30 Nisan 2012 Pazartesi

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (1)

“... Verdiğim kararın tümünü hemen uygulamaya koymak olanaksızdı. Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi...”


Doğan Yayıncılık tarafından, "Tarih Dizisi" grubunda Ocak 1998'de 14.baskısı yapılan Nutuk isimli kitapta, Mustafa Kemal bu cümlelerle başlıyordu Samsun’a çıkmadan önceki düşüncelerini anlatmaya. “Bazı sorunların konuşulması için erkendi” demişti ve nedenini şöyle açıklamıştı ;


“Örneğin halkımın büyük bir bölümü padişaha ve halifeye bağlıydı, saygılıydı. Onları padişaha ve halifeye başkaldırmaya zorlamak, amacımıza zarar verebilirdi. Şimdilik ulusça birlik içinde olmaya ve görülmeye gereksinimimiz vardı. Verdiğim önemli kararların bütün gereklerini ve isterlerini ilk günlerde açıklamak ya da söylemek, elbette yerinde olmazdı.”


Nutuk, Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da, TBMM salonunda milletvekillerine yaptığı uzun bir konuşmanın metnidir. M. Kemal Atatürk bu uzun konuşmayı kendi el yazısı ile yazmış, sabah üç saat, öğleden sonra üç saat olmak üzere altı gün içinde toplam otuz altı saatte okumuştur.


Bu uzun ve ayrıntılı konuşmasıyla, 19 Mayıs 1919’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşımızın nasıl ve hangi koşullar altında yapıldığını ve Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu anlatır.


T.C. Maltepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç tarafından hazırlanan "80. Yılında Nutuk" adlı çalışmada Nutuk’un hazırlanış süreci şöyle anlatılmaktadır.


“Gazi Mustafa Kemal 80 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2. Büyük Kongresi’nde, Büyük Nutku’nu okumaya başlamıştı. Gazi CHP’yi 9 Eylül 1923 tarihinde kurmuştu. Kuruluştan sonraki ilk büyük kongre yapılıyordu ama Sivas Kongresinde alınan bir kararla “Anadolu” ile “Rumeli” Müdafaa-i Hukuk Dernekleri birleştirilmiş, böylece verilecek mücadelede bir bütünlük sağlanmıştı.


İşte ortaya çıkan bu “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği”,   ileri yıllarda siyasal bir hareket olarak CHP’nin 1. Büyük Kongresi kabul edilmişti. O nedenle şimdikine “2. Büyük Kongre” denmişti. 20 Ekim Çarşamba gününe kadar, tam 36 saat 33 dakika süren Gazi’nin bu sunumu, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada beklendiği gibi çok büyük yankılar uyandırmıştı.


Cumhuriyet henüz 4 yaşındaydı ama öylesine olağanüstü dönemlerden geçilmişti, öyle dar boğazlar aşılmıştı ki, bunu birinci ağızdan yazıp söylemekte gelecek kuşaklar açısından büyük yarar görmüştü. O nedenle de, uzun zamandan beri hazırlamakta olduğu bu nutku okumak için, Gazi, parti genel kurulunun daha uygun bir ortam olacağına karar vermişti.


Böylece orada sadece milletvekillerine ve hükümet üyesi bakanlara hitaben değil, aynı zamanda tüm illerden gelecek CHP delegelerine, parti ileri gelenlerine, bürokraside yer alan üst düzey yöneticilere, komutanlara, kordiplomatiğe mensup tüm büyükelçilere hitaben bu uzun konuşmasını yapabilecekti.

Öyle de oldu.

TBMM Genel Kurul Salonu sonuna kadar doluydu ve insanlar adeta nefeslerini tutarak 6 gün boyunca Gaziyi dinlemişlerdi. “

Mustafa Kemal neden böyle bir şeye gerek duymuştu, tek amacı gelecek nesillere sesini duyurmak mıydı yoksa payidar kalacağını söylediği Cumhuriyet’i daha o yıllarda bile emanet edeceği kimseyi bulamadığını mı düşünüyordu bilmek mümkün değil. Ancak, onun hayattan ayrılmasının ardından onun yaptıkları ve söylediklerinin başkaca amaçlara hizmet etmek üzere kullanılmamasının yegane yolu bana sorarsanız buydu. Nutuk’un yayın hakkını Türk Hava Kurumu’na vermişti, Nutuk o tarihte mecliste okunmasa bile yeni nesillere ulaşabilirdi, ama O, altı gün boyunca hazırlarken bile büyük enerji sarfettiği Nutuk’u bizzat kendi sesinden milletin temsilcileri önünde mecliste okumayı tercih etmişti. O salonda bulunan herkes bu altı gün boyunca daha sonra yayınlanacak olan Nutku doğrudan onun sesinden dinlemişlerdi. Aslında bu bir hesap veriş olmakla birlikte yaptıklarının ve soylediklerinin daha sonra çarpıtılmaması içinde akıllıca uygulanmış bir yontemdi benim düşünceme göre. O salondaki hic kimse diğer kulaklarla birlikte duyduğu cümleleri çarpıtarak aktaramazdı, Nutuk basıldıktan sonra ilk ağızdan meclis önünde okunduğundan değiştirilemezdi. Bütün bunlar onun gelecek nesillere ilk ağızdan seslenmesinin birer garantisiydi. Mustafa Kemal gerçekten bir dehaydı, ancak onun dehasını çözemeyenler, söyledikleri ve davranışları arasındaki farkı göremediklerinden ardından gelen yıllarda yazılı koca bir metne rağmen, binbir karmaşaya neden oldular.

Keşke Cumhuriyet’in kurulduğu dönemden bu yana gelenekselleşebilen bir hareket olsaydı bu hareketi de, halktan uzak, halktan gizlenmesi gereken yönetim şekillerini ve yaptıklarını nedenleriyle bir bir meclis önünde doğrudan halka anlatabilme cesaret ve özgüvenine sahip hükümet yöneticilerimiz olsaydı. Ama bunun yerine, kendi yaptıklarını halktan gizleyerek her yaptığını nedenleriyle ortaya koyan ve arkasında duran bir liderin yaptıklarını çarpıtmaya çalıştılar bir çoğu.


Elbette bir dahinin ardından yeni şekillenmiş ve henüz özümsenmemiş bir Cumhuriyet ülkesini devralmak çok büyük bir riskdi. Yapılacak her yanlış davranış halk tarafından tepki alabilirdi. Nitekim paraların üzerinde ki Atatürk resimlerinin kaldırılması denemesi bu tepkiye maruz kalınca derhal geri adım atılmıştı.


Halk dahinin ardından gelecek her liderde aynı çıtayı arayacak ve eylemler bu çıtanın altına indiğinde tepkisini ortaya koyacaktı. Mustafa Kemal’in doğrudan halka hitap etmesi ve düşüncesinin özü ile birlikte yapılanları bir bir ortaya dökmesi, arkasından gelen siyasi liderler için birer yaptırım da sağlıyordu bu anlamda. Halk neyin neden yapıldığını bildiğinden, aksi bir harekete tepki gösteriyordu. Bu da Cumhuriyet’in en azından onun ardından bir süre daha korunabilmesinin garantisini sağlıyordu. Ancak O’da biliyordu ki bu yıllara şahit olan nesillerin ardından gelen nesiller için bu otokontrol işe yaramayacaktı. Kulaktan kulağa efsaneleşecek tüm yapılanlar sonunda etkisini kaybedecek ve hayat yavaş yavaş eski haline geri dönmeye başlayacaktı. Bu yüzden Nutuk o devri yaşanılanlar için değil daha sonra gelecek nesiller için bir kaynak ve başvuru kitabı olarak hazırlanmıştı.


Böylesine açık bir itirafnamesi elllerinde dururken Mustafa Kemal’in üzerine yapıştırılan etiketlerden yine de kurtulamıyor olmasının nedeni neydi o halde? Milletimizin kulaktan dolma bilgi ile hazıra konmaya bu kadar alışkın olması mı, yoksa bu sesin millete ve gelecek nesillere ulaşmasını doğrudan olmasa da dolaylı yollardan engellmeye çalışanların çabaları mı?

Orhan Çekiç tarafından hazırlanan çalışmaya yeniden dönelim.


“Kürsüde son derecede şık ve yakışıklı, yaptıklarından müthiş gururlandığı her halinden belli, kimi zaman sesini yükselterek kimi zaman alçaltarak, dost düşman tüm dünyaya sesleniyordu:


“…1919 yılı Mayısı’nın 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:”

Ülkenin o günlerde içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığıyla anlatıyor, Millî Mücadele günlerinin zor koşullarına değinirken sesi titremeye başlıyor, hele sonlara doğru, bütün bu mücadelenin muzaffer sonucu olan cumhuriyeti Türk Gençliği’ne armağan ettiği bölüme geldiğinde, “ Ey Türk Gençliği… “ derken artık daha fazla dayanamıyordu.

Ertesi gün İngiliz gazeteleri


“Gazi gözyaşlarını tutamadı…”diye manşet attılar.

Doğruydu.”

Yıllardır bez afişler, yağlı boya tablolar, beton, mermer, bronz büstler ve daha nice şekillerde cansız yüzünü seyrettiğimiz Mustafa Kemal ağlıyordu.

Peki neden?

Günümüzde ki gazete başlıklarını, düşüncelerin çeşitliliğini ve kendi öz düşüncesinden ne kadar uzaklaşıldığını, bu düşüncesinin sonuna eklenen “-izm” eki ile nasıl ırkçı bir soyleme dönüştüğünü mü getiriyordu gözünün önüne de ağlıyordu, yoksa artık omuzunda taşıdığı yükün ağırlığından yorulmuş gençlerden bu yükü omuzlamalarını mı istiyordu bilemeyiz. Bunlar biraz ajitasyon gibi dursa da birer tahmin. Sonuçta o gözyaşlarını tutamayan bir insandı. Ne o bez afişlerde gözleri çakmak çakmak olmuş asker, ne o soğuk beton büstlerde yüzünün şekil şekil olduğu bir heykeldi. O bir insandı.


Hayatta elinde kalan tek varlığı annesini bu vatan uğruna ardında bırakmış, yoluna çıkan her zor durumdaki Anadolu insanına elini uzatmış, bu halkın hakettiğini düşündüğü daha iyisi için yaşamını adamış, ne bir aile ne bir çocuk sahibi olamamıştı. bu topraklarda yetişen her çocuk onun evladı, her aile onun ailesiydi. Onlardan biri olmayı başarmıştı.

Neden bütün bunlara katlandı, kim ondan böyle bir şey istemişti ki? Yapmasaydı. Başkaları için en doğru kararı verdiğini düşünüp, bu kararı göz yaşları içerisinde milletine anlatan bir lider miydi o gerçekten. Arkasından onu tartışmamızı istemediğine dair bir cümlesi var mıydı tarihe geçen. Onu tartışmadan tanıyabilmemize imkan var mıydı? Yoktu.

O da bize ipucu olarak sadece Bir Nutuk bıraktı.

2 Şubat 2012 tarihli gazetelerde aşağıdaki haber yayınlanıyordu.


“AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, halen çeşitli medya organlarında tartışılmakta olan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve andımız konularında önemli açıklamalar yaparken, Atatürk'ü Koruma Kanunu'na da eleştiriler getirdi. Gençliğe hitabe ve andımızın kaldırılması tartışması için "Bunlar ayet mi?" sorusunu yönelten Çelik, Atatürk'ü Koruma Kanunu için de "Kimseyi kanunla sevdiremezsiniz. Atatürk gibi Cumhuriyeti kuran birisinin kanunla korunuyor olması ne büyük hüsran ve garip bir durum” dedi.

"ATATÜRK KANUNLA SEVDİRİLEMEZ"

Kanunla kimseyi sevdiremezsiniz. Neyi ideolojik hale getirirseniz onu dogmatik hale getirirsiniz. Siz eğer Atatürk’ü bir ideolojinin sığ çerçevesi içine hapsederseniz, Atatürk’ü kimsenin tartışmasına müsaade etmezseniz bu Atatürk’e yapılabilecek en büyük kötülüktür

"KANUNLA KORUMAK NE BÜYÜK HÜSRAN"

Kendi ülkesinin Milli Kurtuluş Hareketini idare etmiş olan, bir imparatorluğun külleri arasından bir Cumhuriyet kuran, o ülkenin kurucusu olan bir insanın kanunla korumak zorunda bırakılması ne büyük bir hüsrandır öyle değil mi? Ne kadar garip bir durum. DP, CHP’nin ithamlarından dolayı bir kompleksin neticesinde bu kanunu çıkartmıştır. Bir insan kendi milli liderini kanunla korur mu? Böyle bir şeye gerek var mı? Siz onu insanların gönlüne yerleştirmediğiniz sürece, silah zoruyla, devlet zoruyla kimseyi kimseye kabul ettiremezsiniz. Kenan Evren Paşa şunu demedi mi: 'Biz Atatürk’ü herkesin kafasına sokacağız.' Tüm okullara Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi dersi konuldu. Tıp Fakültesine de bu konuldu, ilkokuldan başlıyorsunuz üniversiteyi bitirinceye kadar. Bu sefer ne oluyor? Adeta bir zorlamayla, dikte ettirmeyle verildiği için sevilmiyor.

"GENÇLİĞE HİTABE AYET Mİ?"

Gençliğe hitabe konusunu da kamuoyunun oturup tartışması lazım. Şimdi, Reşit Galip andımızı getirmiş değil mi? Ayet mi bunlar? Reşit Galip böyle bir şey yapmamış olsaydı olmayacaktı. 12 Eylülcüler hatırlar mısınız Andımız’a ilavelerde bulundular. Sonra tekrar değiştirdiler. Böyle bir şey olmaz. Türkiye’de yaşayan yabancılar vardır. Mesela Bodrum’da yaşayan İngilizler var. Alanya’da oturan Almanlar var. Yabancılar bana mektuplar yazdılar, bakanlığımın ilk aylarında. 'Biz Türk değiliz, biz Türkiye’de yaşıyoruz ve çocuklarımız Türk okullarına gidiyor. Her sabah çocuklarınızı sıraya geçiriyorsunuz ve onlara and içiriyorsunuz' dediler. İnsani mi bu peki, doğru bir şey mi?

"PEYGAMBERİ KORUMA KANUNU YOK"

Hz. Peygamberi ele alalım. Atatürk’ü bir kenara bırakalım. Hz. Peygamberle alakalı bir ton hakaretamiz şey yazılıp çizilmemiş mi bugüne kadar. Hz. Peygamberi korumakla ilgili herhangi bir şey var mı? Netice şu: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesine bakarsanız, bir görüş sarsıcı, altüst edici, rahatsız edici olabilir. Şiddete yönelmediği sürece siz ona saygı duymak orundasınız. Birisi çıkıp der ki Atatürk dünyanın en demokrat insanıdır. Birisi de der ki Atatürk diktatördü.”

Bu açıklamanın yapıldığı 2012 yılının Şubat ayında, bu ülkenin yüzde kaçı Atatürk’ün bir kanunla korunduğunu biliyordu merak ediyorum doğrusu. Neydi bu kanun peki, neyi kapsıyordu, kimler tarafından ne zaman çıkarılmıştı?

Oda Tv nin Nisan 2012 tarihli bir yazısında bu sorulara cevap olarak aşağıdaki cümleler yer alıyordu:


“Atatürk'ü Koruma Yasası'nı Demokrat Parti çıkardı! Yani Adnan Menderes yasayı hazırlattı, Celal Bayar onayladı.

Peki niye?

DP 1950'de hükümet olunca dinciler "dinimizde heykel günahtır" diye Atatürk heykellerine, büstlerine saldırdılar. Yıktılar. Tahrip ettiler. Bunun üzerine bu yasa çıkarıldı.

Ve biliniz ki:

Bu yasa Türkiye'ye özgü değildir. ABD'den Avrupa'ya kadar hemen her ülkede "Lese Majeste" yasası vardır. Bir ülkeyi temsil eden tarihsel kişilere cahillerin söz söylemesini engelleme kanunudur bu.“

Şimdi bu açıklamanın ışığında kanunun maddelerine bir göz atalım.


“Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:

Yayın : Resmi Gazete
Yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872
Numarası : 5816

Madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Yukarıki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.

Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.

Madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet Savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.

Madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür.”

1950’li yıllarda yaşamında devam etme şansı olmayan Mustafa Kemal, arkasından böyle bir kanuna ihtiyaç duyulabileceğini düşünmüş olsaydı, Nutuk’ta Cumhuriyeti değil kendini emanet ederdi herhalde yeni nesillere.

Mustafa Kemal düşüncesini yok eden ve bu düşüncenin özüne tamamen zıt bu yamalar neticesinde zaman içinde oluşan tüm tepkiler ona mal edildi.


Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklamanın ardından, bu kanunun yürütmekle görevli olduğu söylenen Adalet Bakanı çıkıp, kanunun tarihçesi, içeriği hakkında en ufak bir açıklama yapmadı. Bu ülkede kanunlar meclisten milletinvekilleri tarafından geçiriliyorken, geçmişte oluşturulmuş temel hakları içerek kanunlar haricinde vatandaş olarak hemen hiç kimsenin bilgisi yoktu.

Bu kanun metni Cumhuriyet’i değil, onu düşünceden yaşama geçiren bir dahinin bedeninden geriye bir şey kalmadığı için şekillendirilmiş resim ve heykellerini koruyordu. O betonlaştırılmış soğuk büstün içinde olmayan zekanın ürettiği düşünceyi korumakla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Bu tamamen dönem hükümetlerinin Cumhuriyet ve Atatürk düşüncesini korumaktaki acizliğinin bir göstergesiydi ki, günümüzde Atatürk düşüncesinin karşısına alay edercesine dikilmesine neden olmuştu.

Ancak, Hüseyin Çelik bu eleştirisini gündeme getirirken bu kanunu çıkaran Demokrat Partiyi değil doğrudan, Atatürk düşüncesine inanları hedef alıyordu. Bu kanun kapsamında dahi olmayan ve düşüncenin ürünü olan hitabeyi “ayet mi?” diye nitelerken onu dinleyenler veya bu haberi okuyanlar arasında ne yazık ki bu ayrıma varmış bir dehaya rastlanmıyordu. Rastlansaydı da zaten konu düşünceyi en temel yasayla bağlayan Anayasa’daki Atatürk Milliyetçiliği sözcüklerine gelecekti.


Buraya kadar şunu söyleyebiliriz ki ne Demokrat Parti ne de Ak Parti Atatürk düşüncesini hiç anlamamıştı. Dolayısıyla Nutuk amacına hizmet edemiyor gibi görünüyordu. Emanet korunamamıştı.

Gazi, "Ey Türk Gençliği" derken ağlıyordu.

(Devam edecek)

fasulye

28 Nisan 2012 Cumartesi

EDEBİ SERÜVENLER - 1


Uzun bir zamandır ara verdiğim yazılarıma nihayet geri dönme fırsatı bulduğum bu yer İstanbul’un biraz dışında kendimle olmasa da doğayla başbaşa kalabildiğim bir yer. Hayatımda süregelen ve bedenimde ve ruhumda kalan tüm enerjmi tüketen bir yaşam diliminin ardından, en azından önümde uzanan sessiz nehir ve yeşil örtüye bakarak dinlenmeye çalışıyorum. Hayata vereceğim bu kısa molanın ardından ve yeniden bir koşturmacaya dalacağım ve yine antisosyalleşen yaşam düzenme ancak akşamları yapabildiğim kısa kitap okuma seansları ile devam edeceğim. Tıpkı bu bol oksijenli soluğu almadan önce yaptığım gibi.


Aslında oldum olası bir deniz veya nehir kenarında günlerce hayattan uzak tek başıma kitap yazmak gibi bir hayalim vardır. Ama artık beni tek başına bir hayattan uzakta tutan yaşam kaynağım oğlumun yaşam düzeni nedeni ile bir süre daha mümküm görünmeyen bu hayat düzeni, en azından bir iki günlüğüne de elime geçmişken en azından bir yazı yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Gelecek için planladıkalrımın bir provası sayılabilecek bu düzene henüz bir kaç saattir kavuşmuş olmama rağmen alışmakta hiç zorluk çekmeyeceğimi biliyorum. Bulunduğum yerin güzelliği ve tanıtımı ile ilgili bir yazıyı henüz yolun başında olduğumdan başka bir zamana bırakarak, önce de söylediğim gibi son dönemlerde bana farklı bir soluk aldırarak yaşamdan uzaklaşmamı sağlayan kitaplara biraz değinmek istiyorum. Aslında anlatmak istediğim kitap tanıtımı ya da öyküleri olmasından çok farklı bir şey olsada yine de en azından bu kitapların okuyucuya ulaşmasında belki benimde küçük bir payım olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.


Dediğim gibi ortalama iki aylık bir süreyi nerdeyse sosyal hayattan tamamen kopuk yaşamsal kesintiler, sorunlar ve iş yoğunluğu içerisinde geçirmiş olmama rağmen, güneş geceyle barıştıktan sonra kendimi bambaşka ve heyecan dolu bir serüven içerisinde bulmamı sağlayan ve gün içinde neredeyse bir an önce akşam olsada serüvenime devam edebilsem dediğim kitaplardan bahsedeceğim şimdi size. Elbette bu kitapların hayatımda bıraktığı izler ve damağında bıraktıkları tat benim yaşam koşullarımdan kaynaklı olabilir olsa da yine de kitap severler için olumlu birer referans olabileceğime inanıyorum.


Bundan yaklaşık iki ay önce oğlumla artık mahalle bakkalına dönmüş olmak sonucu batmanın eşiğine gelmiş avm lerden birine gittik. Aslında amacımız alışveriş olmadığı için avm nin neredeyse terkedilmiş görüntüsü bizi çok etkilemedi. Bizim ilgilendiğimiz ve hedefimize oturan asıl yer, rakiplerinden farklı bir temayla ortaya çıktığını düşündüren yeni bir oyun alanını ziyaret etmekti. Bir cuma akşamı olması neticesinde olduğunu düşündüğüm oyun alanındaki boşluk, avm nin terk edilmiş havasının bir kopyası gibi duruyordu. Hatta o kadar müşteri beklemiyorlardı ki soğuk bir kış günü olmasına rağmen belki de avm nin kotu mali koşullarından dolayı buz gibiydi. Bu boş ve buz gibi oyun alanı tüm caf cafına rağmen oğlumun ilgisini çekmeyi başaramadı ve gerçekten çok zavallı bir iz bırakarak sadece anılarımızda yer aldı. En azından elimiz boş çıkmayalım diye düşündüğümden avm deki neredeyse açık tek dükkan olan ünlü bir kitabevine daldık. En azından bir kitapçının tekstillin başedemediği avm deki krizle başetmiş olması oldukça sevindiricydi bana sorarsanız. Bu başarının devamnı sağlamak için elbette bende ufak bir katkıda bulunmayı planlıyordum. Aslında aklımda belirgin bir kitap yoktu. Sadece beni kapağı ya da adıyla heyecanlandıracak bir şey bulabilir miyim diye goz gezdirirken oğlum çoktan çocuk kitaplarının olduğu bölüme ulaşmış her gördüğü yeni kitaba hayretler içinde sarılarak bana sesleniyordu. Ona cevap yetiştirme telaşı içinde aslında düşündüğüm gibi sakin bir seçim yapamıyor olsamda raflardan birinde geçtiğimiz yaz arkadaşlık kurduğumuz birinin plajda gün boyu elinden düşürmediği için dikkatimi çeken kitaba rastlamış olmak bende belirli bir tanıdıklık hissi yaratmıştı. Kitabın en dikkat çekici yanı beyaz kapağı üzerinde ilkin 1 den 9 a kadar dizildiğini sandığınız sayılardı. Oysa dikkatli baktığınızda sayılar 1 den 9 a kadar dizilmiyordu. Kocaman sayıların üzerinde daha az dikkati çekcek bir büyüklükte “Aklından bir sayı tut” yazıyordu. Yazar John Vennon. Sayılar öylesine büyük ve göz alıcıydı ki kitabı bana hatırlatan yegane şeyler onlardı ve kitabın adının bu sayılar olduğunu düşünmeme sebep olmuştu. Oysa kitabın adı daha küçük harflerle yazılmış olan “Aklından bir sayı tut”du. Kitabın hemen yanında aynı tasarımda bu defa harfler olan bir başka kitap yer alıyordu. Kardeş oldukları belli olan bu iki kitaba uzandım ve artık oğlumun sorularına uzaktan bağırarak cevap vermenin uygun olmayacağını düşünerek onun yanına gittim. Aslında amacı kitap okumaktan çok hepsini ellemek ve ilginçliklerini daha eve varmadan burada tüketmek olduğu her halinden belli olan oğlum, bu nedenden bir türlü kitap seçemiyordu. Sonunda onu ikna edebileceğim ve okumasına faydası olacağını düşündüğüm daha az resimli bir kitap önerime razı oldu ve oradan ayrıldık.

Plajda okunan bir kitap imajıyla kafamda yer etmiş olan “Aklından bir sayı tut” un beni dinlendireceğini düşünüyorken daha kitabın ilk sayfalarından başlayarak beni içine sürükleyen ve her satırdan sonrasını merak ettiğim bir serüvene dönüşmesi uzun sürmedi. Her gece bir kaç sayfa daha okuyayım diyerek gece yarılarını bularak kitabı kısa zamanda bitirmiştim. Akıcı anlatım iki üç gece de kitabın kahramanı dedektif gibi hissetmeme neden olmuştu sanırım. Çünkü kitabı bitirdiğim gecenin ertesi günü kendimi içimden yazarın cümlelerine benzeyen cümlelerle bir olayın üzerinde fikir yürütürken yakaladım. Bu keyifli bir duyguydu yine de benim için. Hayatın içinde kendi başınıza uydurduğunuz küçük oyunlar gibi. Bittiğini sandığım hikayeyi yaratan yazarın ikinci kitabını okumak içinde sabırsızlanmaya başlamıştım. Ancak yoğunluk gecelerimi de ele geçirmeye başlayınca bu hemen olamadı. Ortalama bir hafta sonra ikincisine başlayabildim. Aslında kapak ve tasarımlarındaki tüm benzerliklerine rağmen aynı baş kahramanlarla her bölümünde başka olaylar yaşanan dedektif dizilerinin bir ikincisi ile karşılaşacağımı hiç düşünmemiş olacaktım ki, ikinci kitabın daha ilk sayfasında bir süredir kendisi gibi düşünmeye başladığım dedektifle karşılaşmak beni şaşırttı. Ama daha önce bu maceranın tadını aldığım için aynı öncesinde olduğu gibi kitabı bırakmak zorunda kaldığım gecelerin ardından gelen günler bir an önce akşam olsun diye beklemeye başlamıştım. Aslında bu ruh halimin büyük bir bölümü kendimce hayattan kaçışlarından kaynaklansa da kitaplar bana bu konuda gerçekten yardımcı olmuşlardı.

Kitabı elime aldığım andan itibaren bu dünyadan ayrılıyor ve yazarın yarattığı heyecanlı serüvene dalıyordum. Aslında film ve kitapları genellikle boyle tüketmek gibi bir huyum olduğundan filmler daha ekranda göründüğü anda adlarını hatırlamıyor olsamda başından sonuna kadar eksiksiz anlatabiliyor olmam evdekileri pek memnun etmiyordu. Çünkü daha ilk yazıları ekranda beliren her filme “bunu izlemiştik” diyor olmam filmi izlemeye hevesli aile fertleri mutluluk kaynağı olmadığı kesindi. Üstelik evde televizyona en uzak yaşayan kişi olmama rağmen seyrettiğim sayılı şeyleri onların saatler harcadıkları bu işleme rağmen hatırlayamamaları sanırım sinirlerine dokunuyordu. Ama beni hayattan yegane uzaklaştıran öyküler ya da uykuydu ne yazık ki. İstediğim zaman uyumanın mümkün olmadığı hayat koşulları içerisinde rüyalarımın kurgusu olmayan başka hikayelere kaçmak ise benim yapabildiğm en guzel beynimi boşaltma durumuydu.


Okuduğum kitaplar John Vennon’un başarılı bir reklamcılık kariyerinden sonra doğayla başbaşa kalabileceği yeni evinde yazdığı hayatının ilk iki kitabıydı. Kitapların arkasındaki kısa açıklamaları okumak ancak onları bitrdikten sonra aklıma gelmişti. Gerilim ve heyecan dolu sayfalarla beni ortalama bir hafta oyalayabilen bu kitaplar damağımda garip bir şekilde daha önce okuduğum iki kitabın tadını bırakmıştı. Üstelik tıpkı onlarda bu iki kitap gibi gerilim ve serüven üzerine kurulu, beyaz kapaklı ve neredeyse benzer tasarımlı kapaklara sahiptiler ve bildiğim kadarıyla iki taneydiler. Aslında düşününce bu dort kitapta neredeyse işlenen suçlara sizi hayran bırakacak zeka ürünü hikayelerdi. Bir çeşit suça övgü olmalarına rağmen sonunda tam olarak gerçek hayattan beklediğimiz gibi polisler galip geliyor ve ne kadar övgüye deger bir zeka ürünü olurlarsa olsunlar iyilerin tarafında da en az onlar kadar zekiler olabileceğine inancımızı kuvvetlendiriyorlardu. Daha önce okuduğumu söylediğim iki kitap Adam Fawler’ın Olasılıksız ve Empati isimli kitaplarıydı. Henüz bakmamış olsamda peşine düştüğümde Adam Fawler ında neredeyse başarılı bir kariyerin ardından kendini doğayla başbaşa kalabileceği bir ortamda emekliye ayırıp kitap yazdığına yemin edebilirdim bu benzerlik neticesinde. Hatta bu benzerliği farkettiğim ilk anda acaba yazarın iki farklı isimle bu dört kitabı yazmış olabileceğine dair bir de paranoya üretmeyi başardım. Bunun akla yakın gelmediğini bilsemde yine de düşünmemek elimde değildi. Akıcılık anlatım şekli ve zeka ürünü hikayeler bu anlamda birbirine çok benziyordu. Adam Fawler ve Joh Vennon tanışmalıydılar belki bu yüzden bana göre.

Sonra bir diğer gün çok satan kitaplar raflarının önünde dolanırken benzer kapaklı ve adından benzer içerikli olduğunu düşündüğüm başka kitaplar gördüğümü hatırladım. Bunlardan mümkün olan kadarını alıp okumayı düşünsemde aklımda okumak istediğim bunca kitap varken, bu tezimi ispatlamak için biraz daha bekleyeceğime karar verdim. Ama aranızdan okuyanlarınız olması ihtimaline dayanarak belkide biriniz bunu benden önce ispatlayabilir.


Nedense bu kitaplarda suç işlemek adına işletilen üstün zeka kafama takılmıştı. Eskiden Agatha Cristhe kitapları okuyarak polisiye kitap açlığımızı bastırırken şimdi yerli ve yabancı pek çok kitap bulmak mümkündü. Özellikle Ahmet Ümit’in tarihle içiçe macearalar üreten zekasına hayrandım. Ancak bahsettiğim bu dört kitap Ahmet Ümit in kitaplarından suçu işleyenin zekası ile biraz daha farklı bir yol çiziyordu. Sonra her gün haberlerde izlediğimiz ve gazetelede okuduklarımız geldi aklıma. Suç o kadar olağan ve gündelik hayatımızın bir parçasıydı ki artık. Alelade bir cinayet veya benzer bir hikayeyi anlatan bir kitabı kim okumak isterdi ki, hayat zaten hemen her alanda başlı başına suç üzerine kurulmuştu. Bu da polisiye yazarlarını artık farklı bir yola itmiş olmalıydı, her suçlunun sahip olamadığı özelliklere sahip yeni suçlular yaratmak. Hiç de mantıksız bir sav değildi bana göre bu. Bunu düşünür düşünmez annemin sürekli söyleyip durduğu mikroplar ve antibiyotikler konulu söylemi aklıma geldi. Ona göre antibiyotikler kuvvetlendikçe mikroplar güçlenmek zorunda kalmış ve mikroplar güçlendikçe daha güçlü antibiyotikleri üretilmeye başlanmış ve nihayetinde bu bir kısır döngüye girmişti, henüz bir kazanan ilan edilmediğinden ilerleyen yıllarda değişim gösteren hastalıklar veya ilaçların miligram ve dozajları hakkında fikir yürütmek imkansızlaşıyordu. Acaba tıp daha az ilerlese hastalıkalrda bir şekilde mücadeleden vazgeçer miydi diye düşünmekten edemiyordu insan. Polisiye kitaplarda suçlular için çıtayı her geçen gün biraz yükseltiyor ve öte yandan da ilham kaynağı olmaya devam ediyorlardı sanki. Yazarların kariyer eğitim vb özellikleri hayalgüçleri ile birleşince ortaya inanılmaz suçlar ve üstün zekalı katil ve suçlular çıkıyordu. Üstelik bu suçlular edebiyat , tarih ve bir çok konuda sıradan bir insanda çok daha fazla bilgiye sahiptiler ve bu nedenle işledikleri suçları bunlardan yaptıkları alıntı ve göndermelerle oldukça şıklaştırabiliyorlardı. Suç neredeyse bir sanat eserine dönüşüyordu bu yazarların elinde. Potansiyel suçluların bu çizgiye varması için bile eğitim şarttı. Belkide bu da fena bir yan ürün sayılmazdı. En azından suçluları suça iten sebepleri ortadan kaldırmak daha kolay olurdu belki bilmiyorum.


Tamamen bir ütopyanın içine daldığım bu benzerlik üzerine düşünürken bu defa bir üçleme ve filmi vizyonda olan “Açlık Oyunları” na bulaşmıştım bile. Gerilim dolu bir polisiyeden insana dair tüm çirkinliklerin orata çıktığı bir dünya düzenini anlatan bu üç kitap beni yeniden akşam olmasını dilediğim bir gerilimin içine sürüklemişti. Bir gerilimi bu kadar hevesle bekliyor olmam da sanırım benim psikolojim hakkında değiişik ipuçları veriyor olabilir.


Yine bir haftayı biraz geçen bir sürede bu üç kitabıda yine bu dünyadan ayrılıp yazarın yarattığı dünyanın içine sürüklenerek okuduktan sonra bir kaç günde kitabın kadın kahramanının düşünce yapısını çözmekle vakit harcamak zorunda kaldım. Çünkü nedense onunla benim aramda bir benzelik olup olamayacağı fikrine takılmıştım. Ama garip bir şekilde yine bu kitabın ardından bana tanıdık gelen bir şeyler olduğunu düşününce beynimde başka bir kitabın ya da filmin izlerini taramaya başladım. Garip bir şekilde iki yaz önce okuduğum bir başka üçlemede bu arayış son buldu. Alacakaranlık üçlemesi. Kitabın ardından tadı kaçmasın diye izlemediğim film gibi Açlık Oyunları nın henüz birincisi vizyona giren filmlerini de seyretmeyi düşünmüyordum. Ama her iki kitabında alışılmadık dünyalarında kahramana dönüşen kadın kahramanları yine bana yazarların geldiği noktayı düşündürmüştü. Oldukça talep alan kitap ve filmlerin kahramanı olan bu kadınlar yeni dünya düzeninde kadınların beklentisini mi, yoksa geldikleri noktayı mı temsil ediyordu acaba? Her ikisi de kafası karışık olmalarına rağmen kendi başlarına hareket eden, rutine, tabuya ve kurallara karşı dik başlı kadınlardı. Her ikiside iki farklı erkek tipinde ama kahraman ruhlu iki erkek erasında kalmışlardı. Her ikisinin etrafındaki erkeklerde biri cesur, gözükara ve deli gibi aşık olmasına rağmen ona sonsuz saygı duyan ve onu değil kendilerini yok etmeyi seçen tipler olmasına rağmen, diğer iki erkek kahraman olduğunu bile kabul edemeyecek kadar mütevazi ama yine de aslında diğerine göre gölgede gibi kalmış olsa da, kadın kahramanın vazgeçemediği ve koruma iç güdülerini harekete geçiren tiplerdi. Bu kitapların kahramanlarının bu kadar benziuyor olması da bir tesadüf müydü acaba, yoksa ben bilmeden bu benzerlikleri yakalayacağım kitaplara mı denk gelmiştirm. Bir kadının hayatındaki sonsuza dek sürecek bir sevgili fikrinin yerini iki erkeğinde sevilebileceği fikrine itiyordu insanı. İster istemez geçmişe nazaran silinmeye yüz tutan ailevi değerler, üstün sanılan duygular, fedakarlık ve benzeri şeyler hakkında düşünmek zorunda kalıyordunuz. Ama garip bir şekilde her iki kadın kahramanda bir ölçüde bencildiler ve zaman zaman bu açıdan kendilerini sorguluyor olsalarda içlerinden geleni yapmaya ve düşünmeden göz kara hareketlerde bulunmaya devam ediyorlardı. Millenium un kadın tipi bu muydu gerçekten. Aşağı yukarı aynı yaşlarda olan bu iki kadın gençliğin yeni ilahları olurken erkeklere de nasıl olmaları konusunda bir ipucu sunsa da genelde ataerkilden anaerkil bir yaşam düzenine doğru yol aldığımızın kanıtı olabilir miydi?


Her iki kitabında bende yarattığı bu garip etkilerden henüz bir sonuca varmış olamasam da, şu an yanı başımda bir Ahmet Ümit kitabı beni bekliyor. Yazdığım bu yazıyı kaydettikten sonra bir süreliğine Ahmet Ümit’in önüme açtığı yeni kapıdan girip bu defa yerli bir yazarın dünyasına yeniden konuk olacağım. Bakalım bu defa beni neler bekliyor ? Tam bu noktada Bab-ı Esrar ve Elif Şafak’ın Aşk kitabının kadın kahramanlarını düşünüyorum ve ardından beni Mevlana ve Tebrizi hakkında daha gerçekçi olmaya zorlayan Kimya Hatun kitabının kahramanını. Sanırım bir süreliğine siyasi dünyadan ziyade edebiyat dünyasının mesajlarına kulak vermeye devam edeceğim.

fasulye