikayesini, kırışıklıkların yerleştiği beyaz yüzündeki gri gözlerine bakarak hayatını paylaştığı kadının. “Engelli olmak demek, mutlaka fiziksel değildir, eğer zihniniz engelliyse, o zaman önce onu tedavi etmelisiniz…” diyecekti onlara nasihat olarak.

Fasulye

BİZ BİZ İDİK, BİZ İDİK DE ŞİMDİ KİMİZ..?

Bakanların başındaki kişi söylüyor;  "Darbeden yana olanlar çıksın açıklasın. Hiçbir şey saklı kalmıyor, çıkıyor. Kimbilir bundan sonra neler ortaya çıkacak?-RTE", kime diyor ana muhalefet partsine mi? Hayır askere..Ülkemin askeri potansiyel suçluymuş haberimiz yok.. İşte koskoca başbakan söylüyor.. Bizim oylarımızla iktidar olan partinin genel başkanı.. Mili birliğimizin muhafızı söylüyor..Bakın ne diyor.. :

"Bunlar sadece yapılanı yıkar. İnadına milli birlik, beraberlik diyeceğiz. Onlar milletin egemenliğini gaspetmek için senaryolar üretecek biz inadına demokrasi diyeceğiz.-RTE"

Asker milli egemenliğimi gaspedecek.. Bu milletin evladı değil asker, ne zaman ki giriyor o nizamiyeden içeri, milli egemenliğimize göz dikiyor. Osmanlı zihniyeti var bu askerde.. Dünyayı ele geçirmeye kadar varabilirler, aman dikkat.. !

Bakanların başı milli birliğimizi koruyor, hedef gösteriyor.. Asker dahil değil.. Onlar karşı taraf.. Bütün Türkiye el ele vereceğiz askere dönüp bağıracağız.. "İnadına milli birlik, beraberlik" diyeceğiz..

Darbeden mi yanayız, değiliz elbet de, birlik söylemindeki bu çelişkiyi çözemedik Sayın bakanlarımızın başı.. Kimiz biz şimdi onu anlamadık..

Saygılar
Fasulye

24 Ocak 2010 Pazar

MUSTAFA

Hava kararmak üzereydi, sedirin üzerinde kolunu cama dayamış kaynayan çorbanın kokusunu duyarak oturuyodu Mustafa.. Masmavi gözleri öyle uzaklara bakıyordu ki, gözlerinin önünde uzanan tanıdık hiçliği görmedi bile. Sarı saçlarını geriye doğru taramış bir heykel kadar hareketsiz başını dayamıştı bir avucuna.. "Bu çocuğun ateşi düşmeyecek" demişti Latife dün gece onu uyandırıp.."Tez elden bir doktora götürmek lazım..".

Dışarda alabildiğine kar vardı. Kerpiç evin, sac kaplı çatısında biriken kar diz boyunu geçmişti. Yağmıyordu iki gündür. Ama öyle soğuktu ki, donaklamıştı düştüğü yerde bembeyaz bir taş gibiydi şimdi... Yolu açmaya çalışıyorlardı.. Parmakla sayılacak kadar az haneye ulaşmaya çalışıyordu yetkililer..

İlkin anlayamamıştı ne oluyor diye Latife'nin suratına bakmıştı bir kaç saniye, kan ter içinde kalmış Latife kayan yemenisinin kenarına alnındaki teri silerek tekrarladı yeniden.."Doktor lazım, yanıyor çocuk!". Köyde doktor yoktu, ilçe bir saat uzaklıktaydı ve dışarda buğday boyu kar vardı.

Karısının peşinden çocukların yattığı şiltenin yanına gitti. İsmet ile Şerife uyuyorlardı, olanlardan haberleri bile yoktu. Mehmet'in terden kafasına yapışmış saçlarını eliyle düzelterek ateşini kontrol etti. Çok sıcaktı, hem de çok.. Yerde duran tasın içindeki bezi sıktı Mehmet'in alnına koydu. Latife uyanan Şükrü'yü memesine dayamış sakinleştirmeye çalışıyordu.  Mehmet'in alnındaki bez daha çocuğun alnına değer değmez ısınıyordu zaten. Bezi geri aldı ve yeniden ıslatıp dikkatle sıkarak oğlunun alnına yerleştirdi. Latife'ye baktı tekrar.. Şükrünün beşiğini sallıyoru şimdi.. Başı çocuğun yüzüne yakındı, yemenisinden bir şey görünmüyordu.

"Kar" dedi birden çömeldiği yerden doğrularak.. "Kar getireceğim.." Odaya gitti yatağın üzerindeki batteniyeyi aldı, geri döndüğünde gözleri bir şeyler arar gibiydi. Lavabonun yanındaki plastik kabı kaptı, kapıya yöneldi.. Arkasına bastığı ayakabılarını giyerken araladığı kapıdan ayaz bir anda içeri dolmuştu. Latife kalkıp çocukların üzerini örttü. O da battaniyeye sarınıp kapıyı arkasından kapattı.

Aydınlık geceye eşlik eden ulumalar vardı sadece.. Düşmemeye çalışarak elini soğuk kara daldırdı. Bir avuç, bir avuç daha..Kapının önünde ıslanan pijamasındaki karları silkeledi ve ayaz içeri dolmasın diye hızla arkasından kapattı kapıyı.. Omuzundaki battaniyenin düşmesine aldırmadan, Mehmet'in başucuna çömeldi.. Plastik kaptan aldığı karı yavaşça çocuğun alnına değdirdi. Fazla ısınmış tenine değer soğukluğun şokuyla irkilen Mehmet gözkenarlarından dökülen yaşlarla çırpındı bir süre. Alnında gezen buz gibi kardan akan su ve gözyaşları kulaklarının arkasından yastığa damlıyordu.. Çekmeceden çıkarıdığı havluyu Mehmet'in başının altına serdi Latife..

Ateşin düşmesi bir kaç saati bulmuştu, sakinleşen Mehmet derin bir uykuda gibi gözüküyordu. Bu arada yeniden uyanan Şükrü'yü kucaklayan Latife, "Çok şükür" diye inledi vucudundaki bütün nefesi boşaltıyormuşçasına.. Karısına bakıp sessizca başını salladı ve yatağa doğru yöneldi yeniden.. Uykusu hiç kalmamış olsa da yine de uzanmak istiyordu bedeni.

Ertesi gün camdan bakarken bunları düşünüyordu Mustafa, çok net hatırlamasa da onun da ağabeyi bir gece böyle hastalanmış ve ateşini düşürmek için çok uğraşmışlardı. O zaman Mustafa'nın babası da dışardan getirdği kar ile kardeşinin vucudunu ovmuştu. Ama ateş düşmemişti. Üç gün boyunca  ateşler içinde yandıktan sonra soğumuştu abisinin bedeni.. Hem de bir daha hiç ısınmamacasına soğumuştu.

Baharı ailelerinden hiç eksik vermeden karşılamışlardı. Mutluydu Mustafa, karlar çoktan erimiş, ilçeye giden yollar açılmıştı. Köyün camisine doğru giderken "Çok şükür!" dedi yüksek sesle..

Camiden çıkış kahveye uğrayacaktı, ilçe teşkilatından birileri gelmişti köye..

Sadece yazları hareketlenirdi köy, büyük şehirlere göçen ailelerin çoluğu çocuğu gelir, köydeki evinin tadını unutamayan yaşlılar dolardı köye.. Kahvede köyün sorunları eksiklerini konuşurlar, ilçeye gidip bunları halletmekten bahsederlerdi bütün yaz. Camiyi onarmışlardı geçen sene.. Yeni halılar alınmıştı camiye.. Ses sistemi onarılmıştı bir de.. Resmi olmasada bir birliktelik vardı şehirdeki köylüsünde de..

En uzak ilçeye gitmişti oysa Mustafa.. Daha uzağını hiç görmemişti. Yazın tarlasında yetiştirdikleri ile bir kaç meyva ağacından topladığını ilçe pazarında satıyordu. Yazın köyü nüfusu artığında her hafta bir minübüs ekmek, meyve sebze ve genel ihtiyaçları getiriyordu köyle.. Zaten şehirden geleneler köyün eksiğini bildiklerinden gelirken tedbirli gelirdi hepside..

Onlar gittğinde yeniden sessizliğe bürünürdü köy..Kimisi bir kaç kışı köyde geçirmeyi denemişti. Ama büyük şehirde yaşamaya alışmış insanlara göre değildi burası. Yazın varolan zenginlikten eser kalmıyordu..

Kahveye vardığında önündeki arabalardan anladı geldiklerini.. Bir de kamyon vardı tepeleme yüklü.. Muhtar çayocağının hemen önündeki masada konuşuyordu yeni gelenlerle, ellerinde ki listenin üzerine eğilmiş bir şeylerin hesabında gibiydiler. Kapının hemen yanındaki masaya ilişti. Okuması yazması pek yoktu Mustafa'nın. Ancak yetecek kadar biliyordu. Gözü dışardaki kamyona takıldı. Kocaman kutular vardı kamyonun üzerinde.. Beyaz plastik bir sicimle bağlanmıştı her biri.. Kutuların üzerinde yazılanı okumaya çalıştı, nasılsa muhtarın ya da kahvedekilerin konuşacakları bitmemişti daha.."Aarr-çee-liik" diye heceledi. Şimdi ne kendisi ne de ailesi köyle yaşamayan ağalarının evinde görmüştü yazın geldiklerinde.. Ağa iyi adamdı. Köyünü hiç ihmal etmezdi. Kendine büyük beton bir ev yaptırmıştı. Her yaz ailesi ile birlikte gelir, yemekler düzenler.. Köyün sorunlarını dinlerdi. Şehirde boş durmaz elinden geleni yapar köylüsünün her derdi ile ilgilenirdi. Şehirde de ona danışırdı herkes, saygısı büyüktü.

Onların evinin mutfağında gördüğünü hatırladı bu yazıyı.. Buzdolabının üzerindeki küçük metal levhada yazıyordu. Arçelik. "Allah allah dedi içinden, köye buzdolabı mı getirdiler". Köyde elektirik vardı, yazın köyle gelenlerin hepsinin evinde buzdolabı, çamaşır makinası ve benzeri eşyalar olmasına rağmen, köyle pek ihtiyaç olmadığından eksikliğini hissetmemişlerdi. Havalar ısındığında suları ve kavurmaları toprak çömleklerde muhafaza edebiliyorlardı zaten. Evin hemen yanına kışlıklarını saklayabilecekleri bir küçük odacık yapmıştı, penceresi olmayan bu odacıkta, un, soğan, patates ve gereken bakliyat duruyordu. Su zaten dağdan geldiğinden çeşmelerden akan suyu kullanıyorlardı. Evde elektirikli olan yegane eşya, radyo ve ocakdı. Ocağı beş sene önce şehirden almıştı, köye elektirik gelince. Latife tüpten kurtulduğuna çok sevinmişti. Aslında Latife'nin bir de çamaşır makinası istediğini biliyordu ama, onu alacak parayı denk getirememişti henüz. Ama bu kış zor geçmişti. İki yıl önce bakır leğenin başında beli kilitlenip kaldığından beri Latife için de zor olmaya başlamıştı eğtilip doğrulmak. Çocuklar daha küçüklerdi, üstleri başları sürekli yıkanıyordu. Öyle şikayet eden bir kadın değildi Latife ama yine de geceleri belinin ağrısından uyuyamadığını biliyordu. Şükrü'ye hamile kaldığından beri daha da artmıştı ağrıları. İlçeden gelen ebe "Beline dikkat etmessen bir gün kilitlenip kalırsın" demişti. Ne yapardı küçücük çocuklarla Mustafa o zaman..

"Bu kışa girmeden Allah nasip ederse alırız" diye iç geçirdi kendi kendine..İlçe'de tanıdığı bir dükkan vardı. Uzaktan da olsa akraba sayılırlardı. Gider onlarla konuşur bir şeyler ayarlardı herhalde..Muhtarla gelenlerin konuşması bitmek bilmiyordu. Gözünü dışardan ayırıp onları izlemeye koyuldu. Önüne konan bardağın içine attığı şekerleri karıştırıyordu bir yandan da. Konuşulanlara kulak vermek istese de, radyodan gelen ajansın sesini dinlemeye başladı "Yaklaşan genel seçimler öncesi...", sıcak bardağı kavrayıp dudaklarına götürmeye hazırlanıyordu ki, "Mustafa" dedi muhtar ona dökerek.."Gel aslanım". Bardağı yeniden tabağa bırakıp doğruldu. "Buyur beyim" dedi muhtarın yanında duran adamların ona çevrilmiş yüzlerine bakarak. "Hele şuraya bir imza at" dedi muhtar, işaret parmağını beyaz kağıdın üzerinde adının yazdığı yeri yanına dayayarak. "Hayırdır?" dedi Mustafa soran gözlerle muhtarın yüzüne bakıp.." Parmağını kağıdın üzerinden ayıran muhtar, aynı eliyle sırtına bir iki şaplak indirip "Hayırdır Mustafam, hayırdır" dedi gülümseyerek. Gelenlerden biri "Biliyorsunuz seçimler yaklaşıyor, biz de parti ilçe teşkilatı olarak, köylünün daima yanında olan partimizin, seçimlerden önce dağıtılmak üzere hazırladığı hediyelerini getirdik sizlere.." dedi. İktidarda bulunan partinin ilçe teşkilatının binası, onun satış için gittiği pazarın hemen ilerisindeydi. Kocaman harflerle yazan parti adının bulunduğu tabelayı her gittiğinde görmüş olsa da, bir an önce işini halledip dönmek istediğinden aklında tutma gereği bile duymuyordu.

Bundan önceki seçim dönemindede yine kahveye gelen teşkilat köylüye ufak tefek bir şeyler bırakıp gitmiş, seçimden sonra da bir daha hiç uğramamıştı. Zaten Mustafa'da seçimin olduğu gün ilçeye gidecek durumda değildi. O yüzden hiç ilgilenmemişti de..

"...Sizlerden de sandık başına gittiğinizde desteğinizi esirgememiniz bekliyoruz" dedi ilçeden gelen adam. "Tabi, tabi" diye onayladı muhtar, "Liste bende saklı duracak, zaten kaç hane var ki köyde, hepimiz size oy vereceğiz" dedi.

Latife haberi duyunca çok sevinmişti. "Allah bin kere razı olsun particilerden" dedi. Seçim zamanı geldiğinde Mustafa'yı zorla ilçeye gönderdi. "Git oyunu at bey" dedi. "Gelip de geri almasınlar, Allah yanında da borçlu kalmayalım".

Gitti Mustafa çaresiz.. Her Mustafa'nın şansı Kemal'e ermek olmuyordu.

Mehmet'i askerde şehit verince "Vatan sağolsun" diyebildi gözyaşları içinde.. Şükrü parti teşkilatına girdiğinde, göğsü kabardı evladıyla..

Şehirde iki kişi konuşuyorlardı :

"Sattı bu millet şerefini üç kuruşluk beyaz eşyaya, geldi oturdular gene başımıza.. Bu millet adam olmaz.."

Sevgiyle
fasulye

21 Ocak 2010 Perşembe

ANAYASAYI SARMISAKLASAK DA MI SAKLASAK, SARMISAKLAMASAK DA MI SAKLASAK?

"Siz Mufazakar mısınız?" başlıklı yazımı okuduysanız, bu yazının da onun devamı olduğunu anlamak da güçlük çekmeyeceksiniz demektir. O yazıda bahsettiğim kişisel evrim sürecimde takıldığım noktaları tek bir yazıya sığdırmam ya da vurgulamam söz konusu olmadığından, sanırım bir süre bu konuda yazmaya devam edeceğim.

Ancak bir kavramlar denizinde yüzdüğümüz ve hatta boğulduğumuz için bu aralar, yazacağım her şey için öncelikle açıp sözlük anlamlarına bakıyorum ki ne ben yanılayım, ne de siz başka anlamlar çıkartın yazdıklarımdan...

Tanımlamak istediğim ilk kelime ideoloji..

"Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü-TDK"

Hepimizin bilinçli ya da bilinçsiz dahil olduğu bir ideoloji vardır. Herşeyi adıyla bilmek zorunda değilizdir çoğu durumda. Karnım ağrıyor dediğimizde bunu tıbben açıklamak zorunda kalmadığımız gibi, bazı şeyleri yaşar, genel olarak ne olduğunu bilir ama teknik olarak detaylı bir tanımını yapamayız. Bu durumda ideoloji sahibi kişinin yani ideolog'unda  tanmını yapmamız gerekir.


"Bir felsefi veya toplumsal öğretiye sistemli biçimde bağlanan kimse-TDK"


Tanımdan yola çıkacak olursaki sistemsiz bir bağlılık ideologluktan sayılmıyor, bu anlamda bilinçsizlik sistemsizlik midir tartışmak gerekir.

İdeolojinin tanımında verilen bilgi ışığında anlıyoruz ki hükümetin, partinin, grubun bir ideolojisi olabilir ve pratikte baktığınızda olmalıdır belki de bunu da tartışabiliriz..

Peki hükümet nedir bir de onu öğrenelim.. İki tanım var TDK Sözlüğünde,
birincisi;

"Devlet işlerini yürütmekle görevli kuruluşlar ve kişiler."

ikincisi ise;

"Toplum bireylerinin iç ve dış güvencelerini ve birbirleriyle ilişkilerini sağladığı gibi onların her tür gereksinmelerini karşılayan bir ya da birkaç kişiden oluşan yasal ya da geleneksel yönetici güç."

Yani toplumda yönetme gücünü elinde bulunduran kişiler ve kuruluşlar bütünü. Yasal yollardan veya geleneksel düzene uygun olarak bu güce sahip olabiliyorlar. Ancak iç ve dış güvence ve her türlü gereksinim karşılama gibi bir misyonları var ve  bir önceki tanımdan da anlıyoruz ki bir de ideolojilerde olabilir. Gücü ideoloji yönünde kullanmak veya misyonlarını ideolojilerini benimseyenler için gerçekleştirmek ise tercih meselesi, bazen iktidarda kalmanın garantisi, bazense iktidarı kaybetmenin nedeni. Hassas bir denge..

Yasal bir sisteme dayanıyorlarsa çoğunlukla hükümetler ise geçici. Peki kalıcı olan ne? Devlet..

Devlet nasıl tanımlanıyor TDK Sözlüğüne bakalım hemen ;

" Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık: Türkiye Devleti.."

Okuyunca gülümsemeden edemedim. Oldukça manidar bir tanım Türkiye Devleti için özellikle son dönemde yaşananlar düşünülecek olursa.. Yani devlet toplumlar, hükümetler ve ideolojiler üstü bir kavram olmak zorunda. Devletin ideolojisi olamaz.. Devlet kamu kurumlarına hükmeder, topluma değil..

Devleti oluşturan unsurları tanımlara dayalı anlatmak yerine aklıma gelen bir fıkrayla özetlemek istiyorum.

"Çocuğun biri babasına devleti oluşturan unsurları sorar. Baba da: ''Ailemiz devlet,ben kapitalist rejim, annen hükümet, hizmetçi işçi, sen halk, bebek de gelecektir.'' Babasının bu benzetmesinden sonra çocuk uyur. Gece bebeğin sesiyle uyanır. Bebeğe bakar ki altını doldurmuş. Salona iner babasını hizmetçiyle uygunsuz pozisyonda yakalar ve şunları söyler: ''Kapitalist rejim işçiyi sömürüyor, hükümet uyuyor. Gelecek bok içinde. Halk ne yapsın. ""

Bir devlette yaşayan insanlar o devlet vatandaşı olmanın kazandırdığı hak ve hürriyetleri ile beraber devletin temel yapısını nereden öğrenirler? Anayasa'dan.. Peki nedir anayasa...

"Bir devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların kamu haklarını bildiren temel yasa, kanunuesasi.-TDK"


Şimdi bütün bu tanımların ışığında bir düşünelim, devlet milletler ve milletler topluluğundan oluşuyor.. Yani devletin tek bir milliyeti olmak zorunda değil. Tek bir milliyetin peşinde olmak sonu "ist", "izm" ya da "loji" ile biten idolojilerden birine dahil olmak, devleti oluşturan milletlerden birinin bir diğerine baskın olması anlamına geliyor ki bu da devletin tanmına ve dahası tarafsız devlet anlayışına pek sığmıyor. Yani hükümetlerin ideolojileri ve ırkları her ne olursa olsun devlet işlerinde bunu ön plana çıkarma veya devlet işlerini bu ideolojiler doğrultusunda gerçekleştirme lüksüne sahip değiller, olay tercih meselesi olmaktan çıktı şu durumda anasayal bağlılıkları var.

Anayasamızın özellikle itiraz edilen  ikinci maddesine bakalım şimdi;

"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. "

Bu madde neleri içeriyor..
1. Toplumsal huzur
2. Milli dayanışma
3. Adalet anlayışı
4. İnsan haklarına saygı
5. Atatürk milliyetçiliği
6. Demokratik
7. Laik
8. Sosyal hukuk

Bu anayasa yazılırken bu sekiz unsuru tek bir cümlede birbirleri ile çelişmeden toplamak için belirgin bir hassasiyet gösterildiğini düşünmek istiyorum. Öyle olmalı çünkü..Genel olarak bu anlamda tartışılıyor olmasa da, yeri gelmişken benim de toplumsal huzura, milli dayanışmaya, adalet anlayışına, insan haklarına saygıya uyulmadığına dair ciddi itirazlarım var bu ülkede.. Ancak bunları anayasaya dayandırmak şimdi aklıma geldi. Anaysanın başucu kitabım olmadığını bu nokta da itiraf etmem gerek. Olması mı gerekir acabayı da hatırlatın bir ara tartışalım..

Benim kişisel itirazlarımı bir yana bırakarak anasayanın bu maddesine itiraz edilmesin nedenlerini tartışalım istiyorum daha çok şimdilik.

Hemen ilk itirazı seslendirelim..  "Atatürk Milliyetçiliği" ifadesi. Kalsın diyenler, gitsin diyenler.. Buna karar verebilmek istiyorsak anayasayı bir kenara bırakıp Atatürk Milliyetçiliği ne ki? sorusunu cevaplamamız gerekiyor. Çünkü adından anlaşılabilecek tek çıkarım, Atatürk'ün tanımladığı bir milliyetçilik çeşidi olduğu.

Şimdi hemen bu nokta da en basit algı ve bilgi seviyesine inelim. Türklerin Ata'sı olarak isimlendirilmiş birisinin tanımladığı bir milliyetçilik, Türk olmanın en temel şart olduğu bir durumu ifade ediyor olmalıdır. Böyle ifade edildiğinde ise oldukça faşist bir yaklaşım olarak durmaktadır. O halde bu devlet temel devlet tanımına hiç uymamakta ve bünyesinde barındırdığı milletler arası bir ayırımı en temel yasasına yazmış bulunmaktadır. Ben etnik kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsam buna derhal itiraz ederim.

Bu durumda itirazın geçerliliğini anlayabilmek için Atatürk Milliyetçiliğinin ne olduğunu anlamamız ve bilmemiz gerekir.

Atatürk Araştırma Merkezi'ne ait resmi site de Atatürk Milliyetçiliği aşağıdaki sözlerle açıklanmaya çalışılmıştır.

"Atatürkçü düşünce, Türk milletini dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir toplum olarak kabul etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre, Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür; çünkü bu kişiler aynı dili konuşmakta, aynı kültürü paylaşmakta, aynı ülküyü taşımaktadırlar. Bu anlayış içinde her bireyimizin amacı, Türk milletinin mutluluğu, birlik ve beraberliği için çalışmak, bu kutsal vatanı daha güzel, daha bayındır hale getirmektir. Bu nedenle millî sınırlarımız içinde, millî benliğimizi duyarak varlığımızı yükseltmeye çalışmak, Atatürk milliyetçiliğinin esasıdır.

 
Irkçılığı reddeden Atatürk milliyetçiliği bütünleştirici, birleştirici, vatan yüzeyinde millî birliği sağlayıcı bir milliyetçiliktir. "Ne mutlu Türk'üm diyene!" özdeyişiyle kalplere millî iman perçinleyen Atatürk, aynı zamanda insanlık ülküsünün ve insan sevgisinin de simgesidir. "Biz kimsenin düşmanı değiliz; yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız."11 diyen Atatürk'tür. Bu bakımdan, Atatürkçülüğün milliyetçilik anlayışı hiçbir zaman bencil bir milliyetçilik değildir; aksine bu anlayış, insanî bir ülkü ile el ele yürümektedir. Atatürk milliyetçiliğine göre, Türk vatandaşları her şeyden önce kendi milletinin varlığı ve mutluluğu için çalışacak, fakat başka milletlerin de huzur ve refahını düşünecektir. İşte Atatürkçü düşünce sisteminin "Yurtta barış, cihanda barış" ilkesi, milliyetçiliğimizin bu insancıl yönünü işaret etmektedir."

Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan, "dikkat edin gönül bağı değil", herkes Türk'tür. Etnik kökeni her ne olursa olsun Türk'dür, Türkiye'lidir. Bu durumda kişiler arası herhangi bir ayırım söz konusu değildir. Herhangi bir ırkçı tutum da söz konusu değildir. Türküm deyince ne mutlu olacağı varsayılan topluluk için Türkiye Vatandaşı olmak dışında herhangi bir ortak yön belirlenmemiştir. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Kağıdı taşıyan herkesin okullarda Ne Mutlu Türküm diyene denildiğinde rencide olacağı bir durum da söz konusu değildir.

Öte yandan bütün Türkiye'nin eşit algı ve bilgi seviyesinde olduğunu düşünmek sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır ve öyle olması da beklenemeyecek bir durumdur. Atatürk Milliyetçiliği diye bir kavramdan yeterince bahsetmediğiniz, benimsetmediğiniz ve eğitim sisteminizi ezbercilik üzerine kurduğunuzda birikeri benim etnik kökenin başkayken Türk'üm dedirtiyorlar bana diyorsa bunun için vatandaşınızı suçlamaya da hakkınız yoktur. Altında kötü niyet aramak için Atatürk Milliyetçiliğinin bütün ülkede yaygın ve kendiliğinden anlaşılabilir olduğu sonucuna varmış olmanız gerekir. Öyle midir?

Peki Atatürk Milliyetçiliğini iki kelime olmasından öte bilmeyenlere, bildirilmeyenlere biri çıkıpta senin kökenini yok sayıyorlar, ırkını dışlıyorlar dendiğinde, irkilip, irite olduğunda, kötü niyet mi arayacağız, yoksa  karşımıza alıp bak kardeşim aslında öyle değil böyle mi diyeceğiz? Bilmiyor ya da anlamıyor diye suçlamaya hakkımız var mı?

Peki ne yapacağız anasayanın ikinci maddesindeyiz? Dakika bir gol bir..Anayasa'ya bir ek açıklayıcı kitap mı basacağız, ülke vatandaşlarının her birinin en iyi anlaması gereken, her okuduğunda kendini ait ve güvende hissedeceği bu anayasa için. Atatürk Milliyetçiliğinin ne olduğunu bildiklerini ve anladıklarını mı varsayacağız, ya da Anayasanıza Atatürk Milliyetçiliği tanımı mı ekleyeceğiz.  Yoksa biz kafa kağıdında TC Vatandaşı yazan milyonlarca insan oturup sürekli bunu mu tartışacağız.. Bir kısmımız Anayasa değişsin diyenlere kızacağız, bir kısmımız değişmesin diyenlere kızacağız. Ortak yol bulmanın, bir çare bulmak gerektiğini  hiç düşünmeyecek miyiz?

Belki de önce şuna bir karar vereceğiz, biz Türkiye'de birlik ve beraberlik içinde, huzurlu ve eşit haklara sahip bir şekilde yaşamak istiyor muyuz? İstemiyorsak zaten sorun yok, buluttan nem kapmaya, kapılmasına göz yummaya devam edebiliriz. Yok eğer istiyorsak o zaman empati kuracağız.. Herkesin eşit öğrenme hakkında sahip olmadığı bir ülkede yaşadığımızı, dahası herkesin eşit algı düzeyince olmadığını kabul edeceğiz. Anayasamızın, birlik ve berabeliğimizin algıda seçicilik gibi duruma kurban gitmesine göz yummayacağız.

Çalışmaya başladığım ilk dönemlerde bir kullanım kılavuzu yazmam gerekiyordu. Bana öğretilen ilk şey, "kullanıcının bir embesil olduğunu düşünmelisin" olmuştu. Başlangıçta oldukça irite edici olan bu söz, aslında çok doğruydu, şunu demek istiyordu "Öyle bir kullanım kılavuzu yazmalısın ki, hiç bir açığı olmamalı, bir embesil dahi okuduğundan bunu anlamalı, anlatılmak istenen dışında bir sonuca varmamalı".

Bu durumda anayasa Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın tanım ve şartlarını kapsıyorsa o zaman o da öyle olmalıdır. Anaysamıza anlamak zorundalar diye bakmayacağız. Anlatmaya çalışmayacağımız bir değişiklik yapacağız. Öyle bir şey yazacağız ki Anayasa'ya ne Atatürk elden gidiyor diye bağıracak bir kesim kalacak aramızda, ne ırkım elden gidiyor diye bağıran bir kısım kalacak..Çok mu zor bilmiyorum. Anayasa değişirdi değişmezdiyi bırakıp bu ortak ifadenin ne olduğunu bulmamız gerek yani bana göre..

Neden mi bulmamız gerek çünkü bu ifade bizi bölen unsurlardan ne yazık ki biri.. Bu bölünme de beni rahatsız ediyor, sizi etmiyor mu?

Bu ifadeye karşı olanlar hep etnik kökeni farklı olanlar mı hayır değil elbette, olayın başkaca boyutları da var.. İşimiz zor gerçekten bu anlamda.. Sorun bir tek milliyet meselesi değil çünkü, bir çok kişi Atatürkçülüğün bir ideoloji olduğunu ve bu nedenle Anayasa'da yer almaması gerektiğini savunuyor. Atatürkçü olmak ve Kemalizm çoğunlukla ayrı kavramlar gibi algılansa da, Kemalizm daha çok yabancı devletlerin kelimenin zorluğu nedeniyle Atatürkçü yerine kullandıkları Kemalist kelimesi sonucu oluşmuş bir kavramdır. Bu anlamda kalınca bir ideoloji değildir. İdeolojiye dönüşüp dönüşmediğini anlamak için ideolojinin tanımını hatırlamak gerekir.

"Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü"

Şimdi düşünelim Atatürk düşüncesine, ilke ve inkılaplarına bağlı kalmak bir ideolojinin içinde yer almak mıdır? Bir öğreti olma özelliği varmıdır? Yoktur diyebilir misiniz... Bir grubun davranışlarına yön vermekte midir? Evet. Politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dini, moral, estetik düşünceler bütünü müdür? Kısmen..

Bu durumda düz mantıkla bakacak olursanız Atatürkçülük ülkemizde mevcut haliyle bir ideoloji değildir diyebilir misiniz? Unutmayın en basit algı ve bilgi düzeyine göre düşünmeye devam ediyoruz.

Bu durumda oluşan düşünce yapısının Atatürk'e yapılmış en büyük haksızlıklardan biri olduğunun farkında mısınız? Atatürk'ü ve onun düşüncelerini bir ideoloji içine hapsederseniz o zaman diğer tüm ideolojilerle arasına bir sınır çizmiş onu bütün diğer ideolojilerin karşısına almış olursunuz. Bu da ona bütünlük sağlayıcılığını kaybettirir. Tekrar Atatürk Milliyetçiliği tanımına dönersek, "Irkçılığı reddeden Atatürk milliyetçiliği bütünleştirici, birleştirici, vatan yüzeyinde millî birliği sağlayıcı bir milliyetçiliktir" Yani hiç bir ideolojinin karşısında veya içinde değildir. İdeolojiler üzerindedir. Tüm ideolojileri ve çeşitliliği bünyesinde barındırabilecek bir bütünlük anlayışına sahiptir. İdeolojiye dönüşürse sadece bir grubun düşüncesi olarak kalır, küçülür..

O halde yine aynı noktaya geldik, anayasa'da yer alan Atatürk Milliyetçiliği ifadesinin tepki çekmemesi için daha farklı ifade edilmesi gerekir. Ne Atatürkçüleri kızdıracak, ne ideoloji sahiplerini kızdıracak, ne de etnik kökenleri farklı vatandaşlarımızı kızdıracak bir yol bulunmak zorundadır.

Atatürk düşüncesi ortak bir bilinç geliştirmeyi arzular. Tek taraflı düşünen, empati kuramayan, devrim muhafazakarlığı güden, tutucu bir bilinç ile hiç birimiz gerçek Atatürk düşüncesinin içinde yer alamayız. Atatürk'e duyduğumuz bağ manevi bir bağdır. Yasalarla sağlanan bir bağ değildir. Atatürk'ün sonradan şişirilmiş bir balon olmadığını anlamak için onu görmüş, onunla aynı savaşlarda silah tutmuş gazilerin O'nun adı geçtiğinde dolan gözlerine bakmak, o ışıltıları yakalamak yeterlidir.

Anayasa değişecek ülke ve Atatürk elden gidecek diye korkmak yerine, onun arzuladığı ortak bilinci yaratacak ve yansıtacak bir şeyler yapmak zorundayız. Bu ülkenin yetiştirdiği onca profösör, onca hukuk adamı bir araya gelip, bu ülkenin bütün renklerini içinde barındıracak, Atatürk düşüncesine ters, bütünlüğe karşı söylemlere yer vermeyecek veya dayanak sağlamayacak bir ifade bulmak durumundalar bana göre.

Bunun sağlanması durumunda, geriye kalan itirazlar gerçek bütünlüğe karşı olanların sesleri olacaktır. O zaman o seslere cevap verecekler de Anayasa'sına sahip çıkan ve onu okuduğunda aidiyet ve güvence duyan bu ülkenin insanları olacaktır.

Lütfen bir kez de bu pencereden bakın..

Fasulye

19 Ocak 2010 Salı

HERKESİN YAPABİLECEĞİ BİR ŞEYLER VARDIR...

Bu gün güncel olaylardan çok daha önemli ve etkili bir konuya değinmek istiyorum izninizle..Face Book aracılığı ile eski arkadaşlarımı bir araya toplama amacımdan daha önce bahsetmiştim. Oluşturduğumuz grupta üye sayısı çoğaldıkça, gerçekten renkleniyor ve yirmi yıl önce adı "Cumhuriyet" olan okulda aynı sıralarda oturduğum arkadaşlarımın sosyal sorumluluk anlayışları beni çok mutlu ediyor.

Doğuştan sosyal sorumlu belki de sorunlu bir yapı olan ben bu tür girişimler gördüğümde gerçekten heyecanlanıyorum. Canı gönülden destek verdiğim bu çalışmayı bu günkü yazımın konusu olarak seçtim bu yüzden..

Gayet açıklayıcı ve net bilgilerle dolu bir siteden bahsetmek istiyorum.. http://www.kitapgonder.org/

Burdan sonra sözü sitenin "Nedir? Ne değildir" başlığına bırakıyorum..

"Kitapgonder.org …

Şubat 2007′den bu yana; bünyesindeki ekiplerin, belirlenen 111 Kitap’lık öykü setini, her ay düzenli olarak köy okullarına göndermek için organize olduğu platformdur.

Öncelikle ekipler kuruyoruz; amacı tek seferlik yardımlar toplamak değil, düzenli olarak her ay bir köy okulunun temel hikaye kitabı ihtiyacını karşılamayı ilke edinmiş küçük çekirdek ekipler…


Sonrasında her bir ekip, 111 kitaptan oluşan öykü setimizi göndereceği okulunu seçiyor ve öğretmeniyle irtibata geçerek kargo ile nereye/nasıl teslim edilebileceği konusunda mutabakat sağlıyor…

Ardından ekip koordinasyonunu üstlenen arkadaşımız, ekibi adına internet kitapçısından siparişini veriyor ve hikaye kitaplarımızı gerçek sahiplerine doğru yola çıkarıyor.

Organizasyonumuzun temel prensipleri;

- İkinci el kitap toplama çalışması yürütmüyoruz
- Hiçbir ad altında tek seferlik maddi yardım talep etmiyoruz, kabul de etmiyoruz
- Önceliğimizi toplam öğrenci sayısı 100′ü aşmayan okullara vermeye çalışıyoruz
- Bir okulun öncelikle temel hikaye kitabı ihtiyacını karşılamayı hedefliyoruz"

Siteye destek olmak istiyorsanız, ilgili adreste yer alan bannerlardan birini blogunuza yerleştirebilir, ya da verilen yönlendimeler ışığında siz de çalışma ekiplerine dahil olabilirsiniz..

Fasulye.

17 Ocak 2010 Pazar

YORUMSUZ..

"Rabbinizden size indirilene uyun, O'nun berisinden bir takım velilerin ardına düşmeyin. Siz ne kadar az öğüt alıyorsunuz.-Araf Suresi (3)" - İnanlara

"Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiç bir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onların yapıp ettiklerini haber verecektir.Hicr Suresi (159)" - Peygambere

"Sizin için, dinden, Nuh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle kanunlaştırdı : 'Dini dosdoğru tutun : Onda bölünüp fırkalara ayrılmayın!' Onları çağırdığın bu tutum şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir.- Şura Suresi (13)" - İnanlara

"Kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fırkalara bölündüler.-Şura Suresi (14)" - İnanlara

"Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler, fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle övünür.- Rum Suresi (32)" - İnanlara

Hizip : Bölüm, Kısım -TDK
Fırka : İnsan Topluluğu - TDK

"İnsanlar tek bir ümmetten başka değilken ihtilafa düştüler...Yunus Suresi(19)"  - İnanlara

"De ki : "Beni dosdoğru yola Rabbim iletmiştir. Güçlü, pürüzsüz bir dine, hanif olan İbrahim dinine. Müşriklerden değildi o. Hicr Suresi (161)" - Peygambere

"Daha sonra sana şunu vahyetti ki bir hanif olarak İbrahim'in dinine uy; O müşriklerden değildi. Nahl Suresi (123)" - Peygambere

"İşte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmetdir. Ve ben de sizin Rabbinizim : O halde benden korkun. Muminun Suresi (52)" - İnanlara

"Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her hizip, yalnız kendi yakınındakiyle sevinip övünmektedir. Muminün Suresi (53)" - İnanlara

"....babanız İbrahim'in dinini esas alın. Allah sizi, önceden de şu kitapta 'müslümanlar' diye adlandırdı ki, resul sizin üzerinizde bir tanık olsun, siz de insanlar üzerine tanıklar olasınız. Hac Suresi (78)" - İnanlara

"Onlara, 'Allah'ın indirmiş olduğuna inanın' denildiğinde şöyle komuşurlar : ' Biz, bize indirilene inanırız' ve ondan ötesini inkar ederler. Bakara Suresi (91)" - İnanlara

16 Ocak 2010 Cumartesi

SİZ MUHAFAZAKAR MISINIZ?

Bir siyasi ideoloji olmasına kadar varan pek çok tanımı olmakla beraber, muhafazakar kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğünde verilen en basit anlamı "tutucu" dur. Aynı sözlükte "tutucu" kelimesinin anlamı ise aşağıdaki gibidir.

"Mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen (kimse), muhafazakâr, konservatör.- TDK"

Bu durumda bir toplumda yapılmak istenen devrim niteliğinde değişikliklere karşı koyması muhtemel ilk grubun adı "muhafazakar"dır. Bu sıfat ülkemizde yerleşik olarak sağ görüşlü gruplar için kullanılır. Muhafazakar bir aile yapısından geliyor dediğimizde aklımızda oluşan ilk düşünce, İslami gelenekler ağırlıklı yaşayan bir aile yapısıdır. Yanlışsam düzeltin. Günümüzde Türkiye'de kamplaşan cephelerden biri olan ve "Mahalle Baskısı" senaryosunun pistonu olan kişiler çoğunlukla bu kelime ile sıfatlandırılır. Bu kişilerin özellikle "Atatürk Devrim"lerine karşı oldukları ve laiklik ilkesine ters düşerek, İslamı kültürün ağır bastığı bir idari ve yaşam şeklini tercih ettikleri düşünülür.

Peki devrim nedir?

"Devrim : Yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme.-TDK"

Bu tanımda devrimin her ne kadar "evrime karşıt olarak" gerçekleştiği ifadesi yer alsa da, evrim de devrimin doğal bir sonucu olmak durumundadır. Çünkü devrim niteliğindeki hareketlerin toplumda kabul görmesi, devrimin yapılışı kadar ani ve hızlı olmamakta belirgin bir evrim sürecini gerekli kılmaktadır. Kısaca evrim değişim sürecidir.

"Evrim : Zaman içinde birdenbire olmayan, kesintisiz, niteliksel ve niceliksel gelişme süreci.- TDK"

Bütün bunları kendiliğimden düşünüp yazmış olmayı çok istemiş olmama rağmen, okuduğum bir kitabın anlattıklarından algıladıklarımı yansıtmaktadır. Her öğrenilen bilgi de kişisel hazinemizde bir evrime sebep olduğundan, aslında uzun süredir ifade etmeye çalıştığım ama bir türlü ifade edemediğim düşüncelerimin bir araya gelerek kendi evrimime bir katkı sağladığı içinde ilgili yazara çok teşekkür borçluyum.

Batı felsefe tarihinde dinamik bir felsefi sistem ortaya koyan ilk kişi olduğu söylenen Heraklietos'un dediği gibi "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir". O halde bende başlangıçta varolmayan, ancak sonradan edindiğim bilgi ve deneyimlerle oluşturduğum kendi kişisel düşünce dünyama misafir olan her yeni bilginin girişi ile yeniden düzenlemeli, bildiğim her şeyi bu yeni bilginin ışığında gözden geçirerek eksikleri tamamlamalı, değişmesi gerekenleri düzeltmeli, sağlamlaşması gerekenleri sağlamlaştırmalıyım. Bu bilgiler bazen sadece adaptasyon, bazen devrim, bazense bir evrim sürecinin gelişimine yardımcı olarak hayatımda yer alarak kendi doğrularımı oluşturmalı. Sürekli öğrenen ve gelişen bir canlı olma özelliğimi sonuna kadar değerlendirmeliyim bende bu anlamda.. Çünkü bildiklerimin ne ilk sahibiyim, ne de son sahibi olacağım.. Çok erdemli ve şık görünen bu düşünceler, benim kendime yakışırdığım ve böyle olduğundan "yüzde yüz emin olduğum" özelliklerimden biridir. Bu durumda kendimi hiç bir zaman "muhafazakar" tanımına "layık görmedim, görmem."

Koyu olarak tırnak içinde yazdığım bu ifadelerle bastıra bastıra böyle olduğumu anlamanızı sağlamaya çalıştığımı sanmayın. Tam tersi aslında bu yapı içerisinde bile ne kadar muhafazakar olduğumu anlayışımın hikayesi bir şekilde bu yazdıklarım.

Kendime ve düşüncelerime uygun sıfatlardan biri daima ve öncelikli olarak "Atatürkçü" olmaktır. Bu benim kitabımda O'nun ilke ve inkılaplarına sahip çıkmak, korumak ve onun izinden giderek emaneti cumhuriyeti ilelebet yaşatma arzusudur. Zaman zaman öfke nöbetlerine kapılacak kadar gönülden savunduğum, bu vatan uğruna seve seve canımı feda etmeyi göze alacağım gerçeğini haykırdığım anlarım olmuştur. Bu kendi içimde Atatürk devrimlerini özümseme sürecimdir. Kabullenişimin, okulda öğretilen ezberlerden sonra anlayarak sahiplenişimin bir sonucudur. Kendi içinde oluşan devrim patlamalarının evrimidir. Daha önce de anlatmışımdır. Atatürk'ü gerçekten sevmemin hikayesi onun fotoğraflarına bakarak, onu anlamaya çalışarak, onu bir insan olarak kabul edip, tanımaya çalışarak başlamıştır. Bu eğitim dönemimi tamamlayıp bir yetişkin olarak hayata atılışımın ilk dönemlerine denk gelir. Yani Atatürk'ün hayatımda ezberlenecek bilgi sınıfından çıkmasından hemen sonra.. Yaşadığım bu sürecin ardından insan olarak Atatürk kişisel merakım olmuş hakkında yazılan iyi kötü ne bulduysam okuyup onu anlamaya çalıştığım çok olmuştur bu nedenle.. Her yaptığını ezberlemek yerine neden yaptığını anlamaya çalışarak.. İlkeleri benimsemek bu sürecin doğal sonucu olarak gelişir bu nedenle benim hayatımda.

Ardından gelen haklılık sendromu ile yıllarca Atatürk karştlarına onun sözlerinden örnekler vererek, onun yaptıklarının haklı gerekçelerini anlatmaya çalışarak, ona dil uzatan herkese kahramanca göğüs gererek, kimi zaman sinirlenip söylenerek, kimi zamansa karşı tarafın anlayış kıtlığından yakınarak pek çoğumuz gibi kendimce bir mücadele içinde yaşadım. Ben bir devrim muhafızı idim. Onun devrimlerine dil uzatanlara cevap verecek kadar çok çatışma antremanı yaptım. Bir söyleyene bin söyledim. Kararlı, azimli ve caydırıcı olmak yolunda epey efor harcadım. Pek çoğumuz öyle yaptık ve hala da yapıyoruz. Ama ne kadar çok savunursak o kadar çok başarısız oluyoruz gibi hissetmeye başladım bir süre sonra.. Ben Atatürk'ü savundukça, Atatürk bu ülkede daha çok zarar gördü. Çok canımı yaktı bu benim.

Neden? Sonra bunu düşünmeye başladım, bu kadar doğru, bu kadar haklı biri neden bu kadar istenmiyor? Uzun bir süredir kendimce buna cevaplar arıyordum. İlk cevabı kendim buldum. Atatürk'e dil uzattığını düşündüğüm kişiler kimlerdi... İslam Kültürünü devlet kültürü yapmaya çalıştığını düşündüklerim. Ben neye inanıyordum "Laiklik ilkesine".. Laiklik ilkesi ne diyordu, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalıdır. Din bir yönetim şekli değildi. Ben tüm bunlara karşı olduğumu nasıl söylüyordum. Atatürk diyerek.. Onlar da ne yapıyordu, Atatürk'e saldırıyorlardı. Çünkü ben Atatürk diyor ki den ötesini söylemiyordum ki.. Ben diyorum demiyordum ki bana saldırsınlar..

Ben devlet yönetimine karışmasını istemediğin dini biliyor muydum.. Yanlış olduğunu düşündüğüm söylemlere verecek cevabım var mıydı din adına..? Din de demiyelim Müslümanlık diyelim konumuz bu çünkü.. Ben Müslümanlık öyle değildir diyebilecek kadar Müslümanlık biliyor muydum. Hayır.. Ne diyordum "Atatürk!".

Atatürk'ü Müslümanlığın karşısına kim koymuş oluyordu bu durumda?

Siz Atatürk'ü putlaştırmışsınız dediklerinde öfkeden deliye dönüp, ne alakası varla başlayan bir ton laf edebilen ben, Müslümanlık ile karşıma çıkan zihniyete peki Müslümanlık bu mudur diyebilecek hiç bir donanıma sahip değildim. Allah'a olan inancım dışında.. Bunun üzerine Atatürk diye bağırmaktan vazgeçtim bir süre, çünkü ben onu savundukça o daha çok darbe alıyordu.

Kur'an'ı incelemeye koyuldum. Bu işte bir terslik olmalıydı. Atatürk'ün Müslümanların karşısında ne işi vardı? Her ne kadar onu oraya ben koymuş olsam da, bu kadar tepki çekiyor olmasının da bir nedeni olmalıydı. Oldukça uzun bir süre Kur'an'ı inceledim, notlar aldım, anlamaya çalıştım, İlahiyatçıları okudum. Düşündüm.. Hala da devam eden bir süreçte bu davranışım.

Ancak Kur'an'da Atatürk'e karşı, Atatürk'te Kur'an'a karşı hiç bir şey bulamadığım gibi, karşıma aldığımı düşündüğüm zihniyetin eksiklerini de gördüm.  Ne gariptir ki Atatürk sayesinde Kur'an'daki İslam'ı öğrendim kendimce. İnandığım Allah'ı anladım.

Vardığım sonuç şu oldu. Atatürk ile Müslümanlık elma ile armut olmakla birlikte aslında karşı karşıya değil yanyana geldiklerinde güçleneceklerdi. Bir bütün olacaklardı, bu ülkenin vazgeçilmez iki değeri olarak ülkemde yaşanan bölünmelerin iki ana cephesini bir araya getirebileceklerdi. Oysa yaşananlar tam tersiydi. Çünkü ben Atatürk'ü Müslüman'lığın karşısına dikmiştim bir şekilde bilinçsizce ve buna suçlu olarak hiç kendimi düşünmemiştim.

"Değişim kişiyle başlar..." Benim karşı olduğum şey Müslümanlık değildi. Atatürk'ün kide değildi. Okuduğum kitapta aynen şu cümleler yer alıyordu..

"Önder beklentisi.. Sorunun burada olabileceğini hiç düşündün mü? Harekete geçmek için yüce şahsiyetler bekleme davranışının muassır medeniyetlere ait bir durum olmadığını bilmen gerek."

Ben bir Atatürkçü olarak O'nun belirlediği musasır medeniyet seviyesine ulaşmak için bir lider beklemek zorunda mıydım gerçekten.. Değişim kişiyle başlamıyor muydu işte...

Ben Atatürk'ü savunacağım diye onun ardından, onun adıyla atılmış her adımı da savunmuyor muydum ölümüne.. Peki hepsi doğru muydu gerçekten.. Devlette olmasını istemediğim İslam ideolojisi yerine O'nun ardından oluşturulmuş Atatürk İdeolojisi koymaya çalışmıyor muydum. Devletler ideolojiden bağımsız olmak zorunda değil miydi? Atatürk elden gidecek diye direndiğim ideoloji karşısında, sarıldığım ideolojiyi kabul ettirmeye çalışıyordum. Ben bastırdıkça onlar da bastırıyordu. Bölündükçe bölündük..

Sorun Atatürk ve Müslümanlık mıydı gerçekten.. Bu ülkede karşı olunanlar, benim, sizin, etnik azınlıkların, başkaca dine inanların, mezheplerin, örgütlerin temel ayrılış noktası bu muydu? Ülkemi bölüyorlar diye bas bas bağırırken bir adım daha uzaklaşmıyor muydum bende milletimden..

"Bu ülkede kamplaşma istemiyorsanız, ait olduğunuz kamplardan çıkmalısınız". Kamplar üstü bir anlayışa sahip olmanız gerekiyor. Ezelinden dikilmiş ideolojik elbiseler içinde kimse rahat değil artık. Birbirimizin üzerini başını parçalayarak bu ülkeyi bir arada tutamayız..

Ben kişisel bir evrim yaşıyorum bu günlerde.. Devrim Muhafızı/Muhafazakarı değil, Devrimin evrim sürecine katkı sağlayıcı olarak devam edeceğim yoluma, yeni bir Atatürk beklemediğim gibi, Atatürk'ü de kalkan yapmayacağım kendime.

İlk karşı olduğum Müslüman'lığın siyasete alet edilmesi.. Buna karşı koyacak kadar Kur'an biliyorum. Hayır din öyle değil böyle diyebilmek için öğrenmeye, anlamaya devam ediyorum. Bunu yapmak için Allah inancı taşımak da gerekmiyor. Eğer karşı olduğunuz bir görüş varsa önce onu öğrenmeniz, anlamanız gerekiyor.

Ben hala Atatürk'çüyüm.. Dinini anlamaya ve öğrenmeye devam eden bir Müslümanım.. Bundan sonra ideolojilerin karşısındayım.. Bu ülkenin bütün olmasını istiyorum ve bütün parçalarına canı gönülden sahip çıkıyorum.. Devrimler evrimini tamamlayana dek bundan vazgeçmeyeceğim.

Dünyaya böyle bakmayı öğrendiğinde, tüm müslüman, kürt, çerkes, alevi ve diğer kimliklerin de bir millet olmak yolunda çok büyük atılımlar yapacağına inanıyorum.

Fasulye

HAİTİ'Yİ ŞEYTAN ALDI GÖTÜRDÜ..



Oğlum birinci sınıfa gidiyor hayat bilgisi dersinde doğal afetleri öğreniyorlar. İnsanların istese de durdurmayacağı felaketlere doğal afetler denir diyor. Deprem doğal bir afettir biliyor. Aslında afet nedir kelime olarak anlamıyor ama en azından çaresizliğin farkında..

Günlerdir gazetelere göz atıyor olmama rağmen, ülkedeki siyasi depremlerden Haiti depremi hakkında çok fazla bilgiye rastlayamıyorum. Önce "İnsan" imzalı zihin yapımda benim için öncelikli haber bu oysa.. Yüzbinlerce insanın kaybolan yaşamları.. İnsanları olmayan devletlerden kime ne.. İnsanları olmayan devletlerde siyasetten kime ne..

Rastladığım yegane haber de yine beni Haiti'den kopartrıp ülkeme getiriyor. Haberin içeriği Haiti depremi ancak başlık çok tanıdık geliyor...




"Deprem şeytanla anlaşmanın cezasıymış"


Hemen bir fotoğraf geliyor gözlerimin önüne..Yine bir deprem sonrası...

"7.4 yetmedi mi?"

Bir Türk insanı açmış eline pankartı bağırıyor.. Yetmedi mi? Kendi ülkesinin vatandaşları, kendi soyunun kaybolan yaşamlarına bağırıyor? Sanıyor ki onlar ya da biz "Başka Tanrı'nın çocuklarıyız..!"

Eğer hepimizi Tanrı yarattıysa biz ateist olsak, ya da başka bir şey bu bir şeyi değiştirir mi onu anlamıyor sanırım.. Allah'ın bize gücü yetmez de yardıma mı ihtiyacı var sanıyor, bilemiyorum.

"Bir yanda gözyaşı ve felaket, bir yanda hayli tanıdık tartışma..."  diyor gazete haberin girişinde...

Bu defa başrolde ABD'nin tanınmış Evanjelik vaizlerinden Pat Robertson var.. Allah'a bizden yakın olduğunu düşünen insanlardan gelen yorumlara bakacak olursanız milletlerinden bağımsız, neden bu kadar çok ateist olduğunu anlamakta güçlük çekmezsiniz sanırım. Biri Allah'ı anlatmak onun dinini korumak ve yaygınlaştırmakla görevli bir din adamı, diğeri Allah adına kapanmış, kendi zihnindeki İslami yaşam felsefesini yaratmış ve ona göre yaşayan, bu yaşam tarzı dışındakileri dinsizden sayan bir kişi.

Söyleyin bakalım İnsanları depremlerle cezalandıran bir Tanrı'yı kim ister? Tanrı reklamın iyisi kötüsü olmaz diye mi düşünüyor? Rahman ve Rahim olan Allah, Muhammed'in veya İsa'nın ardından üzere seçici davranmıyor mu artık mesaj iletmek için? Biz Tanrı'nın vazgeçtiği çocukları mıyız?

Kutsal kitaplardan anladıkları bu kadar mı gerçekten... İnsan sevgisi, kul hakkı, paylaşmak, düşküne yardım, yardımseverlik, Allah rızası için lere ne oldu?
"Robertson, depremin "Haitililerin şeytanla antlaşma yapmasından kaynaklandığını" iddia etti. Evanjelik Hıristiyanların televizyon ağı CBN'deki 700 Club adlı programında yorumda bulunan Robertson, "Trajedinin sebebi, Haiti'de çok uzun zaman önce olan, ve kimsenin konuşmak istemediği bir şey" diye konuşarak, şöyle devam etti; "Haitililer, Fransa'nın ayaklarının altındaydı. Biliyorsunuz 3'ncü Napolyon ya da herneyse dönemi. Ve Haitililer, toplanarak şeytanla antlaşma yaparak, 'bizim Fransızlardan özgürlük kazanmamızı sağlayacaksan sana hizmet edeceğiz. Gerçek hikaye. Ve şeytan, tamam dedi, anlaştık." Robertson, Haitililerin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da bu antlaşmalarından dolayı uğradıkları lanetten kurtulamadıklarını ve belaların o gün beri ardı ardına geldiğini iddia etti. "

Allah'ın parmağı yok ki hakikaten tutsun gözünüzü çıkarsın.. Deprem veriyor diyor adam düpedüz.. Hüküm veriyor Allah adına.. Oysa biz buna "Şirk koşmak" diyoruz.. Allah'da öyle diyor.. Yok bana demiyor, kutsal kitaplarda var açın okuyun... Allah ile aracınızda böyle aracılar istemiyorsanız açın okuyun.. Din Allah ile kul arasında bir iletişimin adıdır. hesabı, kitabı sadece inananla, inanılanı bağlar.. Ne devletler atanmıştır bu göreve Allah tarafından, ne de kişiler.. Din adamlığı diye bir mertebe kutsal kitaplarda yer almaz.. Misyonerlik de islamiyette yoktur zaten..




Sakın bak sadece bizim ülkede olmuyormuş gibi züğürt tesellilerine varmayın bu yazıdan, yoksa hepimizi bir gün şeytan alıp götürecek..

Fasulye

Ne yapabilirim diyorsanız.. İyi insanların network'üne dahil olun.. Tıklayın >>

15 Ocak 2010 Cuma

SULTAN SÜLEYMANA KALMADI AMA..

Bu sabah yine gazetelere takıldı gözüm.. İsrail büyükelçimizden özür dilendiği için sayın başbakanımız ve cumhurbaşkanımız Arap ülkelerinden büyük alkış ve destek almış.. Arap gazeteleri methiyeler düzüyor.. Bir gazete Arap basınında çıkan haberlerden başlıklar ve özetler vermiş.. Başbakanımız için "sultan" lakabı kullanılmış.. "Türkiye Cumhuriyeti Sultan"ı, Cumhuriyet yönetiminde hanedanlık sürdüğünden mi acaba bilmiyorum.. Ya da biz seksen altı yıldır Cumhuriyet hayalleri görüyoruz diye mi...

Biz Atatürk ilke ve devrimlerinin yılmaz bekçileri değil miyiz, dokunanı yakarız.. Bir sosyal bilgiler öğretmeni devrimi tanımlarken en basit üç unsurdan bahsediyor ;

1. Yapısal değişim,
2. Yapısal değişimin alışılagelmişten hızlı olması,
3. Yapısal değişimin alışılagelmişten kapsamlı olması..

Geçenlerde bir kitap okuyordum, kitapta çok haklı bulduğum şu görüşe yer veriliyordu. Mustafa Kemal'in en büyük talihsizlikerinden birisi Cumhuriyet'i ilan ettiği ekipte Cumhuriyet zihniyetine sahip kimsenin olmayışıydı. Hemen hemen hepsi cumhuriyete adaptasyon göstermiş olsalarda, devrim ruhu taşımayan ve Osmanlı olmak zihniyetinden kurtulamamışlardı. Bunun en güzel örneği bir dahinin ardından gelmek bahtsızlığına sahip İsmet İnönü'nün Atatürk'ün resimlerini paralardan kaldırma teşebbüsü idi. Bu zihniyet Cumhuriyet değil Hanedan zihniyeti idi. Bu sayın İnönü'nün kötü bir insan olduğu, iyi bir lider olamadığı ve benzeri bir anlam taşımamakla beraber, Mustafa Kemal'in ardından gelebilecek aslında çok da seçenek olmadığının göstergesiydi.

Acaba Mustafa Kemal bu devrimleri bize yaşatalım diye mi emanet etti, elletmeyelim mahrem edelim, mahrum edelim diye mi.. Bizim görevimiz korumak ve kollamak değil sadece yaşatmak olmalı değil miydi..? İslam dini bu zihniyet yüzünden bu gün hala Hz. Muhammed'in getirdiği nokta da durmuyor mu.. Biz bunun adına gericilik demiyor muyuz.. Uyan Türkiye... Biz ilke ve devrimleri korumuyoruz, yok ediyoruz galiba..

Bu gün gazeteleri okurken bunları düşündüm yeniden.. Başbakanımız sultandı, bitmiyordu bakınız bir Arap gazetesi olayı nasıl veriyordu manşetten..

"Ankara İsrail'in anladığı dilden konuştu. Erdoğan, Osmanlı Türkiye'sini temsil eden ve görkemli İslam İmparatorluğu'nun genlerini taşıyan büyükelçiye yapılanı kabul etmedi."

Osmanlı-Türkiye-İslam- İmparatorluğu kelimelerini tek bir cümle içinde kullanmanızı istediğimde sizin kafanızda oluşan cümleler nelerdir bilmek isterdim. Dört kelimenin yanyana geliş şekillerinden çıkan bu anlam farkı içimi acıttı bu sabah..

Biz Atatürk Türkiye'sinde yaşama hayalleri kuran/yaşadığı sanan Osmanlı'nın torunları, İslam İmparatorluğu'nun Sultanı olan bir Başbakana sahibiz.. Neyseki bu dünya Sultan Süleyman'a bile kalmadı, bari bir umudumuz var..

Ne mutlu kim olduğunu, ne yaptığını bilene!

8 Ocak 2010 Cuma

DUR!

Buyrun bakalım bir gazete haberi daha "Bir Şarkısın Sen" isimli yarışmaya katılmak için okul asan 15 yaşın altında bir grup çocuğun hikayesi..

"Bu çocuklara yazık değil mi? Kim buna dur diyecek.!!?

TEKİRDAĞ´da bir televizyon kanalında yayınlanan ´Bir Şarkısın Sen´ isimli yarışma programının seçmeleri yapıldı. Seçmelere formalarıyla katılan bir çok öğrencinin okulu asarak şöhret olmaya koştuğu görüldü. Öğrenciler okuldan kaçıp yarışmaya katılmak için okuldan kaçtıklarını kameralara itiraf ettiler. Seçmelere okul formaları ile katılan bir öğrenci ise, "4 kişi yarışmaya katılmak için okuldan kaçtık. Öğretmenlerimizin haberi yok. İnşallah seçiliriz. Hayallerimiz bu sayede gerçekleşir." dedi. Yaşları 15'ten küçük öğrenciler kamera karşısına geçerek elemeleri geçmek için ter döktü. Elemelerde dereceye giren öğrencilerden sesi güzel olan en iyisi İstanbul'daki yarışmaya katılmaya hak kazanacak."

Gazete veryansın ediyor.. Kim buna dur diyecek? İlgili kanalın yeni yıl gecesi yegane programı bahsi geçen program üzerine kuruluydu. Çocuklar cicilerini giymişler, kimi içki masasında, kimi aile sohbetinde yetişkinleri eğlendirdiler. Bu bir çocuk programı mı? değil.. Yetişkin programı mı ? o da değil.. Daha önce aynı konuyla ilgili yazımda bunun bir çocuk istismarı olduğundan bahsetmiştim, tabi bana göre.. Peki gazeteyi tekrarlayalım, kim buna dur diyecek.. Aynı gazetenin farklı tarihlerindeki haberlerine bakıyoruz şimdi..

"Sibel Can, yılbaşı programında gözyaşlarına hakim olamadı.


Pınar Altuğ ve Erol Evgin’in sunduğu “Bir şarkısın Sen”in yılbaşı özel programına Sibel Can da konuk olarak katıldı. Birbirinden yetenekli çocuklarla düet yapan Can, çekimler srasında bir miniğin performansı karşısında gözyaşlarını tutamadı."

Sibel Can bir anne, dedim ya yılbaşı programı bütün gece aynıydı, bende izledim ara ara.. Minik kızın sesi alınmasın ama Sibel Can'dan bile güzeldi, yorumu da.. Ben Sibel Can olsam bende ağlardım..O minik kızda kendimi gördüğüm için ağlardım, o minik kızın yeteneğine hayran kalır ağlardım, o minik kızın ülkemin geleceğine katacağı daha pek çok varken, elinde mikrofon yetmiş milyonu  dinletiyor olmasına ağlardım.. Ağlardım da ağlardım.. Kolay ağlarım zaten..

"Bir Şarkısın Sen" NPİstanbul'da

Atv’de yayınlanan ve büyük bir beğeniyle izlenen Bir Şarkısın Sen müzik programında yer alan katılımcılara NPİstanbul ekibi destek veriyor.



NPİstanbul Etiler ekibinden Psk. Aynur Sayım, Psk. Leyla Arslan ve Psk. Hande Sinirlioğlu'nun destek verdiği çocukların ailelerine de anket ve form gönderildi.


Katılımcı 13 çocuk ile geçtiğimiz günlerde hastane konferans salonunda yapılan grup çalışmasında uzman psikologlar çocukların çalışmaya uyum ve motivasyonlarının son derece yüksek olduğunu belirtti.


VERİLEN DESTEĞİN İÇERİĞİ VE AMACI


İletişim becerileri, kendini ve başkalarını tanıma yeteneği, problem çözme becerileri, motivasyon ve hedefe ulaşma becerilerinin gelişimi, grup uyumu, sözsüz iletişim, duygu ve düşüncenin uyumu, problem çözme yeteneğini geliştirmek amacıyla verilen eğitimin çocuklara çok büyük katkı sağlayacağı düşünülüyor.

Çalışmayı yürüten Psk. Leyla Arslan destek programıyla ilgili bilgiler verdi:


"Çocuklara sosyal ve duygusal zekayı desteklemek amacıyla bir paket program hazırlanmıştır. Ayrıca çocukların ailelerini de tanınmak hedeflenmiştir, bireysel ihtiyaçlar tespit edilirse veya gruba uyumda sorun görülürse bireysel takip başlanacaktır. Programda, son yıllarda psikoloji biliminde öne çıkan pozitif psikoloji akımıyla koruyucu ruh sağlığı çalışmaları temel amaç olarak kabul edilmiştir.""

Gönül isterdi ki zaten doğuştan yetenekli bu çocuklar, doğal ortamlarından alınıp sahnelerde salınmak yerine, bir konservatuar ya da benzeri yeteneklerini geliştirebilecekleri bir eğitim ortamına sevkedilseler, şu renkli ekranda geceler boyu raksetmeseler.. Yine gönül isterdi ki, değerli psikologlarımız aynı uygulamaları, küçük yaşta çalışan, sokaklarda yaşayan, ailesel tramvalar geçiren çocuklara da böylesine göstere göstere yapsalar, onlarında yaşama bağlılığını, motivasyonlarını artırsalar. Gönül isterdi ki amacı güzel bir televizyon programı rating canavarlığı uğruna aynı çocukların sırtından paralar kazanmak yerine, her birine kısa tanıtım filmleri çekerek bir kez yayınlayarak, onları nasıl bir eğitme yönlendirdiklerini, bu yeteneklerini ileride en iyi şekilde ülkemize kazandırmak adına neler yapıldığını anlatan bir program olsaydı.. Olmasın demiyoruz ki.. Ülkemin aydınlık geleceği, aptal kutusundan insanların sofralarına meze olmasın diyoruz. Ya da 18 yaşın altında çocuklar bu yarışmaya dahil edilmesinler. Hadi onu da kabul etmediyseniz bari masumiyetlerine uygun şarkılar söylesinler.. Yok yok olmayacak böyle dönelim gazeteye yeniden...

Bir haber kaynağından istikrar beklemek, bir duruşu, bir bakışı olmasını beklemek, bir okuyucu olarak benim en doğal hakkım olmalıdır diye düşünüyorum.. Aynı haber kaynağı kendi düşüncesi olmasa da, ilgili programı artı duruma düşürecek ya da albenisi artıracak konuları gündemine taşıyor. Arkasından da çıkıp kim dur diyecek bunlara diyorsa, önce kendisinin bu konuda ilgili yayına verdiği pozitif desteği kesmesi gerekir diye düşünüyorum. Sen allayıp, pullayıp ortaya getirdiğin programı çocuklar aşırı benimsediler, hayal dünyalarına, geleceklerine hedef koydular diye kızıyorsan, hatta az gelişmiş ülkemin, kısa yoldan zengin olma hayallerine dalmış beyinlerinde şimşekler çaktırıyorsan bir yerde hata yapıyorsun demektir.

Aynı gazeteden bir başka haber :

"Erol Evgin, “Çocuklar istismar ediliyor” gerekçesiyle RTÜK’ün uyarı gönderdiği “Bir Şarkısın Sen” programını savundu.


“İnsan haklarının ileri olduğu ülkelerde Oscar’lı çocuk yıldızlar var. Onlar da mı istismar ediliyor! "

Aslında kendi cevabını kendi vermiş Sayın Engin, "insan haklarının ileri olduğu ülkelerde...", insan haklarının ileri olduğu ülkemizde diyememiş dili varıp belli ki... İnsan haklarının ileri olduğu ülkelerde çocuk yaşta yıldız olanların yaşadıkları dramlar ve yükselen yıldızların kayış hikayeleri de yine aynı gazetenin galerilerinde mevcut zaten.. Bir zahmet Sayın Engin'e bu konuda bilgi versinler...

Eee soruya cevap bulamadık, Kim dur diyecek bu çocuklara.. Ben desem olur mu?

Dur!

Oldu mu? Olmadı .. E siz de deyin o zaman..

Fasulye

7 Ocak 2010 Perşembe

YENİ YILIN EN GÜZEL HEDİYESİ..


Miladi yıl 2010, aylardan Ocak, günlerden 7, gazetelerden Haber Türk, köşelerden Web Günlüğü..

Teşekkürler :)

DAM ÜSTÜNDE SAKSAĞAN - 2

Durmuyor işte bu akıl ne yapayım, bakmıyayım şu gazetelere diyorum, yok elim durmuyor.. Türkiye'nin yeni ama tirajlı gazetelerinden birinin sitesinde dolaşıyorum. Ekonomi sayfalarındayım bir habere rastlıyorum.. Daha önce e-posta ile de gelmişti aynı haber.. Demek ki gazetelerin hem de ekonomi sayfalrının çoook iyi kaynakları var. E-postalar :)


Haberin içeriğinden de ilginci, ekonomi sayfasında yer alıyor olması... Başlık ise ayrı bir fecaat..Yoruma geçmeden önce haberi paylaşalım isterseniz

"TERÖRÜ LANETLERKEN DİKKAT EDİN!


Son günlerde internet ortamında e-mail olarak dolaşan bir virüs için uyarıda bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü, "Terörü lanetliyoruz. Herkesi birlik olmaya çağırıyoruz" başlıklı postalara dikkat edilmesini istedi. PKK’lı oldukları iddia edilen bir grup hacker tarafından geliştirilen PPS dosyalı e-mail açıldıktan sonra bilgisayarı çökertiyor.


Emniyet yetkililerinden alınan bilgiye göre, sanal alemde dolaşan ve terör örgütünün Avrupa’da bulunan hackerları tarafından geliştirilen bir virüs tehlike saçıyor. Vatandaşları tanıdıkları ya da tanımadıkları adresten gelen "Terörü lanetliyoruz. Herkesi birlik olmaya çağırıyoruz" başlıklı postaları açmamaları konusunda uyaran yetkililer, aynı şekilde msn üzerinden "laneththeteror@hotmail.com ve laneththeteror@hotmail.com" adresli kişilerin arkadaşlık tekliflerini kabul edilmemesini istediler.

Postanın içinde bulunan pps(Powerpoint) sunusunun açıldığı anda tamamen zararsız görünen bir Powerpoint sunusu eşliğinde sözde terör karşıtı resimler ve yazılar çıkıyor. Ancak alt bölümde bilgisayarın çökmesini sağlayacak programını hazırlayan sunumun son bölümünde ise terör örgütü PKK tarafından yapıldığını ve tamamen aldatmaca olduğunu içeren Türkiye karşıtı bir resim ile (Bölünmüş Türkiye ve Kürdistan haritası) bilgisayarınızdan bütün veriler silinmeye başlıyor. Aynı anda msn programına da sarktığı belirtilen virüs, silme işleminden hemen önce msn ve e-posta listenizdeki tüm arkadaşlarına da aynı içerikli bir e-mail gönderiyor.

Emniyet yetkilileri bu tip uzantılı dosyaların açılmadan silinmesinin gerektiğini vurgularken, özellikle de kamu kurum ve kuruluşlarının bilgisayarlarından kesinlikle açılmamasını istediler."

İlkin inanmakta zorluk çekiyorum okuduklarıma, "...internet ortamında e-mail olarak dolaşan bir virüs için uyarıda bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü".. Vaay diyorum Türk emniyetine bakar mısınız.. asayiş-i berkemal etmiş, yetmemiş, internette dolaşan virüslere müdahale ediyor.. Yetinmez kahraman Türk polisi yarın öbür gün vucudumuzdaki mikroplarla da savaşmaya başlar.. Polis Akademisi tüm bu işler yüzünden, on onbeş yıla çıkar herhalde.. E kolay mı, hem suçluyla uğraşacaksın bi polis eğitimi alacaksın, yetmeyecek virüsle uğraşacaksın bilgisyar mühendisi olacaksın, o da yetmeyecek altı yıl da tıp okuyacak mikroplarla savaşacak.. Mezun olanı emekli edecekler tabi ondan sonra... İnanamadım tabi.. Gittim Emniyet'in sayfasına baktım.. Sitede epeyce bir dolaşmama rağmen yok bir şeye rastlamadım..Eminiyet bu açıklamayı e-posta listesine üye olanlara gönderdi belki.. Eminyet Fan Club üyelerine, bana gelmedi zira..

".... PKK’lı oldukları iddia edilen bir grup hacker tarafından geliştirilen PPS dosyalı e-mail açıldıktan sonra bilgisayarı çökertiyor." Bakar mısınız PKK ve PPS, bir terör formatı ve dosya formatı ne kadar benziyor değil mi..

Şimdi ortada dolaşan bir Power Point Sunum dosyası var, bu bilgisayarı çökertiyo..

Bunu hazırlayanlar PKK'lı hacker lar, yok yok ondan da emin değiliz iddia ediliyor. Yani bir de iddia eden bir grup var ortada.

Bizi kim uyarıyor Emniyet Genel Müdürlüğü..

Biz bunu nerden öğreniyoruz, ekonomi sayfasından..

Sonuç ne terörü lanetlerken dikkat edelim..

Mesajın içindeki detaylara girmiyorum bile.. Onları da siz kendiniz yorumlayın.. Benden bu kadar..

“... özellikle de kamu kurum ve kuruluşlarının bilgisayarlarından kesinlikle açılmamasını istediler
Hayır, hayır, bir şey söylemeyeceğim..:)

Yarın öbürgün domuz gribi adında bir bilgisayar virüsü dolaşmaya başladığında da, Sağlık Bakanlığından bir açıklama bekliyorum ona göre..Tüm bilgisayarları aşılamak icabedebilir zira...

Seni Seviyorum Türkiye


Fasulye