10 Ocak 2012 Salı

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 2

Yıllar boyunca duyduklarımla yaşamayı öğrenmiş olsam da, yine de merak duygumu yenemeyip, ilgimi çeken konularda bulduğum her kaynağıincelemek gibi bir adet geliştirmiştim. Kafama bir şeyi taktığımda, iki elim kanda olsa yine de az da olsa zaman ayırmayı başarabilirdim. Üniversite sonrasısüreçte, yeni işler, evlilik ve çocuk darken ancak gündelik hayata yetişir olmuş, meraklı keşiflerime vakit ayıramıyor olmak beni bunaltmay a başlamıştı.Arada sırada bir şeyler okuyup araştıracak vakit bulsam da, bunları ancak zihnimde depolayabiliyor, aklımdaki diğerleri ile birleştirip düşünemiyordum. Yine de sonradan işime yarayacak hatırı sayılır bir birikim yapabildiğimi daha sonra araştırmalarıma yeniden hız verdiğimde anlayacaktım.


Tüm bu süreç içerisinde ülkemin pek çok anlamda çehresi değişmiş. Atatürkçülerle, o zamanların tabiriyle radikal islamcılar çoktan yollarını ayırmışlardı. Günlük basını yeniden takip etmeye başlayabildiğim de okuduklarım beni önce hayrete düşürüyor, ardından bir öfke krizine dönüşüyordu. Aslında öfke krizine dönüşen şeyin duyduklarıma ve okuduklarıma değil de, o güne değin “milliyetçi vatansever” ve “dini bütün müslüman” olduğumu ve herkesin de benim gibi olduğunu sanmamdan kaynaklanan şok olduğunu da sonradan anlayacaktım. Ne de olsa Türk’tüm.


Fatih Altaylı’nın Humeyni hayranı örtülü iki genç kızımızıçıkardığı televizyon programını hatırlayanlarınız vardır. Bu program sonrasıoturup kendimi tüm kontrol çabama rağmen neredeyse hakarete yaklaşan zehir zemberek bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı yazmak beni rahatlatmıştı, çünkü türbani mahalle baskısı haber ve hikiayeleri bir yana koşulsuz sahip çıkmam öğretilen ulu önder Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması ve onun aleyhine algıladığım her olaya karşı saldırgan bir tavır sergilemeye başlamıştım. Atatürk’ü sevmiyorum demek ne cesaretti, ayıptı, yasaktı, günahtı. Bunlar nerede büyümüştü sahi?

Şimdi bunları yazarken okuduğum bir deney aklıma geldi. Bir kaç maymunu tavandan sarkan muzların olduğu bir kafese koymuşlar. Ancak maymuncuklar acıkıp da muza uzanmaya her yeltendiklerinde ellerine vurmuşlar. Bu defalarca tekrarlandıktan sonra, sonunda maymunlar muzu almaya çalışmaktan vazgeçmişler. Uzun bir sure bu şekilde devam ettikten sonra, kafese yeni maymunlar koymuşlar. Acemi maymunlar kafesin kurallarını bilmedikleri için direkt muza uzanmışlar. Ama bu sefer onların ellerine vurmaya gerek kalmadan, tecrubeli maymunlar , acemiler her muza uzanmaya çalıştıklarında onları bir güzel pataklamışlar ve bir sure sonra onlar da, muza uzanılmaması gerektiğini öğrenmişler.


Demek ki “milliyetçi vatansever” kimliği, “dini bütün müslüman” kimliğinden daha iyi işlenmişti bana ki tavrımı ve tarafımıbelirlemiştim ve tıpkı Atatürk’ün “yaptığını sandığım gibi” düşmanı denize dökmek üzere atağa kalmıştım. Bizim kafesteki muzları kimse elleyemezdi.


Derken, yıllardır tanıdığım arkadaşlarımızın gerek sohbetlerde gerekse farklı ortamlarda etnik kökenlerini öğrenmeye başladığımı farkettim.İyi de çoğunu , çocukluğumdan beni tanıdığım bu insanlar hakkındaki bu detayınasıl oluyor da şimdi, hemde topluca öğreniyordum? Hatta çok değer verdiğim bir arkadaşımla etnik kökeni ile gurur duyarak anlattığı devletin üst kademelerinde kendi etnik kökeninin hakim olduğunu söylemesinin ardından az kalsın boğuyordum. Benim ülkemin mahremiyetinde güç sahibi olduğunu mu soylüyordu hem de övünereki, hem de bu ülkenin ekmeğini suyunu içerek. Sen kimin ülkesinde, kime hava basıyorsun edasıyla başlayan tartışma, kavgaya ardından neredeyse küsmeye varıyordu.


Aynı şeyi bir zamanlar annemle Batı Trakya’daki Türklerin, Türkiye’ye trenlerle gönderildiği zaman da yaşamıştık. Annem Türkiye’de yeterince işsiz ve aç varken o insanların burada işi olmadığını söylemesinin ardından, hiç beklemediği bir öfke patlamasıyla karşılaşmıştı tarafımdan. Onlar Türk’tü ve bu ülke de yaşamaya elbette hakları vardı diye bağırıp durmuştum. Tabii ki annem bu ani çıkışımı hoşgörüyle karşılamamıştı, büyüyen kavganın ardından tam bir hafta küsmüştük. Oysa ne o fikrini değiştirmişti, ne de ben.


Biz yine hikayemize dönelim, dinci tabir edilen kesim, etnik köken falan darken dönüştüğüm canavarın farkında değildim ki, o güne değin Emin Çölaşan ve Fatih Altaylı’nın sert çıkışlarına ve usluplarına haklı bile olsalar sinirlendiğimi söyler dururdum. Haklıçıkmaktan ziyade, gıcıklık yapmaya çalışıyorlarmış gibi gelirdi bana. Sinir bozucuydular.


Sarı Zeybek ile hayranı olduğum Can Dündar’ın Mustafa filmi vizyona girdiğinde kendi çapımda bir cihadı çoktan ilan etmiş, sanal ve sosyal ortamlarda “milliyetçi vatansever” kimliğimi bir militant edasıyla sürdürürken buldum kendimi.


Bir taraftan savaşımı sürdürken, öte yandan gündemi daha sıkı takip ediyor, ben kış uykusundayken ya da belki zaten başlangıcından beri bana söylenenler dışında olan bitenin farkında olmadığımdan konunun göründüğünden daha karmaşık olduğunu ve hatta konu değil konuların söz konusu olduğunu farkediyordum. Dinciler, Atatürkçüler, etnik kökenciler, Osmanlıcılar, asker düşmanları darken, kafam iyice karışmıştı. Canım yanıyor, canım yandıkça bağırıyordum. Canım yanıyordu çünkü ben bana öğretilen herşeye koşulsuz inanmıştım. Sorgulamamıştım, sorgulanttırılmamıştı ve zamanla onlar benim bir parçam olmuşlardı, tartışmasız gerçeklerimdi. Şimdi bu insanlar çıkmış beni parçalıyorlardı. Bu da canımı yakıyordu. Zamanla anlıyordum ki, bunların hiç biriyle başedecek ne bilgim ne de karşılarına koyacak mantıklı bir açıklamam vardı. İstiklal Marşında ayağa kalmak gerek, andımızı okumak gerekti işte bunun kime ne zararı vardı? Yıllardır Atatürk, misakı milli, ve din adına bana öğretilenler bu insanlara öğretilmemiş miydi yoksa. Namaz kılanın önünden geçilmez, ezan okunurken şarkı söylenmezlerle büyükmemişmiydi bunlar. Yoksa Kur’an kursuna gidenler miydi bunlar. Nasıl ve ne zaman bu hale gelmişlerdi.


Sadece nasıl ve ne zamandan beri sorusuna cevap aramaya kalksam her gün bir yenisini farkettiğim oluşumlarla başetmem mümkün değildi. Umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım, ama bağırıp duruyordum yine de, çünkü güçsüzlüğümü göstermemeliydim, o halde bağırarak baskın çıkmalıydım. Ben bağırdıkça onlar da bağırıyordu oysa ve her şey daha kötüye gidiyordu.


Biraz olsun kafamı toparlayabilmek için bir süreliğine sessiz kalmaya karar vermiştim. Önce cepheleri belirlemem, bunları birbirinden ayırdetmem, ardından her biri için ayrı kulvarlarda hazırlanmam gerekiyordu, ama bu tavrım “barış” isteyen birinden çok, savaşa hazırlanma haliydi.


Yine de susmak, çevremde yükselen farklı renklerde sesleri daha çok duymamı sağladı. O güne değin bağırıp durduğumdan ne dediklerini anlamadığım insanlar, ben susunca bağırmaktan vazgeçip, dertlerini anlatmaya ve beni kendi görüşlerine ikna etmeye çalışmaya başladılar. Zaman zaman kendimi çok zor kontrol etsem de, sonunda bende dinlemeyi öğrendim. Duyduğum her yenişey hakkında kendi çapımda araştırmalar yapıyor, her iki taraf açısından da sakince düşünmeye çalışarak değerlendirmeler yapıyordum.


Bu yeni süreç, dinlemeyi öğrenmenin yanı sıra, empati kurmamı da sağlamaya başladı. Sonunda bağırıp çağırmanın kimseye bir faydasıolmadığını anlamıştım. Duyduklarım hakkında araştırmalar yapıp, savunduğumşeyleri sağlam temellere dayandırmayı başardığımda karşı taraf üzerinde ikna kabiliyetimin daha yüksek olduğunu farketmeye başlamıştım. Hele bir de karşıtarafın savundukları hakkında da bilgi edindikçe, aslında bir çoğunun da benim gibi koşullandırılmış olduklarını ve savunduklarını şeyler hakkında iyi veya kötü hemen hiç bir şey bilmediklerini anlıyor ve bu birikimimi de onların önüne serince ikna dozunun daha da yükseldiğini görüyordum.


Tarafında olduğumu düşündüklerinin açıklarını önüme sermeye çalışıp, öte yandan savundukları değerlere dair örnekler vermeye başladıklarında, bilgime başvuruyor ve sonunda herhangi bir kibir sergilemeden onları düşünceleriyle başbaşa bırakıyordum. Bocalıyorlardı bir çoğu çünkü. Bunu görmek ise bende tarifsiz bir zafer duygusu oluşturuyordu. Gücümü bilgidenalıyordum ama aslında savaştan vazgeçmiş değildim sadece uslubumu değiştirmiş ve geliştirmiştim.


İzlediğim bu yeni yöntem başlangıçta bende yarattığı zafer sarhoşluğuyla kendimi bir halk kahramanı gibi hissetmeme neden olmuştu. Ancak öğrendikçe karşımdakini bocalatmak için kullandığım bilgiler zamanla onlardan çok beni bocalatmaya başlamıştı. Eğer sadece kendi fikrimi desteklemek adına öğreniyor olsaydım belkide bu bocalamaların hiç birini yaşamayacaktım, ama ben bir yandan savunduklarımı güçlendirecek dayanaklar yaratırken öte yandan karşıtarafın fikrini çürütmek ve cehaletini ortaya çıkarmak için de bilgi biriktiriyordum. Anlaşılan o ki aslında hırsdan gözüm dönmüştü. Bu bilgi havuzu büyüdükçe sonuç her zaman beklediğim gibi beni desteklemiyor, bir çok zaman çürütüyordu da. İŞte o zaman bocalayan ben oluyordum. Bu işte bir terslik vardıgerçekten. Bu yeni taktik başlangıçtaki başarıyı devam ettiremiyordu. O halde yine durup yeni bir yol çizmem gerekiyordu. Dahası önce kafamdaki karmaşayıçözmem gerekiyordu.


Doğru bir amaç için olmasa bile sonuçta artık çok fazla şey öğrenmiştim. Ama bu bilgiler amacıma doğru hizmet etmiyordu. Bu defa diğerlerini bırakıp kendi içimde bir savaş yapmaya başladım.

(devam edecek)
Fasulye

2 yorum:

sesiber dedi ki...

Devamını merakla bekliyorum. Müthiş bir farkındalık hikayesi bu...

Fasulye dedi ki...

teşekkürler sesiber.. elimdne geldğinde çabul tamamlamaya çalışacağım
sevgiler
fasulye