Günlerden dört nisan pazar.. Dördüncü ayın, dördü, bir Atatürk filmine gitmek için dört dörtlük bir gün diye düşündüm.. Yedi yaşındaki oğlumun sonuna kadar seyredip seyretmek istemeyeceğinden emin olamasam bile, sınıf öğretmenlerinin "Hepiniz seyretmelisiniz!" mesajından cesaret alarak biletleri aldım.
Filmin detaylarına girmeden önce söylemek isterim ki ben çok sıkı bir film izleyicisi, dolayısıyla, bir film eleştirmeni olma yetisine haiz bir şahsiyet asla değilimdir. Bu nedenle yazacaklarım naçizane görüşlerimden ibarettir.
Film ilkokul beşinci sınıfa giden bir öğrencinin okula girişi sahnesi ile başlıyor. Sınıfa girene kadar öğrencinin peşinden kamera vasıtasıyla ilerliyorsunuz, okulun bahçesinde bando takımı çalışma yapıyor. Derken sınıfa geliyorsunuz ve arkasından da öğretmen sınıfa giriyor. Öğretmenimiz modern, alımlı, akıllı ve oldukça güzel genç bir hanım. Çağdaş Türkiye'nin bir yüzü olarak bu tür bir seçim yapıldığını düşünüyorum. Ama daha filmin ilk sahnesinden neden doğal bir süreç hissine kapılmıyorum da bu tür şeyler düşünüyorum diye geçirdim içimden. Bir film izlemekten çok mesaj almak, eleştiri yapmak üzere hazır bulunuyorum sanki o salonda..
Öğretmen bahçedeki bando çalışmalarından da anlamamız gerektiği gibi yaklaşan 23 Nisan sebebiyle okulda bir takım çalışmalar yürütüldüğünü ve bu nedenle sınıfça bir sunum hazırlamanın iyi fikir olacağını söylüyor sınıfa. Çocuklar bu fikirden çok hoşlanıyorlar ve filmin başlangıcında sınıfa girene dek takip ettiğimiz öğrencimize soruyor öğretmeni "Geçen sene deden çok yoğun olduğundan bize yardımcı olamadı, ama bu sene durumu nedir dedenin?". Öğrenci cevaplıyor "Dedem beni kırmaz."
Derken öğrencinin peşine yine kamera vasıtasyla takılıyoruz ve eve gidiyoruz hep beraber.. Kapıyı açıyor ama muhtemelen arkasında kamera olduğundan kapatmıyor ve çantasını girişe yere bırakıp mutfakta yemek hazırlayan annesinin yanına gidiyor. Annesi tezgahta yapmakta olduğu işten gözlerini ayırmıyor bile. Masadan yiyecek bir şeyler almak isteyen çocuğu "Git ellerini yıka!" diye uyarıyor ve çocuk önde biz arkada lavaboya gidiyor ellerimizi yıkıyor ve geri geliyoruz. Bir sandalye çekip yumurtalardan kahvaltı olduğunu anladığımız masaya oturuyoruz. Mutfakta anne ve çocuk olmasına rağmen belli ki başkaları da gelecek ki masa en az beş kişilik hazırlanmış. Ayrıca okul dönüşü bir saat olmasına rağmen neden kahvaltı var masada onu da merak ettim.. Diyorum ya bunlar kontrolüm dışında dikkatimi çeken şeyler.. Çocuk masaya oturduktan sonra annesi sanki çocuğu yeni görüyormuşçasına seviniyor ve gelip yanağından öpüyor ve ardından okulda ne yaptıklarını soruyor. Çocuk öğretmeni ile arasında geçen diyaloğu annesine aktardığında, annenin suratı öyle bir asılıyor, afallıyor ve değişiyor ki, herhalde dede ile anne küsmüşler, kadıncağız nasıl söyleyeceğim diye düşünüyor hissine kapılıyorsunuz.
Derken akşam oluyor ve anne ailenin geri kalanı içerideyken mutfaktan anneanneyi arıyor, durumu anlatıyor ve akşam onlara uğrayacaklarını söylüyor. Anneanne de birden paniğe kapılıyor, baban öyle yoğun ki bunu ona nasıl söyleyeceğiz telaşı başlıyor. Ailede idrak edemediğiniz bir stres baş gösteriyor o andan sonra.. Zaten akşam yemeğinden sonra bir saat olduğundan daha ne kadar akşam olacak da uğrayacakların merakına da kapılıyorsunuz aynı zamanda..
Dedenin evine gidildiğinde anne, baba, kardeş, anneanne ve bizim öğrenci hol tarzı bir yerde topluca duruyorlar. Anne, anneanneye "Babama geleceğimizden bahsetmedin mi?" diye soruyor. Anneanne o kadar aciz bir tipleme olarak yaratılmış ki ağlamaklı bir ses tonuyla konuşuyor ve kocasının yoğunluğu nedeniyle göremediğini söylüyor.
Sonra kimsenin cesaret gösteremediği konuda bizim öğrenciden cesaret göstermesi bekleniyor ve "Hadi sen git söyle!" deniyor. Öğrenci dedesi ile konuşmak üzere merdivenleri çıkarken hepsi endişeli bakışlarla onu izliyorlar. Bu sahnenin ardından siz üst katta bir çalışma odası hayal ederken, bir sonraki karede öğrencinin dedesinin çalışma odasına doğru merdivenlerden indiğini görüyorsunuz. Demek ki, evin içinde önce bir üst kata çıkılıyor sonra tekrar merdivenlerle bağımsız başka bir alana iniliyor. Dedemiz Çetin Tekindor. Tavana kadar kitap rafları ve duvarlarında Atatürk resimleri ile dolu kocaman bir odada kitabı ile ilgili çalışma yapıyor. Dedemiz yazar, o andan itibaren bu dedenin Turgut Özakman olduğu hissine kapılıyorsunuz. Bizim öğrenci merdiven bittiği noktadan itibaren odanın ortasına doğru bir iki adım atıyor ve o sırada kütüphaneden aldığı bir kitabı karıştıran dedesine "Merhaba" diyor. Torununun sesini duyan dede yavaşça arkasına dönüyor, suratı gayet asık ve ciddi bir şekilde torununun yanına gidiyor onu öpüyor ve soğuk bir sesle "Merhaba!" diyor. Ardından çalışma masasına geçiyor ve daktilosunu önüne çekip hiç bir şey olmamış gibi yazmaya devam ediyor. Öğrencimize de çalışma masasının önündeki koltuklardan birini gösteriyor ve sertçe "Sen burakalara gelir miydin?" diye soruyor.
Artık bu noktada kopuyorum.. Dede, dede değil sanki cumhurbaşkanı, zar zor yanına giriliyor, birde sanki yanına kolayca gidiliyormuş gibi sen buralara gelir miydin diye hesap soruyor, artı zerre kadar yüzü gülmüyor. Be dede! Benimde dedem olsan bende gelmem diyorum içimden. Çetin Tekindor'a da nedense hiç yakıştıramıyorum bu sevimsiz dede rolünü.. Aslına bakarsanız filme yakıştıramıyorum. Ama sanki dede torun süper ilişkileri varmışçasına filmin ilerleyen sahnelerinde dedenin kütüphanesinde torunun çizdiği resimlerin asılı olduğunu görüyorsunuz. Hatta dedenin çalıştığı masanın arkasındaki büfenin üzerinde torunun yeni çekildiği belli bir resmi bile var.
Derken öğrencinin dedesi ile yaptığı görüşmenin bittiğini anlıyorsunuz, çünkü sonraki sahnede öğrenci çıktığı merdivenleri inip ailenin yanına geliyor suratı asık bir şekilde. Aile çocuğun dedenin yanında kaldığı süre boyunca belli ki sahne sıraları gelene kadar hiç kıpırdamamış, anneannenin çay yapma ya da ikramda bulunma gibi bir huyu yok. Hepsi birden endişeyle çocuğa doğru meylediyorlar ve ne olduğunu soruyorlar. Çocuğun asık ama dudağının yan tarafı gülen suratından şaka yaptığını anlıyorsunuz. "Tamam cumartesi saat ikide geliyoruz" diye çığlık atıyor ardından. Aman ailedeki sevinci görmeniz lazım, sanki üniversite sınavı kazanılıyor. Peki nasıl ikna ettin sorusuna cevaben çocuk koltukları kabararak "Atatürk" dedim diyor.
Yani yazar ve tarihçi dedemiz için aile falan önemli değil, bir Atatürk önemli.. Söz konusu o olunca akan sular duruyor. Filmin mesajlı olması uğruna bu kadar yapaylaştırılması bahsettiğim kısmın ilk yirmi dakikası olmasına rağmen ciddi hayal kırıklığı yarattı bende.. Tüm replikler ezberlenmiş edasıyla söyleniyor, Gelişim Oxford ya da benzeri İngilizce öğreniyorum cd lerindeki kısa filmlerden birini izliyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Bir tek öğrencinin babası rolündeki Tolga Savacı'yı yılllar sonra görmüş olduğuma şaşırıyorum o ana kadar.
Tabi birden cumartesi oluyor ve sınıfta bu konu üzerinde çalışmakla görevli öğrenci grubunu dedenin çalışma odasındaki kanepe ve yerdeki minderlere yerlemiş görüyorsunuz. Anneanne yine hiç bir hazırlık yapmamış. Dede gayet ciddi çocuklarla tanışma kaynaşma gibi bir ihtiyaç duymuyor. Ama konuya çalışmış projeksiyon hazırda bekliyor sehbanın üzerinde Nutuk olmak üzere bilimum Atatürk ile ilgili kitaplar ve dergiler yer alıyor. Hemen konuya giriyor dede Atatürk 1881 yılında Selanik'de doğmuştu ve sinevizyonu açıyor. Belgesel niteliğinde bir gösteri hazırlamış dede. Babasının kaybından sonra gittiği okullar düşüncelerinden bahsediyor. Filmin ilk yarısı bu şekilde eski görüntüler, Halit Ergenç'in Atatürk'ü canlandırdığı anılarını anlatan sahneler ile devam ediyorken arada bir, nasıl oluyorda bir çalışma odasından anında bağlanılıyor diye şaşırdığınız ünlülüer geliyor ekrana ve çocuklara o an sorulmuş sorulara yönelik olarak direkt hitap ederek konuşmaya başlıyorlar. Bir çeşit canlı bağlantı gibi yani. Ama onlar da hazırlanmış ordalar nasıl oluyorsa.. Yani birden "Ayşe çok güzel bir soru sordun!" diye Uğur Dündar'ı görüyorsunuz misal, alacakaranlık kuşağı gibi, üstelik bir haber stüdyosunda haber masasının başında az sonra haberleri sunacakmış edasıyla duruyor ve görüntüsünün altında adı yazıyor. Dedenin hazırlık gerçekten süper. Bu şekilde Yıldız Kenter, Müjdat Gezen, Muazzez İlmiye Çığ ve daha pek çok kişiye bağlanılıyor, kiminin ne dediğini hiç anlamıyorsunuz, kimi bir anı anlatıyor. Hele bir ara Turgut Özakman ekrana geliyor bir kütüphanenin önüne yerleştirilmiş tahta saplı bir koltukta oturuyor, bu haliyle daha çok rahmetli Özal'ın icraatın içinden programını sunduğu haline benziyor. Daha da komiği, yere konulan minderin üzerinde bir kolunu dedesinin baçağına dayamış bir prenses edasıyla oturan torunu. İkiside fotoğraf çektiriyorlarmışçasına kalıp gibi duruyorlar bağlantı boyunca.. Dolayısıyla herhangi bir doğallık almadığınızdan söylenenden çok görüntü ile ilgileniyorsunuz. Görüntüye gelen herkes 70 yaş civarında daha genç kimsenin görüşüne başvurulmuyor. Atatürk 70 yaş üzeri neslin kişisi gibi sanki.. Sonraki nesiller neredeyse Atatürk nedir bilmiyor öğrencilerin anlatılanlara verdiği tepkilerden anlıyorsunuz ki.
Bu arada dede sürekli fonda anlatan kişi konumunda, neredeyse gürleyerek Atatürk'ün hayatını anlatmaya devam ediyor. Bazen öyle bir gürlüyor ki gerçekten etkili olmasından ziyade ürkütücü oluyor koltuğunuzdan sıçrıyorsunuz. Hiç gülmüyor, çocuklara neredeyse hiç söz hakkı tanımıyor ve bazı söylediklerini beşinci sınıfa giden çocukların anlaması mümkün değil. Bir çeşit "sesle dövme modeli" bir anlatım filmin ilk yarısının sonuna gelmesine kadar devam ediyor ve bu kısıma kadar Kurtuluş Savaşı tamamlanmış oluyor.
Öğrenciler ise Yunanlılar denize döküldüğünde ya da bir zafer hikayesi anlatıldığında maça gitmişlercesine ve bütün bunları yeni duyuyormuşlarcasına tepinerek seviniyorlar birbirlerinin ellerine çakıyorlar ve bir anda vahiy gelmiş gibi eski ciddiyetlerine bürünüyorlar. O sırada dedemizin suratında işte biz buyuz dercesine sevimsiz ve ukala bir gülümseme yerleşiyor.
Filmin ikinci yarısında gürleyen ses anlatmaya bu defa Atatürk'ün daha çok özel hayatı, evlat edindiği çocuklar onlarla anıları, Atatürk Orman Çiftliğinin kuruluşu ve benzeri konularla devam ediyor. Bu arada gerçek savaş, Atatürk görüntüleri ile birlikte yine Halit Ergenç'in canlandırdığı anıları bolca izliyorsunuz. Dede anıları dramatize ettirerek hazırlanmış konuya, vallahi bravo diyorum. Bu arada filmdeki rolü nedeniyle eleştirildiğini düşündüğüm Halit Ergenç bence gayet iyi idi. Sadece görüntülerde çok donuk ve fotoğraf gibi duruyordu. Kaşlarının altından bakıyor ve neredeyse aldığı pozisyonu bozmadan konuşmasına devam ediyordu. Bu da daha çok Atatürkü görüntülerinden değil fotoğraflarından izlemiş olduğumuzdandı sanırım, yine öyle yapıyorduk bir filmden çok fotoğrafa bakıyorduk. Oyuncunun değil yönetmenin konusu olduğunu düşündüğümden Sayın Ergenç'e herhangi bir eleştiride bulunmak haksızlık olur bu anlamda. Bu arada takıldığım bir diğer nokta Atatürk'ün Halit Ergenç yaşına gelene kadar ki hayatına dair bir dramatize yapılmamış sadece filmin başında Atatürk ve matematik öğretmeninden Kemal ikinci adını alışı sırasında kurşun kalemle çizilmiş bir sınıf öğretmen ve Mustafa resmi gösteriliyor ekranda, renklendirme gereği dahi duyulmamış bu birinci sınıf kitaplarındaki çizimlere benzeyen resim çok sırıtıyor bence filmin içinde. Anlaşılan o ki Atatürk'ün çocukluğu ve gençliğini oynayacak kimse bulunamamış veya uğraşılmamış.
Derinlemesine olmamakla beraber Atatürk'den bihaber bir kesime kısaca tanıtım yapılıyor diyebiliriz film için. Benim bire giden oğlum için oldukça faydalı oldu bu merkezde. Gözüyle gördüğü pek çok şeyi şimdi okuyarak öğrenmesi çok daha kolay olacak. Ama ilkokul düzeyinin üzerinde daha doğrusu ilkokul beşinci sınıf düzeyinin üzerinde ki her kişi için oldukça kopuk, kurgusu bozuk, aceleye gelmiş ve sevimsiz bir film olmuş demek zorundayım..
Velev ki, film sona erdiğinde ben dahil bütün salon hüngür hüngür ağlıyordu. Bu kadar kötü biri filmde bile hepimizin gözlerinden Atatürk sevgisi akıp gitti. Oğlum film bittiğinde bir anda yerinden kalktı boynuma sarılıp saklanarak ağlamaya başladı ve "Keşke Atatürk ölmeseydi anne" diye söylendi. "Keşke.." diyebildim bende.. "Ama hiç birimizin yeni bir Atatürk'e ihtiyacı yok, biz istersek onun yaptığı her şeyi yapabiliriz" diye tamamladım. Gözlerimden akan yaşları silerek. Bu anlamda emeği geçen herkese yine de teşekkür ediyorum. Çok daha iyisi yapılabilirdi, sanıyorum Mustafa filminin ardından bir şeyler yapmış olmanın kaygısıyla alelacele veya yeterince düşünülmeden çekilmiş bir cevap filmiydi bu. Gerçekten Atatürk'ü yaşatmak adına çok iyileri olacaktır.
Filmin yönetmeninin Hamdi Alkan olması da beni şaşırttı bu arada, "Sevgi kelebeği" olarak anılarımızda yer etmiş birinden Atatürk filmi izlemek gerçekten enteresandı. Emeklerine teşekkür etmekle beraber, daha pek çok film çekerek bu filmde düştüğü kurgu hatalarına düşmeyeceğini umuyorum. Atatürk zor ve sorumluluk isteyen bir konu yine de bu cesareti göstermiş olmasından dolayı da kendisini kutluyorum.
Ha izlemeniz şart mı? Ortama ve koşullara bakarak izleyin tabi derim.. Ama film olarak değerlendirdiğinizde izlemesinizde olur.. Karar sizin..
Sevgiyle Kalın
Fasulye
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder