2 Temmuz 2009 Perşembe

CEHALETİMİ ÖZLEDİM..

Bir süredir kendi güncelimde, kendi gündemimi yaşamaktan yazamıyordum. Biraz da istemiyordum nedense.. Hani öyle istemeden yazmak da, iş olsun diye hiç bana göre değil gerçekten..

Az önce geldi bir mail, öyle iş arasında okuyayım bakalım neymiş diye düşünürken, içimde uyuyanları mı uyandırdı bilinmez.. Öyle yazasım geldi birden.. Birikmişlerimi dökesim geldi aniden.. Biraz duygusal, biraz şiirsel, biraz masal tadında bir tat bıraktı damağımda bu mesaj..

"Ne güzel cahildik. bu zamanlar öyle güzeldi ki" diye başlıyordu mesaj, hemen altında bir sobanın yanında bir teyze keyifle oturmuş sobanın yanına, üzerindeki çayın odaya yayılan kokusunu duyuyordu belli ki.. Hayır koymayacağım resmi buraya.. Hayal tadında her şey bu.. Bir nesil öncesinin çocukluğuna dair bir tasviri olsa da resimdeki odanın, o nesillerin çocukları olan bizlerin yaşamını da sarmalıyordu sanki, bir büyük annenin evindeki yetişkin anne babamızın çocukluğuna dair izler gibi.. Bazen bende böyle hissediyorum annemin evine gittiğimde kendi odamda.. Şimdi bensiz ama sanki bir gün dönermişim gibi hiç bozulmamış düzenine baktığımda.. "Mutluluğun resmini çiziyorduk" diye bitiyordu mesaj, aradaki satırlarda beni çoktan o eski güzel günlere götürüp getirdikten sonra.. Özlediklerimden fazlası kalmış içimde meğer..

"Dışarıda kar...
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü.
Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi...


Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...
"
Ben yaşlı mıyım sahi o kadar.. Bu kadar mı uzakta kaldılar o günler.. Ben büyümekle meşgulken mi zaptteti bu tek dişi kalmış medeni dünya bizi.. Oysa ne kadar doğal süreçlerden geldim de geçtim gibi hissediyordum bu ana kadar..

Sokak aralarına yığılmış simsiyah kömür yığınları arasında açılırdı okullar ben çocukken oysa.. Kararmış küfelerle taşırdı bir çoğunu hamallar. Her evin altında olan kömürlüklere.. İner çıkar, iner çıkardı o merdivenleri hiç bıkmadan bir ton kömürün altında, kimi yaşlı kimi genç ama hepsi kmürün tozuna bulanmış, ekmek parası için çalışıp duran insanlar.. Bazen de hamala bile verilecek para olmaz dı da ailecek ellerinde kovalar güle oynaya taşırlardı insanlar.. Bütün kömür taşınıp bittikten sonra birer kara leke kalırdı tozun toprağın içinde sokakta.. Ertesi günü çalı süpürgeli çöpçüler tozuta tozuta sokağın başından başlar sonunda dek süpürüp temizlerlerdi kapkara dumanlar içinde.. Kömür taşınana dek biz hoplayarak zıplayarak oyunlarımıza devam eder arada çaldığımız bir kaç kömürle sek sek çizerdik sokaklara, bahçelere.. Her zaman tebeşir bulunmazdı ki o zamanlar.. Okullarda olurdu onlar.. Kırılmış kiremit parçaları ya da kömürle çizerdik biz sek sekleri.. Öyle plastikten yapılmış çizgiler satılmıyordu çarşılarda ki kuralımda evimizde bile sekelim..

Sobanın tepsisinin üzerinde dururdu ucu kararmış ve kıvrık kömür maşası.. Sobanın altından şöyle bir sokup karıştırmak lazımdı arada bir.. Küller dökülürdü sobanın içinden o zaman ki kömür daha güzel yanardı sanırım.. Genellikle sobanın kendi tepsisi altında bir muşamba ya da benzeri bir şey serilirdi ki bu maşa ile kurcalama işlemi sırasında etrafa saçılan kor parçaları zemini ya da halıyı yakmasın.. Üzerinde kahverengi-siyah yanık lekeleri olurdu o muşambaların.. Kenarları ipliklenmiş kıvrılmış olurdu kimi zaman..

Babam maşayı sobanın üzerine ters koyar ekmekleri dizerdi her sabah.. Mis gibi kokardı o ekmek.. Üzerine sürdüğü yağ ile bir severdim ki.. Tost makinaları vermiyor şimdi o tadı.. Babamın elinden mi sobadan mı bilinmez.. Özlemişim..

Ekmekler kızarana kadar meşgul olan sobanın üzerine çay yerleşirdi sonra dumanı tüterek.. Kahvaltıdaki domatesin tadına da doyulmazdı gerçekten.. Kömürlükten eve çıkarılan kömür bittiğinde hane halkından biri iner bir kova daha getirdi kömürlükten.. Bir de kömürlük anahtarları olurdu bu yüzden.. Asılırdı kapı girişine ki bir yere kaybolmasın.. Asma kilidi vardı bizim apartmandaki kömürlüğün kapılarında.. Hala durur onlar şimdi kullanılmayan eşyalar konuyor içine.. Gıcırdayan tahta kapıları bile değişmedi oysa..

Akşam oldu mu yıkadığı kestaneleri özenle keser yerleştirirdi babam sobanın üzerine, gün içinde yıkanmış çamaşırlar sobanın borusuna takılan askıdan sarkmış vuran sıcağın harıyla bir sağa sola sallanırken.. Radyodan Türk Sanat Müziği dinlerdi annem iş yaparken.. Kadın gelmezdi o zamanlar bize.. Annem yapardı temizliği.. Merdaneli çamaşır makinasının başında sıkardı saatlerce çamaşırları..

Ne güzel kokardı o kestane.. ayıklayıp avucuma koyduğunda babam elim yanmasın diye hemen ağzıma atar bu seferde ağzım yandığı için zıplamaya başlardım evin içinde.. Sıcak yenir derdi babam kestane bende uyardım onun aklına beklemezdim soğusun diye.. Soğudukça sertleşir kururdu zaten..

Kestane yoksa, bu defa patates konardı sobanın altındaki sürgülü kapak açılıp da közün içine.. Kumpir nedir bile bilmediğim zamanlarda bile bayılırdım o kabuğun hemen altında kalan bölümü kemirmeye.. Ondandır her kumpir alışımda malzemesinden çok kabuğun altında kalan bölümü plastik kaşığı kırmadan kazıyıp yemeye çalışmam herhalde.. Dört gözle beklerdim babamın elindeki maşa her sobanın içine girdiğinde bir patatesle geri çıkmasını..

Yağda yumurta yapardık sabahları biz omlet değil.. Öyle sahanda beyazın ortasında sarısına ekmek batırarak ne guzel yerdik yumurtayı kızarmış ekmekle beraber, canım çekti şimdi :)

Ankara'nın sert olurdu kışı gerçekten ya da ben küçüktüm ondan öyle gelirdi bilmiyorum.. Bata çıka okula giderdik karların arasından ama hiç üşümezdik sanırım hatırlamıyorum.. Sobanın yanında giydirirdi annem beni üşümeyeyim diye.. Hatta sobanın yanında yıkadığını bile hatırlamıyorum bir zamanlar..

Gazeteler atılmaz saklanırdı o zaman sobayı tutuşturmaya lazım olurdu çünkü.. Öyle kullanılmayan ufak tefek şeyler de atılıverirdi sobaya.. Evlerin bacalarından çıkan simsiyah dumanlar bizi zehirliyor olsada yine de çok güzel gelirdi bana bembeyaz çatıların arasından..Her ev sobalı değildi ben küçükken vardı kaloriferli evler ama bizimki oyleydi.. Sobalı evlerin salonlarını ortaya yaparlardı eskiden bütün odalar salona açılırdı ki, ortada yanan sobanın sıcağı dağılsın bütün evin içine diye.. Gaz sobaları vardı bir de o zamanlar.. Benim odamda vardı bir tane.. Salonda yanan sobanın sıcağı yetmez diye düşündüklerinden sanırım birde gaz sobası kurmuşlardı benim odama.. Oldum olası severim sıcağı zaten...

Ve devam ediyordu mesaj bu kadarla bitmiyordu ...

"Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...

Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı. Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç! Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk. Kestane közlemek bütün bir gecenin mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar... Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası..."

Bir kanaat vardı gerçekten o zamanlar sanırım.. Hiç fazlasını istemek aklımıza gelmiyordu hatırladığım.. Bir çift ayakkabımız olurdu hepimizin mevsimlik.. O eskimeden alınmazdı yenisi.. Annemin güne giderken giydiği bir kaç fazla ayakkabısı olurdu sadece. Her birinin aynı renginde çantası.. Biri iki yazlık bir iki de kışlık giyeceğimiz vardı.. Fazlası da gerekmiyordu ki zaten..

Annem, anneannemin anlattığını söylediği hikayeler anlatırdı bana o zamanlar.. Babam her akşam beni kucağına oturtup bir yandan ayıkladığı çekirdekleri bana yedirirken bir yandan Ayşegül kitapları okurdu. Bayılırdım o kitapların resimlerine.. Geçtiğimiz dönemde bir gazete veriyordu yeniden o kitapları.. Hepsinin resimlerine baktım doya doya.. Hiç değişmemişti Ayşegül..

Evimizde bir televizyon olsada hatırladığım o kadar çok elektirik kesilirdi ki bir odanın içinde yanan tek bir mum ışığında otururduk ailecek.. Babam geç gelirdi biraz.. Annem'e parmaklarımla gölge oyunları yapardım duvarlarda.. Hiç sıkılmazdım.. Bütün gün sokakta oynamışlığın doygunluğu da oluyordu sanırım üzerimdeki daha bir sakin hatırlıyorum kendimi şimdiki çocuklara göre..

"Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi? Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.

Çay da kokardı... Domates de...Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu. Dışarıda kar...İçeride huzur...Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda... Ne güzel cahildik.

Mutluluğun resmini çiziyorduk... "

İçim cizz etti bu mesajı okuyunca.. Düşündüm ve oğluma çok üzüldüm.. Medeniyet beni esir almadan ne cahil ne mutluydum ben oysa..

Fasulye..