26 Ekim 2011 Çarşamba

SENE 2011, MEVSİM SONBAHAR

Sene 2011, mevsim sonbahar..

Büyük umutlarla başladığımız aydınlanma çağının on bir yılını geride bırakmış durumdayız.Dijital kıyamet olacağını sandığımız ama, şimdi nasıl çözüldüğünü bile hatırlamadığımız iki binli yıllara korkulan gibi sayısal ve takvimsel fireler vermeden sağ salim geçiş yaptık.Bilgisayarlarımız şimdilerde yeni çağa çoktan ayak uydurmuş durumda. 1999 yılına ait dijital bilgiler ise on yıllık zaman aşımını çoktan aştılar bile, tıpkı 1999 yılında yaşadığımız depremin anıları gibi..

Bir kaç ay sonra, binlerce yıl önce belirlenmiş, inanması güç bir takvime göre bu defa insanlığı bekleyen bir kıyamet dönemine gireceğiz. Ezoterik kaynaklara göre, bu aslında ademoğlunun cenneten inişiyle başlayan bir gerileme döneminin son evresi.Yani sonun başlangıcında, asıl aydınlık ve akıl çağına yolculuk ediyor durumdayız. İnsanlardan önce insanlığın bittiği bir son bekliyor hepimizi. Ortalama otuz yıl sürmesi beklenen bu evrenin sonunu görebilecek miyiz belli değil.

Sene 2011, mevsim sonbahar...

Yaklaşan kurban bayramı öncesi, ülkemde her gün çoğunlukla güvenlik güçlerimiz, ara sıra da siviller teröre kurban gidiyor. Evlerinden düğüne gitmek için, neşe içinde ayrılan genç kızlarımız, güvenlik güçlerinden sanıldıkları için, önce mermilerle delik deşik ediliyorlar. Bedenlerine isabet etmiş seksen mermi bulunuyor. seksen merminin yarattığı tahribat yeterli görülmüyor olmalı ki, aracın içine birde el bombası atılıyor.  Bedenler seksen parça, yürekler seksen parça... Seksenlerin sonuna geldiğimizde ülkemin geldiği hal gibi..

Henüz ergenliklerini tamamlamamış, ancak rüştlerini ispat ettikleri varsayılan gencecik oğullarımız, belki davul zurnalarla gönderildikleri asker ocağından, henüz yaşları kemale eremeden kefenle dönüyorlar. Biraz şansları varsa sadece yaralanıyorlar ya da hayatları boyu onaramayacakları derin ruhsal yaralarla "özürlü" bırakılıyorlar. Bizimse yaşananlar için herhangi bir "özür"ümüz yok.

Başkentin göbeğinde bir sabah dumanlar yükseliyor. Bir çayocağının penceresinden atıldığı idda edilen tüpten olduğu söylense de, gökyüzünde tüten dumanın söndürdüğü ocakların bir terör saldırısından kaynaklandığı açıklanıyor ve bu güne gelene kadar unutulup gidiyor bile. Bir daha kimse dönüp "ne oldu sahi o olayın sonunda?" demiyor.

Tıpkı geçtiğimiz senelerde sokaklarda açlık grevi yaparak, ekmek paralarından olan Tekel işçileri, yaptıkları işin neredeyse gereği olarak göçük altında kalarak hayatlarını kaybeden maden işçileri, yapılan açıklamalardan anladığımıza göre, herkesin haberi olduğu halde sessizce olmasına izin verilen ve üst üste yaşanılan çocuk istismasları gibi hepsi bir bir siliniyor hafızalarımızdan. Zaman unutmanın en iyi ilacı oluyor.

Eşlerinden şiddet gördükleri için güvenlik güçlerinden koruma isteyen, ama cana kasıt içeren bir eyleme henüz dönüşmediğinden sağlanamayan koruma yüzünden gazetelerin üçüncü sayfalarından ölüm haberlerini okuduğumuz kadınlarımıza rağmen ve ülkede hemen hiç bir şey anayasaya uygun yapılmazken, kızlık soyadını kullanmasına (evlenmeden önceki değil, bekaretini kaybetmeden önceki duruma kızlık denir biliyorsunuz) anayasa mahkememizin ailenin kutsallığını zedeleyeceği gerekçesi ile izin verilmeyen kadınlarımız... Şehit analarınımız.. Ayaklarının altında cennet bulunanlar.. Allah'ın güzel Kur'an'da "Yoksa Allah yarattıklarından kızları kendine ayırdı da, oğullarla seçkinleşmeyi size mi bıraktı? (Isra Suresi -16)" dediği bu günün Ilımlı İslam ülkesinin, yarının cennetindeki hurileri olacak kadınları. "Rahman'ın kulları olan melekleri dişiler saydılar. Onların yaratılışına tanık mıydılar? Tanıklıkları yazılacak ve sorguya çekilecekler (Isra Suresi-19)"

Ancak dış kabukla uğraşan ve içle uğraşmayı aklına bile getirmeyenlerin elinde, gerçek değerinden sapan ortak değer ve öğretilerimiz ne yazık ki artık uyandırmaya değil, uyutmaya yarayanlar haline geldiler.

Sene 2011, mevsim sonbahar...

Dijital kıyametten, insani kıyametimize doğru yaptığımız yolculukta bu ülkenin görüğü en büyük depremlerden biri .. Van.. 7.2...

Karışmış kafalarımız, birikmiş öfkelerimiz, örselenmiş cesaret ve doğruluğumuz, kabuk bağlamış tüm ortak değerlerimizle, hala kesin sayısını bilmediğimiz ölü bedenlerin sayısına eklenen her yenisiyle gözyaşlarına boğulmuş, şaşkınlık, çaresizlik ve acımız var elimizde.

İnsanların ve insanlığın sonuna yaklaştığımızı söyleyen Maya Kehanetlerine gülüp geçiyoruz. Kabuk bağlamış inanç ve yüreklerimizle, Amerikan filmlerinde bolca gördüğümüz, kuyruklu yıldızın çarpmasıyla yok olacağımız bir son sanıyoruz belkide kıyameti. Geçenlerde okuduğum bir yazıda asıl kıyamet/deprem sırasız ölümlerdir diyordu oysa.

Ülkesinde, milletine her türlü hizmeti tamamen öz kaynakları ile bedelsiz ulaştırmış bir devrim liderinin, Avrupa ülkeleri veya Amerikan liderlerinin bireysel sapkınlıktan yana ondan bir farkı varmış gibi (oval oda veya bayan eskort hikayelerini hatırlamanızı istiyorum) kanlar içinde izlemekten, izletmekten, bir katliamı zafermiş gibi sunmaktan ve algılamaktan çekinmiyoruz. Castro ve Che'nin ülkelerinde hala bir kahraman olduklarını hatırlamıyoruz.

Töre adı altında gerçekleşen yöreden yöreye değilen şiddet eğilimlerinden kaynaklanan vahşete ve ülkemde kokuşmuş siyasetten kaynaklanan kurumsal çürümenin sonucu olarak yaşanan, yaşatılan dehşet ve haksızlıklara girmiyorum bile.

Sene 2011, mevsim kışa dönüyor...

13 yaşında bir çocuğun enkaz altında, omuzunda çoktan soğumuş ve sertleşmiş bir bedenin eliyle sessiz bekleyişini izledik basından. Bütün ailesinin depremden kurtulduğunu, ancak onun çocukça bir heves ve heyecanla girdiği o internet cafeden ancak kurtarma ekipleri tarafından çıkarılışına şahit olduk.

Hayatının ortalama son kırk sekiz saatine şahit olduğumuz Yunus, henüz ambulanstayken canını teslim etti ve hepimizin hafızalarında, gecenin karanlığında, soğuk enkazın ağırlığı altında kurtarılmayı bekleyen bakışları kaldı.

Yunus eğer yaşasaydı bundan belki beş, belki on sene sonra, belki de bu gün teröre kurban giden onlarca mehmetçiğimizden biri olacak, belki de ülkesine değer katan pırıl pırıl bir insan olacak ya da belki de devlet deprem yaralarını sardığına kanaat getirip bölgeden el çektikten sonra, aynı daha önce olduğu gibi bölgede kaderine terkedilmiş ve oğullarını terörist olmaları için terör örgütüne kaptırmış ailelerden birinin kayıp çocuğu olacaktı.

Ama bunların hiç biri olmadı, o yetmiş milyonun gözünün içine baka baka adını deprem kurbanlarının adlarının arasına yazdırdı.

Sene 2011, mevsim kışa dönüyor...

Bugünkü gazetelerde deprem bölgesine yardım için gönderdiği montun cebine koyduğu geçmiş olsun mesajına üç gün sonra cevap alan bir vatandaşımızın hikayesi anlatılıyordu. Vatandaşımızın ismini, cismini bilmediği bir diğer vatandaşımıza uzattığı yardım eline, bugün herkesin içini ısıtan aşağıdaki cevap yazılmıştı.

"Bir gün düşersen, ben de seni kaldıracağım."

Günlerdir tartışması süren, birbirini hayatları boyunca hiç görmemiş insanların, birbirleri hakkında önyargı sahibi olacak hiç bir bilgileri ellerinde olmadan, ismini, cismini bilmedikleri insanlar hakkında ülkenin sıcak gündeminden yola çıkarak yaptıkları yakıştırmaları konu alan haberlerden sonra, ne sonbahar, ne Arap baharı ne de diğer yalancı baharlar değil, bu haber bir bahar sıcaklığı ve umudu yaydı içimize.

Sene 2011, mevsim kışa dönüyor, yarından itibaren doğu bölgelerimizde kar başlayacakmış. İki trafik lambası arasında talan edilen tırlara, terör örgütünün eline geçen tüm yardım çabalarına, elllerinde çadır olduğu halde vatandaşa veremedikleri için istifa eden köy muhtarlarına ait haberlere rağmen benim hala umudum var. "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey!"

Otuz yılda sürse, bin yılda sürse, aydınlanma ve akıl çağını yaşayacak insanoğlu, O zaman insanlar yaşarken, insanlık ölmeyecek. İnsanlar ölse bile, insanlık dimdik ayakta durmaya devam edecek. Cenetten kovulan yegane şey kötülüğün kendisi olacak.

O zaman insanalar, nasıl sona erdiğini bile hatırlamadıkları bir kıyametten konuşuyor olacaklar. Kurulan medeniyetlerin efsanelerinde bu günlerde yaşadıklarımızın izleri olacak.

Sene 2011, mevsim sonbahar..

Ülkemdeki karanlıkta ara sıra da olsa parlayan aydınlığın ışığında ütopyalarıma gerçeklik kazandırmaya çalışıyorum.

Lütfen yardım edin, orada kimse var mı?

"Hiç kimse yumrukları sıkılıyken net düşünemez"

Fasulye

20 Ekim 2011 Perşembe

İÇ SAVAŞIM

Dün sabahtan bu yana her an şiddete dönüşebilecek bir öfke ile krize dönüşebilecek ağlama hissi arasında gidip gelen son derece depresif ve huzursuz bir ruh hali içindeyim. Kendimi kah gecenin birinden, sabahın beşine kadar kan ve barut kokusu içinde çatışan askerlerin, kah haberi duyupda kendi evladının acı haberini almaktan korkarak bekleşen ve kapıdaki o askerle bir açıklama bie yapılmasına bile gerek kalmadan durumu anlayan acılı ailelerin yerine koyuyorum. Gözümün önünde canlanan bu görüntülere çaresizlik içinde kıvranıyorum. Bütün bu iniş çıkışlar içerisinde kendimi rahatlatmak için face book vb sosyal paylaşım sitelerinde hislerime tercüman olan en keskin ifadeleri seçerek paylaşıyorum. Kendi ifadelerimi ortaya koymakta zorlanıyorum, çünkü dudaklarım öylesine kilitli ve içim o kadar acıyor ki, burnuma kan kokusu gelecek kadar içselleştirdiğim bu acı olay karşısında ne söyleyeceğimi ve ne yapacağımı bilemez bir durumdayım.


Bir yandan korumaya çalıştığım yarı bilinçle kendimi gözlemlemeye çalışırken, diğer taraftan çevremdekilerin, hükümetin tavır ve açıklamalarını takip etmeye çalışıyorum. Kafamın ve yüreğimin içi o kadar karışık ki, aslında doğru düşünemiyor olduğuma kendimi ikna etmeye çalışırken, öte yandan keşke gidipte o soysuzların peşine bende düşsem gibi akılcı olmayan öfke dolu sonuçlara varabiliyorum bir anda.


Yine de paylaştığım ve kullandığım ifadelerin amacından sapmamasına gayret göstermem gerektiğini düşünürken, öte yandan sosyal duvarıma yansıyan tüm paylaşımları bu gözle de değerlendirmeye çalışıyorum. Giderek karışan kafamın çindeki sorulara kendimce cevapları henüz üretememekle beraber, uzun süredir görmediğim bir birlik ve beraberlik, hepsinden öte gözler önüne serilen bu tek sesliliğe gidiş karşısında umutlanıyorum ve kaybettiğimi sandığım o mutluluk verici aidiyet duygusunun yenicen canlanmasına seviniyorum.


Özetle olayın her boyutuna müdahil olma ve ışığı kaybetmeme adına sürüp giden bir telaşe içerisinde duyduğum gördüğüm her şeyi akıl süzgecinden geçirme, bende yarattığı duygusal tepkileri kontrol etmeye çalışma çabasında olmama rağmen kimi zaman bir anda gözümü karartıp, gerçeklerden uzaklaşarak aslında belkide hisettiğim huzursuzluk ve suçluluk duygusunu da yok etmeye çalışıyorum.


Bugün akşam üzerine ülkemdeki bu iç savaş hali içimde bambaşka bir savaşa dönüşerek devam etti durdu. Ta ki içinde boğulduğum gündeme dair ne var merakımı yenemeyerek sürekli takip ettiğim gazetenin adresini internet tarayıcıma yazarak enter tuşuna basana kadar. O anda gördüğüm fotoğraf karşısında önce dehşet, ardından şiddetli bir kusma hissiyle hızla kapattım sayfayı. O saniyeler içerisinde Muammer Kaddafiye ait olan o kanlı yüz hafızama çoktan kazınmıştı bile. Gözlerindeki korku ve dehşet ifadesi gözlerimden önünden bir türlü silinmiyor ve mide bulantım giderek artmaya devam ediyordu. Takip eden bir kaç saat içerisinde kafamdaki karmaşa ve gözümden silmeye çalıştığım bu görüntü ile birlikte, tabiri caiz ise kısa bir bilinç kaybı ile devam etti. Dünden beri içselleştirdiğim tüm şehit haberleri ve görüntülerinin üzerine bu manzara birbirinin içine geçmiş, şehitlerin cansız bedenlerinin görüntüsüne dönüşmeye başlamıştı gözümün önünde.


Eve döndüğümde gazeteyi yeniden açamadığım için göz gezdirdiğim sosyal paylaşım sitelerindeki öfke patlamaları yeterince keskin ve can yakıcı ifade kalmadığından artık hakarete uzanmaya başlamıştı. Sanal şiddet giderek çirkinleşiyordu, içim acıyordu ve midem bulantım kesilmeden devam ediyordu.


Derken bir arkadaşımın duvarında liselerdeki öğrencilerin müdürleri eşliğinde bu gün sokaklarda yürüyüş yaptıkları ve bundan çok endişe duyduğunu belirten ifadelerini okudum. Bu öğrencilerin kanlarının kaynadağını ve bu şekilde olaya dahil edilmelerinin hepimizi üzecek sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekmeye çalışıyordu bir anne olarak.


Kaddafi nin o fotoğrafı yayınlanmak ve saatler boyunca manşetlerde bırakılmak zorunda mıydı gerçekten? Gençler, şehitler, cesetler, kan kokusu.. Mide bulantısı ve baş dönmesine dönmeye başlamıştı artık iyice.


İntikam değil, katliam istiyoruz yazıları geldi bir bir gözümün önüne ve yine o fotoğraf.. Bunu mu istiyoruz sahiden.. ?


O an kararımı verdim, bu öfke ve sancının beni bir canavara dönüştürmesine izin vermeden sakinleşmeli ve daha yapıcı düşünmenin bir yolunu bulmalıydım acilen. O fotoğraftaki kişi her kim olursa olsun, ne bu sonucu doğuracak bir davranışta doğrudan bulunabilecek, ne de bu tür bir davranışla sonuçlanacak bir eyleme dolaylı yollardan katkıda bulunacak biri asla değilim ben.


Suskunluk ve sağduyu ile mücadele ve şiddet arasındaki çizgiyi henüz çizemiyor olmamızın tek açıklaması henüz şoktan çıkamamız olmamızdı. Neden 1,2,3,5,13 şehit değilde 24 şehit verdiğimizde bu tramvaya tutulmuştuk bir anda? Toplamda kota aşımı mı sebep olmuştu buna, yoksa neredeyse alışmaya başladığımız günlük şehit haberlerinin buncasını bir arada duymak mı panikletmişti hepimizi bilmiyorum.


Bir lider beklentisi ve Mustafa Kemal hasretini dile getiren satırları okudukça, O'nun ilelebet payidar kalacak cümlesini ömrü değil Cumhuriyet için kurduğunu, ve emanet ettiği bizlerin birer Mustafa Kemal olma potansiyeline sahip olduğumuzu düşünerek kurduğunu anlatmak istiyorum uzun uzun.


Öfkesi yürüyüş ve mitinglerde kontrolden kolayca çıkabilecek gençlerin ve biz sandıkta oy kullanma ehliyetine sahip yetişkinlerin beklenildiği gibi kışkırtmalara alet olmadan ve şehit kanlarına eklenecek yeni acılara sebep olmadan tepkimizi dile getirebileceğimizi umuyorum şimdi sadece. Aksi durumda, öfkemizin asıl hedefi olmayan ve asli görevi asayişi sağlamak olan güvenlik güçlerimizle, yani kendi kendimizle çatışmak durumunda kalacağız. Onların hükümetin maşası değil, bizler gibi kafası karmakarışık olmuş ve şehit olma potansiyeline sahip, üç kuruş maaşla, sadece görevini yapmaya çalışıyor olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini hatırlamamızı diliyorum.


Siyasi politikası her ne olursa olsun, tek yürek ve tek ses olmuş bir millet karşısında hiç bir hükümetin koltuk kaygısıyla bile olsa karşı durabileceğine inanmıyorum.


Mustafa Kemal'i özleyen tüm dostlarıma, onun milli mücadeleyi tek başına kazanmadığını hatırlatmak istiyorum yeniden. Hiç bir durumda doğukkanlılığını kaybetmediğini, her ne düşünceye sahip olursa olsun karşısındaki insanın gözlerine bakmaktan vazgeçmeyerek, herhangi bir şiddet eyleminde bulunmadığını söylemek istiyorum.


Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda yapılacak bir hükümet istifasının şu andaki soruna bir çözüm olmayacağını ve bunun ancak yeniden sandık başına gidildiğinde ya da bu sorunun üstesinden geldiğimizde gündeme getirelecek bir konu olduğunun altını çizmek istiyorum. Şimdi ihtiyacımız olan şey beğensek de beğenmesek de seçilmiş hükümeti terörle mücadeleye değil, terör sorununu kökten çözmeye ikna etmek olacaktır.


Bu gün sona erdiğinde henüz içimdeki savaşı kazanamamış olsam da, ben Kaddafinin son anlarını resmeden o karede hiç bir canlıyı görmek istemediğimden adım kadar eminim.
 
Fasulye

15 Ekim 2011 Cumartesi

GÜN BATTI, TAVUK YATTI

Geçtiğimiz günlerde yönettiği bakanlık nedeniyle olsa gerek doğal olmaya özen gösteren ve medeniyetin zincirlerini kırarak saç sakaldan simasını seçemediğimiz Taner Yıldız düşüncesini dile getirdi hatırlarsanız.


"Yaz saati uygulaması ile alakalı saatlerimizi ayarlayacağız. Ülkenin geneliyle alakalı enerji sektörü açısından baktığımızda fotoğraf nasıl gözüküyor bunu arkadaşlarımla paylaştım. Bu tartışmaya açık bir fikir. Sanayicimiz, esnafımız, tüccarımız şuanda zaten uyguluyorlar. Hatta bir kısmı batılı ülkelerde gün ışığıyla beraber saat 6 ise 6, 7 ise 7, her ülkenin kendisine has gün ışığı var. Kuzey'e gittikçe değişiyor, Güney'e gittikçe değişiyor. Bizim ülkemizin bir meridyeni, bir paraleli var.


Sonuçta hayatımızda zaten pratikleri yaşadığımızın resmiyetle sistematize edilip edilemeyeceğiyle ilgili bir konudur bu. Bu enerji açısından ortaya koyduğumuz bir fikirdir. Bugün bakıyorum bazı yayın organlarında alınmış bir karar. Toplumda tartışmaya açılacaktır. Sonuçta ne kadar rağbet göreceği ortaya çıkacaktır ama enerji sektörü açısından bakıldığında ve bir kısım çalışmalarla gün ışığının insan üzerinde oluşturulduğu psikoloji açısından bakıyorum. Bundan daha fazla yararlanmak adına toplum eğer 5 buçuk, 6'da gün ışıyorsa ve daha sonra mesaiye başlayabiliyorsa enerji sektörü olarak, bundan enerji verimliği olarak daha fazla yararlanacağız demektir. Bizim daha çok çalışmaya ihtiyacımız var. Bu karar konuşulmuş bir konudur. 1 saat sonra başlayacak mesainin daha verimli olacağını düşünüyorum."


Bu günkü gazetelerde de bir kısım holding patronlarından bu düşünceyi destekleyen açıklamalar geldi.. Aslına bakarsanız kanımca traş olmaya bile fırsat bulamadığı belli olan bakanımızın aslında güne bir saat erken başlamasını ben de kendi adıma onaylamıyor değilim. Hatta düşününce aslında bunun enerjiden başka nelere hizmet edebileceğini de az gelişmiş zihniyetler ülkesinin paranoyasına ermiş bir vatandaş olarak bir çırpıda sayabildim.. Eğer bakanımızın açıklaması sizin için ikna edici olmadıysa bir de benden dinleyin bakalım ikna olacak mısınız?

Hayatın pratiği açısından ; Birincisi sabahın altısında mesaiye başlamak için en geç sabahın dort buçuğunda kalkmanız gerekecek. E hazır uyanmışken bir de sabah namazı kılabilirsiniz. Zaten bakanımızın da belirttiği gibi hayatımızda pratikte katılan durumlardan biri bu olsa gerek diye düşünüyorum. Çünkü her birininkini tek tek Allah kabul etsini sabah namazına kalkan pek çok kişi ardından uyumayı tercih etmiyor. Sabah namazına kalkma gafleti göstermeyen kalan cemaatinde bu şekilde namaza dahil olması sağlanabilir. Hatta bu durumda sabah işimize, çocuklarımız okula cemaatle sabah namazı kılarak başlayabilirler.



İnsan psikolojisi açısından ; Sabahın dört buçuğunda kalkacağımıza göre, bir insanın ortalama günde sekiz saat uyku ihtiyacından yola çıkacak olursak akşam sekiz buçuk da da uykuya geçmiş olmamız gerekecek. Bu bize ne sağlayacak, gece hayatı diye bir şey kalmayacak.. Cumartesi de çalışacağımıza ve hatta holding patronlarının aklına uyup pazarda çalışırsak o zaman zaten bırakın geceyi gündüz de hayat diye bir şey kalmayacağından.. Alkol tüketimine çanak tutan gece esnafı zaten batacak..Boylelikle alkol zaten otomatik olarak hayatımızdan çıkacak.. Televizyonlarda izlediğimiz ve toplumsal ahlakımızı bozan yayınları izleyemeyecek, haberlere kadar dahi ayakta kalamayacağımızdan ülkede neler olup bittiğini duyamayacağız, ve gereksiz çem çem edip başımızı belaya da sokamayacağız. E sosyal hayat diye bir şey de kalmayacağından zaten otomatik olarak masraflarımızda elektirik faturalarından başlamak üzere büyük bir düşüş gözlencek..


Bütün bunların neticesinde ülke ekonomisine sağlayacağımız katkının yanısıra iman gücümüzde de artış olacağından ki başlamışken yatmadan da yatsıyı kılarız herhalde.. Toplumsal refah ve huzura hep birlikte ermiş oluruz diye düşünüyorum. Gayri Saf-i Milli Hafsalası yüksek bir toplum olma yolunda bundan daha iyi bir yol düşünemiyorum bile..


Bir taşla binlerce kuş vurulabildiğini bize gösteren bakanımızın zekası önünde saygıyla eğiliyor, hepimizin gözlerinden tek tek öpüyorum..


Türk Milleti zekidir.. !

Hamdolsun Türküm diyene !

Fasulye