3 Mayıs 2012 Perşembe

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (4)



Şimdi yeniden Serdar Kaya'nın çalışmasına dönelim ve Nutuk eşliğinde ilerlemeye devam edelim.


Mustafa Kemal Nutuk'da TBMM'nin açılış hikayesini anlatırken "HÜKÜMET KURMA İŞİ" başlığı altında aşağıdaki cümleleri kuruyordu.


"Osmanlı Devleti ve halifelik yıkılmıştı. Artık, yeni temellere dayalı, yeni bir devlet kurmak gerekiyordu. Ama bu düşüncemi o zaman söylesem, ortalık büsbütün karışabilirdi. Çünkü milletvekillerinden bir çoğu, padişah ve halifenin suçsuz olduğuna inanıyordu. Hatta bir kısmı, halifelik ve padişahlık makamı ile bağlantı kurup İstanbul hükümeti ile uzlaşmak niyetindeydi.


Hükümet kurmakla ilgili bir öneri de bulunmadan önce, Meclis'in genel eğilimini göz önünde bulundurma zorunluluğu vardı. Bu yüzden asıl düşüncemi gizleyerek bir önerge verdim"


Bu önergeye göre kurulacak hükümette bir padişah vekili ya da dengi olmayacaktı. Padişah ve halife zordan kurtulduğu zaman, meclisin koyacağı yasal kurallar uyarınca durumunu alır notu ile önerge tamamlanmıştı.

Kurulan hükümete rağmen henüz tabanın padişahı gözden çıkaramayan Mustafa Kemal acaba gerçekten Serdar Kaya'nın belirttiği gibi Sultan Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenme talebinde bulunup rededildiği için mi sonrasında Vahdettin hakkında sakınmadan düşüncelerini sarf ediyordu, yoksa daha önce de söylediğimiz gibi koşullar mı bunu gerektiriyordu? Resmi bir belge ile ispatlanabilir olmayan bu durum için küçük bir araştırma yapalım.


1894 yılında Ortaköy Sarayında doğan Sabiha Sultan'ın evlenme çağının gelmesiyle bir çok talibi çıkmıştı. Hatta bu talipliler arasında İran Şahı Ahmet Kaçar Han'da vardı.


Harbiye Nazırı Enver Paşa'da Vahdettin'in kardeşlerinden Süleyman Efendi'nin kızı Naciye Sultan ile evlenmiş ve böylelikle saraya damat olmuştu. O dönem başarılı askerlerin Osmanlı hanedanına katılmaları bir gelenek olmuştu.


Salih Fansa, Mustafa Kemal'in yakın arkadaşlarındandı. Paşa, Fansa ve eşinin Beyoğlu'ndaki konağına sıkça misafir oluyordu. Fansa bir gün dost konuşmaları sırasında Mustafa Kemal'e evlilik konusunu açar, artık iyi bir izdivaç yapıp, yuva kurmasını söyler. Yıllardır cepheden cepheye koşmuş artık yaşı 40'a yaklaşan ve hala yanlız yaşayan Mustafa Kemal'in kulağına zaman zaman Sabiha Sultan ile yakıştırıldığı da geliyordu.


Bir gün Vahdettin'in yeğenlerinden Muhibe Hanım, Selma Fansa'yı ziyaret eder ve Padişah'ın kızını Mustafa Kemal Paşa'ya vermeyi istediğini iletir. Paşa'nın fikrinin sorulmasını istediğini söyler.


Fansa'la konuyu Paşa'ya açar, Mustafa Kemal ise "O halde Sabiha Sultan buraya gelsinler" der. Tabi ki bu mümkün değildir. Paşa'nın cevabını öğrenen Muhibe Hanım "Bir sultan saraydan çıkar da, buraya nasıl gelir? Padişah kızı ayağa gitmez" der gülerek.


Mustafa Kemal ise netdir : "Ben bu memlekete büyük hizmetler ettim. Yarın daha da büyük hizmetler edeceğim. Saraydan bir başka yerde görsem ne çıkar?" (Gazeteci yazar Yılmaz Çetiner'in "Son Padişah Vahdettin" adlı kitabından alıntıdır)


Mustafa Kemal'inde, Sabiha Sultan'ı beğendiği düşünülüyordu. Paşa yakınlarına Sabiha Sultan hakkında "Zeki ve çok güzel bir kız. Keşke bir sultan olmasaydı." der.


Mustafa Kemal konuyu doktor Rasim Ferit Talay'a açar, evlenme işini sorar. Talay ise Sabiha Sultan ile evlenmesine karşıdır.

"Bir sultanla evlilik hayatı sana ağır gelecek merasimlere tabidir. Yanına girebilmek için izin istemelisin veya onun davetini beklemelisin. Eğer bir sultanla evlenirsen ta'n ettiğin Enver Paşa'ya benzersin" (Osmanlı tarihçisi Çağatay Uluçay, "Padişahların Kadınları ve Kızları " kitabından alıntıdır.


Bu iki alıntıdan sonra tekrar Serdar Kaya'nın bahsettiği durumu onaylayan bir başka tarihçinin kitabı Şahbaba'ya bakalım. Yazar, Murat Bardakçı.


 "Mustafa Kemal Atatürk'ün Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın "Önümde hiç iyi bir örnek olamayan Enver Paşa ve Naciye Sultan'ın hayatı vardı. Enver Paşa'nın neler yapabileceğine şahit olmuştum. Mustafa Kemal Paşa daha fazlasını yapar diye korktum ve buna alet olmak istemedim" açıklaması Murat Bardakçı'nın Sabiha Hanım'ın yıllar sonra yaptığı bir kısa açıklamadayı anlatan anekdotudur. Bu enakdot ilgili evlilik meselesinden 40 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyetinde başbakanlık yapmış ve ortanca kızı Hanzade Sultan'ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü'ye yazdırdığı kısa hatırattan alınmaktadır. Atatürk'ün manevi kızının adının "Sabiha" olması da bu anlamda oldukça manidar bulunmaktadır.

Murat Bardakçı'nın Mustafa Kemal ve Vahdettin arasındaki konulara meraklı olduğu ortada olmakla beraber ne yazık ki ne yazılan mektup/telgraf ne de hatıratlar oluşmamış bir sonuç üzerine polemik yapmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Aynı yorumumu Bardakçı'nın kitabından yola çıkarak Mustafa Kemal'in rededildiğini söyleyen Serdar Kaya içinde geçerlidir.


 Mustafa Kemal'in anadoluya geçisini Milli Mücadele görevi ile Vahdettin'in verdiği ve bu görev için kendisine geniş yetkilerle beraber 40.000 altın verdiği, ikisi arasındaki yakınlığın yegane sebebinin Enver Paşa'dan duydukları hoşnutsuzluk olduğu söylenmektedir.


Aslına bakarsanız Mustafa Kemal, padişahın yaverliğini yapmış ve başarılarından dolayı çeşitli nişanlar almış başarılı bir askerdir. Ancak Cumhuriyet'e dair fikirlerini saklamadığından güvenilir görülmemektedir. Henüz Osmanlı adına varılmış kesin bir son olmadığını o dönemde Vahdettin ve Mustafa Kemal'in öncelikli olarak işgalcilere karşı bir savunma da olduğu da açıktır.


Yazılanlardan gerek Sabiha Sultan'ın anlattıklarından Vahdettin'in sadece Mustafa Kemal'i değil dönemin tüm başarılı paşalarına görevlendirme yaptığı görülmektedir.Her ikisinin kafasındaki gelecek planlarının gerçekleşmesi için öncelikli denenecek yöntem işgale karşı mümkün olduğunca direnmektir. Sarayda yaşayan bir Padişah'ın istihbaratını ise çevresindekiler vasıtasıyla aldığı açıktır ki, saray entirkaları ile ilgli yeterince yazılı ve görsel yayın bulunmaktadır. Mustafa Kemal ve Vahdettin'in o aşamada en azında işbirliği içinde görünmemeleri için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Ancak bu mecburi işbirliği sonunda Vahdettin başarısız olmuş, Mustafa Kemal başarılı olmuştur.


Mustafa Kemal'in toplum önünde o tarihten önce Vahdettin hakkında olumsuz yargılarını dile getirmemesi bana soracak olursanız oldukça normaldir. Mustafa Kemal Vahdettin'in kişiliğine karşı değil, makamına ve Osmanlı'nın tarihi şanına yakışmayan aciz davranışlarına yani Padişah kimliğine eleştiride bulunmuş ve yargılarını açıklamıştır. Bu Vahdettin'i insan olarak "kötü" diye yaftaladığı anlamına gelmez..

Bahsedilen kişiler tarihi birer kimlik olmakla beraber, birer insandır ve bence bu hikayelerin bir çoğunda karşılıklı hırlsanmış iki insan olarak imgelenmişlerdir. Oysa bunu hiç birimiz bilemeyiz. Mustafa Kemal'in Vahdettin'in saray entrikalarına kurban gitmiş özünde iyi ama vasıfsız bir padişah olduğu kararında olduğunu düşünüyorum ben okuduklarım ışığında. Bu noktada yeniden henüz Vahdettinin onu hain olarak damgalanmasına neden olan davranışların hiç birinde bulunmadığını hatırlatmak isterim. Vahdettin'in ise Mustafa Kemal kadar yürekli olmayan sarayın içine hapsolmuş çaresiz bir insan. Her ikisinin karşılıklı ilişkilerinde hissedilenleri bilemeyiz elbette, ancak görünen o ki her ikisi de yürüdükleri yolda birbirlerinin varlığına öyle ya da böyle ihtiyaç duymuşlardır. Mustafa Kemal Osmanlı tarihi, başarılarını yok saymamış, sadece padişahlığın ki Osmanlı'nın en parlak dönemlerinde olmadığını da düşünerek ülke için doğru bir yönetim olmadığı kanaatine varmıştır.


Yeni Türkiye'nin kuruluşu sırasında kaderin Vahdettin ve Mustafa Kemal'i aynı sahneye koyması da onların tercihi değildir. Mustafa Kemal'in eğer olduysa Sabiha Sultan'ı beğenmiş olması, Vahdettin'in kişiliği ile bir sorunu olmadığının en açık göstergesi olabilir bana göre. Ben Vahdettin'in kızını istemem dememiştir sonuç olarak. Demek ki o sadece makama karşıdır ve o makamın işleyişine. Ayrıca sonuç olarak Sabiha Hanım ve Mustafa Kemal evlenmemişler ve birbirleri hakkında kişisel bir karalama da bulunmamaışlardır. O halde Mustafa Kemal Sabiha'ya evlenme teklif etmişti ya da rededilmişti tartışmaları kesinlikle insani değil iki taraf içinde farklı kişilerce yaratılmış bir polemiktir. Bir televizyon dizisinde pasişahın mahremiyetine girildiği hassasiyetine düşenler umarım bunun da farkındadır.


Sabiha Hanım'ın evlendiği ve üç çocuk doğurduğu Faruk Bey'e boşandıktan sonra bile saygı ve sevgi duyduğu yine anlatılanlar arasındadır. Mustafa Kemal'in saraydan bir umudu olarak padişah kızına talip olması ve bu konunun bu kadar gündemde olması hep Mustafa Kemal'in hırsına bağlanırken, Vahdettin'in de gerçekleşseydi bu evlilikten kazanacakları küçümsenmeyecek kadar fazladır bana sorarsanız.


Peki birbirlerine can düşmanmış izlenimi verilen Vahdettin ve Mustafa Kemal neden sonradan çıkıp da "Kızımı istedi ama vermedim" ya da "Kızını bana vermeye çalıştı ama almadım" tarzında atışmalarda bulunmadılar hiç düşündünüz mü? Peki bize ne oluyor?


(devam edecek)

fasulye


TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (3)

Murat Bardakçı'nın, Mustafa Kemal' tarafından Vahdettin'e yazdığını söylediği mektubun hangi koşullar altında yazılmış olduğu konusunu açıklığa kavuştururken, aynı zamanda Mustafa Kemal'i Samsun'a Vahdettin mi göndermişti sorusuna da cevap bulduğumuzu, Nutuk'da Mustafa Kemal'in kendi ağzından görevlendirilmesi ile ilgili açıklamadan aldığımızı düşünüyorum şimdilik. Evet Mustafa Kemal'i Samsun'a Vahdettin göndermişti, Samsun'daki kargaşayı bastırması için ve bu da O'nun Anadolu'ya geçiş hedefine hizmet eden oldukça şanslı bir tesadüfe dönüşmüştü.

Mustafa Kemal hakkında "en ufak bir araştırma yapmadan" demek belki haksızlık olacaksa da, zamanın koşullarıyla ilgili en ufak bir empati yapma ihtiyacı duymayarak dar bir çerçeveden sürecin tamamı yerine, süreç içerisindeki anlardan yola çıkarak yapıldığına inandığım saptamaların ne yazık ki bir sonu yok. Ama ben "hayır öyle değildi" demeden önce kendime ispatlama ihtiyacında yaşayan bir insan olduğumdan, elimden geldiğince bu saptamaların herbirine kendi araştırma ve düşüncelerimle karşılık vereceğim. Bu benim O'na kişisel borcum. Neden sorusunun yegane cevabını ise yüreğimde hissettiklerim veriyor ve bende saklı.


Aralık 2007 tarihli www.derinsular.com adresinde Serdar Kaya tarafından hazırlanan ve yayınlanan "Kemalizm" adlı çalışma, Atatürk düşüncesini en başından bir ideoloji olarak ele alıyor ve aşağıdaki cümlelerle konuya girişini tamamlıyor.


"Cumhuriyet Halk Partisi ideolojisini 1925-1945 yılları arasındaki tek sesli dönemde aşama aşama oluşturdu ve uygulamaya koydu."


Bu cümle çalışmanın Kemalizm anlayışının diğer herşeyden soyutlanan, temelde bir parti ideolojisi olduğunu vurguluyor. Günümüzde özellikle Liberal kesimin Atatürkçüler ve Kemalistler diye sınıflandırdığı Atatürk düşüncesinin peşinden giden insanlar arasında kimi zaman ciddi farklılıklar olduğunu düşündüğümden şimdilik bu vurguya dair bir açıklama yapmayacağım. Tek söylemek istediğim Atatürk düşüncesinin bir ideoloji, hele ki CHP ile sınırlandırılacak bir ideoloji olmadığıdır.

Yazının bir sonraki cümlesinde bu ideolojinin kurucusunun Mustafa Kemal olduğu söylense de, yazar buna rağmen O'nun bu uygulamaları bir kitap ya da manifesto ile kaleme almadığının altını çizerken, bu düşüncenin ithal olduğunu ve Mustafa Kemal'in açıklama gereği bile duymadığını ifade etmiştir.

Neden yazarın aklına Mustafa Kemal'in bir ideoloji oluşturmak peşinde olmadığından ve Kemalizm adının kendisi tarafından konulmadığından böyle olmuş olabileceği düşüncesinin gelmediğini elbette bilmem mümkün değil.

Kemalizm adına bir eser yazmadan altı ilke konseptinin anlaşılma formülü için ise birincil kaynak olarak aşağıdakiler listelenmiştir.

1. CHP parti programları
2. Partinin Atatürk dönemindeki uygulamaları
3. Atatürk'ün söz ve demeçleri.

Hemen ardından bu söz ve demeçlerin tamamen zıt yönde ve tutarsız olduğuna değinilmiş ve O'nun hakkındaki temel karmaşanın bu nedenle yaşandığı açıklanmıştır. Bunun sonucu olarak kafalarda birden çok Mustafa Kemal modeli oluştuğunu belirten yazara bu modellerin çeşitliliği konusunda katıldığımı itiraf etmek zorundayım. Ancak, bir insan hakkında bunca modelin oluşturulmasının altında yatanların neler olduğu konusunda da hepimizin düşünmesi gerektiği inancındayım.

Millet olarak her duyduğumuza araştırmadan ve sorgusuz kapılarımızı açmamız bana soracak olursanız sadece O'nun değil bugün Türkiye'de yaşadığımız kaosun başlıca sebebi.Günümüzde nasıl ki internette dolaşan her mesajı gerçek sanıp, Google yazılan her kelime ile ilgili gelen bilginin doğruluğundan şüphe dahi etmeyen insanlarımız olduğu gerçeğini kabul ediyorsak, bu kadar farklı modeller algılanmış olmasını da anlamak hiç zor olmasa gerek.

Konuyu daha fazla dağıtmadan Serdar Kaya'nın Mustafa Kemal'in tutarsız söz ve demeçleri ile ilgili açıklamalarına elimden geldiğince cevap vermeye çalışacağım.

Yazarın kaleminden anlatılan birinci örnek :

"Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasından dört gün sonra 'Padişahı azam, Halife ve Hakanı akdesimiz Efendimiz' olarak hitap ettiği Sultan Vahdettin'e sadakatlarini bildirdiği telgraftaki ifadeleri dikkate alınabilir"

Telgrafın tamamıyla devam eden yazıyı merak edenler internet üzerinde bulabilir diye düşünerek bu yazıya dahil etmiyorum. Ancak 19 Ocak 1920 de yazıldığı Murat Bardakçı tarafında iddia edilen mektubun bir benzeri yazarın ifadesine göre 27 Nisan 1920 tarihinde bir telgrafla tekrarlanmıştı. Bu ilginç tesadüf  henüz yolun başında Vahdettin'in adamı olduğuna ispata dair ihtiyacı ortaya seriyordu.

Peki neden buna ihtiyaç vardı?

Diyelim ki, Mustafa Kemal özünde bir padişah sevdalısıydı. Bu hangi sonuçları doğururdu elbette tarihçiler benden iyi bilecektir. Ancak benimde kendimce bir kaç maddem var.

1. Biz O'nu vatan haini sayardık.
2. Osmanlıcılar belki o zaman O'nu bağrına basardı
3. Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın olmadığı sonucuna varılabilirdi.

İki numaralı olasılığı pek inandırıcı bulmasam da birinci ve üçüncü olasılıkların hangi kesimlerin amaçlarına hizmet edeceğini kestirmek bence hiç de zor değil.

Tarih 28 Kasım 2011, haber aşağıdaki gibi ;

"TBMM İnsan Hakları komisyonunda konuşan AKP'li İlhan Şener 'İstiklal Savaşı olmadı, şehitlikler semboliktir" dedi

Belki bunlar tartışılacak ama mesela Yunan tarihinde bir Ege savaşı yok. Bunu biliyor musunuz? Yunan tarihinde Ege'de Türklerle bir savaş yok.Bizim tarihimizin en önemli savaşlarından biri Yunanlılara karşı verilmiş savaştır. Biz Milli Güvenlik Akademisinde oralardaki şehitlikleri dolaştık. Bütün şehirlikler temsili"


"TARİH YAZMAK, TARİH YAPMAK KADAR ÖNEMLİDİR. YAZAN YAPANA DOĞRULUKLA BAĞLI KALMAZSA, DEĞİŞMEYEN GERÇEK İNSANLIĞI ŞAŞIRTICI BİR NİTELİK ALIR. M.K. ATATÜRK"

İlhan Şener AKP Ordu milletvekili ve Inkılap Tarihi doktorudur. Türk şehitliklerinin Ankara'daki yönetimin meşruluğunu göstermek için yapıldığını söylemiştir. Şehitler üzerinden prim ya da politika üretmek ne yazık ki bu ülkede son on yılın zihniyetidir ve bu cümleler bu zihniyetin bir ürünüdür.

Şimdi izin verirseniz Orhan Çekiç'in "Mondros'tan İstanbul'a" adlı kitabının giriş cümlesindeki Kurtuluş Savaşı tanımıyla devam etmek istiyorum.

"Türk Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı'nın getirdiği kabul edilemez koşulların zorlamasıyla ortaya çıkan bir ulusal başkaldırının, onurlu bir direnmenin topyekün adıdır."

Yani bu savaş bir hücum değil, defans mücadelesidir. Topraklarımızda uluslararası antlaşmalar neticesinde paylaşım niyetiyle girmiş işgal kuvvetlerine teslim olmayışın adıdır.

Peki savaş nedir?

TDK'nın Güncel Türkçe Sözlüğünde savaş kelimesi aşağıdaki gibi tanımlanmıştır

1. Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele
2. Uğraşma, kavga, mücadele
3. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele

Orhan Çekiç'in tanımı ve TDK sözlüğünde verilen savaş tanımını kıyaslayabilecek bir meclisimiz
olduğuna inanıyorum.

Mustafa Kemal Nutuk boyunca bu mücadelenin adımlarını anlatırken defalarca "kurtuluş yolları" ifadesine yer vermiştir. İsminin nasıl ortaya çıktığı konusunda bir fikir vereceğini umarım.

Oysa Mustafa Kemal'in ateşlediği ve örgütlediği bu mücadele O'nun Vahdettin'in adamı olması gerçeği bir ispatlanabilse, belki de işgal devletleri tarihinden de silinebilir ve işgal O ruhun yok sayılması ve kalan kıvılcımların söndürülmesi ile kaldığı yerden devam edebilir. Zira Anadolu doğumlu olmayışı, veled-i zina oluşu ve alkolik oluşu ile ilgili iddialar beklenen sonucu vermemiştir.

Ölümünün üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen hala o ateşten kıvılcım alan insanların olması, "ateşin söndürülmesi ile mümkün olur" inancı bir kandırmacadan ibarettir. Yurt sevgisi ve Atatürk sevgisi kardeş ancak ayrılmaz parça değildir. Bu ülke Kurtuluş mücadelesini yurt sevgisi sayesinde kazanmış, bu sevgiyi örgütleyişinden dolayı Mustafa Kemal'e minnet, hayranlık, saygı ve sevgi duymuştur. "Sahip olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur" ifadesi bu durumu en güzel tanımlayan cümledir bana göre.

(devam edecek)

fasulye

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (2)

Sayın Çekiç çalışmasında o günleri aşağıdaki gibi anlatmaya devam ediyordu.

“NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?
Gazi, Nutuk’ta Millî Mücadele’yi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:


"…Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olguların ve olayların cereyanında TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.”


Büyük Nutuk, Gazi’nin eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eseridir. Her sayfasında, cumhuriyete giden o “uzun ince yol” Gazi’nin ağzından tüm ayrıntısıyla ve bütün dünyaya hitaben anlatılmaktadır. İşgalciler, Saray, İstanbul Hükümeti, Kuvvacılar, işbirlikçiler, komutanlar, yakın arkadaşları, sonradan yolları ayrılan arkadaşları, dost – düşman herkes bu anlatılanlardan kendilerine bir pay çıkarabilmektedir.

O nedenle, özellikle İngiliz Büyükelçisi ve sefaret mensupları büyük bir merak ve dikkatle dinliyorlardı. Sultan Vahdettin’in İngilizlerle olan gizli temaslarını, Sadrazam Damat Ferit’in aşağılık ilişkilerini ve onursuz politikalarını, İngiliz Severler Derneğini, Anadolu’daki kutsal isyanı bastırmak için Vahdettin’in İngilizlerden aldığı para ve silahla donatıp, Ankara’yı ezmek üzere sevk ettiği Hilafet Ordusu’nu, şimşek bakışlarını kordiplomatiğin oturduğu locaya dikmiş, gürül gürül anlatıyordu.


Anlattıkça da yan masaya bir belge veriyordu. Oturum sona erdiğinde tüm diplomatların en büyük merakı, “acaba yarın ne anlatacak?” sorusuydu. “

Ardından yaşadığımız bugünlerde yine aklımızda benzer bir soru yok mu hepimizin “acaba yarın ne olacak?”


Bu noktada yeniden Nutuk’a Mustafa Kemal’e kulak verelim.

“Yeni bir Türk Devleti kurmak için kesin kararım şuydu : Türk ulusunu ve ordusunu, yurdumuza girmiş olan düşmanlara karşı olduğu kadar, Osmanlı hükümetine, padişahına, halifesine karşı ayaklandırmak, örgütlemek. Verdiğim kararın tümünü uygulamaya koymak imkansızdı, Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi....


... İlk kararın çizdiği çizgidenve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmadım. Başarı için pratik ve güvenilir yolu, zamanı geldikçe uyguladım. İleride olabilecekler üzerinde konuşmak yerine, içinde bulunduğum sorunların çözümüyle uğraştım. Ulusumuzun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu buydu. Ben de öyle yaptım.


Söylediklerimi özetlemek gerekirse şöyle diyebilirim : Ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”


Bu noktada yine Nisan 2012 tarihinde Murat Bardakçı tarafından ortaya atılan Mustafa Kemal’in Vahdettin’e yazdığı mektuba değinmek istiyorum.


19 Ocak 1920 tarihli olduğu ve 50 yıl gizlenmek suretiyle bir müzeye bağışlanmış mektubun içeriği aşağıdaki gibi ;

"AMACIMIZ PADİŞAHIMIZI MÜSLÜMAN DÜNYASININ TEK HÂKİMİ YAPMAKTIR"

“Padişah hazretlerinin yaveri Naci Beyefendi’ye: Muhterem Beyefendi, Varlığını korumak ve geleceğinin selâmetini sağlamak için maddî ve manevî bütün kuvvetlerini birleştirmek suretiyle Allah’a hamdolsun genel siyasî vaziyetimiz üzerinde şükredilmesi gereken iyi etkiler yaratmış ve özel anlaşmalarla defalarca getirilen taksim arzularını gerçekleşme zemîninden uzaklaştırmaya muvaffak olmuş bulunan Kuvâ-yı Milliye’nin asıl hedefi ile gayet kutsal gayesi, Osmanlı milletinin en büyük ve en muhterem gerçek temsilcisi olan heybetli padişah hazretlerini istiklâlinin ve hâkimiyetinin üzerine gelebilecek her türlü etkiden ve kusurdan korumaktır. Temsil hey’etimiz, Türkiye’nin padişahı olan ve mukaddes İslâm’ın halifesi sıfatıyla bütün İslam âleminin vicdanî bağlılığını yüce makamında birleştiren efendimiz hazretlerinin değil yalnız Anadolu ve Rumeli’deki, sınırlarımız içerisinde bulunan vatanın her yerinde, hatta bütün İslâm dünyası üzerinde madden ve mânen hâkim ve söz sahibi olmasını bütün Asya’nın geleceği adına yegâne kurtuluş çaresi olarak düşünerek çalışmalarını geniş bir ‘ümmet’ siyasetine çevirmiş, doğrudan doğruya Hilâfet makamının korunmasını ve bağımsızlığını gaye kabul eylemiştir.



Şahsen, zât-ı âlîlerinin vicdânını temsil heyetimizi meydana getiren şahıslardan her birine ve özellikle de bu sarsılmaz kanaatimize şahit olarak gösteririm. Vaktiyle padişahımızın ayak toprağına bizzat kabul şerefine erdiğim zaman arzettiğim bu düşünce ve bağlılık, Anadolu’da ortaya çıkan ve bütün şerefi ile gücü padişahın namlı ismi ile münasebeti bulunan çalışmalarla kuvvetlenmiştir.Meslek ve kanaatimin değişmesinin sözkonusu olmadığı esasen yüksek bilgileriniz dâhilindedir. Dolayısı ile bu hususu da padişahımızın ayağının toprağına humâyuna tekrar arzedip ulaştırmanızı faydalı görüyorum. Anadolu’da büyük bir itimat ile arz ettiğim kutsal gaye etrafında teşkilâtını düzenleyip yoğunlaştıran Kuvâ-yı Milliye’nin artık tamamen ve bütün köyleri de içerisine alacak biçimde şekillendiğini, dolayısı ile padişahın dokunulmazlığı ve hâkimiyeti uğrunda canını fedâ etmeye istisnasız bütün milletin güçlü bir anlayışla hazırlanmış olduğunu arz edip müjdelerim. Başta vicdanlarındaki dinleri ve nihâyetsiz bir kölelik duygusu ve sadakatle hâkim padişahları olduğu halde milletin tamamının bugün gösterdiği birlik ve uyum, gelmesi yakın olan barışın şartları hakkında ümitler vermekte olduğu gibi, bilhassa gelecek için de büyük gelişmeler vaad etmektedir. Bir haftadan bu yana toplantı hâlinde olan İstanbul’daki Meclis’te de aynı gaye ve emeller etrafında kuvvetli bir çoğunluk hâlinde dayanışma birliği ortaya çıkmıştır. Bütün millî teşkilâtların bu çoğunluğa kuvvetle bağlılığı, hilâfet makamının sahibi olan heybetli padişahımızın devletle ilgili düşüncelerini, tebâsının mevcudiyetini ve Allah tarafından korunmakta olan memleketinin bütünlüğünü her zamandan ziyade emniyet altında bulundurmaktadır. Millî teşkilâtımızın yüzyüze bulunduğu amaçlarla millî ve siyasî konulardaki genel durumumuza ve padişahın isteklerine bağlı olan temel düşüncelerimize dair ayrıntıyı ve açıklamaları padişahımızın ayağının toprağına yakından arzetmek üzere eski Denizcilik Bakanı Rauf Beyefendi ile padişahımızın valilerden Bekir Sami Beyefendi, İstanbul’a gittiler. Padişah tarafından kabul edilme şerefine nâil olmalarının sağlanmasını istirhâm ederim. Âcizleri, halife hazretlerinin gökyüzü seviyesindeki sarayının eşiğine bizzat yüz sürmek şerefinden mahrum kalmanın daha fazla devam etmeyeceği ümidi ve her zaman tekrarladığım sadakat ve bağlılık duygularımın sonsuz olduğunu padişahın huzuruna bir defa daha sunmayı başarma fikriyle bahtiyâr olarak yüksek ululamalarımı ve kuvvetlendirilmiş saygılarımı takdime aracılık etmenizi rica eylerim efendim. Mustafa Kemal”


1927 yılı Ekim ayında meclis kürsüsünden, Vahdettin hakkında olumsuz ifadeler dile getiren Mustafa Kemal 1920 yılının Ocak ayında, Vahdettin’e tabiri caiz ise tam bir padişah sevdalısı bu mektubu yazmıştı Murat Bardakçı’ya göre. Amacım burada yazmıştı-yazmamıştı gibi bir polemiğe girmek değil. Yazmışsa 50 yıl saklanması isteği geri çekilip derhal yayınlanmalı, ortada ispat edilecek bir kanıt yokken gereksiz polemikler yaratılmamalıdır bana soracak olursanız. Yine de yılların deneyimi Bardakçı’ya güvensizlik göstermeyip yazdığı varsayımı üzerinden bir kaç şey söylemek istediğim için bu noktada mektubu gündeme getirme ihtiyacı hisettim.

1927 yılında meclis kürsüsünden okunan Nutuk’un hemen ilk saatlerinde, Mustafa Kemal’in amacını ve yöntemini açıklayışını az önce hep birlikte okuduk. Ne diyordu Mustafa Kemal ?

“Yeni bir Türk Devleti kurmak için kesin kararım şuydu : Türk ulusunu ve ordusunu, yurdumuza girmiş olan düşmanlara karşı olduğu kadar, Osmanlı hükümetine, padişahına, halifesine karşı ayaklandırmak, örgütlemek. Verdiğim kararın tümünü uygulamaya koymak imkansızdı, Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi....”


Böyle bir mektup yazmışsa da, bunun nedenini oldukça net bir biçimde nutukda açıklamıştı. Niyetini başından belli edip daha Anadoluya geçmeden kendini ele vermesinin zeka ürünü bir davranış olmayacağı açıkça ortada iken, bunu Mustafa Kemal’in bir tutarsızlığı olarak yorumlayanlar olması, belki de benim aklımın almayacağı konular olması yüzündendir.

Murat Bardakçı yazıyı tam olarak aşağıdaki cümlelerle okuyucuna takdim ediyor, tarih 22 Nisan 2012.


“Yarın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 92. yıldönümü. Bu münasebetle, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’in açılışından üç ay önce Ankara’dan Sultan Vahideddin’e iletilmek üzere padişahın başyaveri Naci Bey’e gönderdiği ve az bilinen bir mektubunu yayınlamak istedim.

Mustafa Kemal Paşa, 1920’nin 19 Ocak’ında kaleme aldığı mektubunda Kuvâ-yı Milliye’nin tek çabasının padişahın kurtarılması ve halife sıfatıyla bütün İslam dünyasında hâkimiyet kurmasını sağlamak olduğunu söylüyor. Daha sonra, arkadaşı Rauf Bey’i yani “Hamidiye Kahramanı” diye bilinen ve Meclis hükümetinin ilk başbakanlarından olan Rauf Orbay ile eski valilerden Bekir Sami Bey’i bütün bunları anlatmak üzere İstanbul’a gönderdiğini yazıyor ve padişahın bu iki kişilik heyeti kabul etmesi ricasında bulunuyor

HATİMLER İNDİRİLDİ

Büyük Millet Meclisi, bu mektubun yazılmasından üç ay sonra açılacak ve Anadolu, 23 Nisan 1920 Cuma günü tarihinin belki de en büyük dini merasimlerine sahne olacaktı... İşgale uğramamış bütün vilâyetlerde hatimler indirildi, Buharî-i Şerîfler okundu, dualar edildi ve asıl büyük merasim, Ankara’da yapıldı. Cuma namazı Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde kılındı, namazdan sonra sakal-ı şerif ile sancak-ı şerif çıkartıldı ve daha sonra “İlk meclis binası” olan İttihad ve Terakki Klübü’ne kadar bunlarla beraber yüründü. Binaya girişten önce yeniden dualar edilip kurbanlar kesildi. O gün sabahtan itibaren indirilen hatimlerle okunan Buharîler klüp binasının önünde tamamlandı ve binaya kesilen kurbanların kanları üzerinden sekilerek girildi. Anadolu, Malazgirt’ten o güne kadar gerek Selçuklu, gerek Osmanlı zamanlarında hiçbir vesileyle bu derece tantanalı dinî merasime şahit olmamıştı.

BİR MÜZEYE BAĞIŞLADIM

Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahideddin’e iletilmek üzere başyaver Naci Bey’e gönderdiği ve son derece ağdalı bir Osmanlıca ve saygılı bir ifade ile kaleme aldığı mektubun günümüz Türkçesi’ne nakledilmiş şekli, bu sayfada yeralıyor...

Orijinali daha önce bende olan ve şimdi Türkiye’nin önde gelen müzelerinden birine 50 sene boyunca açılmamak kaydıyla bağışladığım belgeler arasında bulunan bu mektup, Ankara ile İstanbul arasında İstiklâl Harbi senelerinde çok kısa bir müddet devam eden iyi ilişkilerin son örneklerindendir ve taraflar sonraki günlerde gayet iyi bilinen sert çatışmalar içerisine gireceklerdir.”
Bundan sonra 50 yıl açılmasın istemiş olduğu halde yine de kabına sığamayarak yayınladığı mektubun içeriğine yer veriyor. Meclisin açılışındaki dini mesarimin şeklini ve hanedan ile cumhuriyet arasındaki son bağ olduğu yorumunu getirmiş olmasına rağmen bu mektubun yazılış sebebi hakkında olumlu ya da olumsuz herhangi bir yoruma yer vermeyerek, yılların gazetecilik tecrubesiyle polemik denizine bir yenisini ekliyor.

Tarihçi kimliği ile keşke konunun hic bir bölümünü yorumlamasaydı da okuyucuya bıraksaydı daha saygıyla yaklaşacağım bu davranış, nedense bende hiç de olumlu düşünceler yaratmıyor.

Elbetteki bu yazının başından beri benimde oldukça taraflı ve tamamen Mustafa Kemal tarafından bir bakış açısıyla yazmış olduğumun altını çizmeye gerek yok. Ama ben gazeteci ya da tarihçi değilim. Bu yazıyı sade ve sıradan bir vatandaş olarak tamamen beni bağlayacak düşüncelerim ve sonuçlarım çerçevesinde yazıyorum.

Ocak 1920 yılında Mustafa Kemal, Nutuk’da ne yaptığını söylüyordu ve bu mektubu nerede, nasıl yazmıştı sorusunun cevabını bulmak için Nutuk’un sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Bu mektubun gizli bir ihanet belgeseymiş gibi sunulması adil gelmiyor bana çünkü. Öyleyse de bile buna önce ben ikna olmalıyım.


Nutuk içerisinde Aralık 1919 tarihinden başlayarak anlatılan bölüm Ankara’ya Geliş başlığını içeriyordu. Yani 19 Ocak 1920’de yazılan bu mektup Ankara’dan yazılmıştı. Ama onun öncesinde Mustafa Kemal’in Anadoluya geçişini sağlayan durumlara değinmekte fayda görüyorum. Bu nedenle Nutuk da anlatılan giriş bölümüne yeniden geri dönüyoruz ve bu durumu Mustafa Kemal’den dinlemeye devam ediyoruz.

“Benim Görevim

Ben Samsun’a Üçüncü Ordu Müffettişi göreviyle çıkmıştım. Başkent İstanbul’dayken, bazı arkadaşlarımla buluşup durumu tartışmıştık. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü önlemek için bazı çözüm yolları aramıştık. Yöneticilerin düşüncelerine katılmıyorduk. Bu nedenle bizden, özellikle benden kuşkulanmışlardı. Yöneticiler beni İstanbul’dan uzaklaştırmak istiyorlardı. İşte bana ordu müffetişliği görevini bu yüzden verdiler. Anadolu’ya bir yetkiyle gidiyordum. Emrim altındaki ordu birliklerine bildirimlerde bulunacak, Samsun ve çevresindeki kargaşalığı yerinde görüp önleyecektim.

Şunu belirteyim ki bana bu görevi verenler bilerek vermediler. Amaçları benden kurtulmaktı. Bende onlardan umudu kestiğim için, Anadoluya geçmenin yollarını arıyordum. Böylece benim için iyi bir fırsat doğmuş oldu. Anadolu’ya gidip şaşkınlık içinde bulunan halkımıza durumu anlatacaktım. Onları ulusal bir amaç çevresinde toplayacaktım.”


Şimdi Murat Bardakçı’nın mektubunda adı geçen kişilerin kim olduklarına bakalım.

Bekir Sami Bey (1867-1933) : Eski vali, Sivas’ta seçilen Temsilciler Kurulu üyesi. Milletvekilliği ve Dışişleri Bakanlığı yapmıştır.


Rauf Bey (Orbay) (1881-1967) : Osmanlı Meclisi Üyesi, Eski Donanma (Bahriye) Bakanı, TBMM İstanbul üyesi, Bayındırlık Bakanlığı, Başbakanlık yapmıştır. Daha sonra büyükelçi olmuştur


19 Ocak 1920 yılına kadar gelişen olayları da atlamamak gerektiğini düşünüyorum;

23 Temmuz 1919 ‘da toplanan Erzurum Kurultayın üç numaralı kararı aşağıdaki gibiydi ;

“Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğin sağlanmasına İstanbul Hükümetinin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.Bu hükümet üyeleri ulusal kurultayca seçilecektir.Kurultay toplanmamışsa bu seçimi temsilciler kurulu yapacaktır”


Sivas ve ardından Amasya Kongresi yapılırken bu arada Damat Ferit Paşa hükümetinin yerini Ali Rıza Paşa hükümeti almıştı. Ali Rıza Paşa hükümetinin değerlendirmesini Nutuk’a dönerek Mustafa Kemal’den dinleyelim.

“Ali Rıza Paşa’nın başkanlığında kurulan yeni hükümetin, öncekilerden bir ayrımı yoktu....


....Bununla birlikte, Erzurum ve Sivas Kurultaylarında saptadığımız ulusal amaçlara bir an önce ulaşmak için, Ali Rıza Paşa hükümetiyle ilişkimizin sürüdürülmesini gerekli gördüm. Karşımızda yurdumuzu zorla parçalamak isteyen bir düşman vardı.Onu bırakıp hükümetle uğraşmak bize boşu boşuna zaman yitirtiyordu. Şimdilik hükümeti karşımıza almak doğru olmazdı.


Bu düşüncemi temsilciler kurulundaki arkadaşlarıma açıkladım. Onlar da uygun gördüler. Böylece hükümeti tutma kararı aldık. Bu kararımızı da kendilerine bildirdik.”


Yaklaşık Kasım 1919 yılında alınan bu karar, ilgili mektuptan ortalama iki ay önce alınmış bir karardı.

Kurultay sonucu kurulmasına karar verilen meclisin nerede toplanacağı kararsızlık yaratmıştı. Mustafa Kemal işgal riski gerekçesi ile İstanbulda toplanmasını istemiyor olsa da yapılan toplantılarda ulusal çıkarlar açısından İstanbul’un doğru karar olduğuna karar verildi ve meclis 12 Ocak 1920’de İstanbul’da açıldı. Mustafa Kemal Ankara’da kalmıştı ve gerekirse sonradan gidecekti.

Yani ilgili mektuptan bir hafta önce yeni meclisin açılışı sağlanmıştı. Görünür de İstanbul hükümeti ile dayanışma anlayışı sürdürülmekte ancak, özünde kopuş yaklaşmaktaydı.


21 Aralık 1918 tarihinde Vahddettin’in buyruğu ile kapatılan son Osmanlı Mebusan Meclisi 170 mebus sayısına rağmen açılış günü gelebilen 72 mebus ile yeniden açılmıştı.


Bu arada 8 Temmuz 1919’da Erzurumda askerlikten istifa edip, kendi ifadesi ile “sine-i millete” dönen Mustafa Kemal, Damat Ferit’in önerisi ve Vahdettin’inde 9 Ağustostaki onayı ile askerlik mesleğinden tümüyle çıkartılmış, sahip olduğu nişanlar geri alınmış, üzerindeki “Fahri (onursal) Padişah Yaverliği” de kaldırılmıştı. Aradan dörtbuçuk ay geçmiş ve bu süre zarfında çok şey değişmişti. İstanbul Hükümetleri O’nu temsilciler kurulunun başkanı olarak tanımak zorunda kalmışlar ve kendisiyle resmi görüşmelere girmişlerdi. Dahası Mustafa Kemal “mebus” seçilmişti.


Bu ortam içinde nişanlarının geri verilmesi gerekmişti. Ancak bu konuda evvelden verilmiş bir Padişah buyruğu olduğundan, yine Padişah’ın iradesine başvurma zorunluluğu doğmuştu. Vahdettin bu öneriyi bir ay sonra 3 Şubat 1920’de onaylamıştı. Yani öneri ortalama 3 Ocak civarında verilmiş ve mektubun yazıldığı soylendiği dönemi içinde almaktaydı. O günkü resmi gazete olan Takvimi Vekayide yayınlanması gereken bu irade, İngilizleri kızdırmamak için yayınlanmış ve gizli tutulmuştu.


Benim elimdeki baskıda Nutuk içerisinde bu mektuptan bahsedilmiyor olsa da, zamanın gerektiği tutumlar açıkça anlatılıyordu. Zaten Kurultayı gerçekleştiren kişilerce onaylanmış bir hükümetle iş birliği görüntüsü neticesinde ilgili tarihte Mustafa Kemal’in Vahdettine yazmış olduğu söylenen mektubun gerekçesini anlamak bu anlamda zor olmasa gerek diye düşünüyorum.


Ayrıca Mustafa Kemal’e nişanlarının geri verdildiğini anlatan Orhan Çekiç’in “Sivas’tan Ankara’ya” adlı kitabından yaptığım alıntı benim nezdimde mektubun içeriğini oldukça net bir şekilde anlatmaktadır.

(devam edecek)


fasulye

30 Nisan 2012 Pazartesi

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (1)

“... Verdiğim kararın tümünü hemen uygulamaya koymak olanaksızdı. Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi...”


Doğan Yayıncılık tarafından, "Tarih Dizisi" grubunda Ocak 1998'de 14.baskısı yapılan Nutuk isimli kitapta, Mustafa Kemal bu cümlelerle başlıyordu Samsun’a çıkmadan önceki düşüncelerini anlatmaya. “Bazı sorunların konuşulması için erkendi” demişti ve nedenini şöyle açıklamıştı ;


“Örneğin halkımın büyük bir bölümü padişaha ve halifeye bağlıydı, saygılıydı. Onları padişaha ve halifeye başkaldırmaya zorlamak, amacımıza zarar verebilirdi. Şimdilik ulusça birlik içinde olmaya ve görülmeye gereksinimimiz vardı. Verdiğim önemli kararların bütün gereklerini ve isterlerini ilk günlerde açıklamak ya da söylemek, elbette yerinde olmazdı.”


Nutuk, Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da, TBMM salonunda milletvekillerine yaptığı uzun bir konuşmanın metnidir. M. Kemal Atatürk bu uzun konuşmayı kendi el yazısı ile yazmış, sabah üç saat, öğleden sonra üç saat olmak üzere altı gün içinde toplam otuz altı saatte okumuştur.


Bu uzun ve ayrıntılı konuşmasıyla, 19 Mayıs 1919’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşımızın nasıl ve hangi koşullar altında yapıldığını ve Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu anlatır.


T.C. Maltepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç tarafından hazırlanan "80. Yılında Nutuk" adlı çalışmada Nutuk’un hazırlanış süreci şöyle anlatılmaktadır.


“Gazi Mustafa Kemal 80 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2. Büyük Kongresi’nde, Büyük Nutku’nu okumaya başlamıştı. Gazi CHP’yi 9 Eylül 1923 tarihinde kurmuştu. Kuruluştan sonraki ilk büyük kongre yapılıyordu ama Sivas Kongresinde alınan bir kararla “Anadolu” ile “Rumeli” Müdafaa-i Hukuk Dernekleri birleştirilmiş, böylece verilecek mücadelede bir bütünlük sağlanmıştı.


İşte ortaya çıkan bu “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği”,   ileri yıllarda siyasal bir hareket olarak CHP’nin 1. Büyük Kongresi kabul edilmişti. O nedenle şimdikine “2. Büyük Kongre” denmişti. 20 Ekim Çarşamba gününe kadar, tam 36 saat 33 dakika süren Gazi’nin bu sunumu, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada beklendiği gibi çok büyük yankılar uyandırmıştı.


Cumhuriyet henüz 4 yaşındaydı ama öylesine olağanüstü dönemlerden geçilmişti, öyle dar boğazlar aşılmıştı ki, bunu birinci ağızdan yazıp söylemekte gelecek kuşaklar açısından büyük yarar görmüştü. O nedenle de, uzun zamandan beri hazırlamakta olduğu bu nutku okumak için, Gazi, parti genel kurulunun daha uygun bir ortam olacağına karar vermişti.


Böylece orada sadece milletvekillerine ve hükümet üyesi bakanlara hitaben değil, aynı zamanda tüm illerden gelecek CHP delegelerine, parti ileri gelenlerine, bürokraside yer alan üst düzey yöneticilere, komutanlara, kordiplomatiğe mensup tüm büyükelçilere hitaben bu uzun konuşmasını yapabilecekti.

Öyle de oldu.

TBMM Genel Kurul Salonu sonuna kadar doluydu ve insanlar adeta nefeslerini tutarak 6 gün boyunca Gaziyi dinlemişlerdi. “

Mustafa Kemal neden böyle bir şeye gerek duymuştu, tek amacı gelecek nesillere sesini duyurmak mıydı yoksa payidar kalacağını söylediği Cumhuriyet’i daha o yıllarda bile emanet edeceği kimseyi bulamadığını mı düşünüyordu bilmek mümkün değil. Ancak, onun hayattan ayrılmasının ardından onun yaptıkları ve söylediklerinin başkaca amaçlara hizmet etmek üzere kullanılmamasının yegane yolu bana sorarsanız buydu. Nutuk’un yayın hakkını Türk Hava Kurumu’na vermişti, Nutuk o tarihte mecliste okunmasa bile yeni nesillere ulaşabilirdi, ama O, altı gün boyunca hazırlarken bile büyük enerji sarfettiği Nutuk’u bizzat kendi sesinden milletin temsilcileri önünde mecliste okumayı tercih etmişti. O salonda bulunan herkes bu altı gün boyunca daha sonra yayınlanacak olan Nutku doğrudan onun sesinden dinlemişlerdi. Aslında bu bir hesap veriş olmakla birlikte yaptıklarının ve soylediklerinin daha sonra çarpıtılmaması içinde akıllıca uygulanmış bir yontemdi benim düşünceme göre. O salondaki hic kimse diğer kulaklarla birlikte duyduğu cümleleri çarpıtarak aktaramazdı, Nutuk basıldıktan sonra ilk ağızdan meclis önünde okunduğundan değiştirilemezdi. Bütün bunlar onun gelecek nesillere ilk ağızdan seslenmesinin birer garantisiydi. Mustafa Kemal gerçekten bir dehaydı, ancak onun dehasını çözemeyenler, söyledikleri ve davranışları arasındaki farkı göremediklerinden ardından gelen yıllarda yazılı koca bir metne rağmen, binbir karmaşaya neden oldular.

Keşke Cumhuriyet’in kurulduğu dönemden bu yana gelenekselleşebilen bir hareket olsaydı bu hareketi de, halktan uzak, halktan gizlenmesi gereken yönetim şekillerini ve yaptıklarını nedenleriyle bir bir meclis önünde doğrudan halka anlatabilme cesaret ve özgüvenine sahip hükümet yöneticilerimiz olsaydı. Ama bunun yerine, kendi yaptıklarını halktan gizleyerek her yaptığını nedenleriyle ortaya koyan ve arkasında duran bir liderin yaptıklarını çarpıtmaya çalıştılar bir çoğu.


Elbette bir dahinin ardından yeni şekillenmiş ve henüz özümsenmemiş bir Cumhuriyet ülkesini devralmak çok büyük bir riskdi. Yapılacak her yanlış davranış halk tarafından tepki alabilirdi. Nitekim paraların üzerinde ki Atatürk resimlerinin kaldırılması denemesi bu tepkiye maruz kalınca derhal geri adım atılmıştı.


Halk dahinin ardından gelecek her liderde aynı çıtayı arayacak ve eylemler bu çıtanın altına indiğinde tepkisini ortaya koyacaktı. Mustafa Kemal’in doğrudan halka hitap etmesi ve düşüncesinin özü ile birlikte yapılanları bir bir ortaya dökmesi, arkasından gelen siyasi liderler için birer yaptırım da sağlıyordu bu anlamda. Halk neyin neden yapıldığını bildiğinden, aksi bir harekete tepki gösteriyordu. Bu da Cumhuriyet’in en azından onun ardından bir süre daha korunabilmesinin garantisini sağlıyordu. Ancak O’da biliyordu ki bu yıllara şahit olan nesillerin ardından gelen nesiller için bu otokontrol işe yaramayacaktı. Kulaktan kulağa efsaneleşecek tüm yapılanlar sonunda etkisini kaybedecek ve hayat yavaş yavaş eski haline geri dönmeye başlayacaktı. Bu yüzden Nutuk o devri yaşanılanlar için değil daha sonra gelecek nesiller için bir kaynak ve başvuru kitabı olarak hazırlanmıştı.


Böylesine açık bir itirafnamesi elllerinde dururken Mustafa Kemal’in üzerine yapıştırılan etiketlerden yine de kurtulamıyor olmasının nedeni neydi o halde? Milletimizin kulaktan dolma bilgi ile hazıra konmaya bu kadar alışkın olması mı, yoksa bu sesin millete ve gelecek nesillere ulaşmasını doğrudan olmasa da dolaylı yollardan engellmeye çalışanların çabaları mı?

Orhan Çekiç tarafından hazırlanan çalışmaya yeniden dönelim.


“Kürsüde son derecede şık ve yakışıklı, yaptıklarından müthiş gururlandığı her halinden belli, kimi zaman sesini yükselterek kimi zaman alçaltarak, dost düşman tüm dünyaya sesleniyordu:


“…1919 yılı Mayısı’nın 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:”

Ülkenin o günlerde içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığıyla anlatıyor, Millî Mücadele günlerinin zor koşullarına değinirken sesi titremeye başlıyor, hele sonlara doğru, bütün bu mücadelenin muzaffer sonucu olan cumhuriyeti Türk Gençliği’ne armağan ettiği bölüme geldiğinde, “ Ey Türk Gençliği… “ derken artık daha fazla dayanamıyordu.

Ertesi gün İngiliz gazeteleri


“Gazi gözyaşlarını tutamadı…”diye manşet attılar.

Doğruydu.”

Yıllardır bez afişler, yağlı boya tablolar, beton, mermer, bronz büstler ve daha nice şekillerde cansız yüzünü seyrettiğimiz Mustafa Kemal ağlıyordu.

Peki neden?

Günümüzde ki gazete başlıklarını, düşüncelerin çeşitliliğini ve kendi öz düşüncesinden ne kadar uzaklaşıldığını, bu düşüncesinin sonuna eklenen “-izm” eki ile nasıl ırkçı bir soyleme dönüştüğünü mü getiriyordu gözünün önüne de ağlıyordu, yoksa artık omuzunda taşıdığı yükün ağırlığından yorulmuş gençlerden bu yükü omuzlamalarını mı istiyordu bilemeyiz. Bunlar biraz ajitasyon gibi dursa da birer tahmin. Sonuçta o gözyaşlarını tutamayan bir insandı. Ne o bez afişlerde gözleri çakmak çakmak olmuş asker, ne o soğuk beton büstlerde yüzünün şekil şekil olduğu bir heykeldi. O bir insandı.


Hayatta elinde kalan tek varlığı annesini bu vatan uğruna ardında bırakmış, yoluna çıkan her zor durumdaki Anadolu insanına elini uzatmış, bu halkın hakettiğini düşündüğü daha iyisi için yaşamını adamış, ne bir aile ne bir çocuk sahibi olamamıştı. bu topraklarda yetişen her çocuk onun evladı, her aile onun ailesiydi. Onlardan biri olmayı başarmıştı.

Neden bütün bunlara katlandı, kim ondan böyle bir şey istemişti ki? Yapmasaydı. Başkaları için en doğru kararı verdiğini düşünüp, bu kararı göz yaşları içerisinde milletine anlatan bir lider miydi o gerçekten. Arkasından onu tartışmamızı istemediğine dair bir cümlesi var mıydı tarihe geçen. Onu tartışmadan tanıyabilmemize imkan var mıydı? Yoktu.

O da bize ipucu olarak sadece Bir Nutuk bıraktı.

2 Şubat 2012 tarihli gazetelerde aşağıdaki haber yayınlanıyordu.


“AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, halen çeşitli medya organlarında tartışılmakta olan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve andımız konularında önemli açıklamalar yaparken, Atatürk'ü Koruma Kanunu'na da eleştiriler getirdi. Gençliğe hitabe ve andımızın kaldırılması tartışması için "Bunlar ayet mi?" sorusunu yönelten Çelik, Atatürk'ü Koruma Kanunu için de "Kimseyi kanunla sevdiremezsiniz. Atatürk gibi Cumhuriyeti kuran birisinin kanunla korunuyor olması ne büyük hüsran ve garip bir durum” dedi.

"ATATÜRK KANUNLA SEVDİRİLEMEZ"

Kanunla kimseyi sevdiremezsiniz. Neyi ideolojik hale getirirseniz onu dogmatik hale getirirsiniz. Siz eğer Atatürk’ü bir ideolojinin sığ çerçevesi içine hapsederseniz, Atatürk’ü kimsenin tartışmasına müsaade etmezseniz bu Atatürk’e yapılabilecek en büyük kötülüktür

"KANUNLA KORUMAK NE BÜYÜK HÜSRAN"

Kendi ülkesinin Milli Kurtuluş Hareketini idare etmiş olan, bir imparatorluğun külleri arasından bir Cumhuriyet kuran, o ülkenin kurucusu olan bir insanın kanunla korumak zorunda bırakılması ne büyük bir hüsrandır öyle değil mi? Ne kadar garip bir durum. DP, CHP’nin ithamlarından dolayı bir kompleksin neticesinde bu kanunu çıkartmıştır. Bir insan kendi milli liderini kanunla korur mu? Böyle bir şeye gerek var mı? Siz onu insanların gönlüne yerleştirmediğiniz sürece, silah zoruyla, devlet zoruyla kimseyi kimseye kabul ettiremezsiniz. Kenan Evren Paşa şunu demedi mi: 'Biz Atatürk’ü herkesin kafasına sokacağız.' Tüm okullara Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi dersi konuldu. Tıp Fakültesine de bu konuldu, ilkokuldan başlıyorsunuz üniversiteyi bitirinceye kadar. Bu sefer ne oluyor? Adeta bir zorlamayla, dikte ettirmeyle verildiği için sevilmiyor.

"GENÇLİĞE HİTABE AYET Mİ?"

Gençliğe hitabe konusunu da kamuoyunun oturup tartışması lazım. Şimdi, Reşit Galip andımızı getirmiş değil mi? Ayet mi bunlar? Reşit Galip böyle bir şey yapmamış olsaydı olmayacaktı. 12 Eylülcüler hatırlar mısınız Andımız’a ilavelerde bulundular. Sonra tekrar değiştirdiler. Böyle bir şey olmaz. Türkiye’de yaşayan yabancılar vardır. Mesela Bodrum’da yaşayan İngilizler var. Alanya’da oturan Almanlar var. Yabancılar bana mektuplar yazdılar, bakanlığımın ilk aylarında. 'Biz Türk değiliz, biz Türkiye’de yaşıyoruz ve çocuklarımız Türk okullarına gidiyor. Her sabah çocuklarınızı sıraya geçiriyorsunuz ve onlara and içiriyorsunuz' dediler. İnsani mi bu peki, doğru bir şey mi?

"PEYGAMBERİ KORUMA KANUNU YOK"

Hz. Peygamberi ele alalım. Atatürk’ü bir kenara bırakalım. Hz. Peygamberle alakalı bir ton hakaretamiz şey yazılıp çizilmemiş mi bugüne kadar. Hz. Peygamberi korumakla ilgili herhangi bir şey var mı? Netice şu: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesine bakarsanız, bir görüş sarsıcı, altüst edici, rahatsız edici olabilir. Şiddete yönelmediği sürece siz ona saygı duymak orundasınız. Birisi çıkıp der ki Atatürk dünyanın en demokrat insanıdır. Birisi de der ki Atatürk diktatördü.”

Bu açıklamanın yapıldığı 2012 yılının Şubat ayında, bu ülkenin yüzde kaçı Atatürk’ün bir kanunla korunduğunu biliyordu merak ediyorum doğrusu. Neydi bu kanun peki, neyi kapsıyordu, kimler tarafından ne zaman çıkarılmıştı?

Oda Tv nin Nisan 2012 tarihli bir yazısında bu sorulara cevap olarak aşağıdaki cümleler yer alıyordu:


“Atatürk'ü Koruma Yasası'nı Demokrat Parti çıkardı! Yani Adnan Menderes yasayı hazırlattı, Celal Bayar onayladı.

Peki niye?

DP 1950'de hükümet olunca dinciler "dinimizde heykel günahtır" diye Atatürk heykellerine, büstlerine saldırdılar. Yıktılar. Tahrip ettiler. Bunun üzerine bu yasa çıkarıldı.

Ve biliniz ki:

Bu yasa Türkiye'ye özgü değildir. ABD'den Avrupa'ya kadar hemen her ülkede "Lese Majeste" yasası vardır. Bir ülkeyi temsil eden tarihsel kişilere cahillerin söz söylemesini engelleme kanunudur bu.“

Şimdi bu açıklamanın ışığında kanunun maddelerine bir göz atalım.


“Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:

Yayın : Resmi Gazete
Yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872
Numarası : 5816

Madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Yukarıki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.

Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.

Madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet Savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.

Madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür.”

1950’li yıllarda yaşamında devam etme şansı olmayan Mustafa Kemal, arkasından böyle bir kanuna ihtiyaç duyulabileceğini düşünmüş olsaydı, Nutuk’ta Cumhuriyeti değil kendini emanet ederdi herhalde yeni nesillere.

Mustafa Kemal düşüncesini yok eden ve bu düşüncenin özüne tamamen zıt bu yamalar neticesinde zaman içinde oluşan tüm tepkiler ona mal edildi.


Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklamanın ardından, bu kanunun yürütmekle görevli olduğu söylenen Adalet Bakanı çıkıp, kanunun tarihçesi, içeriği hakkında en ufak bir açıklama yapmadı. Bu ülkede kanunlar meclisten milletinvekilleri tarafından geçiriliyorken, geçmişte oluşturulmuş temel hakları içerek kanunlar haricinde vatandaş olarak hemen hiç kimsenin bilgisi yoktu.

Bu kanun metni Cumhuriyet’i değil, onu düşünceden yaşama geçiren bir dahinin bedeninden geriye bir şey kalmadığı için şekillendirilmiş resim ve heykellerini koruyordu. O betonlaştırılmış soğuk büstün içinde olmayan zekanın ürettiği düşünceyi korumakla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Bu tamamen dönem hükümetlerinin Cumhuriyet ve Atatürk düşüncesini korumaktaki acizliğinin bir göstergesiydi ki, günümüzde Atatürk düşüncesinin karşısına alay edercesine dikilmesine neden olmuştu.

Ancak, Hüseyin Çelik bu eleştirisini gündeme getirirken bu kanunu çıkaran Demokrat Partiyi değil doğrudan, Atatürk düşüncesine inanları hedef alıyordu. Bu kanun kapsamında dahi olmayan ve düşüncenin ürünü olan hitabeyi “ayet mi?” diye nitelerken onu dinleyenler veya bu haberi okuyanlar arasında ne yazık ki bu ayrıma varmış bir dehaya rastlanmıyordu. Rastlansaydı da zaten konu düşünceyi en temel yasayla bağlayan Anayasa’daki Atatürk Milliyetçiliği sözcüklerine gelecekti.


Buraya kadar şunu söyleyebiliriz ki ne Demokrat Parti ne de Ak Parti Atatürk düşüncesini hiç anlamamıştı. Dolayısıyla Nutuk amacına hizmet edemiyor gibi görünüyordu. Emanet korunamamıştı.

Gazi, "Ey Türk Gençliği" derken ağlıyordu.

(Devam edecek)

fasulye

28 Nisan 2012 Cumartesi

EDEBİ SERÜVENLER - 1


Uzun bir zamandır ara verdiğim yazılarıma nihayet geri dönme fırsatı bulduğum bu yer İstanbul’un biraz dışında kendimle olmasa da doğayla başbaşa kalabildiğim bir yer. Hayatımda süregelen ve bedenimde ve ruhumda kalan tüm enerjmi tüketen bir yaşam diliminin ardından, en azından önümde uzanan sessiz nehir ve yeşil örtüye bakarak dinlenmeye çalışıyorum. Hayata vereceğim bu kısa molanın ardından ve yeniden bir koşturmacaya dalacağım ve yine antisosyalleşen yaşam düzenme ancak akşamları yapabildiğim kısa kitap okuma seansları ile devam edeceğim. Tıpkı bu bol oksijenli soluğu almadan önce yaptığım gibi.


Aslında oldum olası bir deniz veya nehir kenarında günlerce hayattan uzak tek başıma kitap yazmak gibi bir hayalim vardır. Ama artık beni tek başına bir hayattan uzakta tutan yaşam kaynağım oğlumun yaşam düzeni nedeni ile bir süre daha mümküm görünmeyen bu hayat düzeni, en azından bir iki günlüğüne de elime geçmişken en azından bir yazı yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Gelecek için planladıkalrımın bir provası sayılabilecek bu düzene henüz bir kaç saattir kavuşmuş olmama rağmen alışmakta hiç zorluk çekmeyeceğimi biliyorum. Bulunduğum yerin güzelliği ve tanıtımı ile ilgili bir yazıyı henüz yolun başında olduğumdan başka bir zamana bırakarak, önce de söylediğim gibi son dönemlerde bana farklı bir soluk aldırarak yaşamdan uzaklaşmamı sağlayan kitaplara biraz değinmek istiyorum. Aslında anlatmak istediğim kitap tanıtımı ya da öyküleri olmasından çok farklı bir şey olsada yine de en azından bu kitapların okuyucuya ulaşmasında belki benimde küçük bir payım olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.


Dediğim gibi ortalama iki aylık bir süreyi nerdeyse sosyal hayattan tamamen kopuk yaşamsal kesintiler, sorunlar ve iş yoğunluğu içerisinde geçirmiş olmama rağmen, güneş geceyle barıştıktan sonra kendimi bambaşka ve heyecan dolu bir serüven içerisinde bulmamı sağlayan ve gün içinde neredeyse bir an önce akşam olsada serüvenime devam edebilsem dediğim kitaplardan bahsedeceğim şimdi size. Elbette bu kitapların hayatımda bıraktığı izler ve damağında bıraktıkları tat benim yaşam koşullarımdan kaynaklı olabilir olsa da yine de kitap severler için olumlu birer referans olabileceğime inanıyorum.


Bundan yaklaşık iki ay önce oğlumla artık mahalle bakkalına dönmüş olmak sonucu batmanın eşiğine gelmiş avm lerden birine gittik. Aslında amacımız alışveriş olmadığı için avm nin neredeyse terkedilmiş görüntüsü bizi çok etkilemedi. Bizim ilgilendiğimiz ve hedefimize oturan asıl yer, rakiplerinden farklı bir temayla ortaya çıktığını düşündüren yeni bir oyun alanını ziyaret etmekti. Bir cuma akşamı olması neticesinde olduğunu düşündüğüm oyun alanındaki boşluk, avm nin terk edilmiş havasının bir kopyası gibi duruyordu. Hatta o kadar müşteri beklemiyorlardı ki soğuk bir kış günü olmasına rağmen belki de avm nin kotu mali koşullarından dolayı buz gibiydi. Bu boş ve buz gibi oyun alanı tüm caf cafına rağmen oğlumun ilgisini çekmeyi başaramadı ve gerçekten çok zavallı bir iz bırakarak sadece anılarımızda yer aldı. En azından elimiz boş çıkmayalım diye düşündüğümden avm deki neredeyse açık tek dükkan olan ünlü bir kitabevine daldık. En azından bir kitapçının tekstillin başedemediği avm deki krizle başetmiş olması oldukça sevindiricydi bana sorarsanız. Bu başarının devamnı sağlamak için elbette bende ufak bir katkıda bulunmayı planlıyordum. Aslında aklımda belirgin bir kitap yoktu. Sadece beni kapağı ya da adıyla heyecanlandıracak bir şey bulabilir miyim diye goz gezdirirken oğlum çoktan çocuk kitaplarının olduğu bölüme ulaşmış her gördüğü yeni kitaba hayretler içinde sarılarak bana sesleniyordu. Ona cevap yetiştirme telaşı içinde aslında düşündüğüm gibi sakin bir seçim yapamıyor olsamda raflardan birinde geçtiğimiz yaz arkadaşlık kurduğumuz birinin plajda gün boyu elinden düşürmediği için dikkatimi çeken kitaba rastlamış olmak bende belirli bir tanıdıklık hissi yaratmıştı. Kitabın en dikkat çekici yanı beyaz kapağı üzerinde ilkin 1 den 9 a kadar dizildiğini sandığınız sayılardı. Oysa dikkatli baktığınızda sayılar 1 den 9 a kadar dizilmiyordu. Kocaman sayıların üzerinde daha az dikkati çekcek bir büyüklükte “Aklından bir sayı tut” yazıyordu. Yazar John Vennon. Sayılar öylesine büyük ve göz alıcıydı ki kitabı bana hatırlatan yegane şeyler onlardı ve kitabın adının bu sayılar olduğunu düşünmeme sebep olmuştu. Oysa kitabın adı daha küçük harflerle yazılmış olan “Aklından bir sayı tut”du. Kitabın hemen yanında aynı tasarımda bu defa harfler olan bir başka kitap yer alıyordu. Kardeş oldukları belli olan bu iki kitaba uzandım ve artık oğlumun sorularına uzaktan bağırarak cevap vermenin uygun olmayacağını düşünerek onun yanına gittim. Aslında amacı kitap okumaktan çok hepsini ellemek ve ilginçliklerini daha eve varmadan burada tüketmek olduğu her halinden belli olan oğlum, bu nedenden bir türlü kitap seçemiyordu. Sonunda onu ikna edebileceğim ve okumasına faydası olacağını düşündüğüm daha az resimli bir kitap önerime razı oldu ve oradan ayrıldık.

Plajda okunan bir kitap imajıyla kafamda yer etmiş olan “Aklından bir sayı tut” un beni dinlendireceğini düşünüyorken daha kitabın ilk sayfalarından başlayarak beni içine sürükleyen ve her satırdan sonrasını merak ettiğim bir serüvene dönüşmesi uzun sürmedi. Her gece bir kaç sayfa daha okuyayım diyerek gece yarılarını bularak kitabı kısa zamanda bitirmiştim. Akıcı anlatım iki üç gece de kitabın kahramanı dedektif gibi hissetmeme neden olmuştu sanırım. Çünkü kitabı bitirdiğim gecenin ertesi günü kendimi içimden yazarın cümlelerine benzeyen cümlelerle bir olayın üzerinde fikir yürütürken yakaladım. Bu keyifli bir duyguydu yine de benim için. Hayatın içinde kendi başınıza uydurduğunuz küçük oyunlar gibi. Bittiğini sandığım hikayeyi yaratan yazarın ikinci kitabını okumak içinde sabırsızlanmaya başlamıştım. Ancak yoğunluk gecelerimi de ele geçirmeye başlayınca bu hemen olamadı. Ortalama bir hafta sonra ikincisine başlayabildim. Aslında kapak ve tasarımlarındaki tüm benzerliklerine rağmen aynı baş kahramanlarla her bölümünde başka olaylar yaşanan dedektif dizilerinin bir ikincisi ile karşılaşacağımı hiç düşünmemiş olacaktım ki, ikinci kitabın daha ilk sayfasında bir süredir kendisi gibi düşünmeye başladığım dedektifle karşılaşmak beni şaşırttı. Ama daha önce bu maceranın tadını aldığım için aynı öncesinde olduğu gibi kitabı bırakmak zorunda kaldığım gecelerin ardından gelen günler bir an önce akşam olsun diye beklemeye başlamıştım. Aslında bu ruh halimin büyük bir bölümü kendimce hayattan kaçışlarından kaynaklansa da kitaplar bana bu konuda gerçekten yardımcı olmuşlardı.

Kitabı elime aldığım andan itibaren bu dünyadan ayrılıyor ve yazarın yarattığı heyecanlı serüvene dalıyordum. Aslında film ve kitapları genellikle boyle tüketmek gibi bir huyum olduğundan filmler daha ekranda göründüğü anda adlarını hatırlamıyor olsamda başından sonuna kadar eksiksiz anlatabiliyor olmam evdekileri pek memnun etmiyordu. Çünkü daha ilk yazıları ekranda beliren her filme “bunu izlemiştik” diyor olmam filmi izlemeye hevesli aile fertleri mutluluk kaynağı olmadığı kesindi. Üstelik evde televizyona en uzak yaşayan kişi olmama rağmen seyrettiğim sayılı şeyleri onların saatler harcadıkları bu işleme rağmen hatırlayamamaları sanırım sinirlerine dokunuyordu. Ama beni hayattan yegane uzaklaştıran öyküler ya da uykuydu ne yazık ki. İstediğim zaman uyumanın mümkün olmadığı hayat koşulları içerisinde rüyalarımın kurgusu olmayan başka hikayelere kaçmak ise benim yapabildiğm en guzel beynimi boşaltma durumuydu.


Okuduğum kitaplar John Vennon’un başarılı bir reklamcılık kariyerinden sonra doğayla başbaşa kalabileceği yeni evinde yazdığı hayatının ilk iki kitabıydı. Kitapların arkasındaki kısa açıklamaları okumak ancak onları bitrdikten sonra aklıma gelmişti. Gerilim ve heyecan dolu sayfalarla beni ortalama bir hafta oyalayabilen bu kitaplar damağımda garip bir şekilde daha önce okuduğum iki kitabın tadını bırakmıştı. Üstelik tıpkı onlarda bu iki kitap gibi gerilim ve serüven üzerine kurulu, beyaz kapaklı ve neredeyse benzer tasarımlı kapaklara sahiptiler ve bildiğim kadarıyla iki taneydiler. Aslında düşününce bu dort kitapta neredeyse işlenen suçlara sizi hayran bırakacak zeka ürünü hikayelerdi. Bir çeşit suça övgü olmalarına rağmen sonunda tam olarak gerçek hayattan beklediğimiz gibi polisler galip geliyor ve ne kadar övgüye deger bir zeka ürünü olurlarsa olsunlar iyilerin tarafında da en az onlar kadar zekiler olabileceğine inancımızı kuvvetlendiriyorlardu. Daha önce okuduğumu söylediğim iki kitap Adam Fawler’ın Olasılıksız ve Empati isimli kitaplarıydı. Henüz bakmamış olsamda peşine düştüğümde Adam Fawler ında neredeyse başarılı bir kariyerin ardından kendini doğayla başbaşa kalabileceği bir ortamda emekliye ayırıp kitap yazdığına yemin edebilirdim bu benzerlik neticesinde. Hatta bu benzerliği farkettiğim ilk anda acaba yazarın iki farklı isimle bu dört kitabı yazmış olabileceğine dair bir de paranoya üretmeyi başardım. Bunun akla yakın gelmediğini bilsemde yine de düşünmemek elimde değildi. Akıcılık anlatım şekli ve zeka ürünü hikayeler bu anlamda birbirine çok benziyordu. Adam Fawler ve Joh Vennon tanışmalıydılar belki bu yüzden bana göre.

Sonra bir diğer gün çok satan kitaplar raflarının önünde dolanırken benzer kapaklı ve adından benzer içerikli olduğunu düşündüğüm başka kitaplar gördüğümü hatırladım. Bunlardan mümkün olan kadarını alıp okumayı düşünsemde aklımda okumak istediğim bunca kitap varken, bu tezimi ispatlamak için biraz daha bekleyeceğime karar verdim. Ama aranızdan okuyanlarınız olması ihtimaline dayanarak belkide biriniz bunu benden önce ispatlayabilir.


Nedense bu kitaplarda suç işlemek adına işletilen üstün zeka kafama takılmıştı. Eskiden Agatha Cristhe kitapları okuyarak polisiye kitap açlığımızı bastırırken şimdi yerli ve yabancı pek çok kitap bulmak mümkündü. Özellikle Ahmet Ümit’in tarihle içiçe macearalar üreten zekasına hayrandım. Ancak bahsettiğim bu dört kitap Ahmet Ümit in kitaplarından suçu işleyenin zekası ile biraz daha farklı bir yol çiziyordu. Sonra her gün haberlerde izlediğimiz ve gazetelede okuduklarımız geldi aklıma. Suç o kadar olağan ve gündelik hayatımızın bir parçasıydı ki artık. Alelade bir cinayet veya benzer bir hikayeyi anlatan bir kitabı kim okumak isterdi ki, hayat zaten hemen her alanda başlı başına suç üzerine kurulmuştu. Bu da polisiye yazarlarını artık farklı bir yola itmiş olmalıydı, her suçlunun sahip olamadığı özelliklere sahip yeni suçlular yaratmak. Hiç de mantıksız bir sav değildi bana göre bu. Bunu düşünür düşünmez annemin sürekli söyleyip durduğu mikroplar ve antibiyotikler konulu söylemi aklıma geldi. Ona göre antibiyotikler kuvvetlendikçe mikroplar güçlenmek zorunda kalmış ve mikroplar güçlendikçe daha güçlü antibiyotikleri üretilmeye başlanmış ve nihayetinde bu bir kısır döngüye girmişti, henüz bir kazanan ilan edilmediğinden ilerleyen yıllarda değişim gösteren hastalıklar veya ilaçların miligram ve dozajları hakkında fikir yürütmek imkansızlaşıyordu. Acaba tıp daha az ilerlese hastalıkalrda bir şekilde mücadeleden vazgeçer miydi diye düşünmekten edemiyordu insan. Polisiye kitaplarda suçlular için çıtayı her geçen gün biraz yükseltiyor ve öte yandan da ilham kaynağı olmaya devam ediyorlardı sanki. Yazarların kariyer eğitim vb özellikleri hayalgüçleri ile birleşince ortaya inanılmaz suçlar ve üstün zekalı katil ve suçlular çıkıyordu. Üstelik bu suçlular edebiyat , tarih ve bir çok konuda sıradan bir insanda çok daha fazla bilgiye sahiptiler ve bu nedenle işledikleri suçları bunlardan yaptıkları alıntı ve göndermelerle oldukça şıklaştırabiliyorlardı. Suç neredeyse bir sanat eserine dönüşüyordu bu yazarların elinde. Potansiyel suçluların bu çizgiye varması için bile eğitim şarttı. Belkide bu da fena bir yan ürün sayılmazdı. En azından suçluları suça iten sebepleri ortadan kaldırmak daha kolay olurdu belki bilmiyorum.


Tamamen bir ütopyanın içine daldığım bu benzerlik üzerine düşünürken bu defa bir üçleme ve filmi vizyonda olan “Açlık Oyunları” na bulaşmıştım bile. Gerilim dolu bir polisiyeden insana dair tüm çirkinliklerin orata çıktığı bir dünya düzenini anlatan bu üç kitap beni yeniden akşam olmasını dilediğim bir gerilimin içine sürüklemişti. Bir gerilimi bu kadar hevesle bekliyor olmam da sanırım benim psikolojim hakkında değiişik ipuçları veriyor olabilir.


Yine bir haftayı biraz geçen bir sürede bu üç kitabıda yine bu dünyadan ayrılıp yazarın yarattığı dünyanın içine sürüklenerek okuduktan sonra bir kaç günde kitabın kadın kahramanının düşünce yapısını çözmekle vakit harcamak zorunda kaldım. Çünkü nedense onunla benim aramda bir benzelik olup olamayacağı fikrine takılmıştım. Ama garip bir şekilde yine bu kitabın ardından bana tanıdık gelen bir şeyler olduğunu düşününce beynimde başka bir kitabın ya da filmin izlerini taramaya başladım. Garip bir şekilde iki yaz önce okuduğum bir başka üçlemede bu arayış son buldu. Alacakaranlık üçlemesi. Kitabın ardından tadı kaçmasın diye izlemediğim film gibi Açlık Oyunları nın henüz birincisi vizyona giren filmlerini de seyretmeyi düşünmüyordum. Ama her iki kitabında alışılmadık dünyalarında kahramana dönüşen kadın kahramanları yine bana yazarların geldiği noktayı düşündürmüştü. Oldukça talep alan kitap ve filmlerin kahramanı olan bu kadınlar yeni dünya düzeninde kadınların beklentisini mi, yoksa geldikleri noktayı mı temsil ediyordu acaba? Her ikisi de kafası karışık olmalarına rağmen kendi başlarına hareket eden, rutine, tabuya ve kurallara karşı dik başlı kadınlardı. Her ikiside iki farklı erkek tipinde ama kahraman ruhlu iki erkek erasında kalmışlardı. Her ikisinin etrafındaki erkeklerde biri cesur, gözükara ve deli gibi aşık olmasına rağmen ona sonsuz saygı duyan ve onu değil kendilerini yok etmeyi seçen tipler olmasına rağmen, diğer iki erkek kahraman olduğunu bile kabul edemeyecek kadar mütevazi ama yine de aslında diğerine göre gölgede gibi kalmış olsa da, kadın kahramanın vazgeçemediği ve koruma iç güdülerini harekete geçiren tiplerdi. Bu kitapların kahramanlarının bu kadar benziuyor olması da bir tesadüf müydü acaba, yoksa ben bilmeden bu benzerlikleri yakalayacağım kitaplara mı denk gelmiştirm. Bir kadının hayatındaki sonsuza dek sürecek bir sevgili fikrinin yerini iki erkeğinde sevilebileceği fikrine itiyordu insanı. İster istemez geçmişe nazaran silinmeye yüz tutan ailevi değerler, üstün sanılan duygular, fedakarlık ve benzeri şeyler hakkında düşünmek zorunda kalıyordunuz. Ama garip bir şekilde her iki kadın kahramanda bir ölçüde bencildiler ve zaman zaman bu açıdan kendilerini sorguluyor olsalarda içlerinden geleni yapmaya ve düşünmeden göz kara hareketlerde bulunmaya devam ediyorlardı. Millenium un kadın tipi bu muydu gerçekten. Aşağı yukarı aynı yaşlarda olan bu iki kadın gençliğin yeni ilahları olurken erkeklere de nasıl olmaları konusunda bir ipucu sunsa da genelde ataerkilden anaerkil bir yaşam düzenine doğru yol aldığımızın kanıtı olabilir miydi?


Her iki kitabında bende yarattığı bu garip etkilerden henüz bir sonuca varmış olamasam da, şu an yanı başımda bir Ahmet Ümit kitabı beni bekliyor. Yazdığım bu yazıyı kaydettikten sonra bir süreliğine Ahmet Ümit’in önüme açtığı yeni kapıdan girip bu defa yerli bir yazarın dünyasına yeniden konuk olacağım. Bakalım bu defa beni neler bekliyor ? Tam bu noktada Bab-ı Esrar ve Elif Şafak’ın Aşk kitabının kadın kahramanlarını düşünüyorum ve ardından beni Mevlana ve Tebrizi hakkında daha gerçekçi olmaya zorlayan Kimya Hatun kitabının kahramanını. Sanırım bir süreliğine siyasi dünyadan ziyade edebiyat dünyasının mesajlarına kulak vermeye devam edeceğim.

fasulye

10 Şubat 2012 Cuma

YA TUTARSA (19) EK -1 FOTON KUŞAĞI

Yazı dizisi boyunca adından bahsedilmesine rağmen ve paylaşılan son videoda anlatılan üç gün karanlık hikayesinin bilinen adı olmasına rağmen Foton Kuşağı ile ilgili herhangi bir bilgi paylaşımında bulunmadığımızı hatırladığımdan yazı dizisine bir ekleme yapma ihtiyacı duydum. Bu defa alıntı yapacağımız yer Akaşa Yayınlarından çıkmış olan "Galaktik İnsan" kitabı. Merak edenler internet kitabevlerinden araştırabilirler.

Şimdi kitabın Foton Kuşağı ile ilgili söylediklerine kulak verelim.

GALAKTİK İNSANAKAŞA YAYINLARI
Washta, Siriuslu yükselmiş bir üstat olarak dünyaya bir kitap yazdırmakla görevlendirilmiştir. Ona bu görevinde bilim ve tarih konusunda uzman olan Aumtron ve Teletron adlı iki Siriuslu yardım etmektedir. Kitap boyunca bu üç kişilik grubun sözcülüğünü Washta yapmaktadır.


Güneş sisteminiz büyük olasılıkla 1996 yılından sonra foton kuşağı denen büyük bir ışık kuşağına girecektir. Foton kuşağı yeniden bilinçlenmenizi, DNA ve çakra sistemlerinizin değişmesini sağlayacaktır. Bu inanılmaz kuşak sadece sizi değil gezegeninizi ve güneş sisteminizi de ebediyen değiştirecek, üçüncü boyuttan beşinci boyuta aktararak Sirius yıldız sistemine daha yakın bir konuma geçmenizi sağlayacaktır.


Işık parçacıklarından oluşan ve şekli dev bir simiti andıran foton kuşağı, bilim adamlarınız tarafından ilk kez 1961 yılında Pleiades yakınlarında keşfedildi. Bir foton ışık parçacığı, anti elektronla (pozitron) elektronun çarpışması sonucunda oluşur. Bu anlık çarpışmanın sonucunda ortaya çıkan kütle foton olarak bilinen enerjiye dönüşür. Bilim adamlarınız her parçacığa karşılık bir anti parçacık olması gerektiğini düşündüler, 1950’lerde anti- protonlar ve anti-nötronlar artık sizce de bilinir hale geldi. Bilim adamlarınızın ileri sürdüklerine göre bir anti-parçacıkla parçacığın, örneğin bir anti-protonla protonun çarpışması sonucu ortaya çıkan şey foton enerjisidir. Bu enerji gelecekteki tüm gereksinimlerinizi karşılayan ana kaynak olacaktır.


Foton kuşağı üç kısma ayrılabilir. Önce kör bölgeden geçeceksiniz, bu işlemin tamamlanması kabaca 5-6 gün alacak ve bu sürenin 3 günü tamamen karanlıkta geçecek. Bunu takiben kuşağın ana bölümüne girecek ve hiç sona ermeyen bir ışığı yaşayacaksınız, yani hiç gece olmayacak, günün 24 saati gündüz olacak. Foton kuşağındaki bu yolculuk genellikle 2 bin yıl sürer ve güneş sisteminizin yine kör bölgeden geçerek kuşağın öteki ucundan dışarı çıkışıyla sona erer.


Bununla birlikte, Büyük Yaratıcı Güç (Tanrı) bu devrede güneş sisteminizin boyutlar arası bir “kurtarma baloncuğuna” alınmasına karar vermiştir. Bu baloncuk güneş sisteminizi iterek beşinci boyut yoluyla foton kuşağının dışına çıkaracak ve Sirius yıldız sisteminden 3 ışık yılı uzaklıktaki bir konuma (şu anda Sirius dünyadan 8,3 ışık yılı uzaklıktadır) geçirecektir. Baloncuğa 2012 – 2013 yılı civarında ulaşacaksınız. Bu devre bitip baloncuğa ulaştığınızda 24 saatlik gündüz deneyimi sona erecek ve yeniden yaklaşık 12 saat gündüz, 12 saat gece programına geri döneceksiniz.
20-30 yıldan beri dünyanın manyetik alanı derece derece neredeyse sıfıra doğru azalıyor. Birçok dünyalı bu fenomeni, yüzyılın sonunda meydana gelecek büyük bir kutup değişiminin kanıtı olarak kullanıyor. Ancak, Konseyin Siriuslu bilim adamları bir kutup değişiminin meydana gelmeyeceği konusunda size güvence verebilirler. Dünyanın manyetik alanındaki bu değişiklik, foton kuşağının güneş sisteminize yaptığı basıncın bir yan ürünüdür.


Foton kuşağı tezahür ettiğinde hiçbir elektrikli aygıt çalışmayacaktır. Bu pillerin ve elektrik devrelerinin çalışmayacağı anlamına gelir. Kör bölgeye yaklaşırken meydana gelmesi beklenen bir başka büyük gelişme de gezegenin atmosferindeki ve yüzeyindeki basıncın artmasıdır. 1960’lardan günümüze dek uzanan depremsel faaliyetlerdeki artışın da işaret ettiği gibi bu basınç şimdiden gerçekleşmeye başlıyor. Dünya halen dört bir yanda depremlerin arttığı bir devir yaşıyor, aynı şey yanardağ faaliyetleriyle ilgili olarak da söylenebilir, ayrıca hava koşullarınızda da geleneksel su devrelerine basınç yapan çarpıcı bir değişim olmuştur. 1970’lerin başında ortaya çıkan ozon delikleri, kısmen foton kuşağının yaklaşmasının neden olduğu bir başka kritik değişikliği işaret etmektedir. Daha da önemlisi, yaklaşan bu olay güneşinizdeki lekelerin artmasına sebep olmuştur. 1987 ve 1988 yıllarında Siriuslular güneşinizin süptil bedenlerinin kutbiyetini değiştirdiler. Eğer bu yapılmasaydı, güneş foton kuşağının kör bölgesi tarafından yok edilir, dünya da buharlaşır giderdi. Değişiklik boyutlar arası bir hologram (ışık zarfı) kullanılarak gerçekleştirildi. Bu hologram daha sonra güneş sisteminizi Sirius’a yakın bir konuma taşımakta kullanılacaktır.


Şimdi foton kuşağı senaryosunu tekrar gözden geçirip neler olacağını görelim. Büyük bir olasılıkla bu 1996’dan sonra yer alacak bir zamanda vuku bulacak. Eğer bir değişiklik olmazsa, şu anda görüldüğü kadarıyla gezegeniniz kör bölgeye girerken bir karanlık deneyimleyeceksiniz, aniden alaca karanlık yerini tam bir karanlığa bırakacak. Bu tıpkı gezegen bir dolaba sokulup kapı arkasından kapatılmış gibi olacak. Güneş gözden kaybolacak ve zifiri karanlık gökyüzünde yıldızları göremeyeceksiniz. Kör bölgenin basıncı güneşin ve yıldızların ışığını tamamen emecek ve gündüz geceye dönüşecek.
Karanlıkla birlikte kör bölgeye girdiğinizi anlayacaksınız, değişim dönüşüm süreci başlayacak. Karanlığın yarattığı şoku kabullenmeye başlarken bir başka şeyin daha vuku bulduğunu fark edeceksiniz. Elektrikli aygıtlarınız artık çalışmayacak, düğmeye bastığınızda elektrikler yanmayacak ve arabalarınız çalışmayacak. Bu inanılmaz zorluklara rağmen bedenlerinizde harikulade şeyler olacak. Gezegenin manyetik alanları çöktüğünde dünyadaki tüm atomlar değişim geçirmeye başlayacak. Bedeninizdeki atomlar da yarı eterik bir beden oluşturmak üzere değişecek ve bilincinizi kuşatan perde kalkacak. Artık sınırlı üçüncü boyut realitesinde değil, galaktik ışık realitesinde yaşayan insanlar olacaksınız. Lyra takımyıldızını terk ettiğiniz günden bu yana sahip olmanız gereken fiziksel ve psişik yeteneklere tekrar kavuşacaksınız. Artık beşinci boyuta, yani Yuva’ya dönüş süreciniz başlayacak.


İkinci gün, atmosfer sıkışmaya başladığında kör bölgenin dünyanın yerçekimi üzerinde yaptığı basıncın etkisiyle sıkıştığınızı ve şiştiğinizi hissedeceksiniz, bu şişkinlik yalnızca iki gün sürecek. Atmosferiniz sıkışıp basınç artacak, tüm maddeler basınç yüzünden yoğunlaştığında en büyük tehlike nükleer maddelerden gelecek, çünkü zincirleme reaksiyon sonucunda öldürücü radyoaktif ışınlar ortalığa yayılacak. Öte yandan zincirleme nükleer reaksiyonlar muazzam yangınlara da yol açabilir. İşte bu yüzden Galaktik Federasyon nükleer tehlikeleri önlemek için teknik personelin ve gemilerin gezegeninize inişine izin verecektir.


Hissedeceğiniz bir sonraki değişiklik güneşin tümden ortadan kaybolmasının yol açtığı soğuk hava olacak. Bu çok büyük bir ısı düşüşü, bir tür buzul devri soğuğu olarak deneyimlenecek. Değişimin üçüncü gününde şafak sökmesini andıran hafif bir ışığın gezegeninizi kuşatmaya başladığını görecek, sonra da foton etkisinin başlangıcını deneyimleyeceksiniz. Foton etkisi çok önemlidir, çünkü yeni bir enerji kaynağına sahip olmanızı sağlayacak ve dünyanızın fosil yakıta olan bağımlılığına son verecektir. Bu enerji ayrıca uzay yolculuğu yapabilmenizi de mümkün kılacaktır, çünkü Galaktik Federasyonun uzay gemilerinde bu enerji kullanılmaktadır. Üçüncü ve dördüncü günden itibaren zayıf da olsa foton enerjisiyle tanışacaksınız.


Dördüncü gün sona erip beşinci gün başladığında hava ısınmaya başlayacak ve yeniden gün ışığına kavuşacaksınız. Üçüncü günün sonuna doğru başlayan foton etkisi artık tamamen egemen olacak ve foton ışın enerjisini kullanabileceksiniz. Dünyanızdaki her canlı foton kuşağından akan fotonlar tarafından canlandırılıp zindeleştirilecek. Yeni bir bedenle yeni bir çağa gireceksiniz. Buna ek olarak dünya dışı varlıklar ya da uzaylılar diye adlandırdığınız abi ve ablalarınız da artık aranızda olacaklar. Üçüncü boyuttan beşinci boyuta geçiş müthiş bir armağandır, çünkü bu değişimin bir sonucu olarak Pleiades kontrolünden çıkıp Sirius etkisine gireceksiniz. Bu Lyra- Sirius kültürünü benimseyeceğiniz, 25 bin yıl önce Lemurya zamanında olduğu gibi artık Sirius koruması altında olacağınız anlamına gelir. Sonuç olarak, insanlık iki bin yıldır çeşitli dinlerde kehanet edilen tarif edilemez güzellikteki Altın Çağa yaklaşmaktadır. (Sayfa: 40-53)

FOTON KUŞAĞININ İNSAN BEDENİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Daha önce de söylediğimiz gibi dünyayı etkisi altına alacak foton kuşağı tüm dünya insanlarının fizik bedenlerini değişime uğratacaktır. İnsanların kaba fizik bedenleri ya yarı eterik ya da daha az yoğun bedenlere dönüşecektir. Şimdiki durumda tüm beden tipleri bu alandaki araştırmacılar tarafından üç kategoriye ayrılmıştır.

1- Kaba ya da fiziksel beden, yani şimdiki üçüncü boyut beden tipiniz.
2- Eterik beden. Auralara, hayaletlere ya da yüksek boyut bedenlerine benzer.
3- Spiritüel beden (ruh beden).


Et ve kandan meydana gelen şimdiki bedeniniz gelecek galaktik uygarlıkta aynı yetenek ve görünüme sahip olacak, ama tamamen yarı eterik bir bedene dönüşecektir. Bu değişim dönüşüm, bedeninizin kendini tekrar gençleştirebileceği ve gerçekten yaşlanmaz olabileceği anlamına gelir. Yarı eterik bedeniniz bir düşünce formu gibi karşılık verecektir, çünkü zihniniz düşüncelerinizi nasıl kolaylıkla değiştirebiliyorsa, bedeninizi de kolayca değiştirebilecektir. Bununla birlikte bu beden size şimdi sahip olduğunuz fizik beden gibi görünecektir.


Daha önemlisi, bedeniniz çarpıcı bir DNA değişikliği geçirecektir. Tüm dünya insanları halen 2 DNA sarmalına sahiptir. Oysa “düşüşten” önce sizler 12 sarmallı bir DNA’ya sahiptiniz. Şimdi DNA sarmallarınızın yine 12’ye çıkarılmasına yardımcı oluyoruz. Bu değişim bedenin hücresel yapısını orijinal haline döndürecek ve hücrelerinizin boyutlar arası öz bedenle (ruhla) ilişkiye girmesini sağlayacaktır. Böylece hücre, ruhun DNA’ya verdiği mesajı kolayca alıp derhal işlemden geçirebilen çok boyutlu bir yönsüz dalga antenine sahip olacaktır. Yönsüz dalgalar, yayılırken bilgi taşıma yeteneğine sahip elektromanyetik olmayan dalga formlarıdır.


Ayrıca bedeninizdeki çakralar da (enerji girdapları) değişecektir. Bu enerji merkezleri şu anda 7 adettir, omurganın dibinden başlayıp başınızın üstüne kadar uzanırlar.

Birinci çakraya kök merkezi denir, o bedenin temeli ya da elektriksel zeminidir, bedenin elektromanyetik enerji hatlarını yerküreye bağlar, kırmızı renkle temsil edilir.

İkinci çakra cinsel merkezdir, zevk ve esrimenin yüksek halleri olan cinsel, duygusal merkezi oluşturur, bedenin cinsel organlarının bulunduğu bölgede yer alır, turuncu renkle temsil edilir.

Üçüncü çakra güneş sinirağı (göbek) üzerinde yer alır, bedenin temel duygusal (nefret, öfke, sevinç, kahkaha) merkezidir, sarı renkle temsil edilir.

Dördüncü çakra kalptir, sezgilerin ya da sevginin merkezidir, kalp ve akciğerler bölgesinde yer alır, yeşil renkle temsil edilir.

Beşinci çakra iletişim merkezidir, boğazda gırtlak bölgesinde yer alır, mavi renkle temsil edilir.

Altıncı çakra üçüncü göz merkezidir, çeşitli vizyonlar görme ve görsel psişik yetenekleri kullanma merkezidir, kaşların arasında yer alır, çivit rengiyle temsil edilir.


Yedinci çakra başın arka kısmında yer alan taç merkezidir, yüksek benlikle bağlantı kurmanızı sağlar, menekşe rengiyle temsil edilir.

Aura ya da bedenin enerji alanı bu yedi merkezi kuşatır ve merkezlerin genel durumu hakkında bilgi edinmenizi sağlar. Aslında aura renkleri çakraların sağlığını yansıtır, aynı zamanda bedenin o bölgelerinin iyi çalışıp çalışmadığını da gösterir.


Yeni yarı eterik bedeninizde çakralarınız şimdi sahip olduğunuz 7 merkezden 11 merkeze çıkarılacak. İlave edilen 4 merkez, aura alanınızın tepesindeki galaktik erkek ve galaktik dişi denen boyutlar arası ya da eterik iki merkeze bağlanacak. Aslında toplam olarak 13 çakraya sahip olacaksınız, 2’si tamamen eterik, 11’i ise fiziksel bedeninize ait olacak. Bu 13 çakra şunlardır:

Birinci çakra, daha önce olduğu gibi kök merkez olarak kalacak.

İkinci çakra, yine cinsel merkez olarak kalacak.

Üçüncü çakra, yine güneş sinirağı merkezi (göbek) olarak kalacak.

Dördüncü çakra, ilk büyük değişikliği oluşturacak ve artık ona diyafram merkezi denecek. Bu yeni çakra bedenin prana ya da solunum enerjisini yeniden canlandıracağı için strese hakim olma ve sağlığa zararlı unsurları bedenden atma işlevi de görecek.


Beşinci çakra, yani kalp merkezi sadece sevgi ve yüksek duygular merkezi değil, düşük duygulardan arınmış meleksi sevginin de ifade merkezi haline gelecek.

Altıncı çakra ya da timüs bezi tüm faaliyetin odağı olacak. Timüs halen insan bedeninin en yanlış anlaşılmış salgıbezidir, çünkü radyasyona en duyarlı bezdir. Yaşlanmaya sebep olan dünyanızın atmosferindeki yüksek radyasyon, atmosfer yaklaşık 6 bin yıl önce (tufandan önce) parçalandığında ortaya çıkmıştı. Bu radyasyon çocukluk yıllarından başlayarak timüs bezinin hızla küçülmesine, kalp büyüklüğünde bir organdan bezelye büyüklüğünde bir organa dönüşmesine neden olur. Foton kuşağına girdikten ve insan bedeni yeni galaktik formuna dönüştükten sonra timüs bezi tekrar büyüyecektir. Bu timüs bezinin bir yetişkin bedeninde yeni doğmuş bir çocuk kadar aktif olacağı anlamına gelir. Bu yüzden insanoğlunun hastalıkları önleme yeteneği son derece gelişecek ve timüs artık büzülüp küçülmeyecektir. Başka bir deyişle, yeni timüs merkezi galaktik insanda yaşlanmayı ortadan kaldıracaktır.


Yedinci çakra gırtlak, yani iletişim merkezidir, başınızdan girip bedene yayılan enerjiler için bir kanaldır.

Sekizinci çakraya rüyalar kaynağı denir. Körelmiş bir çakra olan bu merkez aşağı yukarı kafatasının alt kısmına yakın, boynun tam üzerinde yer alır, bilinçli bir varlığın çeşitli rüya ve vizyonları deneyimleyebilmesi için gereklidir.


Dokuzuncu çakra, bilinç için bir kontrol merkezine dönüşecek ve galaktik insanda tam anlamıyla gelişecektir. Beynin alt orta kısmında yer alır, sözde ilkel beyin ve hipofiz bezinden oluşur. Galaktik bir insanda bedenin kendini gençleştirmesine yol açacak şekilde ışığa ve radyasyona karşılık vermesini sağlayacaktır. Altıncı çakra, yani timüs bezi ve hipofiz, bedeni iyileştirecek ve canlandıracak şekilde birbirini etkiler.

Onuncu çakra, üçüncü göz ya da vizyon merkezi (epifiz) olarak bilinecektir. Zihnin yüksek titreşimlerinden gelen vizyonları ve diğer mesajları yorumlamak için sekizinci çakrayla (rüyalar kaynağı) birleşir. Onbirinci çakra, taç çakra görevini üstlenir, fizik bedenin dinçleşmek için spiritüel enerjiyle bağlantı kurduğu yerdir. Taç çakra, bedenin aura alanlarının bir araya gelerek on ikinci ve on üçüncü çakra merkezleriyle bağlantılar kurabileceği yerdir. Bu son iki çakraya galaktik erkek ve galaktik dişi enerji merkezleri denir. Böylece beynin üst 11, 12, 13 ve alt merkezleri 8, 9, 10 birbirleriyle şu anda anlayamayacağınız şekilde iletişim kuracaktır.


Çakra sistemindeki bu değişiklikler sayesinde, Atlantis devrinde yapılan genetik deneyler sonucu dumura uğrayan beyin bölümleri eski şekil ve büyüklüklerine geri dönecektir. İki kuşak sonra insanoğlu tam bilinçli insanların mirası olan daha büyük beyin boşluğuna sahip olacaktır. Bu yönsüz dalga anteninizin tam anlamıyla kullanılabilmesini ve tüm psişik enerjilerin uygun tarzda işlemden geçirilmesini sağlayacaktır. Ayrıca dünya insanı sadece görme yeteneğine mahkum olmayacak, telepati, telekinezi, durugörü ve duruişiti gibi birçok psişik yeteneğe de kavuşacaktır.


Galaktik Federasyon eğer fikrini değiştirmezse foton kuşağına girmeden altı ay önce kitlesel bir iniş gerçekleştirecek ve meydana gelecek değişikliklerden zarar görmemeniz için sizi eğitecektir. İnecek grupta danışmanlar, şifacılar ve diğer personel bulunacak, ayrıca size Federasyon üyeleriyle nasıl iletişim kuracağınız da öğretilecektir, çünkü ilerde bu tür iletişime duyacağınız gereksinim çok artacaktır. Yeni bilinç sürecinizi düzene sokmayı öğrendikten sonra düşünce formlarını nasıl kontrol edeceğinizi, daha önce ölmüş kişilerle nasıl iletişim kuracağınızı ve bu bilgiyi kendinize ya da başkalarına yardım etmek için nasıl kullanacağınızı bilmeniz gerekir. Tüm bu yöntemler Federasyon danışmanları tarafından size öğretilecektir.


 DÜNYANIN UNUTULMUŞ TARİHİ

Yaklaşık 35 milyon yıl önce, Zamanın Efendileri ve güneş sisteminizin Spiritüel Hiyerarşisi dünyayı ve güneş sistemini koruyacak eterik bir yaşam formu yaratmaya karar verdi. Bu melek benzeri yaşam formu, fiziksel yönden gelişmiş akıllı ve duygulu bir primat evrimleşip ortaya çıkana kadar görev yapacak, evrimleşen primat ise gezegeninin karada yaşayan koruyucusu olacaktı. Gerçekten de 8 milyon yıl içinde dünyada primat bazlı bir yaşam formu gelişti.


Dünyadaki ilk yaşam Yaradan tarafından planlandı ve Zamanın Efendileri tarafından çeşitlilik içerecek şekilde yerine getirildi. Birden fazla kara yaratığının eninde sonunda yüksek akıl ve duygu düzeyine ulaşarak gezegene sahip çıkacağına inanılıyordu. Sonunda, yaklaşık 26 milyon yıl önce iki insan olmayan uzay uygarlığı dünyaya geldi ve koloniler kurdu. İnsan olmayan bu zeki uygarlıklardan biri Sagittarius (yay ) takımyıldızındaki az bilinen yıldızlardan gelen sürüngenimsi bir ırk, diğeri ise Orion takımyıldızındaki Bellatrix sisteminden gelen dinozorumsu bir ırktı.


Bu iki uygarlık, güneş sisteminizi kendi mülkleri gibi gören bir manda yönetimi kurdular. O sırada dünyada bulunan eterik uygarlık ve onların meleksi rehberleri, düşman tavırlı bu iki uygarlığa katlanma kararı aldılar, mandacıların tavrında er geç bir yumuşama olacağını umuyorlardı. Nitekim 8 milyon yıl boyunca onlara daha fazla sevgi enerjisi yolladıkça bu iki uygarlık dünyanızdaki memeli hayvanların akıl ve duygu kazanıp bilinçlenmelerine izin verdi. Bu tür ilk yaratık, şimdiki yunus ve balinaların atası olan bir kara memelisiydi. İlkel bir tarım toplumu oluşturdular ve diğer iki uygarlığı da besleyecek gıda ürünleri yetiştirmeye başladılar. Dinozorumsu ve sürüngenimsi uygarlıklardan teknolojik yardım almakla birlikte, onlarla pasif bir ilişki içindeydiler.


Bu üç uygarlık uzun süre birlikte yaşadı. 10 milyon yıl kadar önce üç uygarlık da boyutlar arası yolculuk yapmak için teknoloji geliştirmekle meşguldü. Bu arada farklı yıldızlardan varlıklar alışveriş yapmak için dünyaya gelmeye başladılar. Zamanla dünyadaki yaşam formu çeşitliliğinin varlığı tüm yıldız sistemlerine yayıldı ve Orion’daki çeşitli dinozorumsu ve sürüngenimsi ittifak gruplarının dünyanızı ziyaret etmelerine yol açtı. Yeni gelenler, dünyada koloniler kuran ırkdaşlarının kendilerinden izin almaksızın kara memelileriyle ilişkiye girmesini hoş karşılamıyorlardı, çünkü Yaradan’ın tüm dinozorumsu ve sürüngenimsi uygarlıkları kendi suretinde yarattığına, galaksideki yaşamı istedikleri gibi idare etmelerine izin verdiğine inanıyorlardı. Bu üstünlük fermanını kullanan dinozorumsu ve sürüngenimsi ittifak, 16 milyon yıl boyunca dünyanın her yanında şiddet ve terör uyguladı.


Orion’dan gelen dinozorumsu grup, dünyada koloni kurmuş dinozorumsu gruba baskı yapmaya ve ordusunda özel olarak eğitilmiş silahlı bir birlik oluşturması için onu zorlamaya başladı. Amaçları memeli dünyalı varlıkları yok etmekti. Memeli deniz yaratığı öncellerinin liderleri, psişik yeteneklerini kullanarak Orionlu ve dünyalı dinozorumsu gruplar arasında tehlikeli bir birliğin meydana geldiğini anladılar. Kahinlerini görevlendirerek dinozorumsu ve sürüngenimsi varlıkların kendilerine bir komplo hazırlayıp hazırlamadığını öğrenmeye çalıştılar. Danıştıkları Spiritüel Hiyerarşi de komployu doğruladı.


Sonunda Orionlu gruplar memelilerin hepsini yok edecek, ama uygarlıklarına zarar vermeyecek psikolojik bir silah geliştirdiler. Memeli grubun yaşlıları, düşmanın niyetini anlayınca onlardan evvel davranıp anayurtlarının ortasına yerleştirilmiş füzyon jeneratörlerini kullanmaya karar verdiler. Bu anayurt orta Asya’dan doğu Avrupa’nın ortalarına dek uzanıyordu. Füzyon jeneratörlerini havaya uçurarak dünya çapında bir felaket yaratmaya, böylece diğer iki uygarlığı yok etmeye karar verdiler. Dünyanın Spiritüel Hiyerarşisi ve Leydi Gaia (Dünya Ana) memeli grubunun planını onayladı. Memeliler toplumlarını ikiye bölerek savaş stratejilerini uygulamaya koydular. Buna göre, uygarlıklarının yarısı dünyadan tahliye edilerek güneş sisteminin dışına götürülecek, geri kalanlar da karaları terk edip okyanuslara sığınacaklardı. Plan gerçekleştirildi ve jeneratörler patlatıldı.


Dinozorumsu ve sürüngenimsi grupların % 98’i yok edildi, geri kalan azınlık Mars ve Jüpiter arasındaki Maldek gezegenine kaçtı. Memeli grubun yaklaşık yarısı ( 30 milyonu) okyanuslara sığındı. Bilinçlerini kullanarak 4 milyon yıl içinde kendilerini yavaş yavaş suda yaşayabilen yaratıklara dönüştürdüler. Uygarlığın geri kalanları Pegasus ve Cetus takımyıldızına kaçtılar ve güneş sistemine tekrar dönecekleri kehanet edilen zamanı beklemeye başladılar.


Böylece dinozorumsu ve sürüngenimsi ittifak yaklaşık 8 ila 10 milyon yıl önce yok edilmiş oldu. Bir kısmının Maldek’e kaçmasından sonra dünyanın Spiritüel Hiyerarşisi gezegenin koruyuculuğunu gezegende kalan memeli deniz yaratıklarına bıraktı. Memeli deniz yaratıkları ve uzak takımyıldızlara giden kardeşleri boş kalan karaların koruyuculuğunu üstlenecek bir grup bulmaya karar verdiler. Dünyanın Spiritüel Hiyerarşisinin de yardımıyla bir aday bulabilmek için güneşten 80 ışık yılı uzaklıktaki bir bölgeyi taramaya başladılar. Bu araştırma 2 ila 3 milyon yıl sürdü. Sonunda Vega yıldız sisteminin dördüncü gezegeninde okyanuslardan yeni çıkmaya başlayan bir primat keşfettiler. Bu primatlar mitler yaratmak, dil oluşturmak, avlanma ve devşirme kültürü geliştirmek türünden uygarlığın ilk adımlarını henüz atıyorlardı. Memeliler primatların gelişimlerinin hızlandırılması için Vega yıldız sisteminin Spiritüel Hiyerarşisinden izin istediler, böylece primatlar çok kısa bir süre içinde kara koruyuculuğu yapabileceklerdi.


Genetik değişim konusunda anlaşmaya varıldı ve işe başlandı. Suda yaşayan primatlardan Vegalı insanlara dönüşme süreci hızlandırıldı. Bundan 4,5 milyon yıl önce dinozorumsu ve sürüngenimsi ittifakın ileri keşif kolları dünyaya tekrar müdahale ettilerse de Leydi Gaia ve memeli deniz yaratıklarının azimle karşı koymaları yüzünden başarı sağlayamadılar. Vega’dan başlayan göç 2,5 milyon yıl boyunca sürdü. Sonunda insanlar güneş sisteminizin uçlarına kadar yayılıp bir federasyon çatısı altında birleştiler. Federasyon güneş sisteminizde koloniler oluşturmaya karar verdi. Leydi Gaia (Dünya Ana) planı onayladı, böylece Hiborniya (Hiperborea olarak da bilinir) adlı ilk dünya kolonisi kuruldu. Hiborniya aşağı yukarı 1 milyon yıl sürdü ve tam bir Lyra/Sirius tipi uygarlık oldu. Yaklaşık 1 milyon yıl önce dinozorumsu grup yenik düşmüş kardeşlerine yardım etmek için güneş sistemine geri döndüğünde, artık sistemin büyük bir kısmına insanların egemen olduğunu gördü. Kendilerine kala kala Maldek’deki koloni ve güneş sisteminin kenarına dağılmış küçük bir ileri karakol personeli kalmıştı


Dinozorumsu ve sürüngenimsi ittifak yine de güneş sistemine ve komşu yıldız sistemlerine saldırmaktan vazgeçmedi, Maldek’deki koloni de kendilerine yardım ediyordu. Galaktik Federasyonun Mars, Venüs ve Dünyada yarattığı insan kolonilerini sürekli taciz ediyorlardı. Bu saldırlar Mars’ın atmosferini ve hidrosferinin (okyanus ve nehirler) büyük kısmını yok etti. Venüs keskin gaza dönüşen atmosferin neden olduğu ısınmadan dolayı sera etkisi içinde hapsoldu. Dünya’daki Hiborniya kolonisi ise tüm uygarlığı mahveden bir saldırıyla yok edildi. Sonunda dinozorumsu ve sürüngenimsi ittifak tüm güneş sisteminizin kontrolünü yeniden ele geçirdi. Yaklaşık 80 bin yıl boyunca güneş sisteminiz bu grupların ileri karakolu oldu. Sonunda Galaktik Federasyon bu ittifakı güneş sisteminden uzaklaştırmak için bölgeye büyük bir savaş gezegeni getirdi. Bu gezegenin amacı, ittifakın yönetim merkezi olan Maldek gezegenini yok etmekti. Maldek yok edildikten sonra ittifakın dünyadaki güçlerini yenmenin daha kolay olacağı düşünülüyordu. Bu acımasız plan çabucak gerçekleştirildi ve dünyanız 900 bin yıl önce yeniden insanların kontrolü altına girdi.


Dünya insanları bu kez yeni kolonilerinin Lemurya denen kıtada kurulmasına karar verdiler. Burada, hayatın her düzeyinde demokratik ilkelerin geçerli olduğu bir Lyra/Sirius uygarlığı yarattılar. Sonraki 850 bin yıl boyunca Lemuryalılar şimdi Pasifik Okyanusunun bulunduğu yerdeki ana kıtadan tüm gezegene yayıldılar. Bir dizi yavru imparatorluklar kurdular. Bu imparatorlukların en önemlisi Atlantik Okyanusunun ortasında büyük bir ada olan Atlantis’ti. Bir diğer önemli koloni bugün Çin ve Tibet denen bölgede kurulan Yü İmparatorluğuydu. Uygarlıklarını geliştirirken kültürlerinin eşsiz olduğu duygusuna kapılan Atlantisliler, kendilerini Lemurya’nın diğer yavru imparatorluklarından üstün görüyorlardı. Ana imparatorluk olduklarına inanıyor, Lemuryayı ve onlara sadık kalan diğer küçük imparatorlukları yok etmeyi tasarlıyorlardı.


Sonunda Atlantisliler, aslen Alpha Centauri ve Pleiades’deki uygarlıklar tarafından oluşturulmuş çeşitli asi savunma kumandanlıklarında bazı müttefikler buldular. Sonraki 25 bin yıl boyunca bu savunma kumandanlıkları ve çeşitli yıldız sistemlerinin ileri karakollarıyla ittifaklar geliştirdiler. Bu gruplar Lemurya’nın yok edilmesini ve Atlantis’in egemenliğini amaçlayan planlar geliştirmeye başladılar. Uygun fırsat kollayan Atlantisliler yaklaşık 25 bin yıl önce Alpha Centauri ve Pleiadesli asilerle Lemurya’yı yok etmeye karar verdiler. Yaptıkları plan başarılı oldu, ama bu arada dünyanın aylarından birini de yok etti.


O zamanlar dünya bir değil iki aya sahipti, her biri şimdiki ayınızın dörtte üçü büyüklüğündeydi. Asilerin yapmaya niyetlendikleri şey, güç alanlarını kullanarak aylardan birini aşağı doğru spiral çizen bir yörüngeye sokmak ve ay dünyayla kritik kütle konumuna (Lagranj Noktası) erişmeden havaya uçurmaktı, böylece muazzam bir meteor sağanağı Lemurya kıtasını yok edecekti.


Planı gerçekleştirdiler, ay parçalarının büyüklüğü tektonik tabakalarda bir dizi felakete yol açtı. Lemurya kıtasının altındaki büyük gaz odaları çöktü ve koca kıta sulara gömüldü. Yaklaşık 25 bin yıl önce Atlantisliler ve asi müttefikleri büyük Lemurya kıtasını işte böyle yok ettiler. Sonunda Lemurya gözden kayboldu ve bir efsaneye dönüştü. Yakınlarda bilim adamlarınızın Pasifikte yaptığı okyanus sondajları deniz dibinde geniş vadiler ve dağ yükseltileri bulunduğunu ortaya koydu ve bir zamanlar dünya harikası olan batık kıtanın bir kısmının haritası çıkarıldı. Lemurya uygarlığının yok edilmesinden sonra hiçbir şey güç açlığı içindeki Atlantis’in yükselişini ve her yere nüfuz edişini önleyemedi.

ATLANTİS’TEN BÜYÜK TUFANA KADAR

Lemurya’nın sulara gömülmesinden sonra Atlantisliler ve onlara yardım eden asiler, kendi hiyerarşik yorumlarının Galaktik Federasyonun daha demokratik yorumundan üstün olduğunu ileri sürdüler. Lemurya’yı ana imparatorluk gibi gören diğer yavru imparatorluklar şok olmuş, yarınların ne getireceği konusunda endişeye kapılmışlardı. Kuzey Afrikadaki Libya- Mısır İmparatorluğu, Atlantis’e kendi toprakları üzerinde bir dereceye kadar yetki veren bir anlaşma yapmayı başardı, ama varlığını koruyabilmek için Atlantislilerin istediği değişiklikleri kabul etmek zorundaydı. Asyadaki Yü imparatorluğu ve kolonileri Atlantislilere boyun eğmeyi reddettiler. Birkaç emir yayınlayarak Atlantislilerin yavru imparatorluklardan özür dilemesini ve şiddet eylemlerine son vermesini istediler.
Atlantisliler, Libya-Mısır İmparatorluğunun da desteğiyle Yü’den bu emirleri derhal kaldırmasını talep ettiler, karşı taraf bunu da reddetti. Sonunda Atlantis’in ve asi müttefiklerinin silahlı güçleri Yü İmparatorluğuna saldırıp yıkıma giriştiler. Yülüler yer altına inmek zorunda kaldılar ve bugün hala varlığını sürdüren Agarta ve Şambala uygarlıklarını kurdular. Onların bu şevk dolu eylemleri, Lemurya’nın şanlı mirasının, yani gerçek Lyra/Sirius uygarlığının yeniden oluşturulma zamanı gelene dek devam edecektir.


Atlantis’in yükselişi ve çöküşü arasında üç imparatorluk tarih sahnesine çıkmıştır. İlk imparatorluğa Eski İmparatorluk denir. MÖ. 400 binden MÖ. 25 bine kadar uzanan bu imparatorluk Lemurya ile aynı dönemde var oldu ve Lemurya’nın yıkımını planladı. İkinci imparatorluğa Orta İmparatorluk denir. MÖ. 25 binden MÖ. 15 bin yılına kadar uzanan bu imparatorluk dünyanın ilk hiyerarşik yönetimine sahne olmuştur. Üçüncü imparatorluğa ise Yeni İmparatorluk denir. Atlantis tarihinin son 5 bin yılını kapsayan bu dönem çatışmaların ve yıkımın öyküsünü içermektedir. MÖ. 15 binden MÖ. 10 bine dek uzanan son dönem, dünya insanlarını bugün hala acısını çektiğiniz genetik mutasyona uğratma dönemidir. Ama bu genetik mutasyon bizlerin de yardımıyla yakında düzeltilecek geçici bir durumdur.


Şimdi Orta İmparatorluk dönemine bir göz atalım. Lemurya battıktan sonra Atlantis’in seçkin sınıfı imparatorluğun yeniden nasıl inşa edileceği sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Hem tam hakimiyet kurmak, hem de diğer imparatorlukları bünyeleri içinde tutmak istiyorlardı. İlk girişimleri, Lemurya klan yapısını değiştirerek Lemurya’nın geleneksel kavramlarını seçkin sınıfın hakim olacağı bir devlet şekline dönüştürmek oldu. Bu değişiklikler başlangıçta hiç de başarılı olmadı ve gezegenin her yanında bir dizi çetin iç savaşın yaşanmasına yol açtı. Atlantisliler, daha önce dünyayı fizik anlamda dengelemek için kullandıkları yapay bir Maldek ayı getirmişlerdi. Askeri üstünlük elde etmek, iç savaş ve isyanları sona erdirmek için bu ayı kullanmaya kalkıştılar. Ama isyanlar 10 bin yıllık Orta İmparatorluk boyunca devam etti. İleri karakollardaki bazı kurnaz asiler, Atlantisli seçkin sınıfın yeni oluşturduğu klanların yönetim konseylerine sızıp yönetimi ele geçirmeleri için adamlarını yolladılar. Yönetimlere sızan asiler, Lemurya yanlısı hizbe karşı sert tedbirler alınmasında ısrar ediyorlardı. Sonunda bu ısrar Atlantisli seçkinlerin bir terör ve işkence dönemi başlatmasına yol açtı, bu da toplumsal bölünmelere sebep oldu.


Atlantisin nasıl düzene sokulacağı, gezegenin nasıl yönetileceği sorusu hala geçerliliğini koruyordu. Devleti egemen kılmak için birçok talihsiz girişimde bulunuldu. Kullanılan en başarılı yöntemlerden biri, Tanrı gücü dedikleri şeye inanç yaratmaktı. Atlantis’in asil yönetim konseyi, yetkilerini Tanrıdan alan bir hükümet modeline şiddetle ihtiyaç duyuyordu. Oysa bu yönetim şekli, ülkenin 10 özerk yönetime bölündüğü Eski İmparatorluk dönemindeki uygulamaya ters düşüyordu, çünkü 10 bölgenin kralları Atlantis’in yönetim konseyini oluşturuyorlardı. Yeni düzenleme bu krallardan birini en yüce hükümdar olarak seçmeyi öngörüyor, diğer dokuz kralın da hükümdarın kabinesini oluşturması isteniyordu.


Otokrasi yükselişteydi. Orta İmparatorluğun sona erişiyle birlikte sıkıyönetim Atlantis’e tam anlamıyla egemen olmuştu. Öte yandan, Orta İmparatorlukta yetişen yeni kuşaktan birçok insan ülkeyi yöneten seçkin sınıftan memnun değildi. Yönetimin başarısız olduğuna inananlar Lemurya sistemine dönülmesini talep ederek büyük bir isyan başlattılar. Yönetim sert tedbirler alarak isyancıları İyonya ve güney Avrupa’ya sürdü. İsyancı liderler Atlantisli egemenlere boyun eğene dek İyonya’da kalmaya mahkum edildiler. İsyancılar sadece seçkin sınıfın üyelerinden değil, aynı zamanda gayrı memnun bilim adamlarından ve diğer yöneticilerden oluşuyordu. Sonunda bir yer altı direniş örgütü oluşturarak hareketi Atlantis’e taşımaya başladılar. Bu yer altı hareketi, Lemurya’ya uygarlığı getiren Siriusluların onuruna Osiris (Osirius) mezhebi denen bir mezhep yarattı.


Osiris hareketinin etkin hale gelebilmesi için Yeni İmparatorluk boyunca 3-4 bin yılın geçmesi gerekti. Sonunda Atlantisli yöneticiler İyonya’yı yok ederek bu mezhebin kökünü kazımaya karar verdiler. Pleiadesli ve Centauruslu asilerin de yardımını almaya çalışan seçkin sınıfın yaptığı hazırlık İyonyalı isyancıların gözünden kaçmadı. Bilimsel birikimleri sayesinde kendilerini yok etmek için kullanılabilecek herhangi bir ay’ın devinimlerini saptayan bir erken uyarı sistemi geliştirdiler. Bir saldırıya hemen karşı koyacak durumdaydılar.


Atlantis yıkımdan evvel Atlas adlı bir kralın yönetimindeydi. Seçkin sınıf, İyonya’ya yapılacak saldırının yer altı hareketine son verip vermeyeceği konusunda endişeliydi. Bu hazırlıklar, İyonya saldırıya uğrarsa neler olacağı konusunda endişelenmeye başlayan Libya-Mısır İmparatorluğunun seçkin sınıflarını da alarma geçirmişti. Kral Atlas Lemurya uygarlığının yeniden ihya edilmesinin gizli taraftarıydı. Hatta Kralın İyonya’daki yer altı hareketinin onuruna Osirius ya da Osiris adını verdiği bir oğlu bile vardı. Yıkımdan hemen önce Atlas kendini öldürmek isteyen komplocuları atlatmak için karısı Kraliçe Mu’yu ve oğlu Osirius’u iki farklı yöne yolladı. Kraliçe Mu ve kraliçenin kardeşi Prens Mayam’ı Atlantis ordusunun çoğunluğuyla Orta Amerika’ya gönderdi. Osirius ile rahiplerin ve kayıt tutucuların çoğunu ise Libya-Mısır İmparatorluğuna yolladı.


Atlas, Atlantis’in yıkımından sonra Lemurya İmparatorluğunu yeniden kuracak imparatorluk bölgeleri yaratmayı düşünüyordu. Ne yazık ki Osirius’un erkek kardeşi Seth’in eylemleri bu umudu boşa çıkaracaktı. Seth, Libya-Mısır İmparatorluğunun atanmış yöneticisi olarak gerçek Atlantis İmparatorluğunu yeniden kurmaya karar vermişti. İki zıt inanç Osirius ve kardeşi Seth arasında büyük bir çatışmaya yol açtı. Prens Osirius’un ordularının başında ilerdeLibya-Mısır İmparatorluğunun başına geçecek olan büyük oğlu Horus vardı. Horus amcası Seth’in niyetini sezdi ve babasını uyardı. Ama Osirius kardeşi Seth’in olumlu bir insan olduğuna ve babaları Atlas’ın vasiyetine sadık kalacağına inanıyordu, bu yüzden oğlunun uyarılarına kulak asmadı. Nitekim Seth, kardeşi Mısır’a geldiğinde onun Libya-Mısır İmparatorluğunun yeni kralı olmasına izin verdi, çünkü yasaya göre büyük oğlun kral olması gerekiyordu. Kendi krallığını kuramayacağını anlayan Seth sonunda Osirius’a saldırmaya karar verdi. Silahlı güçlerini Nil Nehrinin ötesine, bugün Ortadoğu (Sümer toprakları) denen yere götürdü.


Horus ise ordusunu Sina Yarımadasında konumlandırdı. Bu arada yeni bir oyuncu önemli bir güç olarak oyuna katılmıştı. Şambala ya da Agarta İmparatorluğu, otoritesini yeniden kurmak için Hindistan’da Agarta Kralının oğlunun yönetimi altında bir yüzey imparatorluğu kurmaya karar vermişti. Bu Agarta Prensinin adı Rama idi, imparatorluğu bugüne kadar onun adıyla anıldı. Rama İmparatorluğu başlangıçta İndus Nehri vadisinde yerleşmişti. Agartalılar, yeni imparatorluğun Seth’e ve Sümer ordusuna karşı savaşması gerektiğine karar verdiler. Agarta uygarlığı hava kuvvetleriyle Horus’u korudu, Sina Yarımadasında ileri karakollar kurmasına ve Seth’in ordusuna saldırmasına olanak sağladı. Sonunda Horus Sina Yarımadasının doğu ucunda yapılan zorlu bir savaşta Seth’i yendi ve onu öldürdü. Seth’in oğulları kutsal topraklardan geçerek bugün Ortadoğu denen bölgeye kaçtılar ve orada Sümer uygarlığının temellerini attılar.


Seth’in oğulları ve Sümerler, Mısırda yeniden egemenlik kurmaya azmetmiş, kendilerini Lemurya’dan kalan her türlü mirası tamamen yok etmeye adamışlardı. Horus’u yenebilmek için ustaca bir plan geliştirmeye başladılar. Bu tehlike, Horus’u Rama İmparatorluğuyla yeni anlaşmalar yapmaya yöneltti. Seth’in oğullarının Rama İmparatorluğuna yaptığı bir dizi saldırı, Horus güçlerinin Sümerlere karşı saldırıda bulunmalarına yol açtı. Bu yıkıcı saldırılar Avrupa, Afrika ve Asyanın, yani uygar dünyanın büyük bir kısmını mahvedecek gibi görünüyordu.


Sonunda savaşan imparatorlukların yöneticileri, kristal tapınaklara saldırmaya karar verdiler. Tapınaklar, gökkubbeyi (donmuş kristalize su tabakası) yerinde tutan kristal ağını barındırıyordu. Bu donmuş kristalize su savaşan taraflarca son çare olarak düşünülüyordu. Dahası, üç imparatorluk da sadece düşman bölgesinin sular altında kalacağına, kendi bölgelerine bir şey olmayacağına inanıyordu. Ne yazık ki kristal tapınaklara saldırılar aynı zamanda yapıldı ve gökkubbeyi çatlatacak ölçüde kristal ağ yok edildi. Böylece gökkubbe parçalandı ve milyonlarca galon suyun gökten yere inmesine sebep oldu. Kutsal metinlerinizde bu olaydan Büyük Tufan (Nuh Tufanı) diye söz edilir.


Şimdi kısaca bu gökkubbenin neden oluştuğuna bir göz atalım. Gökkubbe, biri dünyadan yaklaşık 15 bin ila 18 bin kadem, diğeri ise yaklaşık 35 bin ila 38 bin kadem yükseklikte iki katmandan oluşan dev bir kristalize su kalkanıydı. Katmanlar çok iyi inşa edilmişlerdi, gezegene yaşam bahşeden bir atmosfer sağlıyorlardı. Gökkubbe çöktüğünde atmosfer açılacak, bu da tehlikeli radyasyonların dünyaya nüfuz etmesine sebep olacaktı, sonra da kaçınılmaz olarak iklim değişiklikleri meydana gelecekti. Oysa gökkubbe varken yağmur yoktu, rüzgar çok azdı ve mevsim değişiklikleri yaşanmazdı. Savaşanlar aynı anda kristal tapınaklara saldırınca kristal ağın büyük bölümü yok oldu, bu da gökkubbede muazzam büyüklükte bir deliğin açılmasına yol açtı. Delik gökkubbenin dengesini bozunca şiddetli yağmurlar başladı. Bu ani tufan sonucunda Rama, Mısır ve Sümer uygarlıkları yok oldular, sonra tufan dünya çapında yayılarak Amerika kıtalarını, Asya, Avrupa ve Afrika’nın diğer kısımlarını ve okyanus havzalarını da kapladı.


Kırk gün süren şiddetli yağmurlardan sonra dünya tamamen değişti. İnsanlığın tüm tarihi kayıtları tufan sırasında yok oldu, geriye ağızdan ağıza aktarılan öykü ve efsanelerden başka bir şey kalmadı. Dünya insanları bu efsanelerin ne anlama geldiği konusunda düşünmelidir. Tufandan sonra şimdi üzerinde yaşadığınız dünya ortaya çıktı. Bu kadim zamanın halkları ve hükümdarları, sizin tanrı ve tanrıçalarınız haline geldiler. Sonuç olarak onların çağı sizin efsanevi Altın Çağınızı oluşturdu. Yapmanız gereken şey, anlattığımız olayların yakında gezegeninizde meydana gelecek olaylarla bağlantısını ortaya koymaktan ibarettir.

TUFANDAN SONRA

Tufan sona erip sular çekilmeye başladığında insan nüfusu iyiden iyiye azalmıştı. Geride kalanlar uygarlığı nasıl onaracaklarını düşünerek sığınaklarından çıkmaya başladılar. Dünyanın seçkin insanları, gezegene hükmeden Pleiadesli ve diğer asi gruplardan yardım istediler. Tufan sırasında Atlantisli seçkinler ve uzaylı işbirlikçileri Hadar yıldızına (Beta Centauri ) kaçmışlardı. Felaketi dünya insanlarının hak ettikleri karmik bir yıkım olarak görüyorlardı. Hatta Hadar 3. kolonisinin yönetim konseyi, asi Pleiadeslilerden bu çökmüş uygarlığa müdahale etmemelerini, onu düşük bir kültür ve teknoloji düzeyinde tutmalarını önerdi. Kısaca, Hadarlılar bu yaklaşımın tufanın neden olduğu yıkıma saygılı davranmak anlamına geldiğini düşünüyorlardı. Ama uzun tartışmalardan sonra asiler çıkarlarını düşünerek dünya insanlığına yardım etme kararı aldılar.


Pleiadesli asiler sadece dünyanın dört bölgesinde koloniler kurmak için bir plan hazırladılar. Bu bölgelerden ilki Ortadoğu idi, Sümer kolonisi burada kuruldu. İkinci koloni Meksika’nın orta bölgesindeki vadide kuruldu ve Olmek öncesi orta Amerika uygarlığı haline geldi. Üçüncü koloni Rama İmparatorluğunun eski topraklarında, Çin’in bugünkü Xian kentine yakın yerde kuruldu. Dördüncü koloni Libya-Mısır İmparatorluğunun merkez bölgesinde oluşturuldu. Sümer uygarlığını kurmakla görevli asiler, buradaki devlet sistemini kendilerinin denetleyici Tanrılar rolünü oynayacakları hiyerarşik bir yapıya dayandırdılar. Asiler, dünyanın mutasyona uğramış insanlarına kendilerine saygıyla tapınılması gerektiğini vurgulayan bir yaratılış miti sundular.

Sümer uygarlığı bu mit çerçevesinde gelişti. Tufandan yaklaşık yüz yıl sonra bir başka asi grup Mısır’a geldi ve bir uygarlık kurmaya başladı. Bu Pleiadesli ve Centauruslu asiler, Büyük Piramidin simgelediği Lemurya mirasını yok etmenin bir yolunu bulmaya azmetmişlerdi. Bir Tanrı Kral figürünü kullanarak hükmetmek ve halktan eski teknolojik sırlarla tarihi gerçekleri gizlemek istiyorlardı. Meksika vadisinde yaşayanlar, Lemurya döneminden kalmış ve daha sonra Kraliçe Mu ve kardeşi Prens Mayam tarafından desteklenmiş eski uygarlıkları yeniden yaratmaya çalıştılar. Ancak bunu başaracak teknolojiye sahip değillerdi, bu konuda uzaylı asilerden yardım istediler. Bir süre sonra Pleiadesli ve Centauruslu bir grup geldi ve Meksika’da kendi hiyerarşik yapılarını ve mitolojilerini yansıtacak birkaç uygarlık kurdu.


Bir başka asi grubu da Asya kıtasına gitti. Rama İmparatorluğunun eski topraklarında, bugünkü Xian kenti yakınlarında bir koloni kurdu. Bu grup eski baş düşmanlarının kültürünü baştan aşağı değiştirmek istiyordu, ama Rama İmparatorluğunun bölgedeki etkisi hala güçlüydü. Asiler imparatorluğun birçok gizli arşivinin hala kullanıldığını biliyorlardı. Bu yüzden Lemurya-Rama kültürüyle kendi kültürlerini ustalıkla meczederek ve eski öğretileri kısmen saptırarak amaçlarına ulaşmayı planladılar.


Tufandan sağ kurtulan ve nerdeyse bilinçlerini yitirmiş olan bu insanları kolaylıkla gütmenin bir yolunu bulan asiler, spiritüel olmayan bir dini sonunda insanlara kabul ettirdiler. Öte yandan Spiritüel Hiyerarşi hala mutasyona uğramış insanların dünyanın koruyucusu olabileceğine inanıyordu. Bu yüzden insanların dünyayı yeniden iskan etmesine izin verdi ve kısıtlı ölçüde müdahale etme kararı aldı. Müdahaleler, ara sıra değişik varlıkları temsilci olarak göndermeyi ve seçilmiş bazı uygarlıklara vizyonlar göstermeyi içeriyordu. Bu vizyonlar, belirli çekirdek inançları toplumlarına sunacak spiritüalize olmuş bazı insanları yaratmaya yardımcı oldu. Yeni inançlar toplumların ruhsal evrimini sağlayacaktı, uygulama bugüne kadar sürdü. Dünya insanlarının iyiyle kötüyü ayırt etmelerine ve daha adil bir yönetim biçimine ihtiyaç duymalarına bu müdahaleler çok yardımcı oldu.


Tufandan sonraki iki bin yıl boyunca hiyerarşik imparatorluklar hüküm sürmüş ve çeşitli kent devletleri arasında pek çok savaş yapılmıştı. Kent devletleri daha sonra birleşip imparatorluklar kurdular ve daha kanlı savaşlara neden olacak teknolojileri kullanmayı öğrendiler. Bu korkunç savaşlar dünya insanlarını şimdiki atom bombaları ve nükleer başlıklar zihniyetine kadar getirdi.


Uzaylı asiler, büyük binalar inşa etmeyi unutmuş insanlara eski yapıların projelerini kullanarak bina inşa etmeyi öğrettiler. Ancak yapılan büyük binalar kendilerini bir tanrı gibi sunan uzaylılara tapınma yeri olarak kullanılıyordu. İtaatsizliği asla hoşgörmüyor, insanları ilahi yetkiyle yönettiklerini söylüyorlardı. İlahi yetki kavramı insanlara Spiritüel Hiyerarşi tarafından değil, negatif eğilimli varlıkların kurduğu hiyerarşi tarafından aşılandı. Bu yüzden kadim “tanrıların” gerçek tanrı değil, sadece asi insanlar olduklarını söyleyebiliriz. Federasyon kaçkını asiler mutasyona uğramış insanları kendilerine biat ettirdiler ve seçkin sınıfa köle gibi hizmet eden, boyun eğen bir uygarlık yarattılar.
Bununla birlikte, MÖ. 15. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar ışığın ve karanlığın güçleri arasında yapılan galaktik savaşlar ve boyutlar arası müdahaleler asilerin gezegen üzerindeki hakimiyetlerini sürdürmelerini zorlaştırdı, giderek otoriteleri zayıfladı. Bu ani geri çekilme insanlar arasında yeni bir bilincin ortaya çıkmasını sağladı. Pleiades Yıldız İttifakının yaptığı bir girişimle dünyadan ayrılmak zorunda kalan asiler, dünya insanlarının semavi bir dinin ve felsefenin temelini atmasını istemeyerek de olsa kolaylaştırmış oldular.


Öte yandan, gökkubbenin çökmesiyle dünya atmosferine rahatça giren zararlı kozmik ışınlar insan ömrünü bin yıldan birkaç on yıla, 8-10 kadem uzunluğundaki normal galaktik insan boyunu 5-6 kademe (1 kadem =28 cm) kadar indirmişti. Bu ufalma insan bilincini çok sınırladı ve sözde tanrıların etkisine açık kıldı. Ama Spiritüel Hiyerarşi eninde sonunda insanlığın gerçek Tanrı yoluna, ışığın yoluna gireceğini biliyordu. Çünkü ne kadar mutasyona maruz kalırsa kalsın az sayıdaki insanda yeterince genetik madde korunmuştu. Semavi vizyonlardan en çok etkilenenler kahinler ve medyumlardı, onlara verilen bilgi günümüze kadar insan uygarlığına yardımcı olmayı sürdürdü.


Dünya insanının karantinadan ve mutasyondan sıyrılıp galaktik insan olmasının zamanı artık geldi. Bu süreç şimdi gezegeninizin her tarafında yaşanıyor, bizler bu konuda size yardımcı olmaya çalışıyoruz. Tarihinizle ilgili bilmeniz gerekenleri anlatıyor, şu andaki durumunuzu daha iyi anlamanıza yardımcı oluyoruz. Bugün dünya insanı için harikulade bir model gerçekleşiyor, bu model yeryüzünün şarkısıdır! Spiritüel Hiyerarşilerle yeni bir bağlantı oluşturmanın ortasındasınız. Artık eski barbar uygulamalardan kurtuldunuz, birbirinize davranışlarınız olumlu yönde gelişiyor. Ama 20. yüzyıldaki uygulamalarınız birçok yönden eski barbarlığınızı gölgede bırakmıştır. Fakat yine de dünyada bilincin geliştiği çok açık bir gerçek, şimdi yeni bir çağın eşiğindesiniz. Eğer insanlar enerjiyle bir olmayı sürdürürlerse içlerinde bir yükseliş, ışık bedene dönüş ve ölümsüzlüğe kavuşma potansiyeli olduğunu keşfedecekler.

TANRI VE KORUYUCULUK


Güneş sisteminin tüm diğer gezegenleri gibi dünya da melekler, başmelekler ve yükselmiş üstatlar denen bir Spiritüel Hiyerarşi tarafından kuşatılmıştır. Onların amacı, sekiz boyutlar arası evrim enerjisi için aracılık yapmaktır. Bu semavi aracılar boyutlar arası uygun girişleri kullanarak enerjileri üçüncü boyut enerji kalıplarınıza aktarırlar. Söz konusu yaratıcı ve evrimleştirici enerji kalıpları, güneş sisteminizi ve gezegeninizi de içeren fizik evreni yaratır.


Yaratılışın Tanrı dediğiniz En Yüce Yaratıcı Güç tarafından nasıl gerçekleştirildiğini açıklamamız gerekir. Yaratılış doğası gereği süreklidir ve evrimleştiricidir. Belirli bir yaratılışın her veçhesi önemli ve kendine özgü bir devreye sahiptir. Şimdiki yaratılış altıncı devredir ve 50 milyar yıldan 100 milyar yıla kadar sürecektir. Şimdi bu altıncı yaratılışa bir göz atalım.


Evreninizin fizik yaratılışı 50 milyar yıl kadar önce En Yüce Yaratıcı Gücün yönetimi altındaki Zamanın Efendileri tarafından başlatıldı. Şimdiki yaratılış, zamanın başlangıcından beri süren altı yaratılışın sonuncusudur. Her bir fiziksel yaratılış kendi devresine ve kendi modeline sahiptir. Bu yaratılış, en yüce sevgiden oluşan daha yüce bir ışık üretebilmek için karanlığın nasıl ışığa dönüştürülebileceğini göstermek üzere meydana getirildi. Bu sevgi galaksinizi değişime uğratacak ve onu En Yüce Yaratıcı Güce ve onun baş temsilcileri olan Zamanın Efendilerine yükseltecektir.


Zamanın Efendilerine fizik yaratılışın tanrısal çobanları denebilir. En Yüce Güç fizik yaratılışı ilk başlattığında önce Zamanın Efendileri yaratıldı, çünkü zaman tüm fizik yaratılışı yöneten birimdir. Zamanın Efendileri sonsuz sayıdaki her boyutta vardır, görevleri fizik yaratılışı tanrısal amaca göre düzenlemek ve denetlemektir. Zamanın Efendileri önce fizik yaratılışın sekiz boyutunu yarattılar, sonra da her bir boyut arasındaki spiritüel enerji alışverişini düzenleyen boyutsal Spiritüel Hiyerarşilere yardım ettiler. Üçüncü boyutsal galaksiyi oluşturabilmeleri için Zamanın Efendilerine “zamanın yaratıcı nabız atışı” verilmiştir, bu enerji vasıtasıyla herşey mümkündür.


Zaman ilahi planda birçok anlama sahiptir, yaratılış ışığını fizik evrende tesis eden süreçtir, ayrıca zaman yaratılışın tüm yasalarını ve yöntemlerini mümkün kılan mekanizmadır. Bununla birlikte işlevi özel gereksinimlere göre değişir. Zaman her şeydir, ama aynı zamanda hiçbir şeydir. Zaman büyük bir bilmecedir, dünyanızdaki su gibi zaman da kendi düzeyini arar. Büyük bilginlerimiz, görücülerimiz ve mistiklerimiz milyonlarca yıldır zamanın nabız atışını inceliyorlar, ama henüz zamanın sırrını çözemediler. Foton enerjisinin gerçek bilimi ve felsefesi sizi yaratılışın sonsuz devreleriyle ilgili yeni bir anlayışa götürecektir. Aslında yaratılışın büyük bir patlamayla başladığı ya da ani bir şekilde sona ereceği kuramı yanlıştır. Zamanın Efendileri ve boyutsal hiyerarşiler yaratılışı yeni bir realiteye dönüştürürler.


Tüm spiritüel sistemler birinciden sekizinci boyuta kadar düzenlenmiştir. Sekizinci boyutun ötesinde Tanrılığın doğasıyla ilgili çok sayıda yüksek spiritüel boyut vardır. İlk yedi boyutun her biri fizik yaratılışın çeşitli veçhelerini ifade etmek için yaratılmıştır. Sekizinci boyut tüm bu alt boyutların kaynağını oluşturur. Sekizinci boyutun üstünde büyük ve sonsuz Tanrılık (Zamanın Efendileri, Başmelekler vs) vardır. Birinciden üçüncüye kadar olan boyutları zaten biliyorsunuz. Onların üzerinde üçüncü boyutun beşinci boyuta geçtiği bir zaman girişi (kapısı) olan dördüncü boyut bulunur. Beşinci, altıncı ve yedinci boyutlara yüksek boyutsal alemler denebilir. Dünya bilim ve fiziğinin yasaları orada geçerli değildir. Öz’ün bilimini anlamayanlar için bu boyutlar kendi boyutunuza kıyasla büyü ve mucize alemleri olarak görünebilir. Bu alemlerde Tanrılık Melekleri ve Başmelekler Spiritüel Hiyerarşinin çeşitli düzeylerinde bulunur ve dünyayı korumak için 5. 6. ve 7. boyutlarda yer alırlar. Başmelek ve meleklerin başlıca misyonu, yaratılışın sevgi ve ışık enerjisini alıp fizik evren boyunca dağıtmaktır. Zamanın Efendilerinin sorumluluğu ise fizik evreni gözlemek ve Spiritüel Hiyerarşi tarafından verilen sevgi ve ışık enerjisini kullanarak fizik evreni sürekli yaratmaktır. Spiritüel Hiyerarşi üyelerinin boyutlar arası alışverişi gerçekleştirmek için izledikleri bir yöntem vardır, fizik alemde özellikle de üçüncü boyutta enerji alışverişini yerine getirecek fizik bir koruyucuya ihtiyaç duyarlar. Bu yüzden herhangi bir gezegenin fizik koruyucuları hem fizik hem de spiritüel varlıklar, başka bir deyişle tam bilinçli fiziksel varlıklar olmalıdır.


Spiritüel Hiyerarşilerin deva veçhesi, fizik dünyayı mümkün kılan sevgi ve ışık enerjilerini tezahür ettirmiştir. Aslında bu deva ruhları biyosfer dediğimiz bir yaşam sistemi kurmuşlardır. Tüm hayvanlar, bitkiler, kayalar, su ve gökyüzü yaşam enerjisine ve bilince sahiptir. Yaşam sınırlı değildir, yaşam her şeyde vardır. Daha yüksek spiritüel bir bilimin var olduğunu anlamalısınız. Şimdiki durumda dünyada koruyucu grup olarak seçilmiş iki büyük tür var. Birinci tür memeli deniz hayvanlarıdır, ikinci tür ise çok uzun bir süre önce diğer yıldız sistemlerinden getirilen insanlardır. Memeli deniz hayvanları ritüelleriyle, sonar şarkılarıyla ve yolculuklarıyla biyosferi canlandırırlar. Balina şarkısı dünyanın tüm okyanuslarında ve gökyüzünde yankılanır. Bu şarkıların oluşturduğu enerjiler yaşamı sürdüren rezonansı yaratır. Bu yüzden balina avlamak cinayetten farksızdır, dünyaya yapmak ve başarmak için geldiğiniz her şeyi ihmal etmenin ve ona saygısızlık göstermenin son perdesidir! Balina avcılığına derhal son vermenizi istiyoruz. Koruyucu bir türe yapılan bu saygısızlığa, bu iğrenç durumun sürmesine izin veremeyiz.

GALAKTİK İNSAN UYGARLIĞI

İlk insan uygarlığı yaklaşık 6 milyon yıl önce Lyra takımyıldızındaki en parlak yıldız olan Vega yıldız sisteminde kuruldu. Bu zaman zarfında Vega’nın insan sakinleri gezegenler arası bir kültürün başlıca ilkelerini geliştirdiler. Bu kültür, dört asli toplumsal yasa olarak sunulan iki ana prensibe dayalıydı. Bu iki prensipten ilki, bireyin kişisel evriminin önemiydi. Uygarlığın temel inancı, bireyin bilincinin bir yandan kendi ruhunu keşfederken bir yandan da başkalarına hizmet ederek tam anlamıyla gelişebileceği şeklindeydi. İkinci prensip, her insanın ruh ışığının kendine özgü biçimde parladığını söylüyordu. Her ruh ışığı birleşik insan ailesini oluşturan bilmecenin bir parçasını taşıyordu.


Galaktik uygarlığın kökeni boyutlar arası Spiritüel Hiyerarşilere dayanır. Zamanın ve uzayın spiritüel efendileri, galaksiler ve yıldız sistemleri içinde bir dizi fiziksel varlık oluşturdular. Bu gerekliydi, çünkü gezegen ve yıldızların evren boyunca yaratılışın beyaz ışığını oluşturmak için fizik koruyuculara ihtiyacı vardı. Bu amaçla Spiritüel Hiyerarşiler özel yaşam formları, çeşitli insanlar ve insan olmayan varlıklar yarattılar. Dünya insanının farkındalığı arttıkça hizmet etme ve koruyuculuk hakkındaki bilgisi de artacak ve galaktik bir uygarlığı başarıyla yaratabilecektir.


Spiritüel Hiyerarşinin başlangıçta tüm insanlara verdiği bu koruyucu doğa büyük bir armağandır, çünkü o dört demokratik ve toplumsal yasaya dayandırılmıştı. İlk yasa Bir’in Yasasıdır. Bu yasaya göre her varlığın hedefi kendi ruhsal evrim ve hizmet yolunu keşfetmesidir. İkinci yasa, yaratılışın gücünün ancak bir başka varlıkla kurulan sevgi dolu bir ilişki vasıtasıyla kullanılabileceğini söylüyordu. Başka bir insanla ilgilenip ona bakmak insanı koruyuculuğun daha derin bilgisine ulaştırıyordu. Üçüncü yasa, insanın kendisi, dostları, ailesi ve klanıyla kurduğu yakın ilişkiyi, küresel dayanışma ağını geliştiriyordu. Dördüncü yasa, klanın klanla ve gezegenin yıldız sistemiyle ilişkisini öngörüyordu, yani üçün yasasının genişletilmiş şekliydi. Her dört yasanın da kendine özgü ritüelleri vardı.


Her birey, kendini adamanın ve ruh enerjisinin anahtarının klan danışmanlarının verdiği talimatlarda olduğunu öğrenirdi. Danışmanlar klanların saygıdeğer üyeleriydi. İçsel evrimleri ve ruh güçleri onlara diğerlerini yönlendirme yetkisi veriyordu. Danışmanlar aracılığıyla verilen kültür çocukluktan yetişkinliğe kadar devam edip gidiyordu. Her bireye insanın bir amacı yerine getirmek için enkarne olduğu anlatılıyor, diğer yaşamlarının anısını unutmamaları öğretiliyordu. Bunu sağlamak için yeni doğan bebeklere ve ana babalarına özel danışmanlar atanıyordu. Lyra-Sirius kültüründe ana baba olmak, asla bitmeyen bir yaşam devresinin başlamasına olanak vermek ve buna tanık olmak demekti. Bebeğin amaçları klan tarafından da paylaşılırdı. Her bireye çocukluk döneminden itibaren gezegen ve yıldızların koruyucusu ya da idarecisi gibi davranması öğretiliyordu, bu kutsal bir görevdi.
Benlik, ayrı düşmüş ya da yabancılaşmış bir ego olarak değil, bir bilinç ağının ayrılmaz parçası olarak görülürdü. Odak her zaman sadece benliğin gelişmesini teşvik etmek değil, aynı zamanda bu benliği yaratan bağları da araştırıp keşfetmekti. Her insanın koruyucu rolünü keşfetmesi çok önemliydi, çünkü bu ruh gücünde derinlere uzanan bir süreçti.

LYRA-SİRİUS KÜLTÜRÜ VE KADERİNİZ

Lyra-Sirius kültürü yaklaşık 2 milyon yıl önce dünyada Hiborniyalar denen bir grup yarı eterik varlık tarafından başarıyla uygulandı. Bu Lemurya uygarlığı kurulmadan çok önceydi. Hiborniya uygarlığı dört temel toplumsal yasayı izledi ve yaklaşık bir milyon yıl süreyle bu yasalara sadık kaldı. Aynı yasalar daha sonra Lemurya uygarlığı tarafından da uygulandı. Hiborniya, Orion takımyıldızından gelen sürüngenimsi ve dinozorumsu ittifak tarafından bir milyon yıl önce yok edildi. Dünya gezegenini harabeye çeviren bu yıkımdan sonra, 900 bin yıl önce Lemurya uygarlığı tarih sahnesine çıktı. Lemurya çok farklı yıldız sistemlerinden gelen kolonilerden oluşuyordu. Bu koloniler arasında koruyuculuk sistemini tam anlamıyla kabul etmeyen ve hiyerarşik bir toplum düzenine inanan asi gruplar da vardı. Bu asiler zamanla Atlantik Okyanusunda yer alan Atlantis kıtasına yerleşerek Lemurya’yı yok etme planları hazırlamaya başladılar. Sonunda başarılı oldular, bu son yıkım yaklaşık 25 bin yıl önce meydana geldi.


Bugün göklerinizi kuşatan Galaktik Federasyon ve Spiritüel Hiyerarşi, dört temel toplumsal yasayı yeniden oluşturmanız için size yardım etmektedir. Dünyanızdaki memeli deniz yaratıklarının uzak yıldızlardaki kardeşleri yeni uygarlığı kurmak için gezegeninize geri dönmektedir. Koruyucu üçgenin iki ayağı olan Spiritüel Hiyerarşi ve deniz yaratıkları görevlerine sadık kalmışlar, şimdi sıra koruyuculuğun üçüncü ayağı olan insanlara gelmiştir. Lyra-Sirius kültürüne yeniden dönebilmek için değişim ve süreklilik kavramlarını çok iyi anlamalısınız. Bunları size öğretmek için birçok danışman gezegeninizde görevlendirilmiştir. Bu danışmanlar daha evvel sözünü ettiğimiz temel modeli izleyeceklerdir.


Galaktik Federasyon Sirius sistemindeki klan yapısını öğrenmeniz için çaba harcamaktadır. Sirius klan sisteminde 6 klan vardır:

1- Spiritüel savaşçı klanı.
2-Bilim klanı.
3- Bilim mühendisliği klanı.
4- Yönetim klanı.
5- Yaşam bilimleri klanı.
6- Yaşam bilimi mühendisliği klanı.

Bu klanlar yıldız sistemi yönetim konseylerinin temelini oluştururlar. Her klan kendi içinde birtakım özel görev ve hedeflere sahiptir. Örneğin yaşam bilimleri klanı, herhangi bir gezegendeki bitki ve hayvan yaşamını anlamak ve sürdürmekle görevlidir. Yaşam bilimi mühendisliği klanının işi o gezegendeki yaşam formlarının gezegenle ve spiritüel hiyerarşiyle birliğini sağlayan işlem ve teknolojileri uygulamaktır.


Şu anda çevrenizde bulunan her şey değişim halindedir. Gereken tek şey bilincinizi genişletme ve yeni realiteyi kabul etme yeteneğidir. Bu yeni realite birçok çatışma noktasını ortadan kaldıracak ve size mucizevi yeni bir teknoloji getirecektir. Artık sadece hayatta kalabilme kavramını aşarak onurlu ve amaçlı bir biçimde yaşama kavramına ulaşmalısınız. Yeni realiteyle birlikte günbegün yeni bir uygarlık oluşmaktadır, bu Lyra-Sirius kültürünün dört temel toplumsal yasasıdır. Kim ve ne olmanız murat edilmişse o olmak üzere güçlendirileceksiniz. Sevinin, çünkü dünyanız bir kez daha galaksinin çeşitli varlıklarının ziyaretinize gelecekleri bir vitrin olacaktır.

GALAKTİK FEDERASYON

Galaktik Federasyon 4,5 milyon yıl önce boyutlar arası karanlık güçlerin bu galaksiye hükmetmelerini ve onu sömürmelerini önlemek için kuruldu. Karanlık güçler Samanyolu Galaksisini katı kalpli varlıklarıyla tohumladılar. Sürüngenimsi ve dinozorumsu bu varlıklar galaksiye yayılarak binlerce yıldız sistemini kolayca fethettiler ve sonunda benzer teknolojiye sahip akıllı ve duygulu varlıkların bulunduğu bir bölgeye ulaştılar.

Bundan yaklaşık 4 milyon yıl önce kısa ama barbarca bir yıldız savaşları dönemi yaşandı. Sınırlı bir kapsamda da olsa bu savaş ve barış dönemleri zamanımıza kadar sürdü. Galaksi boyunca saldırılar sürerken bizler daha organize hale geldik, hem galaksiyi savunmak hem de insan ve insan olmayan uygarlıklar arasındaki koordinasyonu sağlamak için örgütlenmemizin gerekli olduğunu anladık. Galaktik Federasyonun bünyesinde 100 binin üstünde yıldız sistemi vardı. 1988 ile 1993 yılları arasındaki yeni katılımlarla üye sayısı yaklaşık 200 bine yükselmiştir. Federasyonun, galaksiyi savunmanın yanında keşif, teknoloji değiş tokuşu ve kültürel ilişki gibi görevleri de vardır. Galaktik Federasyon bilim adamlarını henüz birliğin parçası olmayan yıldız sistemlerine de göndermekte, 14 bölgesel konseyi vasıtasıyla gezegenleri, yıldız sistemlerini kontrol etmekte, bir yandan da üyelik kriterlerini karşılayacak yeni uygarlıklar aramaktadır. Üyelik kriterleri teknolojik ve ruhsal düzey, kültürel gelişim gibi birçok alanı kapsar. Yapılan bilimsel değerlendirmelerden sonra üyeliğe kabul edilecek uygarlıkla temas kurulur.


Sirius Yönetim Konseyi ve Spiritüel Hiyerarşinizin çabaları sayesinde gezegeniniz ve güneş sisteminiz üyelik kurallarından muaf tutulmuştur. Çünkü güneş sisteminiz hem önemli bir vitrindir, hem de özel bir konumu vardır. Bu yüzden dünyanız 5 Mart 1993 tarihinde Galaktik Federasyon üyeliğine kabul edildi. Bu kabul, Galaktik Federasyonun kurtarma misyonunu yasal olarak oluşturmasına ve dünyaya iniş için ilk temas takımını görevlendirmesine olanak sağladı.


Galaktik Federasyonun uzay misyonu iki bölümden meydana gelir. İlk bölüm bilim ve keşif takımlarından, ikinci bölümse savunma güçlerinden oluşur. Bilim ve keşif güçlerinin üç amacı vardır. Galaksinin çeşitli bölgelerine yeni üyeler bulabilmek için keşif ve inceleme takımları göndermek, Federasyona kabul edilecek üyeleri değerlendirmek için bilim heyetini görevlendirmek ve yıldız sistemlerinde yaşayan varlıkların bilinç ve teknoloji düzeylerini değerlendirmek. Bu kriterler bilim adamları tarafından Federasyonun yetkili konseylerine rapor edilir. Bilim adamlarına her zaman savunma güçlerinin bir birimi eşlik etmektedir.


Son zamanlarda galaksinin Siriusa yakın bölgelerindeki dinozorumsu ve sürüngenimsi gruplar bizimle yaptıkları tüm savaşlara ve düşmanlıklara son vermek istediklerini bildirmiş, hatta Galaktik Federasyona üyeliğe kabul edilmeleri için ricada bulunmuşlardır. Bu son derece şaşırtıcı olay, galaksinin her yanına ışığı yayma misyonumuzun başarıya ulaştığının ve şimdiki yaratılışın amacı hakkındaki kadim kehanetlerin artık gerçekleşmekte olduğunun bir kanıtı olarak kabul edilmektedir.
Galaktik Federasyonun irtibat gruplarında iki milyarı aşkın görevli çalışmaktadır. Bu bölüm Federasyonun akıllıca kararlar verebilmesi için gerekli bilgileri toplar. Federasyonun en küçük biriminden en büyüğüne kadar her yerde irtibat görevlileri bulunur. İletişim ağları kendi içlerinde konseylere veya forumlara ayrılırlar. En yüksek irtibat konseyi Vega yıldız sisteminde yerleşmiş olan Ana Galaktik Federasyon Konseyidir. İkinci düzeydekiler çeşitli bölgesel konseylerdir, federasyonda halen 14 bölgesel konsey vardır, bizi ilgilendiren en önemli bölgesel konsey Sirius Bölgesel Konseyidir. Güneş sisteminiz er geç bu konseye üye olacaktır. Bölgesel konseyler çeşitli zorlukları çözen bir mahkeme olarak görev yapar, bölgelerindeki politikayı saptarlar. Ayrıca yıldız sistemleri arasındaki sorunları çözer, kültürel ve teknolojik alışverişe aracılık ederler.


Bölgesel konseylerin dışında bir de yerel yönetim konseyleri vardır. Bunlar ya basit bir yıldız sisteminin ya da 20 veya daha fazla yıldız sisteminin oluşturabileceği yerel konseylerdir. Siz dünyalılar ve güneş sistemindeki diğer üyeler eninde sonunda yerel bir yıldız sistemi konseyi oluşturacaksınız. Katılacağınız Sirius Bölgesel Konseyindeki en büyük yıldız ittifakı, yaklaşık 50 farklı yıldız sisteminden oluşan Pleiades Yıldız İttifakıdır.


Galaktik Federasyon dünya insanlarını sömürmek için burada değildir. Biz insanları yüksek bilinç düzeyine ulaştırmak, kuşatılmış bir gezegeni kurtarmak için buradayız. Yaşadığınız bunca zorluktan sonra yaşamın ve sevginin ihtişamını sadece günlük yaşamınızda deneyimlemeyi değil, bu olumlu enerjiyi galaksinin her yanındaki diğer varlıklara ulaştırmayı da hak ediyorsunuz. Şimdi Galaktik Federasyonun dünyayla kurduğu temas sürecini gözden geçirelim.


Galaktik Federasyonun güneş sisteminizdeki rolünü yeniden belirlemesi, 1950’lerde Agarta ya da Şambala dediğiniz büyük uygarlığa tayin edilen özel bir irtibat ve kültür grubuyla başladı. Daha sonra Galaktik Federasyon tarafından bu gruba bazı dünyalıları uyandırmak için ilk geniş çaplı teması gerçekleştirme görevi de verildi. İlk seçilen ve temas kurulan dünyalılar bilimsel eğitime ve birikime sahip olanlardı. Bunların olası bir medya teması için iletişim görevi yapacakları umuluyordu. Federasyon ayrıca gezegeninizdeki devletlerle ve Birleşmiş Milletlerle temas kurmanın zorluklarını yenmek için irtibat ve kültür takımları oluşturmaya başladı. Uygarlığınız dünyayı çevresel bir yıkıma sürüklediği için yapılacak bir tahliyeyle insanları yıkımdan kurtarmak, sonra dünyada insan ırkını yeniden tohumlamak için 1960’ların sonunda bir temas takımı kuruldu, ancak sınırlı denetleme rolüne sahip bir takımdı bu.

1980’lerde Galaktik Federasyon dünyada olan bitenleri sadece bir kıyamet süreci olarak değil, ama bir değişim dönüşüm ve aydınlanma süreci olarak da görmenin gerekli olduğunu anlamaya başladı. Bu gelişmeler yeni tip bir organizasyona ihtiyaç gösterdi. 1980’lerin başlarında oluşturulan organizasyona İlk Temas Takımı dendi. Takımın misyonu 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerde ilk temas takımını yaratan kavramlara kıyasla çok genişletilmişti.


Son temas takımı kitlesel bir teması yapabilecek nitelikteydi. Aynı dönemde Siriuslular yeni bir gelişmeden haberdar oldular. Memeli deniz yaratıkları ve dünyanın Spiritüel Hiyerarşisi, Federasyona ilk temas senaryosunu kitlesel yükseliş işlemini de içeren bir senaryoyla değiştirmelerini bildirdi. Bu yeni realite Siriusluların, Sirius Bölgesel Konseyini siyaset değişikliğine ikna etmek için geniş bir kulis faaliyeti yapmasına sebep oldu. Bu siyaset değişikliği 1980’lerin sonlarında etkisini göstermeye başladı ve Siriusluların güneşin kutbiyetini değiştirerek yükseliş sürecinin gerçekleşmesi için yöntemler araştırmasına olanak sağladı. Yapılan araştırmalar, güneş sisteminizi Lemurya zamanındaki haline döndürmek için buraya birçok bilimsel grup getirmenin gerekli olduğunu gösterdi. Daha sonra bu onarma işlemi gezegeninizle ilgili tüm bilim ve uzay misyonları için başlıca yol gösterici prensip haline geldi.


Bu değişikliğin sonucu olarak 1980’lerin sonlarında çok güçlü bir ilk temas takımı resmen kuruldu. İsmi temasın başlangıcına kadar açıklanmaması gereken yeni bir lider atandı. Bizi şimdi gerçekleştirmeye hazırlandığımız kitlesel iniş sürecine götüren de onun iki yılda kaydettiği önemli ilerleme oldu. Sirius Bölgesel Konseyi oluşturulan bu ilk temas takımına tam yetki vermiştir, temas takımının kumanda kurulu 50 üyeden oluşmaktadır. Bu takımın görevleri şunlardır: Dünyanın Spiritüel Hiyerarşisiyle bağlantı kurmak, gezegenin çevresini yeniden düzenleyip iyileştirmek, kültürel yardım yapmak, gezegene inişi sağlamak, dünyanın biyosferini yeniden düzenleyerek eski haline getirmek ve Galaktik Federasyonla dünya arasında irtibat kurmak.


Kitlesel inişler gerçekleştiğinde dört gruptan oluşan geçici bir yönetim konseyi oluşturulacaktır. Bu gruplar şunlardır:

1- Rab Metatronun Merkezi Güneş Konseyinden seçilmiş üyeler.
2- Agarta (Şambala) Yönetim Konseyinden birçok üye.
3- Galaktik Federasyonun temsilcileri olarak seçilmiş Siriuslu kültür ve irtibat danışmanları.
4- Gezegensel savunma grupları.

Bu konseyin yerini ne zaman kalıcı bir konseye bırakacağı konusunda son sözü ise Rab Metatronun Merkezi Güneş Konseyi söyleyecektir.


Sevgili dünyalılar, Galaktik Federasyonun ilk temas takımının sizden istediği tek şey insan bilincinde büyük bir değişimin meydana gelmek üzere olduğunu kabul etmenizdir. Siz dünya insanları dini metinlerinizdeki kehanetlerde bildirilen hayranlık verici bir kader yoluna girmek üzeresiniz!

KİTABA KONULAN EKLER


Bu kitapta okuduğunuz foton kuşağıyla ilgili bilgileri zenginleştirmek ve bakış açınızı genişletmek için bu konuda yayımlanmış çeşitli kaynaklardan alıntılar yapmayı uygun bulduk. Aşağıdaki alıntı 1991 yılında yayımlanan “Tanrı-Ben” adlı eserden alınmıştır.


Güneş sistemimiz yaklaşık olarak her 25-26 bin yılda bir Pleiades’in merkezi güneşi Alcione çevresindeki bir dönüşünü tamamlar. Bu yörünge Alcione’a en yakın ve en uzak iki noktaya sahiptir. Merkezi güneşe en uzak noktada insanoğlunun bilinci “karanlıktadır.” Merkezi güneşe en yakın nokta ise uyanış ve aydınlanma noktasıdır.


1961 yılında bilim adamları uydular vasıtasıyla Pleiades’i kuşatan foton kuşağını keşfetti. Güneşimizle birlikte dünyamız her 25.860 yılda bir Pleiades’in çevresindeki dönüşünü tamamladığından, yaklaşık her 12.500 yılda bir bu foton kuşağının orta noktasına ulaşır. Foton kuşağını bir ucundan öteki ucuna geçmesi ise aşağı yukarı 2 bin yıl alır. Yani kuşağı terk ettikten sonra güneş sistemimizin ona tekrar girmesi için 10.500 yılın daha geçmesi gerekecektir. Bu devre de bir takım daha büyük devrelerin içinde yer alır. Son devreyi diğerlerinden ayıran şey, bunun (tüm devreleri kapsayan 206 milyon yıllık büyük devre de dahil olmak üzere) tüm diğer devrelerle birlikte tek bir “uyumlu hizalanma” noktasında sona ermesidir. (Harmonic Convergence)


1962 yılında foton kuşağının etki alanına girdik. Yapılan hesaplar 2011 yılında kuşağın ana akış bölgesine gireceğimizi gösteriyor. (St. Germain, gerçek geçişin Aralık 2012’de olacağını bildiriyor) Bu evrenin azami genişleme noktasına ulaşacağı zamandır. Doğu mistisizmi evrenin bu büzülme ve genişleme ritmini “Tanrının soluk alıp vermesi” olarak tanımlıyor. Her soluk bu boyutta 11.000 yıllık bir süreyi kapsıyor. Bu zaman çerçevesinin büyük devrelere, güneşimizin merkezi güneş Alcione çevresindeki dönüşüne denk gelmesi bir rastlantı değildir. Süper bilince geçiş ya da Mesihin İkinci Gelişi foton kuşağına girişle paralel bir biçimde, tam da genişlemeyle büzülme arasında, yani hareketin durduğu anda vuku bulacaktır. Yapılan hesaplar foton kuşağına 208 bin kilometre hızla gireceğimizi göstermektedir. Bu giriş göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşecektir. Foton kuşağının enerjisi spiritüel ve eterik yapıdadır, fiziksel değildir, ama fizikle etkileşime girip onu etkiler.


İnsanlığın büyük çoğunluğu asıl kaynağını ve dünyadaki amacını unuttuğu için ışık devreleri ikili bir amaca hizmet eder, “olgunlaşmış” ruhları Öz’ün ışığına alır, zayıf ve henüz olgunlaşmamış olanları bir erteleme devresine sokar. Bu bir ayıklama sürecidir, yani 10.500 yıllık enkarnasyonlar devresinde yüce sevgiyi varlıklarının özü olarak tanıyıp kabul edemeyen bireylere bir şans daha verilir. Yalnızca bu anlamda bir “Hüküm Günüdür.” Ama kendini yargılayıp hüküm veren insanın kendisidir.


Bilim adamları evrenin ufkunda görünen bu altın nebulanın ne olduğunu bir türlü anlayamıyorlar. Bu altın öz Mesihin İkinci Gelişinin fiziksel tezahürüdür, o Yeni Çağdır. Eşiği geçip altın nebulayla bir olduğunuz zaman artık süper bilinçle bir olacaksınız. O paralel evrendir, gelmekte ve bu evreni kucaklamaktadır. Geçmişe kıyasla şimdi daha yüksek bir rezonansta titreşmektedir. Davut Peygamber zamanından bu yana ışığa geçişle ilgili kehanetler iki noktada doğrudur. Bitiş zamanına yaklaşıyor ve Tanrı çağına giriyoruz. Ancak korkunç kıyamet kehanetleri konusunda şu açıklamayı yapmak zorundayız. Korkular, insanoğlunun düşünce ve davranışlarını değiştirmeye direnmesinin direkt yansımasıdır. Eğer insan sevgi enerjisiyle uyum içine girerse korkunç durumlarla ilgili kehanetlerin gerçekleşmesi gerekmez. Karanlıktan ışığa geçiş sadece dünyayla ilgili değildir, evrensel bir geçiştir. Bu yüzden ışık ve karanlık güçleri kendi taraftarlarına yardım etmek üzere evrenin her köşesinden dünyaya akın etmektedir.


Griler olarak da bilinen güçlerin dünyalı egemenlerle işbirliği yaptığını artık herkes biliyor. Ama içiniz rahat olsun planları başarısızlığa uğrayacaktır. Onlar İsyankar Işının ve egonun uşaklarıdır, en korktukları şey Işık Ailesidir. Işık Ailesi yüksek boyutlardan gelen ve binlerce yıldan beri size hizmet eden varlıklardan oluşur. Onlar geçişten önce korkunun maskesini düşürmek için gelen dev bir gücün ancak yarısıdır, diğer yarısı ise Sevgi Ailesidir. Onlar da şimdi buradadır, ama büyük bölümü henüz çocukluk çağındadır. Işık Gücü eğitir, Sevgi Gücü ise alışılmadık yöntemlerle olayları etkileyip değiştirir.


Geçişin nispeten yumuşak olacağına dair her türlü işaret var. Bizi bazı değişikliklerin, yer yer de büyük çalkantıların beklediği aşikar, ama bunlar görünürdeki olumsuzluklarına karşın yapıcı değişiklikler olacaktır. Eski intikam, nefret, korku, baskı, hırs ve bağışlamazlık duygularını bırakmayanların Işık Çağında yerleri olmayacağı için buradan ayrılacakları kesin. Hiç değişim vaat etmeyecek kadar maddeciliğe gömülmüş binlerce ruhu bu kattan ayıran her deprem, sel felaketi ve kasırgayla bu süreç zaten başlamış durumda, bu minval üzere de devam edecek. İlahi Sevgiyle uyum içine giren her birey doğru zamanda doğru yerde olacaktır, onlar bulundukları yeri hiç umursamayabilirler!


Bitiş zamanı aslında zamanın sonudur, yaşamın sonu değil. O aslında yeni bir başlangıçtır, hayatı gerçekten olduğu gibi sonsuz bir şimdi olarak deneyimleyeceğiz. Maya takvimi de 2012 yılında sona eriyor. Bu takvimin son katununa (1 katun= 20 yıl) 1992 yılında girdik. İncil bitiş zamanından “Büyük sevinç günü” diye söz eder, Mesihin İkinci Gelişi diye! Sayısız kehanet de bu bilgiyi onaylıyor.


Kutuplar değişmeyecek, dünyanın ekseni bir yana yatmayacak, ama manyetik kutupların elektromanyetik yükleri tersine çevrilecek. Foton kuşağı atom altı düzeyde çalışarak her bir atomun aura ışınımını görülebilir şekilde yaymasına neden oluyor. Bu yüzden tüm dünyanın biyosferi parlayacak, insan bedenleri de parlayacak! Tüm dünya üzerinde tek bir karanlık yer, bir gölge bile kalmayacak. Her yer Öz’ün ışığının parlaklığıyla aydınlanacak. Gündüz ve gece ikiliği sona erecek, dünya dönmeye, güneş parlamaya devam edecek, ama yıldızlı gökyüzü geçmişe ait bir anı olacak, çünkü ışık her yanı kaplayacak. Gelecek olan şey ışığın karanlıkla, dünyanın cennetle evliliğidir. Gerçek BENLİĞİMİZ tam anlamıyla bu boyuta girecek, böylece gerçek anlamda ilk kez burada olacağız. Zaman sona ereceği için yaşlanma da olmayacak, hastalıklar geçmişe ait rüyalar haline gelecek.


Foton kuşağı Manasik Halka olarak da adlandırılır. Manasik sözcüğü Manaseh kökünden gelir ve “unutturan” demektir. Bedeninden ayrılan ruhun anıları nasıl bir süre sonra silikleşirse, insanlık da üçüncü boyuttan dördüncüye geçtiğinde geçmişini unutacaktır. Foton kuşağının atmosferimizle etkileşimi başlangıçta gökyüzünün kayan yıldızlarla doluymuş gibi görünmesine neden olacaktır.

İncilde yer alan şu kehanet pek yersiz görünmüyor. “Tüm yıldızlar gökyüzünden dökülecek ve artık gökyüzü olmayacak…” Bunlar Manasik ışımanın etkilerinden birkaçıdır. İnsanlar arası iletişim o zaman doğrudan doğruya olacak, en küçük kibir veya reddetme auramızın büzülüp donuklaşmasına neden olacak ve sözcük ışık haline gelecek. Üçüncü boyuttan dördüncüye, fizikselden eteriğe geçeceğiz, ama fiziksel olanın farkındalığını yitirmeyeceğiz. Bedenlerimiz daha hafif olacak. Birçok varlık bedenini canlı besinlerle (taze sebze) beslerken, birçoğu da direkt eterden beslenecek. Maddenin yönlendirilmesi ve yaratılması da mümkün olacak.


Uzaylı kardeşlerimizin sunduğu yardım sayesinde gerçekleştirilen teknolojik ilerlemelerin yanında, “Üçüncü Türden Karşılaşmalar” gibi filmler çocuklara söylenen ninniler gibi kalacak! Ulaşım sistemi öyle gelişecek ki bugünün jet uçakları hantal kağnılar gibi kalacak. Bazı varlıklar ruhsal gelişim düzeylerine göre düşünce gücüyle yolculuk yapabilecekler. En büyük değişim sınırlı farkındalıktan süper bilince geçiş olacak, geçişten önce dünya dışı varlıklar bizi ziyaret edecekler.


Foton kuşağına dünyanın mı, güneşin mi önce girdiğine bağlı olarak ya önce birkaç gün karanlık olacak ve onu aydınlık günler izleyecek ya da bunun tersi olacak. Son zamanlarda medyumlar kanalıyla bilgi veren bazı varlıklar önce 12 gün aydınlık olacağını, bunu 12 günlük karanlık bir devrenin izleyeceğini, bunun da “işi ağırdan alıp oyalananları” düşünce ve davranışlarını değiştirmeye, korku yerine sevgiyi seçmeye yöneltmek için bir tür “gözdağı” olarak tasarlandığını söylüyorlar. Ancak bu bir tasarı olarak el altında bekletiliyor, bu konuda asıl belirleyici etkenin insanlığın bilinç düzeyi olduğu söyleniyor. Geçmişte her 10.500 yıllık karanlık devrenin sonunda meydana gelen küresel temizlik ruhsal ve fiziksel tüm kirliliğin ortadan kaldırılmasını garantiliyordu. Ancak aktarılan mesajlar geçişten önce kapsamlı fiziksel değişikliklerin gerekli olmadığını, çünkü insanlığın şimdiki kadar yüksek bir anlayış ve idrake daha önce asla erişmediğini bildiriyorlar.


1987 yılında görünmeyen alemdeki kardeşlerimiz, yani Beyaz Kardeşlik gezegenin çevresine özel bir enerji bandı yerleştirdi. Bu enerji bandının amacı duyguları büyütmek ve hızlandırmaktı. Böylece baskı ve zulüm yapanların daha baskıcı, korkanların daha korku dolu, sevecen insanların ise daha sevgi dolu hale geldiklerini gördük. Başka bir deyişle bilinçteki bölünme giderek daha çok vurgulandı. Bu seçimi teşvik etmek için tasarlanmıştı, çünkü yalnızca ışığa uyumlanmış olanlar ışığa geçecek, korkuları yüzünden geride kalanlarsa ışığa katılamayacaktı. Bunun nedeni şudur: Korktuğumuz şeyi reddederiz, her neyi reddediyorsak onu yargılarız ve yargılanan her şey hayatın büyüsünden dışlanır. Bu yüzden o şey yargılanmadan kabul edilene kadar kendini tekrar tekrar sunmak zorundadır. Er geç herkes seçim yapacaktır, sevgiyi seçmekte isteksiz olanlar bu seçimi ancak hor görülmez ve yargılanmazlarsa yapabilirler. Aksi takdirde onları korkuyu bırakmaya değil, korkuya marazi bir düşkünlüğe itersiniz.


Aşağıda yer alan mesajlar, ABD’de önde gelen bir Yeni Çağ dergisinde yayımlanmıştır. Önce 20 Şubat 1995’te ruhsal rehber Zoosh tarafından bir medyum aracılığıyla verilen mesajı sunuyoruz.


Foton kuşağı şu anda yaşanıyor. Şu anda foton kuşağının aurası dünyaya tamamen nüfuz etmiş durumda, tüm duyarlı kişiler bu alanı hissedip etkileniyorlar. Bu durum 12 Şubat 1995’te başladı. Şimdi kısıtlayıcı ve yıkıcı tutum içindeki tüm bireyler, kuruluşlar, örgütler ve hükümetler bu enerji tarafından silkeleniyorlar. Eğer aniden ortaya çıkan bir rahatsızlık yaşıyorsanız kesinlikle paniğe kapılmayın, çaresiz bir hastalığa yakalandığınıza sakın inanmayın. Bu çözümlenip halledilmemiş duygularınızın, eğer şimdi halledilemezse hayatınızın sonuna doğru bir hastalık olarak tezahür edeceğini gösteren bir uyarı, ama fiziksel rahatsızlık şeklinde gelen bir uyarı. Foton kuşağı dünyanızı tam anlamıyla sarıp ona nüfuz ettiğinde, ister duyarlı olun ister duyarsız hepiniz etkileneceksiniz.


Foton kuşağı dünyanıza tam anlamıyla nüfuz ettiğinde bazı değişikliklere tanık olacaksınız. Bu kuşak hayvanları nasıl etkileyecek? Aura alanı şimdiden hayvanlar üzerinde belirli etkiler yarattı. Onlar daha sık doğum yapmaya, türlerini azami düzeye çıkarmaya çalışıyorlar. Bir şeyin yaklaşmakta olduğunu ve ne olursa olsun sayılarını artırmaları gerektiğini hissediyorlar. Hayvanlar giderek daha çok bölgeci olacak ve insanları daha az umursayacaklar. Eğer bir zamanlar hayvanların bulundukları bir bölgeyi şimdi bir ev ya da işyeri işgal ediyorsa, hayvanlar o yer için arazi savaşları yapabilirler. Sabah işe gittiğinizde park yerinde bir geyik sürüsüyle karşılaşabilirsiniz. Aç, susuz kalmadıkları halde kasabalara ayıların, dağ aslanlarının indiklerini görebilirsiniz.


Dünya Ana’nın “Başım dertte yardım gönderin” çağrısına cevap olarak foton kuşağı yollanmıştır, dünyanın kendini onarmasına yardım edecektir. Ayrıca olumlu ve olumsuz her şeyi büyütme özelliğinden ötürü sadece dengeli varlıkların sağlıklı kalmasını sağlamaktadır. Foton kuşağı sanki bir felaket ya da musibet getiriyormuş gibi görünebilir, ama kesinlikle öyle değil. Kuşak sadece kendine karşı yıkıcı davranan insanların yaşam devrelerini kısaltabilir. Eğer söz konusu yara duygusalsa aynı şey geçerli değildir, ama eğer bir takım fiziksel eylemler de yer alıyorsa geçerli olabilir.


Foton kuşağı dünyadaki her şeyi ta atom altı düzeye kadar etkileyecek. Belirli parçacıklar, hatta kuark gibi sahte parçacık sayılanlar bile daha belirgin hale gelecek, bu bir fizikçi için heyecan verici bir zaman olacak. Toprak ana petrolünü ve gazını yıkıcı şekilde kullandığınızı biliyor, bu yüzden dış kabuğunu değiştirecektir. Dış kabuk derken sadece yer kabuğunu (üst tabakayı) kastetmiyorum, kısmen bir sonraki tabakayı (en dıştaki 100 mili) kastediyorum.

Siz 75 milden sonrasına nüfuz edecek araçlara sahip değilsiniz, olamayacaksınız da. Dünya belli kısımlarını adeta emer gibi içine çekecek, o şimdi üzerine bir zırh geçirmek ve saldırıya uğrayan yumuşak karnını merkezine doğru çekmek zorundadır. Foton kuşağı belirginleşip yoğunlaşırken dünyayı da yoğunlaştırıyor. Dünya ana imalat sanayiinde kullandığınız unsurları, örneğin molibdeni, demiri, gazları, petrolü ve kömürü içeri çekecektir. Mevcut tüm yer altı gölleri ve suları korunacak ama tedrici bir şekilde içeri çekilecektir, bu konuda endişelenmeyin. Ama dünya aşikar bir enerji kaynağını, güneş enerjisini kullanmanız için ısrar edecektir. Uranyumunu içeri çekecek ve onu bulmanızı güçleştirecektir. Atom enerjisiyle vedalaşabilirsiniz!


Dünya elektriksel bedenini kullanmanıza izin verecektir, ama giderek azalan bir ölçüde, yani eskisinin yarısı kadar. İşte bu yüzden alternatif enerji kullanımını öğrenmeniz gerekecek. Elektrik şirketleri size eskisi gibi elektrik sağlayamayacak, çünkü elektrik dünyanın bedeninin bir parçasıdır ve şimdi o bu elektriği geri alıyor. Geri alıyor, çünkü bedeninin atomik yapısını yönlendirebilmek için bu elektriğe ihtiyacı var. Bu değişiklikler bir gecede olup bitmeyecek, o yüzden telaşa kapılmayın. Ama gelecek 50 yıl içinde bunlara tanık olacaksınız, bazı işaretler dikkatinizi çekmeye başlayacak. Petrol şirketleriniz % 99 petrol var sanılan yerde petrol bulamadıkları zaman işlerin artık değiştiğini anlayacaksınız. Elektrik elde etmek tedricen güçleşecek ve önümüzdeki 12 yıl içinde fark edilir derecede azalacak, sonra süreç hızlanarak yaklaşık 48 yıl sonra elektrik üretme kapasiteniz yarıya kadar inecek, çünkü dünya size ancak o kadarını verebilecek.


Tüm bunlar foton kuşağının etkisiyle meydana gelecektir. Foton kuşağı çok önemlidir, o her şeydir. O bir anlamda değişimdir, dönüştürmedir, yanıt vermedir ve eylemdir. Ona sorun çözücü bir Hızır da diyebilirsiniz, ondan kaçış yoktur. Foton kuşağı insanların değil gezegenlerin çağrısına yanıt verir, siz onun gelmesini sağlayamazsınız. En azından bir gezegen, bir yıldız ya da yıldız sistemi olmanız gerekir. Foton kuşağı, geçmişte gezegenlerini yıkıma götüren varlıkların yaşadığı yerlerdeki tüm yaşamı sona erdirmekte kullanılmıştır. Ama telaşa kapılmayın, sizin için böyle bir olasılık yok. Kısaca bu büyük bir değişim zamanıdır, siz ve dünyanız foton kuşağının yardımıyla mutasyon geçireceksiniz.
Foton kuşağını göremeyeceksiniz, o bir parçacıklar bulutudur. Uzunluğu Ayın bulunduğu yerden Pluto gezegeninin 50 mil dışına kadardır, eni ise Satürn’ün tüm yörüngesine eşittir. Şekil değiştirebilir, ama şimdiki şekli ve büyüklüğü görevini yerine getirebilmesi için yeterlidir.


Aşağıda, aynı medyum tarafından 22 Şubat 1995’te bizzat Foton Kuşağından alınan bir mesajı sunuyoruz.


Benim işim gezegenlerin, yıldızların hatta evrenlerin yardımına koşmaktır, çünkü onları başlangıçtaki dengelerine yeniden kavuşturabilirim. Dünyanız da kendini başlangıçtaki dengesine kavuşturma yeteneğine sahiptir. Bunu sellerle, depremlerle, yanardağ patlamalarıyla yapabilir. Ama üzerindeki canlılara mümkün olduğunca az zarar vererek bu işi başarmak istiyor, beni de bu yüzden yardıma çağırdı. Bir gezegen insanlar gibi yardım istemez, belirli bir ışıma yayarak yardım çağrısında bulunur. Kısa dalga tutkunları gezegenden yayılan çıtırtı şeklindeki seslerin yardım çağrısı olduğunu tespit edebilirler. Bu seslerde benim ihtiyacım olan bilgiler de yer alır, bana içinde bulunduğu durum hakkında gerekli bilgileri aktarmaktadır. 1947 yılında yaptığı ilk çağrıdan sonra derhal onun yardımına koşabilirdim. Ama o “Yavaş gel ki gelişini yumuşak biçimde hissedeyim, üzerimdeki canlılar aniden yıkıcı gücüne maruz kalmasınlar” dedi. İsteğine uyarak 1947’den beri ona çok yavaş bir şekilde yaklaşıyorum. Dünya, insanlarınızla birçok dünya dışı uygarlık arasında temaslar başladığında ilk kez yardım çağrısında bulundu, çünkü bu temasların mahvına sebep olacak bir yıkımı başlatacağını hissetmişti.


Eğer hızlı gelseydim atmosferiniz aniden değişir, % 89’u azot, geri kalanı ise metan olurdu, oksijen soluyan tüm varlıklar yok olurdu. Dünya hem kendini, hem de sizi iyileştirmemi istedi. Hastam, içinde bulunduğu ıstırap içinde bile sizi düşünmekten geri kalmadı. Şu anda aura alanımın dış kısmıyla kuşatılmış durumdasınız. Birçoğunuz değişmek için acil bir gereksinim içindesiniz. Fizik kütlem gezegeninize yaklaştıkça en az bilinçli olanlarınız bile daha yüksek bir bilince doğru hızla ilerleyecek. Fiziksel, duygusal hatta ruhsal değişim geçireceksiniz. Birçok yıl boyunca yavaş yavaş oluşacak bir şeyin artık birkaç hafta içinde meydana geldiğini göreceksiniz. Bu hiçbir uyarı olmadan gerçekleşen ani bir olay olacak, sonra başladığı gibi hızla ortadan kaybolacak.


Gezegeninizi bireylerin değişime gösterecekleri dirence bağlı olarak en az 12 ila 37 yıl arasında etkileyeceğim. Dünyanın maden damarlarını, petrolünü, gazını yeniden entegre etmesine yardımcı olacağım, ondan aldığınız her şeyi ona geri vereceğim. İnsanlarınızın artık onun bedenini su çıkarmak için bile kazmadığını görene dek bırakıp gitmeyeceğim. Kömürün dünyanın bilinçaltını oluşturduğunu biliyor muydunuz? Onun bilinçaltını alıp yakıt olarak kullanıyorsunuz, sizin bilinçaltınızı çıkarıp alsalardı ne yapardınız? Hayır, artık kömürsüz sanayiler geliştirmeniz gerekecek. Yaradan artık yıkıcı teknolojileri geride bırakmanızı istiyor. Dünyada yapacağım birçok şeyi hissetmeyeceksiniz bile, çünkü onlar yerin epey altında cereyan edecek.


Beş ila yedi yıl içinde kuzey ışıkları alt paralellerde belirgin biçimde göze çarpacak, daha renkli hale gelecek. Gün batımları da şaşırtıcı biçimde daha güzel, şimdi olduğundan daha renkli hale gelebilir, belki gün doğumları bile öyle olacak. Solunum yöntemlerini uygulayanlar 5-6 yıl içinde kullandıkları havanın onları daha çok desteklediğini görecekler. Benim bir ismim yok, ama nabız atışı biçiminde bir imzaya sahibim. Sizin boyutunuzda kütle dönüşüme uğratılabilir, ama yaratılamaz. Ama ben bana bahşedilen yaratıcı güçle yeni kütleler, yani madenler yaratabilirim.


Dünya benden gezegeni oksijenlendirmemi de istedi. Şu anda oksijen diğer varlıkların faaliyetleriyle yaratılıyor. Dünya oksijen oranını bir zamanki düzeyine, yani % 40’lara çıkarmak isteyebilir. Şu anda ortalama oran % 19’dur, hatta bazı kentlerde % 10-12 ya da en fazla % 15 oranında oksijen var. Oysa 1,5 milyon yıl önce, yani dünya iyi durumdayken bedeniniz % 40 oksijenli bir çevrede işlev görmesi için tasarlanmıştı, kendinizi yorgun ve depresyon içinde hissetmenizin nedeni budur. Oksijen oranı % 40 olsaydı, aslında duygusal rahatsızlık olan tüm zihinsel hastalıklar ortadan kalkar, kanser gibi hastalıklar da son derece azalırdı.


Dünyayı bedenimin içine aldığımda bir Yaradan rüyası görebilirsiniz. Uyku halinde Yaradan rüyası görmek, rüya içinde birçok tabaka olduğu için size biraz karmaşık gelebilir, çünkü Yaradan için herşey aynı anda vuku bulmaktadır. Rüya halindeyken her şeyin aynı anda meydana geldiği bir zamansızlık duygusu hissedeceksiniz. Uyandığınızda zamanlı dünyanızla, yani olayların zaman içinde birbirini izlediği dünyanızla tam senkronize olamadığınızı hissedebilirsiniz, bu da kendinizi tuhaf hissetmenize yol açabilir. Adeta yanlış bir yerde bulunduğunuzu hissedebilirsiniz, bu dikkatinizi çekecek bir etkidir, hayır delirmiyorsunuz! Dünya ve ben çok dikkatli biçimde etkileşimi sürdürürsek bu durum maddi ve ruhsal üstatlık derslerinizi hızlandırabilir.


Benimle ilgili karanlık ve aydınlık günlerden söz ediliyor, bunun gerçekleşeceğini sanmıyorum. Gerçekleşebilirdi, ama dünya ana birçok insanın korku ve dehşete kapılarak panik içinde yanlış şeyler yapmasından çekindiği için bunun gerçekleşmemesi konusunda ısrar etti.


Aşağıda, 23 Şubat 1995’te Thenan, Atlanto, Lenduce ve Vywamus adlı ruhsal rehberlerden alınan mesajları sunuyoruz.


Foton kuşağı öyle parlak bir ışıktır ki birçoğunuzun gözlerini kamaştırıp adeta kör edecek. Körlük bir karanlık yaratacak, ama bu karanlık geçici olacak. Bu ışık potansiyelini tanıdıkça ve onunla bütünleştikçe ışığın aslında bir parçanız olduğunu, sevginizin bir parçası olduğunu idrak edeceksiniz. Uyumlu hizalanma (17 Ağustos 1987) tarihinden beri onun enerji alanı içindesiniz. Işığa açık olanlarınız içlerinde bir genişleme ve yaratıcılık hissediyorlar, büyük şeylerin meydana geleceği yönünde bir beklenti içindeler. Onu hissedenler ama tüm anlamını henüz kabul etmeye hazır olmayanlar belki biraz yorgunlar, hangi yöne gideceklerini henüz bilmiyorlar. Çoğunluk hızla onu kabul etmeye hazır hale gelecek. Genişlemeyi reddedenler, eski düşünce biçimlerine sıkı sıkıya sarılanlar, fizik realitenin her şey olduğunu sananlar bu marazi bağlılıklarına daha çok gömülecek ve içe doğru bir patlama yaşayacaklar, kara bir delik tarafından emilir gibi çekip gidecekler. Bu tür varlıklar, kendilerine daha yavaş gelişme fırsatı tanıyan boyutlara gitmek üzere kaza ve doğal afetler sonucunda bu dünyadan ayrılacaklar.


Foton kuşağına henüz kullanmayı öğrenemediğiniz yeni bir sevgi düzeyi olarak bakabilirsiniz. Bazılarınız için bu yeni enerji kalpte bir hayli genişleme, bazıları içinse anormal ritimler yaratacak. Anormal kalp ritimleriyle ilgili yeni hastalıklar ve belirtiler ortaya çıkacak. Bunlar nadiren öldürücü olacak, ama bir hayli telaş ve heyecan doğuracak. Bu olgu, hayata sadece fiziksel düzeyde bakmaya meyilli kişilerin kalplerini daha çok incelemelerine yol açacak. Metafizikçiler için sevginin nasıl şifa verici olduğu, gruplar içinde nasıl enerji düzenleri sağladığı konusunda birçok yeni idrak ortaya çıkacak. Ayrıca fizik ve kimyacıları, sevginin yaşamı ve beden kimyasını nasıl etkilediğini anlamalarını sağlayan yeni keşifler yapmaya zorlayacak.


Foton kuşağının etkisi önümüzdeki birkaç yıl içinde daha aşikar hale gelecek ve 20 yıl içinde zirveye ulaşacak. Bu süre zarfında dünya onun içinden geçmiş olacak, ama etkileri onunla bütünleşip özümsemeniz için kalıcı hale gelecek. Ardışık (birbirini izleyen) zamanınız içinde o içinden geçmekte olduğunuz bir şeydir, çünkü bir sonraki şeye geçmeden evvel farkına vardığınız bir şeydir, oysa sonsuz şimdi’de o daima var olagelmiştir.


İnsanlarla nasıl iletişim kurduğunuza çok dikkat edin. İletişiminizin kalpten mi yoksa ikinci ve üçüncü çakradan mı geldiğini değerlendirmeyi öğrenin. İnsanları olduğu gibi kabul edin ve onları koşulsuz sevin. Karşılaştığınız yeni deneyimlerin sunduğu dersleri kabul etmeye hazır olun, çünkü birçok yeni deneyim yaşanacak ve insanlık kendine yeni bir gözle bakmaya zorlanacak. Bu bir süre rahatsızlıklara, kuşkulara ve benlik içinde kimlik kaybına neden olacak. Yeni enerji bazılarının kendilerini fizik dünyadan kopmuş gibi hissetmelerine neden olabilir. Güçlü olanlarsa bu sevgi sayesinde kendilerini sağlam biçimde dünyaya demirleyecekler.


Yeni enerjiden etkilenenlerin sayısı giderek artıyor ve birçok varlık uyanıyor. Önümüzdeki yıllarda birçok insan, hayatın gereksinimlerini tatmin etmekten daha fazla şey içerdiğini anlayacak. Bu enerji bireyi kendinin dışına taşıyor, genişlemiş bir iletişime ve daha büyük grup farkındalığına götürüyor. Bu nihai birliğe ilerleyişin bir parçasıdır, bundan böyle nihai birliği hissedebileceğiniz deneyimler daha sık tekrarlanacak. Meditasyonlarınızda yüce varlıkların mevcudiyetini hissetmeniz daha kolay olacak.


Foton kuşağı uzayın ve galaksinin enerji düzeninin bir parçasıdır, galaktik merkezden gelen bir enerji akımı, spiral çizen kollardan birinin parçasıdır, yani ışığın galaksi boyunca süren manyetik akışının bir parçasıdır. Enerji olarak galaksinin manyetik şekli dev bir halkaya benzer, merkezinde güç o kadar büyüktür ki manyetik etki sıfırlanır. Ama halkanın çevresini kuşatan, galaktik merkezi çevreleyen spiral bir enerji vardır, o bir anlamda galaksinin uzayını belirler. Foton kuşağı, galaksideki belli var oluş düzeylerini belirleyen halka şeklindeki uzayın etrafında devinen spiralin bir veçhesidir. Farklı titreşim hızlarında farklı halkalar vardır, bunlardan biriyle uyumlandığınızda bir anlamda o boyutla bütünleşirsiniz. Böylece dünyanın bir parçası dördüncü boyut farkındalığıyla bütünleşmektedir. Bu üçüncü boyuttaki perdenin tamamen değil, ama büyük ölçüde kalkacağı anlamına gelir. Bu yüzden dünyadaki medyumların sayısı en az on kat artacaktır. Yerküre değişiklikleri konusunda söylememize izin verilenden daha çok şey gördüğümüzü söyleyebiliriz. Söylememize izin verilmez, çünkü gördüğümüz şeyi yaratmış da oluruz, siz de gördüğünüz şeyi yaratırsınız. Medyum kanalıyla aldığınız bilgileri mutlak doğru olarak kabul ediyor ve onları yaratmaya başlıyorsunuz. Bu yüzden ne tür fikirler ektiğimize çok dikkat etmek zorundayız. Ayırt etmeyi öğrenene kadar size bir çocuk gibi davranmak ve çocukların işitmesinde sakınca olmayan şeyleri söylemek zorundayız. Bu sizden bilgi esirgediğimiz anlamına gelmez. Yeni fikirlere açık olanlar ve satır aralarını okuyabilenler başkalarının işitemedikleri şeyleri işitebilirler! (Sayfa: I-XXIII)

Tamamı bahsedilen kitaptan alınan bu metin Isac Asimov'ın Vakıf adlı serisindeanlatılanlara benzemektedir bana sorarsanız. Aynı zamanda bu yazı dizisinde anlatılan her şeyi daha öncesinden başlayarak ve daha boyutlu olarak kapsamaktadır.

İnanması kesinlikle güç olan bu son metin Japon Prensesinin anlattıkları ile de örtüşmektedir görünüşe göre. Bakalım zaman bizlere neler gösterecek..

İnanılması zor da olsa insanın aklında soru işareti bırakmaya yetecek kadar çok gariplikler olduğu kesindir dünya üzerinde. Bu nedenle yazı dizisinin ana başlığı "Ya tutarsa" olarak seçilmiştir. O halde şimdilik duyun da inanmayın demekle yetinebiliriz. Bahsedilen zamanlar çok uzak olmadığına göre bir çoğumuz zaten anlatılanlara şahit olacağız gibi duruyor "Eğer tutarsa.."

sevgiler
fasulye