30 Nisan 2010 Cuma

GÖZÜM SİİRT'İYOR, CANIM YANIYOR!

Hani şu dünyada bir bizim ülkemizde kutlanan çocuk bayramından az önceydi, Siirt de iki çocukluktan yeni çıkmış iki geç kızın başından mı demek lazım, üzerinden mi bilmiyorum geçenlerle irkildik hepimiz. Sonra üzerine basıp da geçilen çocuk hayatların sayısının bu kadar olmadığını işittik. Yetkililerin yaptığı açıklamaları okurken bir ifadeye takıldım kaldım, "Nitelikli Cinsel İstismar Olayı".. Bir de niteliksizleri var demek ki.. Nitelikli olunca olay "okkalı" oluyor belli ki..

Ardından vali bir açıklama yaptı :

''Valilik olarak yapılması gereken her şey yapılmıştır. İki kamu görevlisi açığa alındı. Öğrencilerimizden ya da mağdur kızlarımızdan iki tanesi il dışında ve bir sosyal hizmetler il müdürlüğüne ait kuruluşta himaye altında, yani koruma altına alınmıştır. Yaklaşık 25 kişi gözaltına alınmış. Bunlardan 15'i tutuklanmıştır. Bunların arasında polis ve asker yoktur."

Bunların arasında polis ve asker yoktur, sözüne takılıyorum bu defa.. Ülkenin utancından iki mesleği aklamış oldu vali.. İhtiyaç duymasa böyle bir cümle kurmazdı herhalde.. Askere atılacak yeni bir çamura gönlü razı olmadı belli ki..

İstanbul'daki Bakırköy Prof. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Adli Psikiyatri Kliniği uzmanlarından Psikiyatrist Dr. Can Ger, yaklaşık bir yıldır cinsel suçlarda artan sayıda olgulara bilirkişilik hizmeti verdiklerini bildirmişler. Belkide nitelikli niteliksiz ayrımına bilirkişiler varıyor diye düşünüyorum ister istemez.. İki yıldır süre gelen hikaye bir rehber öğretmene çıtlatılınca zanlı sayısı yüzü buluyor.. Okuldaki çocuklar "Ellere var da bize yokmu" şarkısını marş edinmişler.. Ülkemin geleceği çocuklar..

Ger Antalya’da düzenlenen sempozyumda, Adalet Bakanlığı verilerine göre cinsel suçlarla ilgili 2006 yılına kadar karara bağlanan 18 bin 33 davada mağdur sayısının 22 bin 936 olduğunu kaydetmiş ve eklemiş : “Her cinsel saldırının açığa çıkmadığı düşünülürse ne boyutta bir toplumsal ruh sağlığıyla karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliriz. Eskiden 15 günde birken bugün günde en az bir olgu mahkemeler tarafından bize gönderiliyor.”

Yüz kişinin karıştığı olay iki yıl sonra açığa çıktığına göre, daha ne kollar kırılıyor da yen içinde kalıyor bilinmez..

Sonunda öğreniyoruz ki olayı kendi aralarınd halletmişler, neden, Siirt'in adı çıkmasın diye.. Olayın içinde bir de şeyh var, kızların içine kaçan cini çıkarıyordu adam belki tabi, kötü niyetli olmamak lazım..  Yoksa Siirt gibi bir yerde iki tane çocuk denecek genç kız yüz tane erkeğe dükkan açmazdı.

Derken bana göre değerli bir sanatçı olan Mazhar Alanson twitter'ına olayla ilgili bir kaç cümle yazıyor. Uçkuruna sahip olamayan yüz erkeği bırakıyoruz ona saldırıyoruz. Kara mizah yaptım diyor Alanson.. Olsun ne dediiği önemli değil, Siirt'den İstanbula konunun geçiş bileti bu, polemikde boğazda boğacağız konuyu.. Daha önce de sevdiği kadın bir partiye girdi diye Kabe'ye gitmek istediğini söyledi diye ılımlı islam partisi destekçisi, hacı, hoca diye laf saydırılan aynı Alanson.. Adamcağız kendini akladı bi yerde.. Bakın demek ki hacı hoca diilmiş.. Nuri Alço ile yakınlığı da araştırılmalı bence..

Artık dayanamıyorum gözüm Siirt'iyor.. Kadınları müslümanlık diye kapatmaya çalışanlar, uçkurlarını bir çocuğa çözüyorlar, sonrada Siirt'in namusunu korumak adına anlaşıyorlar.. Anlaştıkları kesin "Bu konuyu aramızda kapatalım" demişler belli ki.. Merak ediyorum bu uçkuru gevşeklerin eşleri ne yapıyor bu arada.. Ne yapacaklar sırtlarında kötek, kucaklarında bebek oturyorlardır. Hiç birinin ne yuvası yıkılacak ne de başka bir şey olacak, konuda büyük ihtimal delil yetersizliğinden ya kapanacak ya da yüz kişiden bir kaçına vuracak piyango..

Küçücük kızların üzerlerinden geçtikleri dükkanların duvarlarında "Bismillahirrahmanirahim..!" yazacak.. Allah'ın adıyla işine başlayacak yine o adamlar.. Cuma'ya gidecekler.. Selamun Aleyküm'lere Aleyküm Selam diyerek alacaklar Allah'ın selamı üzerlerinde olacak.. Elalemin karısını kızını gözetleyip, iş bakacaklar, yüz bulamazlarsa dükkanlarındaki mallar gibi yaftayı vuracaklar..

Küçük kızlara devlet onsekiz yaşına kadar sahip çıkacak, tabii korundukları yerde başka tacizlere uğramazlarsa, sonra sokağa salıverilecekler.. Evlerine dönseler o üzerlerinden geçenler, taşlı sopalı geçecekler bu sefer panzer gibi.. Dönmeseler, daha nicelerinin yatağına düşecekler..

Gerçekten çok duyarsızsın Alanson! Yirmiüçnisan çocuğu olcak yaşta değiller ki bu çocuklar.. Olsa olsa on dokuz mayıs olur söz konusu.. Atatürk'ün Samsun'a çıktığı gün.. Yüz kişi daha çıkar üstlerine.. Altta kalanın canı çıksın..

Ah Alanson..! Yirmi üç nisanı Siirt'de kutlamak da nerden aklına geldi.. İlahi..!

Rahmetli anneannem bir hikaye anlatırdı, aklıma geldi.. Bir adamın kız çocuğu olmuş, adamda bir merak gitmiş hocaya kızının yıldıznamesine baktırmış. Hoca bir bakmış çekmiş "offff"u, ".. kızının demiş üzerinden kırk kişi geçecek". Bunu duyan adam beyninden vurulmuşa dönmüş. Zavallı kızcağızı evin arkasına yaptığı bir odaya hapsetmiş onsekiz yaşına gelene kadar da oradan çıkarmamış. Derken bir gün günyüzü görmeyen kızcağız amansız bir hastalığa yakalanıp Allah'ın rahmetine kavuşmuş.. Zaten küçük bir köyde yaşayan adam kızını evinin bahçesine gömmüş. Ertesi sabah uyandığında bir de ne görsün, kızın cansız bedeni toprağın üzerinde yatmıyor mu? Tövbe estağfurlahlar çekerek yeniden gömmüş kızını. Ertesi gün daha ertesi gün yine aynı.. Sonunda dayanamamış, yıldıznameye baktırdığı hocaya gitmiş ve olanları anlatmış. Hoca "Ben sana kızının üzerinden kırk kişi geçecek dedim" demiş. "Bu onun kaderine yazılmıştı, sen onun kaderinin önüne geçtin". Adam başlamış vahlanmaya, "Ne yapacağım şimdi diye sormuş" çaresizce, hoca yanıtlamış, kızını köyün köprüsünün altına götürüp yatıracaksın, köprüden kırk erkek geçene kadar sayacaksın, o zaman kaderi gerçekleşecek ve onu gömeceksin demiş. Adam aynen hocanın dediği gibi yapmış ve sonunda kızı gömmüş,. Ne ertesi sabah ne de başka bir zaman kızın bedeni bir daha toprağın üzerine çıkmamış..

Kadercilik değil tabi anlatmak istediğim, hepimizin alnına yazılan elbette vardır gerçekleşir, Allah'ın sevmediği kulu olduğumuzdan mıdır bütün bunlar..? Değildir elbet.. Ancak olacakla, öleceğe de çoğu zaman kimsenin gücü yetmez..

Olanlar olduktan sonra esefle kınamak yetmez.. Unutulur gider yaşananlar o iki kız çocuğunun hayatı da kaybolur söner gider.. Olacak olmuştur bir kere, gerisi toplumsal sorumluluktur. Yarın bir gün bu kızların başına bir şey gelirse, (daha ne gelecek demeyin) bu hepimizin sorumluluğu unutmayın, Alanson'un değil!

Fasulye

27 Nisan 2010 Salı

TARİHİ SİNOP CEZAEVİ

“Parmaklıklar Ardında” adlı diziyi izlediyseniz, pek çok mekanına dizi aracılığı ile şahit olduğunuz tarihi Sinop Cezaevi 1999 yılında kapatılmasına kadar Anadolu’nun Alcatraz’ı olarak anılmaktaydı. Pek çok ünlüye cezaevi sahipliği yapan mekan bugün ziyaretçilere açık ve restorasyonuna devam ediliyor.


Geçen yıl ziyaret etme olanağı bulduğum cezaevi gerçekten oldukça etkileyici bir müze olmakla beraber, hafızalarınızdan kolay kolay silinmeyecek anlar yaratan çok farklı bir mekan..

Henüz restore edilmemiş binalar sanki yaşanılan acıları silmek istercesine bitki örtüsünün ardına gizlenmiş.. Daha ilk avlusuna girdiğinizde bile gerçek dünyadan uzaklaşıp, bir zamanlar bu avlularda ayak sesleri çınlamış mahkumların hayali ile sarıp sarmalanıyorsunuz. Taş duvarlara sinmiş burukluk ve neredeyse yosunlaşmış ve dökülmüş bir harabe görünümdeki cezaevi, günah çıkartıyormuş gibi dikiliyor önünüze..

Cezaevi olmadan önce yaklaşık 4000 yıl önce Gaskalılar tarafından inşaa edilmiş üç tarafı denizlerle çevrili kale duvarları arasında yer alıyor olması da mekana ayrı bir anlam kazandırıyor. Bir zamanlar denizden gelebilecek saldırılar için savunma amaçlı kullanılan ve belkide pek çok Gaskalı askere mezar olan bu topraklarda 4000 yıl sonra suçu olsa da, olmasa da bir şekilde buraya düşmüş olan mahkumların ayak izleri üzerinde dolaşıyorsunuz. Bir tarafta kurtarılmaya çalışılan hayatlar için kurgulanmış bir yapı, diğer tarafta yok olan hayatlara ev sahipliği yapmış taş duvarlar. Ancak tarihin içine daldıkça anlıyorsunuz ki, kale savunma noktası olmasıyla değil, 4000 yıl önce de iç kale kısmının zindanları ve mahkumlarıyla ünlü. Bu kadar güzel ve yeşil bir alanda tarihte bir kara nokta olarak kalma kaderini üstlenmiş nedense..

Evliya Çelebi’nin “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” olarak tanımladığı kalenin resmi olarak zindana dönüşmesi tarihi kaynaklara göre 1887 yılında gerçekleşmiş.

Dizinin çekildiği alanlar haricindeki hemen tüm alanları dolaşabiliyorsunuz. Hücrelere girebiliyor, müze haline getirilişinden bu yana bitkilerden başka sürekli bir canlı yaşamına şahit olmamış avlularda volta atmanın nasıl bir duygu olduğunu da keşfedebiliyorsunuz. Nerdeyse boş olan hücrelerde bir kaç kırık ranza kullanılmamaktan simsiyah olmuş bir lavabo ve tuvalet ile kimi yerlerde deniz manzaralı pek çok hücre yer alıyor. Gezinizi kendi başınıza gerçekleştiriyorsanız seyreklikle yerleştirilmiş tabelalar dışında herhangi bir bilgi alma şansınız olmuyor. Sadece düşüncelere dalarak ağır ağır kendi ayak seslerinizi dinlediğiniz karanlık hücre ve koridorlara bakıp duruyor olsanız da, mekana işlemiş duygu yoğunluğu sizi gerçek dünyadan kopartmayı başarabiliyor.

Bir kısmı 1979 yılında gerçekleşen mahkum isyanı neticesinde yanan cezavinde 1939 yılında yapılan birde çocuk islah evi yer almakta. Benim gittiğim dönemde restorasyonu devam edem ıslahevi kapısından girdiğinizde bir cezavinden çok perili bir evi andırıyordu insana. Yetişkin hayatların yok olduğu bu duvarların arasında kaybolan çocukluklukları düşünmek ise insanın tüylerini gerçekten diken diken ediyor.

Çocuk Islahevinin hemen yanındaki geniş avluda ise üzerine örtülmüş beyaz örtüye rağmen, rüzgarın saklanmasına izin vermediği cezaevi otobüdü yer alıyor. Sürekli esen rüzgar yüzünden bir orası bir burası açılıp duran otobüs, ne kadar uğraşsa da, uzaklardan buraya taşıdığı insanların çektiği acıların ayıplarını saklayamıyor bir türlü. Binaların pek çoğu gibi korunamayan otobüsün dış yüzeyi pas içinde kalmış. İçindeki koltukların döşemeleri parça parça olmuş durumda. Sanki taşıdığı mahkumlardan sonra cezasını tamamlamak üzere ibretlik bir abide gibi yapayanlız duruyor avlunun ortasında.

Buraya getirilmiş olan insanların pek çoğunun suçlu olduklarını kabul etsek bile yine de atmosfer sizi hep yaşanılan acıdan yana sürüklüyor ve çıkmak için gün sayan mahkumların sessiz çığlıklarından başka bir şey duyamıyorsunuz.

Sıradan pek çok mahkuma ev sahipliği yapmanın ötesinde pek çok ünlüye de evsahipliği demeye dilim varmadığından cezaevi sahipliği diyebiliyorum, yapmış Sinop Cezaevi.. Değerli sanatçı Edip Akbayram’ın sesinden dinlemeye alışkın olduğumuz meşhur “Aldırma Gönül” şarkısı da bu duvarların arasında yazılmış. Sabahattin Ali’ye ait olan şiiri, hücrelerden birinin duvarına kocaman bir tabela olarak asmışlar.. Gerçekten de şiiri okuduğunuzda fırtınalı gecelerde taş duvarları yalayan karadenizin dalgalarının sesini çok rahat hayal edebiliyorsunuz.

Numara ile kısımlara ayrılmış cezaevi binalarından bir tanesinde mahkumların ortak olarak kullandıklarını tahmin ettiğim bir odayı düzenlemişler. Duvarda asılı eski bir ceket, mutfak tezgahını andıran bir tezgah ve üzerinde siyah beyaz fotoğraflar ve plastik çiçeklerle süslenmiş bir ayna var. Tahmin ediyorum bu alanı çay demlemek, traş olmak gibi amaçlar için kullanıyorlarmış. Tezgahın önünde mavi deri görünümlü bir sentetikle kaplanmış bir berber koltuğu var. Düzenleme az önce bu mekanı kullanan mahkumlar varmış hissi yaratıyor insanda.. Tezgahın üzerine dağıtılan kağıtlar belki yazılmış, belki okunmuş mektuplar olmalı diye düşünmeden edemiyorsunuz. Ancak odaya giremiyor cezavinin pek çok alanında olduğu gibi demir bir parmaklığın arkasından bakabiliyorsunuz. Tezgahının sırtı beyaz fayans kaplı bu oda mahlumların ortak yaşam alanlarından biri olarak oracıkda durmaya devam ediyor hala..

Volta atıldığını tahmin ettiğim ön avlular betonken arkalardaki avluların çoğu toprak, sanıyorum şimdi o arka avlularda olan ağaçlar o zamanlarda varmış. Ama bu alanların mahkumların ne kadar kullanılamsına izin verildiğini bilemiyorum tabii. Belkide görüşme alanları olarak kullanılıyorlardı. Mahkumlar sevdikleriyle açık bir alanda bir ağaç gölgesinde sohbet edebiliyorlardı diye hayal etmek istedim nedense..

Cezavi girişinin önünde yine o yıllarda ambulans olarak kullanılan araç duruyor. Dışarıdan bakıldığında korunmuş ve bakımı yapılmış hissi veriyor olsa da içine baktığınızda cezaevi otobüsüyle aynı kaderi paylaştığını anlıyorsunuz. Ambulansın üzerindeki tabelada kullanıldığı dönemde en son ne zaman bakımı yapıldığı yazıyor. Arabalardan çok anlamadığım için aracım modeli veya yaşı üzerine bir yorum yapamıyorum.

Yoğun duygularla ayrıldığımız taş duvarlardan kendi aracımızı parkettiğimiz yere doğru ilerlerken önce bıyıklarını farkettiğimiz iri yarı bir adamla karşılaşıyoruz. Başlangıçta çekinerek baktığımız bu adamın konuşmaya ne kadar hevesli olduğunu yanımıza gelip söze başlamasından anladıktan sonra, içimiz rahatlıyor. Şimdi adını hatırlayamadığım bu adam Sinop Cezaevinin son gardiyanı olduğunu söylüyor. Daha önce pek çok tv kanalına çıktığını anlatıyor bize. Cezaevinin kapanmasının ardından bir süre rehber olarak çalıştığını ancak sonra işten çıkarıldığını söylüyor. Aklım öyle karışık ki aslında sormak istediğim pek çok soruyu soramadan bir hatıra resim çektirerek son veriyorum sohbete..

Yolunuz Sinop’a düşerse mutlaka ziyaret etmenizi önereceğim cezaevinin duvarları canlanıyor gözümde yeniden. Bir zamanlar kale olan bu gizemli mekana bakıyorum uzaktan.. Cezavine ait avlu duvarlarında kaleye ait tarihi kalıntıları gördüğüm aklıma geliyor. Tarihe sonsuz saygımızdan kale duvarlarına ait taşları ve sutun ayaklarını cezaevi avlu duvarlarında kullanan halkıma güleyim mi ağlayayım mı kestiremiyorum bir süre..

Fasulye
http://www.kadinlog.com/kultur-sanat/tarihi-sinop-cezaevi.html

26 Nisan 2010 Pazartesi

BEN DE KADINLOG'DA YAZIYORUM


Kadınlog, Türkiye’nin yetenekli bayan kalemlerini bir araya toplayıp , Kadinlog.com üzerinden ilgili kullanıcılara , sevdiğine yapacağınız en güzel yemekten, o akşam giyeceğiniz en özel kıyafetten önce düşünen ve üreten kadınlardan hayata dair ipuçlarını paylaşma amacı ile kurulmuştur.

Bunun yanı sıra Magazin dünyasından Modaya, Güzellik sırlarından Kültür-Sanat’a ve beraberinde bir çok farklı kategoriyi kapsayan, her biri kendi kategorisinde uzman editörlerimiz tarafından oluşturulan makaleleri takip edebilirsiniz.

Dilerseniz kendinize özgün olan kategori altında, kendi yazılarınızı gönderebilir, kendi adınız ve imzanız ile Kadınlog ana sayfa da yayınlanmasını sağlayabilirsiniz.

Kadınlog, devam eden yayın hayatında, Gülse Birsel, Ayşe Arman, Yeliz Yeşilmen ve bir çok ünlü isimi konuk ederek kullanıcıları ile tanıştırmayı planlamaktadır.

Kadınlog’u güçlü kılan diğer faktörler ise, birçok yayın ve medya grubu ile ilişkili çalışmasıdır. İlerleyen günlerde ekranları başında olan kullanıcılarımız izledikleri magazin programlarında KADINLOG ismini görünce şaşırmaz umarım

HAYAT; Kadın ile güzel, KADIN; Kadınlog ile özeldir.

Arda Ahmetgil...
http://arda.ahmetgil.com/
-------------------


Bundan böyle diğer değerli arkadaşlarımla birlikte bende kadinlog.com'da olacağım.. Beklerim

Biz kim miyiz?

Fasulye..


19 Nisan 2010 Pazartesi

SORUYORUM

Bir süredir güncelden uzak durmaya çalışmama rağmen, sadece bir gün gazete okuyarak bile içim şiştiğinden yazacak pek çok konu yığıldı kafamda.. Bunlardan biri de geçtiğimiz Cumartesi gününe ait gazetelerde yer alan "Hıristiyan öğrenciye 'şahadet' dayağı iddiası" başlıklı haberdi.

Olay Diyarbakır'da bir okulda geçiyordu, aynı zamanda din öğretmeni olan müdür yardımcısı, tenefüste eline bir böcek alıp arkadaşlarını korkutan beşinci sınıf öğrencisine zorla "kelime-i şahadet" getirtmeye çalışmıştı. Bir başka gazeteye göre ise öğrenci nüfus cuzdanında dini islam yazdığı için zorunlu olarak din derslerine katılıyordu ve öğretmenin öğrencinin dininin İslam olmadığından haberi yoktu. Bu nedenle dersi Hristiyan olduğunu söyleyerek öğrenmek istemeyen öğrenci sürekli baskı görüyordu. Gazetenin verdiği bilgiye göre öğrencinin ailesi bundan iki yıl önce din değiştirerek Güneydoğunun tek Protestan kilisesine katılmıştı.

Öğretmen, öğrenci velisinin durumdan şikayetçi olması üzerine, dayağın söz konusu olmadığını sadece bağırdığını dile getirerek kendini savunmuştu. Olay üzerine öğrencinin ailesi, çocuğun nüfus cüzdanında yer alan “Dini : İslam” ibaresini "Dini : Hristiyan" olarak değiştirtip ardından okula dilekçe vererek, öğrencinin din derslerine girmemesini sağlamıştı. Gazete öğrencinin elinde yeni nüfus cüzdanı ile resmini gozleri bulanıklaştırılmış olarak vermişti.

Bu haberi okuduğumda aklıma o kadar çok şey doluştu ki, hani olayin neresinden tutsam elimde kalıyordu sanki.

Din Değiştirmek ve Devletin Fonksiyonu

Bir kere eskiden olsa "Doğu"da diyeceğim, ama şimdilerde ülkemde demek durumundayım, yaşayan bir ailenin, Müslümanlık’tan, Hristiyanlığa geçmiş olması cesaret işiydi bana göre, yakın zamanda Elveda Rumeli dizisinde seyrettiğim sahneler geldi aklıma bir anda. Dinlerini değiştirmişler, ama nüfus cüzdanlarında bunu belirten herhangi bir adım atmamışlardı belli ki, ta ki gerekene kadar ya da belki çocukların nüfus cüzdanlarında bu tür bir girişimde bulunmamışlardı.

Hep kafama takılmıştır zaten, neden dinimizi devlete söylemek zorundayızdır? Ya da bir başka açıdan bakacak olursak, devlet benim dinimi onaylamaya neden yetkilidir? Söz gelimi Diyanet İşleri Başkanlığı bu ülkede yaşayan Müslümanların kaydını tutar da, din değiştirildiğinde toplamdan bir mi düşer? Benim bildiğim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacı bu değildir. Zaten nüfus işlerine de onlar bakmaz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temel ilke ve hedefler konulu sayfasının ilk paragrafı aşağıdaki gibidir.

“Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek (Anayasa md. 136), İslam Dini'nin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu ydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek. (633 S.K. md.1).”

Bu girişten de anlayacağımız gibi Anayasa da bile yeri olan Diyanet İşleri Başlanlığı'nın yegane görev kapsamı İslam dini ile sınırlıdır. Bu da zaten, zaman zaman gündeme gelen farklı bir tartışma konusudur. Laik olan devletimizin sadece İslam dinine hizmet eden bir kuruluşu mevcuttur. Bu nokta da "diyanet" kelime olarak "İslam Dini Yasal Düzenleyicisi" anlamına mı geliyor bilmemediğimden Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakma ihtiyacı hisediyorum.

“Din kurallarına tam bağlı olma durumu” ve “Din” olmak üzere iki tanım verilmiş. Bu tanımda İslam ibaresi yer almadığına göre ve Diyanet’de bir kamu kuruluşu olduğuna göre,  bu ülke topraklarında yaşayan tüm insanların dini işleriyle sorumlu olması gerekmez miydi? Sadece İslam ile ilgileniyor olması devletin resmi dininin İslam olduğu anlamına mı geliyor?  Devletlerin dini olur mu sahi? Benim bildiğim, hayır! Ayrıca dinin semavi olması gibi bir zorunlulukta yok diye biliyorum.

Din, daha doğrusu semavi olan din yüce Allah ile inananın arasında olduğuna göre de devletin vatandaşlık bilgisi başlığı altında tuttuğu kayıtlarda hangi dine mensup olduğumun ne ilgisi vardı? Diyanetin ülkede kime hizmet edip kime hizmet etmeyeceği sonucuna mı varılmaya çalışılıyordu acaba? Tıpkı eskiden boşanan kadın ve erkeklerin nüfus cüzdanlarında "Medeni hali : Dul" yazması gibi, Devlet sizi eşit tutmakla yükümlü iken kafadan yaftalamış olmuyor mu özünde?

Örnek olayımızda olduğu gibi de inanış şeklinizin devletinizin belirlediği bir inanç dışında olduğunu da yine devlete onaylatarak kamu kuruluşlarında, ki örneğimizde bir okul, muafiyet kazanılabiliyordu. Böylece devletin onayı ile öğretmenin öğrenci üzerindeki baskı hakkı ortadan kalkabiliyordu. İlahiyat fakültelerinde tek dinin İslam olduğu mu öğretiliyordu?

“Din Kültürü ve Ahlak Dersi”

Okullarda hali hazırda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi başlığı altında okutulan dersin amacı, devletin kafadan İslam saydığı bir grup çocuğa İslamiyeti mi öğretmekti. O halde adı neden İslam Kültürü dersi değildi doğrudan, madem ki İslam dışında bir dine mensup olanların muafiyet hakkı vardı bu dersten o halde adı değiştirilmeliydi bana göre.

Ayrıca Din Kültürü, toplumsal kültürün bir parçası olarak öğrencilere öğretilmek amaçlanması gerekirken, en hakiki müslümanı yetiştirmek Din öğretmenlerinin sorumluluğunda mıydı? Onların en hakiki müslümanlıklarını devlet mi ölçüyordu? Dersin Ahlak Bilgisi kısmında öğretilen insanlara saygı ve sevgi bağırmak suretiyle mi pratiğe dökülüyordu?

Bir eğitimcinin savunması, “Dövmüyorum, bağırıyorum” mu olmalıydı...?

Toplumsal Yaşama Katkı

Çocuklarımızın ve gençlerimizin öğretimin yanı sıra sosyal yaşamın parçası olmayı öğrendikleri okullarda dini İslam dışında olan öğrenciler, dini İslam olan öğrencilerin zorunlu tutuldukları bir ders saatinde tecrit amaçlı olarak, serbest bırakıldığında, sınıftaki diğer öğrenciler ne hissediyordu? Henüz soyut kavramları yeni gelişmekte ve hatta oturmamış olan bir grup çocuk, Hristiyan olmanın bir dersten yırtmak için harika bir kaçış olacağını düşünmüyor muydu acaba? Benim mi içim çok fesattı yoksa..

Okuldaki her çocuğa dinini öğrenme şansı verilirken, Hristiyan olan çocuğa bu şansın verilmemesi eşitlik ilkesine uyuyor muydu? Hem laik, hem adil olunabiliyor muydu daha ilkokul sıralarında, olunamıyordu belli ki..

Bir grup çocuk bunu dersten kaçma olarak algılarken, kalan bir kısmıda acaba dersten uzaklaştırma olarak algılıyor olabilir miydi? Yani başka dinden olan arkadaşlarının kendi mahrem ve kutsal din derslerine alınmaması gibi değerlendiriyor olabilir miydi acaba?

Basın ve Toplumsal Sorumluluk

Olayın kahramanı çocuğun elinde yeni nüfus cüzdanı ile çekilmiş resmini gözlerini bulanıklaştırarak verilmesi genellikle suç unsuru taşıyan durumlarda uygulanan bir yöntem olması nedeniyle ne kadar sağlıklı bir şey kafama takıldı? Amaç çocuğu korumak mı? O halde neden resmi var hem de kimliği ile birlikte ? Yoksa inceden inceye devletin resmi dini dışında bir dine geçmiş olan bir afacanı mı mimliyoruz? Bilemedim, anlamadım.

Kur’an Ne Diyor?

Kur’an din İbrahim ile başlar diyor. Dinlerini fırkalara, mezheplere böldüler diyor. Merak ediyorsanız açıp okumanız gerekli. İlgili ayet numaralarını isteyen olursa ayrıca verebilirim. Ama bunun yerine herkesin ben Müslüman’ım demeden önce, açıp Kur’anı hatmetmek değil, okuyup anlaması gerektiğine inancımdan böyle bir şey yapmayacağım.

Ey ademoğulları, semavi dinler adı altında toplanan kitaplar aynı Allah’ın kitaplarıdır. Son kitap ve İslam’ın temel kaynağı olan güzel Kur’an dini bölmemek ayrıma gitmemek konusunda ayetler ile doludur. İslam dinine inanıyorsanız, Allah’ın tüm peygamber ve kitaplarını da kabul etmek zorundasınız. Allah ile inanan arasında kalması gerekli bir konuda, kişilerin değerlendirmek de, Allah’ın dinleri arasında ayrıma gitmek sizi de aşar beni de..

Acaba çoğumuz bu ülkede "kulağımıza doldurulan müslümanlığı" yaşamayanları, bir kısmımızın da "Türk kökünden gelmediğini düşündüklerini" istemedikleri gibi, istemiyorduk da, bahane mi arıyorduk? Ülkede sadece bu iki grup kalınca "kulağımıza doldurulan müslümanlığı yaşayan saf Türkler"i mi ayıklamaya başlayacaktık ?

Peki Atatürkçü olmayanları istemeyenlerin durumu ne olacaktı? "Kulağımıza doldurulan müslümanlığı yaşayan saf Türkler" ile, "Atatürkçülüğü dinsizlik sanan saf Türkler" mi didişecekti o zamanda..?

E insanım, aklım takılıyor haliyle, soruyorum..

Fasulye

18 Nisan 2010 Pazar

GÖKYÜZÜNÜN GETİRDİĞİ DUMAN

En son sinemalarda izlediğimiz "2012" filmi ile gündeme gelen maya takvimi, nesillerdir tartışıla gelen bir konu oldu biliyorsunuz. Şunun şurasında bir buçuk yıl kaldı ikibin on ikiye.. Son dönemlerde vizyona giren filmlerde kutsal kitaplardan esintilere de sık sık rastlıyoruz. Duydunuz mu bilmiyorum ama en son "Avatar" filminin senaryosununun güzel Kur'an'da yer alan "Fil Suresi"nden esinlenerek yazıldığı konuları gündeme geldi.  Fil suresi Kur'anda yer alan en kısa surelerden biridir ve yüzbeşinci sırada yer alır. Yaşar Nuri Öztürk'e ait tercümeden aldığım çevirisi ise şöyledir.

"1. Görmedin mi ne yaptı Rabbin fil yâranına!

2. Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı onların?
3. Gönderdi üzerlerine sürüler halinde kuş,
4. Atıyorlardı onlara kurumuş çamurdan damgalı taş.
5. Nihayet, onları yenik ekin yaprağına çevirdi."

Surede anlatılan hikaye ise kısaca şöyle ;

"Miladi 571, Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.)’in doğum yılıdır. Tarihlere “Fil vak’ası” diye geçen hadisenin Peygamberimiz’in doğduğu yıl gerçekleştiği rivayet edilir. Yemen Kralı Ebrehe, kendi hükümranlığına rakip bir merkez olabilir endişesiyle Kabe’yi yerle bir etmek üzere harekete geçer. Ordusunda, zamanın en güçlü savaş araçlarından olan filler vardır.



Mekke’nin yakınlarına kadar gelirler. Mekke civarında otlamakta olan deve sürülerine el koyarlar. Onlardan bir kısmı Peygamberimiz’in dedesi Abdülmuttalip’e aittir. Abdülmuttalip, Ebrehe’nin çadırına gider ve develerini ister.Ebrehe ona istihza ile bakar ve:


-Hem bu memleketin büyüğü olacaksın hem de şehri savunmayı bırakıp develerinin peşinde koşacaksın der.
Abdülmuttalip, Ebrehe’ye şu cevabı verir :


-Kabe’nin sahibi var, onu O korur. Ben ise develerimden sorumluyum.
Sonra Ebrehe ordusu şehrin üzerine yürür ve bu sırada, Kur’an’da Fil Suresi’nde anlatılan olay gerçekleşir. Ebabil kuşları gökyüzünden fillerin üzerine bomba misali balçıktan pişirilmiş taş yağdırırlar. (kaynak:www.aymoli.com"

Filmin son sahnesinde Pandora halkının bindiği ve düşmanın üzerine kuşlar aracılığı ile taş atarak zafer kazanması hikayesinin yanısıra, yine aynı halkın kutsal ağaç ve enerji merkezi olarak betimlediği ağaçlı bölgeninde Kabe ile benzediği rivayet edilmektedir. Ayrıca Pandora halkının inanış şekilleride müslümanlıktaki inanış şekli ile benzerlik gösterdiğinden, James Cameron'un Fil suresinden yola çıkarak bu filmi oluşturduğu konuşulmaktadır.


Her iki filmdede insanoğlunun yüzyıllardır çelişip durduğu kutsal kitap ve kıyamet gibi konulara değinmekte netice itibariyle aynı yıl vizyona girmiş olmaları da gerçekten büyük tesadüf.

Hatırlarsınız içinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcında Milennium pazarlamaları yapılırken aynı zamanda bu yüzyılın insanların manevi yönlerinin güçleneceği ve genel toplumsal eğilimlerin manevi konular yönünde olacağı konuları da gündeme gelmişti. İndigo çocuklar, kristal çocuklar ile ilgili çıkan yazılara da illaki bir yerlerde rastlamışsınızdır. Netice itibariyle son on yılı gözden geçirdiğinizde bunu ortaya atanların çok da haksız olmadıklarını görebilirsiniz.

Ülkemizde de sadece belirli kesimler tarafından ilgi göruyor olsa da Burak Özdemir ve Ömer Çelakıl gibi isimlerin gündeme gelmesi buna en yakın örnekler diye düşünüyorum. Güzel Kur'an'a olan merakım ve sevgim yaşanan olaylar neticesinde gün geçtikçe perçinlenirken, bir yandan ülkemde din adına yapıldığı söylenen bir takım davranış, girişim ve hareketler beni gerçekten üzüyor.

Ancak bunun yanısıra dünyada yaşanan olaylar da uzun süredir incelediğim Kur'an'da yazılanları da düşündürtmüyor değil bana. 2012 filmi Maya kehanetleri ile ilgili tanıtımlarına rağmen kehanetlerin içeriği veya olagelişi hakkında herhangi bir bilgi içermese de, yine de 2012 beklentisini körükledi diye düşünüyorum.

Yanlış hatırlamıyorsam son Haiti depreminde Nasa yetkilileri dünya ekseninin yaklaşık sekiz santim kaydığını açıkladılar. Bu kaymalar depremlerle tetiklenebiliyormuş, ancak kayma oranı depremin yerkürenin merkezinde dikliği ile alakalı imiş. Haiti depremi bu anlamda şiddetli bir deprem olduğundan da dünyamızın ekseninde bir kayma meydana getirmiş. Yetkililerin bu tür doğal afetler sonucu oluşan fiziksel değişimleri her defasında boyle açıklıkla dile getirip getirmediklerini bilmiyor olsamda, bu haberi okuduğumda aklıma ister istemez güzel Hz. Muhammed (S.A.V.)'ın hadislerinde yer aldığı ifade edilen  "Güneş batıdan doğmadan önce kim tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder." veya "Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama imanı fayda vermez." sözleri aklıma geldi.

Güneşin batıdan doğması İslam alimlerince bir kıyamet alameti olarak kabul edilir. Dünyanın ekseninin kayması demek de benim anladığım kadarıyla, bu kaymaların artması neticesinde dünyanın kutuplarının yer değiştirmesi ve sonucunda da güneşin batıdan doğmasına sebebiyet verecek bir durumdur. 

Amacım felaket tellalığı yapmak olmasa da, nihayetinde insanım, aklıma takılıyor. En son İzlanda'nın güneyinde 190 yıldır uyuyan bir yanardağın patlaması sonucu tüm Avrupa'yı kaplayan kül bulutu neticesinde de aklıma ister istemez aşağıdaki ayet geldi.

"(10) Artık sen göğün açıkça izlenen bir duman getireceği günü gözle - Duhan Suresi"

Bunca doğal felaketin ardı ardına geliyor olması acaba yanlızca tesadüf mü?

Fasulye

BU SİTEYE ERİŞİM MAHKEME KARARI İLE ERTELENMİŞ MİDİR ÇALIŞTAYI


Zaman zaman, ya da bazı siteler için uzun zamandır kalıcı olarak görmekte olduğumuz mesaj için oluşturulan çalıştay 20-22 Nisan 2010 tarihleri arasında Sapanca Kartepe'de gerçekleşecek. "İnternet sitelerini yasaklama" adı verilen çalıştayın ilki daha önce Abant'da gerçekleşmiş. İki gün süreceği belirtilen çalıştayın ilki kaç gün sürmüştü bilmiyorum ama bayağı bunaltıcı geçiyor olacak ki oksijen oranı yüksek bölgelerde gerçekleşiyor.

Gazetenin verdiği bilgiye göre çalıştayda konuşulacak konular ;

-site engellemeleri,
-bilişim suçları,
-bu alandaki kanunlar 
-teknoloji ve bilişim dünyasının sorunları.

Yine verilen bilgiye göre bu ana başlıklar altında ilk kez tartışılacak konular arasında mobil içerik ve SMS ile propogandanın yasaklanması konularıda masaya yatırılacak. Hızla ilerleyen iletişim teknolojileri de haliyle pek çok konuyu da beraberinde getiriyor. SMS ile propoganda ile kastedilen siyasi içerik paylaşımı ise eğer, umuyorum ki istenmeyen spam SMS'lerin engellenmesi için bir yol bulunabilir.

Bu arada mail ve SMS ile siyasal propoganda yapmayı engellemek ile ilgili seçim maddesini de içeren yasa henüz Sayın Cumhurbaşkanımızın onayını bekler durumdaymış öğreniyorum ki. Gerçi bugune dek herkesin eline geçmesine rağmen şükür ki herhangi bir siyasi partinin eline geçmedi cep telefon numaram ama, anlıyorum ki başımıza bu da gelebilir.

Ayrıca site veya mail yoluyla paylaşılan içerik anlamında servis sağlayıcıların sorumluluklarınında nerede başlayıp nerede biteceği konusuda tartışılacak konular arasında yer alıyormuş. Etik olarak servis sağlayıcıların içerik konusunda herhangi bir sorumluluk kabul etmiyor olacağı düşünülmesine rağmen ülkemizde ve dünya da açılmış bu türden davalar olduğu da gazete haberinin detayları arasında yer alıyor.

Sanıyorum gerçekten çok geniş konuların oldukça uzun sürelerce hukuki, toplumsal ve kişisel açıdan ele alınarak konuşulması gerekecek. İki günlük bir sürede varılacak sonuçları merak ediyorum doğrusu. Ayrıca yapılıyor mu bilmiyorum ama, bu tür çalıştayların belkide teknoloji ağırlıklı kanallarda yayınlanması da taraftarıyım ki, güncelin içinde sıklıkla kullandığımız bu teknolojiler ile yapılabilenleri, örnek teşkil edecek olayları ve alınacak önlemleri bilirkişilerin ağzından toplumun pek çok kesiminin, özellikle gençlerin öğrenmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. Seksen kişilik katılımın sağlanacağı ifade edilen haberde katılımcılar hakkında detaylı bilgi verilmiyor olsa da umuyorum ki psikologlarda yer alıyordur.

Geçen gün birlikte çalıştığım uzman piskolog bir arkadaşımdan öğrendiğime göre yaş gruplarına göre gençlerin boyutlu düşünme yetenekleri farklılık gösteriyormuş. Yani yapılan davranışın yaş grubuna göre bir yada iki adım sonrasını düşünebiliyor daha sonrasını düşünemiyorlarmış. İnternet ortamında gerçekleşen ve suç niteliği taşıyan davranışlardan kendilerini koruyabilmeleri için gençlerin bu konuda bilgilendirilmeleri gerçekten çok önemli. Örneğin şaka mahiyetinde face book ya da benzeri sosyal paylaşım sitelerine konan videolarala başlarına açabilecekleri işler konusunda ciddi olarak bilgilendirmeye ihtiya duyan bırakınız genci, yetişkin binlerce internet kullanıcısı var.

Fasulye

kaynak gazete : haberturk.com

15 Nisan 2010 Perşembe

Salıverdim Çayıra - Girişgah

Şu son anlattığım hamam olayının ardından hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken, sahiden de anlatırken çok eğlendiğim anılarım olduğunu farkettim. Hani dedim ya doğduğum günden bu yana hep garip olaylar benim başıma gelir diye, aslında sadece benim değil, kendime arkadaş bellediğim pek çok insanın başına da benzer şeyler geliyor. Sanırım hayatı kristal dükkanında bir fil edasıyla yaşayan bir ben değilim yeryüzünde. Hatta birlikte benzeri durumları kapsayan pek çok olay yaşadığım bir arkadaşımla bir çeşit "bela paratoneri" olduğumuza bile karar verdik geçenlerde. En uzak kaldığımız konulara bile göbeğinden bir şekilde girmekte ve başımızı belaya sokmakta üzerimize yok zira. Kendimiz gibileri bulmakta bu yeteneğimize dahil olduğundan, giderek çoğalan bir grup paratoner modunda daha görecek çok günlerimiz var diye düşünüyorum. Bir kısmı özünde can sıkıcı olmakla beraber yine de komik tarafları var her birinin. Önemli olan da hayatı şaka tadında yaşayabilmek bana göre, ondan sebeptir belkide ağlanacak durumlarda bile önce gülüp sonra gözyaşlarını koyvermem benim. Her neyse dedim ya hamam olayından sonra düşündüm hep ciddiyet, hep sorumluluk nereye kadar. Günlük sohbetlerimizde hatırlayıp her defasında daha komik bir yanını görüp karnımız ağrıyana kadar güldüğümüz pek çok anımız var aslında. Sıkıcı günceli bir süreliğine bir tarafa bırakıp biraz da bunları yazmaya karar verdim o yüzden.

Genelde sazı elime aldığımda kolay kolay bırakmadığımdan konuşma dizileri yapamasamda, bilimum yazı dizileri merakımı bilen bilir. Bunca anı da insanın aklına gelince her birinden bir yazı çıkacağından bende düşündüm, bu bağlamdaki yazıları da bir yazı dizisi altında toplamak mümkün..

Ben ve türevlerim olan arkadaşlarımın hayatlarını bu açıdan değerlendirdiğinizde bir çeşit "Allaha emanet yaşayanlar" grubu ediyor olduğumuzdan bu dizinin adını da "Salıverdim Çayıra" olarak koymaya karar vedim.

Aslında günlük hayatın içinde gerçekten eğlenceli ve komik şeyler yaşıyoruz. Hoş benim bu hayatla eğlenme huyum yüzünden de başıma gelmiş pek çok anım vardır, iş yerimden çok güldüğüm için ihtar almış olmam gibi.. Doz aşımına uğramış bir eğlence anlayışım olmasa da, nedense bir çok insan gülmeyi mesai saatleri dışında yapılması gereken bir eylem olarak kabul ediyorlar. Oysa gülmek benim için hayatın tatlı molaları. Hiç bir iş yerinde daha öncede dediğim gibi doz aşımına uğramadığı sürece gülmenin ya da güler yüzlü olmanın sorun olacağını sanmıyorum. Herhangi bir iş kanununda da bu tarzdan bir madde yer aldığınıda.. Ama hayat anı paylaştığınız insanların ruh hallerine göre değişkenlik gösterebiliyor elbette. Birileri ciddiyet ve asık suratlı olmayı matahtan sayarken, şartlar ne olursa olsun hayatı bir eğlence olarak algılamanız rahatsız edici olabiliyor. Saygım sonsuz. Umarım bir gün onlar da hayatın surat asmakla vakit kaybedilmeyecek kadar değerli dakikalardan oluştuğunu, gülmenin insanlar üzerindeki olumlu etkisini anlayabilirler. Yapılan şey her ne olursa olsun güler yüzlü sonuçlar için, güler yüzlü insanlar tarafından yapılıyor olması gerekir diye düşünüyorum. Bu girişgahın amacı kıssadan hisselerle ders vermek değilse de, kantarın topuzu o yana dönmeye başladı sanırım. O nedenle lafı fazla uzatmadan konuya girmek de fayda görüyorum.

Bu yazı dizisinin kahramanları gerçek insanlardan oluşuyor, kendi adımı vermediğim gibi onlarınkinide vermeyeceğim sizlere, eminim ki ortak anlarımızın paylaşılmasından rahatsızlık duymayacaklardır.

Yazının büyük bir kısmını konuya girmekle harcağımdan bu ilk yazıda Salıverdim Çayıra Yaşamlar'dan kısa anlar aktarmakla yetinebileceğim sanırım..

Dediğim gibi ben ve çevremdeki yakın arkadaşlarımın büyük çoğunluğu günlük koşturmalar içerisinde hayatın karikatürlük anlarından pek çoğunu sıklıkla yaşıyoruz. Bir biz mi böyleyiz yoksa insanlar bu tür olaylara gülüp geçemiyorlar mı emin değilim. Ama en azından biz birbirimize anlatıp oldukça keyifli dakikalar geçirebiliyoruz.

Geçenlerde bir arkadaşımla yaptığımız sohbet sırasında çocukların yemek problemlerinden bahsediyorduk, malum anneyiz.. Yaş da hafiften kemale ermeye başladığından biz şunu yerdik, annemiz bize böyle yapardı derken, arkadaşım çocukluğunda "ançüezi" ne kadar sevdiğini anlatmaya koyuldu. Bizim gibi yetmişli yıllarda çocukluğunu, seksen ve doksanlarda gençliğini tüketmiş nesiller için "ben çocukken ançüez severdim/yerdim" cümlesi sık rastlanan bir durum olmasa gerek diye düşünüyorum. Ha yok değilse beni uyarın, yoksa bir ben mi çocukluğumu ançüezsiz tükettim. Önce şaka yapıyor herhalde diye düşünerek kahkahayı koyvermeye hazırlanırken, anlatılanların gayet doğal bir sürecin parçası olduğunu anlayınca, şaşkınlıkla "Ançüez?" diye tekrarlamak zorunda kaldım. Genellikle Amerikan filmlerinde bir çeşit pizza mezesi olarak algıladığım "ançüez" gayet de Türk bir öğretmen ailesinin çocuğu olan arkadaşımın hayatının doğal bir parçasıymış meğerse.

Ben çocukken bizim eve ançüez girmiş olsaydı billahi benim haberim olurdu diye düşünüyorum. Benim gibi evine ançüez girmemişler için ekşi sözlükten aldığım aşağıdaki tanımı verme ihtiyacı hissediyorum bu noktada..

"Ançüez; kolyos , hamsi gibi balıklardan yapılan iştah açıcı, sabahları yendiğinde enerji veren lezzetli balık ezmesidir."

Arkadaşım yüzümdeki ifadeyi görünce, "Siz ançüez yemez  miydiniz?" gibi daha da şaşırtıcı ve bir o kadar da doğal soruyu sorunca, kahkahayı koyverdim haliyle, yok vallahi biz kahvaltıda bildiğin domates, peynir, sahanda yumurta gibi sıradan şeyler yerdik. Hatta o kadar cahildik ki aslında yediğimiz şeyin adının omlet olduğunu anlamamız ve öğrenmemiz için yıllar geçmesi gerekti. Ançüezin yanında köy kahvaltısı sayılabilecek bir takım çiftlik ürünlerinden ibaret kahvaltılardı bizimki.. Annemde pişirdiği herhangi bir yemekte ançüez kullanmazdı diye biliyorum. Hayır benim gibi hamam sahibi birinin ançüez yiyerek büyümüş arkadaşları olması elbetteki normal karşılamak gerekir.

Tüm bunlara arkadaşımın yanıtı "Hadi ya!" olunca bir parça eksik hisettim bende kendimi haliyle, aslında sanırım öyle garip bir şaşkınık gösterdim ki o da bir anlığına da olsa kendisini ançüez yiyen bir uzaylı gibi hissetti. Hayır kafama takıldı, ya yoksa biz çok mu fakirdik ya da neydik, bakın şimdi bu yazıyı okuyup da Türkiye'nin yüzde sekseninin ançüez yiyerek büyüdüğünü öğrenirsem, hakikaten yıkılacağım. Söyleyin bakalım kaçınız ançüezle büyüyen nesillere dahil oldunuz..?

Aynı arkadaşımı, bundan bir kaç yıl önce uzun süredir görmediği bir dostu aramış ve ortak bir arkadaşlarının bir milletvelkili ile evlendiği müjdesini vermiş. Benim ançüzle büyüyen arkadaşımda bu habere şaşırarak "Ya hangi milletvekili ile evlenmiş?" diye sorma ihtiyacı hissedince, karşı taraf da ona "Hürriyet al bak!" diye cevap vermiş. Ançüezin etkisinden olacak ki benim sevgili arkadaşım, aslında gazete de çıkan haberi okumasını öneren arkadaşının söylediği cümleyi adamın adı anladığından "Hürriyet Albak" adlı milletvekilinin kim olduğunu düşünmüş uzun süre..

E arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim diye boşuna dememişler..

Sevgiler
Fasulye

14 Nisan 2010 Çarşamba

DOKUNMAYIN HAMAMIMA!

Doğduğum günden bu yana, en olmadık işler ya da izine az rastlanır durumlar genellikle benim başıma gelir. Kimi zaman Türk filmi tadında, kimi zaman şaka gibi anılarla dolu geçmişim. Amerikan sinemasına yaklaşan anlarım olsa da henüz bir uzaylıyla karşılaşmam ya da dünyayı kurtarma maceralarına henüz atılmadım. Allah izin verirse ömrüm yettiğince bu tür eğilimlerde göstermeyi umuyorum.

Rutinim dokuz ayın çarşambasını bir arada yaşamak olduğundan, aldığımız acı bir haberle sıradanın ötesine geçen bir günün ardından, tabiri caizse kafan seksensekiz olmuş, oğlumu okuldan alıp eve geldiğimde kapıya yapıştırılmayı denenmiş bir kare kağıt parçası ile karşılaşıyorum. Yapıştırılmayı denenmiş diyorum bir tebligat olduguna dair bilgi yüklü kağıtcıkın yapısı sticker mahiyetinde ve yapıştırma amacını gerçekleştirene kadar yapışkan yüzeyini korumakla görevli kağıt parçası da halihazırda kağıdın yarısını kaplayacak şekilde yapıştırılmış. Tabi başlangıçta düşüncem bu olduğunu hemen belirtmek zorundayım, çünkü kağıt parçası ile muhtara gitmem gerektiğini anladığımda arkasındaki o parça da kapı üzerine tutuşturulmuş olmasaydı, yapışkan bir kağıtcığı nereme koyacağımı epey düşünmem gerekecekti belli ki. İşini yapan her kimse yaşanacak durumları da düşünmüş olmalıydı ki, sticker arkası olan kağıdı da sokak kapımıza iliştirivermişti. Kendisine burdan teşekkür ediyorum.

Evde bulunmadığımızdan tebliğ edilemeyen yazının göndericisi annemin memleketi idi ve hakikaten hayırdır inşallahlık bir durumdu benim için. Zira bir mahkeme tebligatı olduğu ifade ediliyordu. Annemin memleketi ile bir alıp veremediğim olmadığı gibi en son ortaokula giderken filan uğramıştım. O zamanlar birinin tavuğuna kışt demiş olsam, tavuğun yedi sülalesi yok olmuştur diye düşünüyorum. Beni kim dava edebilirdi ki?

Okuldan sonra spora götürmem gereken oğlumu da alıp, önce muhtara gitmeye karar verdim büyük bir merakla. Muhtar bugun evde olmadığı anlaşılan yüzlerce kişinin zarfı arasından benimkini bulup verdiğinde iyice merakım arttı, çünkü bir tomar kağıt kalın bir tel zımba ile tutturulmuştu. Arabaya dönüp artık zirve yapmış "Allah allah ne ki bu" tavrımla kağıt tomarını parçalamadan açmayı becerdim.  Cidden annemin memleketi mahkemesinden gelen bir tebligattı. İlk sülalemizin soyadını taşıyan ve çoğunu tanımadığım yaklaşık 30 isim yer alıyordu. İkinci, üçüncü sayfa derken tam on sayfa boyunca soy kütüğümüzün listelendiği kağıdı artık spora geç kaldığımızdan okuyamadım.

Oğlan spor salonuna girer girmez listede adı olan en yakınlarımızdan birini arayarak "Hayırdır inşallah ne ki bu" ruh halimi dile getiren bir paragraflık bir giriş cümlesinden sonra, aynı tebligatı aldıklarını öğrendim. Sülaleme dava açan Vakıflar Genel Müdürlüğü idi. Demek ki sülalecek Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait bir tavuğa kışt demiş bulunmuştuk. Acaba ben ortaokul yıllarında kumsaldan midye ve taş toplarken paşa dedelerime ait tarhi eserlerimi kaçırmış bulunmaktaydım. Kimbilirdi çocuk aklımla nelere karıştığım, işte yıllar sonra karşıma çıkmıştı belkide..

Uzayan telefon konuşmasının sonucunda annemin memleketinde sülalemize ait bir hamam olduğunu öğrenmem gerçekten şok finaldi. Yani bizim "Hanlarımız, hamamlarımız" vardı da benim mi haberim yoktu. Hadi bunca zaman haberim yoktu da, hamam kısmını bulduğumuz mirasımızın han kısmı nerdeydi.  Ah annem yıllarca bana asil sülalemizden falan bahsedersi, ne kadar zenginlermiş anlatırdı da bende ortada bir şey olmadığından kadıncağıza kızar dururdum. "E hani o zaman, bize ne kalmış" der gülerdim. Bilmezdim damarlarımda dolaşan asil kanın "Hanlar, hamamlar sahibi" olduğunu. Buyrun bakalım benim bir hamamım ve takriben ikiyüzseksentane de ortağım vardı. Ve ne oluyordu tahmin edin. Vakıflar Genel Müdürlüğü benim hamamıma el koyuyordu. Daha bir kese bile atmadığım, kapısından girmediğim, geçiniz bunları varlığından anca haberim olan hamam elden gidiyordu. Ya hanlarda gittiyse? Yahu bende burda bi paşa dede bulamayınca belki orda bulurum umuduyla, kalktım burdan Mısır'a gittim. Kendi tarihim kadar yalayıp yuttuğum Mısır tarihi merakımın arkasında bir zamanlar orda yaşamış bir paşa dede olduğu umudunu taşıdım. Anne sözü dinleyip damarımdaki asil kanın peşine düşseydim, bugün hamamıma sahip çıkıyor olacaktım.  Hoş davanın daha neticelenmiş bir durumu yok. Yıllardır birbirinin gözünü oyan sülalemizi bir araya getirebilir mi bu hamam onu da bilemem tabi ama, gene de bir avukata danışacağımı itiraf edeyim. Yoksa göz göre göre gidecek hamam elden.

Atatürk boşuna dememiş "Muhtac olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur" diye.. Yok arkadaş ben hamamından vazgeçmem.. Sayın sülalemin listede ismi yer alan iki yüz seksen bir üyesine burdan sesleniyorum. "Hamamı gaptırmam!" ya da "Hamamımızı geri istiyoruz!" gibisinden bi kampanya düzenleyelim, face book da filan buna dahil olacak on yüz bin kişi bulalım. Şunca yıl sonra hamamı bulan, arkasından hanı da bulur..

Kalın sağlıcakla
Fasulye

5 Nisan 2010 Pazartesi

DERSİMİZ ATATÜRK..

Günlerden dört nisan pazar.. Dördüncü ayın, dördü, bir Atatürk filmine gitmek için dört dörtlük bir gün diye düşündüm.. Yedi yaşındaki oğlumun sonuna kadar seyredip seyretmek istemeyeceğinden emin olamasam bile, sınıf öğretmenlerinin "Hepiniz seyretmelisiniz!" mesajından cesaret alarak biletleri aldım.

Filmin detaylarına girmeden önce söylemek isterim ki ben çok sıkı bir film izleyicisi, dolayısıyla, bir film eleştirmeni olma yetisine haiz bir şahsiyet asla değilimdir. Bu nedenle yazacaklarım naçizane görüşlerimden ibarettir.

Film ilkokul beşinci sınıfa giden bir öğrencinin okula girişi sahnesi ile başlıyor. Sınıfa girene kadar öğrencinin peşinden kamera vasıtasıyla ilerliyorsunuz, okulun bahçesinde bando takımı çalışma yapıyor. Derken sınıfa geliyorsunuz ve arkasından da öğretmen sınıfa giriyor. Öğretmenimiz modern, alımlı, akıllı ve oldukça güzel genç bir hanım. Çağdaş Türkiye'nin bir yüzü olarak bu tür bir seçim yapıldığını düşünüyorum. Ama daha filmin ilk sahnesinden neden doğal bir süreç hissine kapılmıyorum da bu tür şeyler düşünüyorum diye geçirdim içimden. Bir film izlemekten çok mesaj almak, eleştiri yapmak üzere hazır bulunuyorum sanki o salonda..

Öğretmen bahçedeki bando çalışmalarından da anlamamız gerektiği gibi yaklaşan 23 Nisan sebebiyle okulda bir takım çalışmalar yürütüldüğünü ve bu nedenle sınıfça bir sunum hazırlamanın iyi fikir olacağını söylüyor sınıfa. Çocuklar bu fikirden çok hoşlanıyorlar ve filmin başlangıcında sınıfa girene dek takip ettiğimiz öğrencimize soruyor öğretmeni "Geçen sene deden çok yoğun olduğundan bize yardımcı olamadı, ama bu sene durumu nedir dedenin?". Öğrenci cevaplıyor "Dedem beni kırmaz."

Derken öğrencinin peşine yine kamera vasıtasyla takılıyoruz ve eve gidiyoruz hep beraber.. Kapıyı açıyor ama muhtemelen arkasında kamera olduğundan kapatmıyor ve çantasını girişe yere bırakıp mutfakta yemek hazırlayan annesinin yanına gidiyor. Annesi tezgahta yapmakta olduğu işten gözlerini ayırmıyor bile. Masadan yiyecek bir şeyler almak isteyen çocuğu "Git ellerini yıka!" diye uyarıyor ve çocuk önde biz arkada lavaboya gidiyor ellerimizi yıkıyor ve geri geliyoruz. Bir sandalye çekip yumurtalardan kahvaltı olduğunu anladığımız masaya oturuyoruz. Mutfakta anne ve çocuk olmasına rağmen belli ki başkaları da gelecek ki masa en az beş kişilik hazırlanmış.  Ayrıca okul dönüşü bir saat olmasına rağmen neden kahvaltı var masada onu da merak ettim.. Diyorum ya bunlar kontrolüm dışında dikkatimi çeken şeyler.. Çocuk masaya oturduktan sonra annesi sanki çocuğu yeni görüyormuşçasına seviniyor ve gelip yanağından öpüyor ve ardından okulda ne yaptıklarını soruyor. Çocuk öğretmeni ile arasında geçen diyaloğu annesine aktardığında, annenin suratı öyle bir asılıyor, afallıyor ve değişiyor ki, herhalde dede ile anne küsmüşler, kadıncağız nasıl söyleyeceğim diye düşünüyor hissine kapılıyorsunuz.
Derken akşam oluyor ve anne ailenin geri kalanı içerideyken mutfaktan anneanneyi arıyor, durumu anlatıyor ve akşam onlara uğrayacaklarını söylüyor. Anneanne de birden paniğe kapılıyor, baban öyle yoğun ki bunu ona nasıl söyleyeceğiz telaşı başlıyor. Ailede idrak edemediğiniz bir stres baş gösteriyor o andan sonra.. Zaten akşam yemeğinden sonra bir saat olduğundan daha ne kadar akşam olacak da uğrayacakların merakına da kapılıyorsunuz aynı zamanda..

Dedenin evine gidildiğinde anne, baba, kardeş, anneanne ve bizim öğrenci hol tarzı bir yerde topluca duruyorlar. Anne, anneanneye "Babama geleceğimizden bahsetmedin mi?" diye soruyor. Anneanne o kadar aciz bir tipleme olarak yaratılmış ki ağlamaklı bir ses tonuyla konuşuyor ve kocasının yoğunluğu nedeniyle göremediğini söylüyor.

Sonra kimsenin cesaret gösteremediği konuda bizim öğrenciden cesaret göstermesi bekleniyor ve "Hadi sen git söyle!" deniyor. Öğrenci dedesi ile konuşmak üzere merdivenleri çıkarken hepsi endişeli bakışlarla onu izliyorlar. Bu sahnenin ardından siz üst katta bir çalışma odası hayal ederken, bir sonraki karede öğrencinin dedesinin çalışma odasına doğru merdivenlerden indiğini görüyorsunuz. Demek ki, evin içinde önce bir üst kata çıkılıyor sonra tekrar merdivenlerle bağımsız başka bir alana iniliyor. Dedemiz Çetin Tekindor. Tavana kadar kitap rafları ve duvarlarında Atatürk resimleri ile dolu kocaman bir odada kitabı ile ilgili çalışma yapıyor. Dedemiz yazar, o andan itibaren bu dedenin Turgut Özakman olduğu hissine kapılıyorsunuz. Bizim öğrenci merdiven bittiği noktadan itibaren odanın ortasına doğru bir iki adım atıyor ve o sırada kütüphaneden aldığı bir kitabı karıştıran dedesine "Merhaba" diyor. Torununun sesini duyan dede yavaşça arkasına dönüyor, suratı gayet asık ve ciddi bir şekilde torununun yanına gidiyor onu öpüyor ve soğuk bir sesle "Merhaba!" diyor. Ardından çalışma masasına geçiyor ve daktilosunu önüne çekip hiç bir şey olmamış gibi yazmaya devam ediyor. Öğrencimize de çalışma masasının önündeki koltuklardan birini gösteriyor ve sertçe "Sen burakalara gelir miydin?" diye soruyor.

Artık bu noktada kopuyorum.. Dede, dede değil sanki cumhurbaşkanı, zar zor yanına giriliyor, birde sanki yanına kolayca gidiliyormuş gibi sen buralara gelir miydin diye hesap soruyor, artı zerre kadar yüzü gülmüyor. Be dede! Benimde dedem olsan bende gelmem diyorum içimden. Çetin Tekindor'a da nedense hiç yakıştıramıyorum bu sevimsiz dede rolünü.. Aslına bakarsanız filme yakıştıramıyorum. Ama sanki dede torun süper ilişkileri varmışçasına filmin ilerleyen sahnelerinde dedenin kütüphanesinde torunun çizdiği resimlerin asılı olduğunu görüyorsunuz. Hatta dedenin çalıştığı masanın arkasındaki büfenin üzerinde torunun yeni çekildiği belli bir resmi bile var.

Derken öğrencinin dedesi ile yaptığı görüşmenin bittiğini anlıyorsunuz, çünkü sonraki sahnede öğrenci çıktığı merdivenleri inip ailenin yanına geliyor suratı asık bir şekilde. Aile çocuğun dedenin yanında kaldığı süre boyunca belli ki sahne sıraları gelene kadar hiç kıpırdamamış, anneannenin çay yapma ya da ikramda bulunma gibi bir huyu yok. Hepsi birden endişeyle çocuğa doğru meylediyorlar ve ne olduğunu soruyorlar. Çocuğun asık ama dudağının yan tarafı gülen suratından şaka yaptığını anlıyorsunuz. "Tamam cumartesi saat ikide geliyoruz" diye çığlık atıyor ardından. Aman ailedeki sevinci görmeniz lazım, sanki üniversite sınavı kazanılıyor. Peki nasıl ikna ettin sorusuna cevaben çocuk koltukları kabararak "Atatürk" dedim diyor.

Yani yazar ve tarihçi dedemiz için aile falan önemli değil, bir Atatürk önemli.. Söz konusu o olunca akan sular duruyor. Filmin mesajlı olması uğruna bu kadar yapaylaştırılması bahsettiğim kısmın ilk yirmi dakikası olmasına rağmen ciddi hayal kırıklığı yarattı bende.. Tüm replikler ezberlenmiş edasıyla söyleniyor, Gelişim Oxford ya da benzeri İngilizce öğreniyorum cd lerindeki kısa filmlerden birini izliyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Bir tek öğrencinin babası rolündeki Tolga Savacı'yı yılllar sonra görmüş olduğuma şaşırıyorum o ana kadar.

Tabi birden cumartesi oluyor ve sınıfta bu konu üzerinde çalışmakla görevli öğrenci grubunu dedenin çalışma odasındaki kanepe ve yerdeki minderlere yerlemiş görüyorsunuz. Anneanne yine hiç bir hazırlık yapmamış. Dede gayet ciddi çocuklarla tanışma kaynaşma gibi bir ihtiyaç duymuyor. Ama konuya çalışmış projeksiyon hazırda bekliyor sehbanın üzerinde Nutuk olmak üzere bilimum Atatürk ile ilgili kitaplar ve dergiler yer alıyor.  Hemen konuya giriyor dede Atatürk 1881 yılında Selanik'de doğmuştu ve sinevizyonu açıyor. Belgesel niteliğinde bir gösteri hazırlamış dede. Babasının kaybından sonra gittiği okullar düşüncelerinden bahsediyor. Filmin ilk yarısı bu şekilde eski görüntüler, Halit Ergenç'in Atatürk'ü canlandırdığı anılarını anlatan sahneler ile devam ediyorken arada bir, nasıl oluyorda bir çalışma odasından anında bağlanılıyor diye şaşırdığınız ünlülüer geliyor ekrana ve çocuklara o an sorulmuş sorulara yönelik olarak direkt hitap ederek konuşmaya başlıyorlar. Bir çeşit canlı bağlantı gibi yani. Ama onlar da hazırlanmış ordalar nasıl oluyorsa.. Yani birden "Ayşe çok güzel bir soru sordun!" diye Uğur Dündar'ı görüyorsunuz misal, alacakaranlık kuşağı gibi, üstelik bir haber stüdyosunda haber masasının başında az sonra haberleri sunacakmış edasıyla duruyor ve görüntüsünün altında adı yazıyor. Dedenin hazırlık gerçekten süper. Bu şekilde Yıldız Kenter, Müjdat Gezen, Muazzez İlmiye Çığ ve daha pek çok kişiye bağlanılıyor, kiminin ne dediğini hiç anlamıyorsunuz, kimi bir anı anlatıyor. Hele bir ara Turgut Özakman ekrana geliyor bir kütüphanenin önüne yerleştirilmiş tahta saplı bir koltukta oturuyor, bu haliyle daha çok rahmetli Özal'ın icraatın içinden programını sunduğu haline benziyor. Daha da komiği, yere konulan minderin üzerinde bir kolunu dedesinin baçağına dayamış bir prenses edasıyla oturan torunu. İkiside fotoğraf çektiriyorlarmışçasına kalıp gibi duruyorlar bağlantı boyunca.. Dolayısıyla herhangi bir doğallık almadığınızdan söylenenden çok görüntü ile ilgileniyorsunuz. Görüntüye gelen herkes 70 yaş civarında daha genç kimsenin görüşüne başvurulmuyor. Atatürk 70 yaş üzeri neslin kişisi gibi sanki.. Sonraki nesiller neredeyse Atatürk nedir bilmiyor öğrencilerin anlatılanlara verdiği tepkilerden anlıyorsunuz ki.

Bu arada dede sürekli fonda anlatan kişi konumunda, neredeyse gürleyerek Atatürk'ün hayatını anlatmaya devam ediyor.  Bazen öyle bir gürlüyor ki gerçekten etkili olmasından ziyade ürkütücü oluyor koltuğunuzdan sıçrıyorsunuz. Hiç gülmüyor, çocuklara neredeyse hiç söz hakkı tanımıyor ve bazı söylediklerini beşinci sınıfa giden çocukların anlaması mümkün değil. Bir çeşit "sesle dövme modeli" bir anlatım filmin ilk yarısının sonuna gelmesine kadar devam ediyor ve bu kısıma kadar Kurtuluş Savaşı tamamlanmış oluyor.

Öğrenciler ise Yunanlılar denize döküldüğünde ya da bir zafer hikayesi anlatıldığında maça gitmişlercesine ve bütün bunları yeni duyuyormuşlarcasına tepinerek seviniyorlar birbirlerinin ellerine çakıyorlar ve bir anda vahiy gelmiş gibi eski ciddiyetlerine bürünüyorlar. O sırada dedemizin suratında işte biz buyuz dercesine sevimsiz ve ukala bir gülümseme yerleşiyor.

Filmin ikinci yarısında gürleyen ses anlatmaya bu defa Atatürk'ün daha çok özel hayatı, evlat edindiği çocuklar onlarla anıları, Atatürk Orman Çiftliğinin kuruluşu ve benzeri konularla devam ediyor. Bu arada gerçek savaş, Atatürk görüntüleri ile birlikte yine Halit Ergenç'in canlandırdığı anıları bolca izliyorsunuz. Dede anıları dramatize ettirerek hazırlanmış konuya, vallahi bravo diyorum. Bu arada filmdeki rolü nedeniyle eleştirildiğini düşündüğüm Halit Ergenç bence gayet iyi idi. Sadece görüntülerde çok donuk ve fotoğraf gibi duruyordu. Kaşlarının altından bakıyor ve neredeyse aldığı pozisyonu bozmadan konuşmasına devam ediyordu. Bu da daha çok Atatürkü görüntülerinden değil fotoğraflarından izlemiş olduğumuzdandı sanırım, yine öyle yapıyorduk bir filmden çok fotoğrafa bakıyorduk. Oyuncunun değil yönetmenin konusu olduğunu düşündüğümden Sayın Ergenç'e herhangi bir eleştiride bulunmak haksızlık olur bu anlamda. Bu arada takıldığım bir diğer nokta Atatürk'ün Halit Ergenç yaşına gelene kadar ki hayatına dair bir dramatize yapılmamış sadece filmin başında Atatürk ve matematik öğretmeninden Kemal ikinci adını alışı sırasında kurşun kalemle çizilmiş bir sınıf öğretmen ve Mustafa resmi gösteriliyor ekranda, renklendirme gereği dahi duyulmamış bu birinci sınıf kitaplarındaki çizimlere benzeyen resim çok sırıtıyor bence filmin içinde. Anlaşılan o ki Atatürk'ün çocukluğu ve gençliğini oynayacak kimse bulunamamış veya uğraşılmamış.

Derinlemesine olmamakla beraber Atatürk'den bihaber bir kesime kısaca tanıtım yapılıyor diyebiliriz film için. Benim bire giden oğlum için oldukça faydalı oldu bu merkezde. Gözüyle gördüğü pek çok şeyi şimdi okuyarak öğrenmesi çok daha kolay olacak. Ama ilkokul düzeyinin üzerinde daha doğrusu ilkokul beşinci sınıf düzeyinin üzerinde ki her kişi için oldukça kopuk, kurgusu bozuk, aceleye gelmiş ve sevimsiz bir film olmuş demek zorundayım..

Velev ki, film sona erdiğinde ben dahil bütün salon hüngür hüngür ağlıyordu. Bu kadar kötü biri filmde bile hepimizin gözlerinden Atatürk sevgisi akıp gitti. Oğlum film bittiğinde bir anda yerinden kalktı boynuma sarılıp saklanarak ağlamaya başladı ve "Keşke Atatürk ölmeseydi anne" diye söylendi. "Keşke.." diyebildim bende.. "Ama hiç birimizin yeni bir Atatürk'e ihtiyacı yok, biz istersek onun yaptığı her şeyi yapabiliriz" diye tamamladım. Gözlerimden akan yaşları silerek. Bu anlamda emeği geçen herkese yine de teşekkür ediyorum. Çok daha iyisi yapılabilirdi, sanıyorum Mustafa filminin ardından bir şeyler yapmış olmanın kaygısıyla alelacele veya yeterince düşünülmeden çekilmiş bir cevap filmiydi bu. Gerçekten Atatürk'ü yaşatmak adına çok iyileri olacaktır.

Filmin yönetmeninin Hamdi Alkan olması da beni şaşırttı bu arada, "Sevgi kelebeği" olarak anılarımızda yer etmiş birinden Atatürk filmi izlemek gerçekten enteresandı. Emeklerine teşekkür etmekle beraber, daha pek çok film çekerek bu filmde düştüğü kurgu hatalarına düşmeyeceğini umuyorum. Atatürk zor ve sorumluluk isteyen bir konu yine de bu cesareti göstermiş olmasından dolayı da kendisini kutluyorum.

Ha izlemeniz şart mı? Ortama ve koşullara bakarak izleyin tabi derim.. Ama film olarak değerlendirdiğinizde izlemesinizde olur.. Karar sizin..

Sevgiyle Kalın
Fasulye