Benim gibi eski medeniyetlere meraklı olanlar ulaşılabilen en eski medeniyetlerin bir çoğunda tek tanrı inanışı olduğunu bilirler. Hatta izleri tamamen sürülebilir olmasa da bu inanış ve inanışlardan doğan efsanelerin bir çoğunun aralarında binlerce yıl ya da binlerce kilometre olan farklı medeniyetlerde bile ortak ritüel ya da bilgiler içermektedir. Şu ana değin yaptığım açıklamalar veya söylediğim hiç bir konunun bilimsel ya da yasal uzmanı elbette değilim. Yazının bir çok yerinde de özellikle altını çizerek belirttiğim gibi sadece kişisel düşüncelerimi paylaşıyorum. Bilim adamları bunların birbirinden kopyalanmış ya da esinlenilmiş olduklarını söyleselerde tarihte örneğine birden çok rastlanan kitabelerle semavi dinlere ait kutsal kitapların neredeyse birebir örtüşen bilgi ve metinler içermeleri basit bir kopyala yapıştırdan çok daha fazlasıdır. Bu belkide başından beri yaradılış efsaneleri ve kutsal kitaplardaki yaradılış hikayelerinde söylendiği gibi başından beri daima tek ve aynı tanrının olmasından kaynaklanmaktadır. Ne benim söylediğim ne de bilim adamlarının ki bu anlamda ispatlanabilir durumlar olmamakla beraber aksi iddia edilecek bulgulara da ne yazık ki sahip değildir.
Dünya tarihinde bu güne kadar geniş kitlelerce taraftar bulmuş düşünsel öğretilerin tamamının temelinde sevgi ve saygı yatmaktadır. Yine dünya tarihinde bu gün sevgiyle hatırlanan liderlerin yaşam felsefeleri de yine bunun üzerine kuruludur. Saygı ve sevgi ne kadar yok edilmek istense de taraftar bulmaya ve yaşamaya devam etmekte, kimi zaman bir davranış, kimi zaman bir öğreti kimi zaman ise bir din olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm insanlık özünde saygı ve sevgi dolu bir dünyanın peşindedir. Gerek ikili ilişkilerde gerek toplumsal ilişkilerde barışın ve huzurun temeli bu iki “s” ye dayanır.
Bu nedenledir ki Mevlana dünyanın İslam önyargılarına rağmen kabul görmüş bir düşünürdür. Kimse Mevlana’yı bir terörist olarak hatırlamaz, ya da terörist olabileceğini aklına getirmez. Ama öte yandan ilginçdir ki kimse Mevlana’yı İslam ile özdeşleştirmez. Oysa her düşünür kendi ait olduğu ya da başlattığı akıma da taraftar toplar bir anlamda.
Şu halde ya bugün şeriat peşinde olanlarla, ılımlı İslam olduğu iddia edilen görüşleri savunanlar ya da Mevlana İslam’ı bilmemektedir. Ya da tek bir kutsal kitabı ve o kitabın içinde dinler ayırımı yoktur diyen İslam birden fazladır.
Henüz uyuduğum dönemlerde rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’nın bir yazısını okumuştum. Bu yazı bana ilk kez Atatürkçülük ve Kemalizm kelimelerinin farklı anlamlarda kullanılabildiğini öğretmişti. Çok şaşırmıştım, bana sorarsanız ikisi aynı şeydi çünkü. Nasıl ki İslam tek idiyse Atatürkçü düşünce de bir tane olmalı değil miydi?
Kışlalı yazının hemen başında aşağıdaki cümleler kullanıyordu :
Atatürkçülük yerine “Kemalizm” sözcüğünü kullananlar artıyor.
Aslında aralarında bir ayrım olmaması gerekir. Ama ben Kemalizm demeyi niçin tercih ettiğimi her fırsatta açıklıyorum.
Birinci neden, Kemalizm’in – tıpkı Leninizm gibi – evrensel bir kavram olması… İkinci neden, Atatürkçülük sözcüğünü, Marmaris’teki adam ve arkadaşlarının yıpratmış olması…
(Neden Kemalist’iz – Ahmet Taner Kışlalı)
Yıllar içinde uyanışım gerçekleştikten sonra bile bu yazıyı hatırlamayacaktım oysa ki, ta ki bir arkadaşım Engin Ardıç yazıları üzerine karşı koyuşlarımdan birinde bana “O Atatürkçüleri değil, Kemalistleri kastediyor” (ya da tam tersi hala bile çözebilmiş değilim ayrımı) diyene kadar. Kışlalı’nın yazısını okumadan önce nasıl benim için böyle bir ayrım yoksa, uyanışım da henüz başlamadığından olsa gerek o ana kadar benim için yine böyle bir ayrımın olmadığını farketmiştim bu cümlenin ardından. Ancak o zaman Kışlalı’nın söylediği ayırımı hatırlamıştım.
Tıpkı Mevlana’nın İslamı ile Şeriatçıların İslamı olduğu gibi, Atatürk düşüncesinin de Kemalizm düşüncesi ve Atatürkçülük düşüncesi diye bir ayrımı vardı. Tek bir kutsal kitaptan birbirine taban tabana zıt iki ayrı din, tek bir adamdan da en azından dışarıdan bakanlar için iki farklı düşünce türemişti. Kışlalı’nın yazısında bahsedilen ayrımın temelde bir ayrım olmadığının altını çizmek istiyorum bu arada o sadece tercih etmişti bir kavram bölünmesi değildi özünde düşüncesi ama öte yandan Atatürk düşüncesi için dışarıdan bakıldığında farklı görülen iki ayrı grup vardı bunu anlamıştım. Bunu anlamam için elbetteki arkadaşımın söylediği söze ihtiyacım yoktu aslında bende Atatürk düşüncesini savunan insanlarla Atatürk milliyetçiliğinin faşist bir anlayışa sahip Türk ırkına dayalı değil, Türkiye Cumhuryeti vatandaşları kastedildiğine dair keskin tartışmalara girmiştim öncesinde. Bu düşüncem de pek çok insana ters gelse de bana soracak olursanız Atatürk Milliyetçiliğinin ırka maledilmesi Atatürk ile değil İsmet İnönü ile başlamıştı ki bu başlıbaşına ayrı bir yazı konusu olacağından burada detaylamak istemiyorum.
Sonuç olarak İslam ve Atatürk düşüncesinin içi, farklı insanların yorum ve yonlendirilmeleriyle farklılaşmaya başlamıştı ve bu farklılaşma zaman içinde keskin çizgilerle ayrılma noktasına gelmiş, ilk ortaya çıkışından sonra farklılaşmaktan özünü kaybetmeye başlamıştı. Bu durumda hiç birimiz günümüzde konuşulup duranlara aldırmamalıydık sonucuna varmıştım. Sağır kurbağanın yaptığı gibi kulaklarımı bunlara kapatıp işin özünü öğrenme yoluna gitmeliydim. Bunun içinde iki kaynağım vardı İslam için Kur’an ve Atatürk düşüncesi için de düşüncesin asıl sahibi Atatürk.
Atatürk anlamında İslam’a göre çok daha fazla yol katetmiştim çünkü okulumu bitirmemin ardından yine kendiliğimden onu tanımak istemiş ve hakkında bulduğum her yazıyı okumuş ve uzun uzun fotoğraflarına bakmıştım. Bu biraz garipti belki ama bir insanın fotoğraflarına bakmak bile onun hakkında fikir edinmenize yardımcı oluyordu. En azından benim için öyleydi. Ben onu insan olarak sevmiştim bir kere çünkü ve anlamak istiyordum. En önemlisi de buydu belki anlamak istiyordum.
İslam’ın kaynak kitabı Kur’an’a bakmak ise pek o kadar kolay bir iş değildi. Daha önce bir kaç kez Türkçe çevirisini okumayı denemiş ama bir türlü kendimi veremediğimden başarılı olamamıştım. Sadece arada bir çok kafama takılan bir şey olduğunda ya da merak ettiğim bir durumla karşılaşırsam indeksinden kelime arayarak o konuları bulmaya çalışıyor ve onları okumayı deniyordum. Bu sayfa sayfa okumaktan çok daha verimli bir yöntemdi çünkü anlamak istediğim için okuyordum hepsinden önemlisi. Eğer ayetlerdeki ifadeler benim için anlaşılır olmuyorsa bu defa öncelikle farklı çevirilere bakıyor ardından bu ayetlerle ilgili yazılmış diğer yazıların peşine düşüyordum ki bunlardan ilk tercihim genellikle Yaşar Nuri Öztürk’ün anlatımları oluyordu. Kutsal kitaba bu kısa ziyaretler ancak belirli bir kaç konuda olduğundan pek bir birikim sağlayamamıştı aslına bakarsanız.
İşin özüne dönmeye karar verdiğimde yeniden birinci sayfadan okumaya başladım. Okudukça farkedecektim ki zaten kitabın kendisinde önerildiği gibi yavaş yavaş okuyordum, çünkü anlamak istiyordum, belirli bir bilginin peşinde değil bir bütünün peşindeydim bu defa. Çok zordu gerçekten bu şekilde anlamaya çalışmak ilk başlarda. Bu nedenle özellikle aklımda tutmak istediğim şeyleri not almaya başlamıştım. Sureler bana çok dağınık gözüküyordu bir anda konudan konuya geçiyor, diğer konuyu sanki yarım bırakıyordu. Oysa ben her surede ders kitaplarında olduğu gibi tek bir konunun işlendiğini düşünüyordum ve okudukça anlıyordum ki hiç de sandığım gibi değildi. Ama vazgeçmedim ve okumaya devam ettim. İlerledikçe kitabın kendi içinde kendini anlamak için ipuçları verdiğini keşfettim ve tek başına bir ayetin ya da surenin değerlendirilemeyeceğini. Bazen her bir kelime için bile Kur’an’ın tamamını anlıyor olmanız gerekiyordu bunun içinde yavaş yavaş anlamaya çalışarak okumanız. Başından sonuna dek bir kez okuduğumda uçte birini belki daha da azını anlamıştım. İyi ama neden böyleydi, neden bu kadar karmaşıktı. Aslında cevap yine Kur’an’da veriliyordu. O anlamak isteyenler için bir kitaptı. Bu defa birinci sayfadan başlayarak değil de, indiriliş sırasına göre okumaya karar verdim. Çünkü kitapta yazılanlar indiriliş sırası ile değildi. Belki de o zaman bir bütünlük yakalayabilirdim. Akşamları hiç usanmadan oturuyor defterimi kalemimi hazırlıyor satır satır okuyarak sureler arsında soylenenlerin bağlarını kurmaya çalışarak okuyordum.
Bunun yanısıra Kur’an üzerine yazılmış yazıları da incelemeyi ihmal etmiyordum, bunların bir çoğunda onu anlayabilmek için farklı ipuçları da veriliyordu. Bunların hepsini bu yazıya sığdırmam mümkün değil. Ama bu çalışmalar bana öğretti ki Yaşar Nuri Öztürk’ün tabiriyle Kur’an’daki İslam ile yaşanılan İslam arasında gerçekten farklılıklar vardı. Kur’an aslında anlamaya başladığınızda sizi garip bir şekilde keşfetme duygusuyla dolduran çok enteresan bir kitaptı. Tıpkı aynı filmi defalarca izleyip her seferinde bir başka ayrıntıyı keşfetmek gibi. Ben anlamaya çalıştıkça daha çok kapılarını açıyordu bana sanki. İnanç, İslam bir yana gerçekten Kur’an hala keşfedilmeyi bekleyen sırlarla dolu bir mucizeydi bana göre. Bir matematik dehası gizliyordu gerçekten. Sanki bir kaç boyutu var gibiydi. Tüm zamanlar için mesajlar gizliyordu. Bunları araştırdıkça okudukça daha iyi anlıyordum. Bu çalışmalarım sona ermiş ve bende bir İslam Alimi olmuş değilim elbette, hala fırsat buldukça okuyor ve keşfetmeye devam ediyorum. Başlangıçtaki tüm sıkıcılığına rağmen sudoku çözüyormuşum edasıyla kitabın içine bu kadar gömüleceğim hiç aklıma gelmemişti. Hala kafamda döndürüp durduğum ve çözemediğim bir çok ayet olmasına rağmen. Kur’an’ın bir bütün olduğunu ve içinden çekilecek tek bir ayet veya sure ile bir yere varılamayacağını anlamış durumdayım en azından.
Geldiğim nokta Kur’an’daki İslama inanıyor olduğumdu. Tıpkı Atatürk düşüncesine olan inancım gibi sonunda bana yüklenmiş değerlere sahip çıkabilecek noktada hissediyordum kendimi artık. Bu bilginin en alt seviyesi olabilirdi belki ama yine de İslam dinin ne olduğunu kendimi açıklayabilmeme yetmişti, dahası İslam dininin değil Allah ve dinin ne olduğunu bizzat kitaptan öğrenmeye başlamıştım. Zaman içinde Kur’an merakım ve kadim medeniyetlere olan merakım sonucu biriktirdiğim bilgiler neredeyse kendi teorilerimi geliştirecek kadar birleşmeye başlamıştı kafamda. Daha önce de söylediğim gibi kitabelerine erişilebilen en eski medeniyetlerin sözleri Kur’an ile örtüşüyordu. Bir süre sonra Kur’an, Tevrat ve İncil arasındaki farkları hevesine kapıldım, Kur’an kadar detaylı çalışmalar yapmamış olsamda onları da edindim ve ikisinin de büyük bir kısmını okudum.
Okuduğum Kur’an ile anladığım Atatürk arasında bana göre hiç bir çelişme yoktu. Oysa biz bu ülkede yıllardır bunun mücadelesini veriyorduk. Her şey o kadar saçma gözükmeye başlamıştı ki gözüme bı nokta da, sadece konuşuyorduk ve aslında hiç bir şey bilmiyorduk. Bilmediğimiz içinde bize dayatılan İslam’ı gerçek sanıyor paniğe kapılıyorduk. Hem de Mevlana okuyarak.
Bunu çevremdekilere anlatmak istiyor ama henüz yeni şekillendirdiğim bu düşünceyi nasıl ifade edeceğimi bir türlü bulamıyordum. Çünkü Atatürk hakkında söyleyeceğim her söz İslamcıların bir kısmına, İslam için söylediğim her söz Atatürk düşüncesine sahip olanların bir kısmına ters düşecek ve iknası da mümkün olmayacaktı. Atatürk’ü savunduğum ortamlarda dinsiz, İslam’ı savunduğum ortamlarda dinci damgası yiyordum açıkça. Bunu anlayabiliyor olsam da, insanlar yıllardan beri Atatürk hayranlığımı bildiklerinden “seni de mi kandırdılar” diyorlardı bana. Oysa beni kimse kandırmamıştı ben bu sonuca tamamen kendi başıma varmıştım. Bu süreç içerisinde konuları kimseyle tartışmamış kimseden görüş istememiştim. Vardığım sonuçların hepsi tamamen kendi iç değerlendirmem sonucu edindiklerimdi. Ama buna inanmıyorlardı nedense, beni kandırdıklarını ve kendi yanlarına çektiklerini sanıyorlardı. Oysa ben kendimi çok yanlız hissediyordum, bu Atatürkçü ve dinci ayrışmasının anlamsızlığını kendime ispatlamıştım. taraf değildim artık ve kimseninde olmasını istemiyordum.
(devam edecek)
fasulye
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder