3 Mayıs 2012 Perşembe

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (4)



Şimdi yeniden Serdar Kaya'nın çalışmasına dönelim ve Nutuk eşliğinde ilerlemeye devam edelim.


Mustafa Kemal Nutuk'da TBMM'nin açılış hikayesini anlatırken "HÜKÜMET KURMA İŞİ" başlığı altında aşağıdaki cümleleri kuruyordu.


"Osmanlı Devleti ve halifelik yıkılmıştı. Artık, yeni temellere dayalı, yeni bir devlet kurmak gerekiyordu. Ama bu düşüncemi o zaman söylesem, ortalık büsbütün karışabilirdi. Çünkü milletvekillerinden bir çoğu, padişah ve halifenin suçsuz olduğuna inanıyordu. Hatta bir kısmı, halifelik ve padişahlık makamı ile bağlantı kurup İstanbul hükümeti ile uzlaşmak niyetindeydi.


Hükümet kurmakla ilgili bir öneri de bulunmadan önce, Meclis'in genel eğilimini göz önünde bulundurma zorunluluğu vardı. Bu yüzden asıl düşüncemi gizleyerek bir önerge verdim"


Bu önergeye göre kurulacak hükümette bir padişah vekili ya da dengi olmayacaktı. Padişah ve halife zordan kurtulduğu zaman, meclisin koyacağı yasal kurallar uyarınca durumunu alır notu ile önerge tamamlanmıştı.

Kurulan hükümete rağmen henüz tabanın padişahı gözden çıkaramayan Mustafa Kemal acaba gerçekten Serdar Kaya'nın belirttiği gibi Sultan Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenme talebinde bulunup rededildiği için mi sonrasında Vahdettin hakkında sakınmadan düşüncelerini sarf ediyordu, yoksa daha önce de söylediğimiz gibi koşullar mı bunu gerektiriyordu? Resmi bir belge ile ispatlanabilir olmayan bu durum için küçük bir araştırma yapalım.


1894 yılında Ortaköy Sarayında doğan Sabiha Sultan'ın evlenme çağının gelmesiyle bir çok talibi çıkmıştı. Hatta bu talipliler arasında İran Şahı Ahmet Kaçar Han'da vardı.


Harbiye Nazırı Enver Paşa'da Vahdettin'in kardeşlerinden Süleyman Efendi'nin kızı Naciye Sultan ile evlenmiş ve böylelikle saraya damat olmuştu. O dönem başarılı askerlerin Osmanlı hanedanına katılmaları bir gelenek olmuştu.


Salih Fansa, Mustafa Kemal'in yakın arkadaşlarındandı. Paşa, Fansa ve eşinin Beyoğlu'ndaki konağına sıkça misafir oluyordu. Fansa bir gün dost konuşmaları sırasında Mustafa Kemal'e evlilik konusunu açar, artık iyi bir izdivaç yapıp, yuva kurmasını söyler. Yıllardır cepheden cepheye koşmuş artık yaşı 40'a yaklaşan ve hala yanlız yaşayan Mustafa Kemal'in kulağına zaman zaman Sabiha Sultan ile yakıştırıldığı da geliyordu.


Bir gün Vahdettin'in yeğenlerinden Muhibe Hanım, Selma Fansa'yı ziyaret eder ve Padişah'ın kızını Mustafa Kemal Paşa'ya vermeyi istediğini iletir. Paşa'nın fikrinin sorulmasını istediğini söyler.


Fansa'la konuyu Paşa'ya açar, Mustafa Kemal ise "O halde Sabiha Sultan buraya gelsinler" der. Tabi ki bu mümkün değildir. Paşa'nın cevabını öğrenen Muhibe Hanım "Bir sultan saraydan çıkar da, buraya nasıl gelir? Padişah kızı ayağa gitmez" der gülerek.


Mustafa Kemal ise netdir : "Ben bu memlekete büyük hizmetler ettim. Yarın daha da büyük hizmetler edeceğim. Saraydan bir başka yerde görsem ne çıkar?" (Gazeteci yazar Yılmaz Çetiner'in "Son Padişah Vahdettin" adlı kitabından alıntıdır)


Mustafa Kemal'inde, Sabiha Sultan'ı beğendiği düşünülüyordu. Paşa yakınlarına Sabiha Sultan hakkında "Zeki ve çok güzel bir kız. Keşke bir sultan olmasaydı." der.


Mustafa Kemal konuyu doktor Rasim Ferit Talay'a açar, evlenme işini sorar. Talay ise Sabiha Sultan ile evlenmesine karşıdır.

"Bir sultanla evlilik hayatı sana ağır gelecek merasimlere tabidir. Yanına girebilmek için izin istemelisin veya onun davetini beklemelisin. Eğer bir sultanla evlenirsen ta'n ettiğin Enver Paşa'ya benzersin" (Osmanlı tarihçisi Çağatay Uluçay, "Padişahların Kadınları ve Kızları " kitabından alıntıdır.


Bu iki alıntıdan sonra tekrar Serdar Kaya'nın bahsettiği durumu onaylayan bir başka tarihçinin kitabı Şahbaba'ya bakalım. Yazar, Murat Bardakçı.


 "Mustafa Kemal Atatürk'ün Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın "Önümde hiç iyi bir örnek olamayan Enver Paşa ve Naciye Sultan'ın hayatı vardı. Enver Paşa'nın neler yapabileceğine şahit olmuştum. Mustafa Kemal Paşa daha fazlasını yapar diye korktum ve buna alet olmak istemedim" açıklaması Murat Bardakçı'nın Sabiha Hanım'ın yıllar sonra yaptığı bir kısa açıklamadayı anlatan anekdotudur. Bu enakdot ilgili evlilik meselesinden 40 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyetinde başbakanlık yapmış ve ortanca kızı Hanzade Sultan'ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü'ye yazdırdığı kısa hatırattan alınmaktadır. Atatürk'ün manevi kızının adının "Sabiha" olması da bu anlamda oldukça manidar bulunmaktadır.

Murat Bardakçı'nın Mustafa Kemal ve Vahdettin arasındaki konulara meraklı olduğu ortada olmakla beraber ne yazık ki ne yazılan mektup/telgraf ne de hatıratlar oluşmamış bir sonuç üzerine polemik yapmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Aynı yorumumu Bardakçı'nın kitabından yola çıkarak Mustafa Kemal'in rededildiğini söyleyen Serdar Kaya içinde geçerlidir.


 Mustafa Kemal'in anadoluya geçisini Milli Mücadele görevi ile Vahdettin'in verdiği ve bu görev için kendisine geniş yetkilerle beraber 40.000 altın verdiği, ikisi arasındaki yakınlığın yegane sebebinin Enver Paşa'dan duydukları hoşnutsuzluk olduğu söylenmektedir.


Aslına bakarsanız Mustafa Kemal, padişahın yaverliğini yapmış ve başarılarından dolayı çeşitli nişanlar almış başarılı bir askerdir. Ancak Cumhuriyet'e dair fikirlerini saklamadığından güvenilir görülmemektedir. Henüz Osmanlı adına varılmış kesin bir son olmadığını o dönemde Vahdettin ve Mustafa Kemal'in öncelikli olarak işgalcilere karşı bir savunma da olduğu da açıktır.


Yazılanlardan gerek Sabiha Sultan'ın anlattıklarından Vahdettin'in sadece Mustafa Kemal'i değil dönemin tüm başarılı paşalarına görevlendirme yaptığı görülmektedir.Her ikisinin kafasındaki gelecek planlarının gerçekleşmesi için öncelikli denenecek yöntem işgale karşı mümkün olduğunca direnmektir. Sarayda yaşayan bir Padişah'ın istihbaratını ise çevresindekiler vasıtasıyla aldığı açıktır ki, saray entirkaları ile ilgli yeterince yazılı ve görsel yayın bulunmaktadır. Mustafa Kemal ve Vahdettin'in o aşamada en azında işbirliği içinde görünmemeleri için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Ancak bu mecburi işbirliği sonunda Vahdettin başarısız olmuş, Mustafa Kemal başarılı olmuştur.


Mustafa Kemal'in toplum önünde o tarihten önce Vahdettin hakkında olumsuz yargılarını dile getirmemesi bana soracak olursanız oldukça normaldir. Mustafa Kemal Vahdettin'in kişiliğine karşı değil, makamına ve Osmanlı'nın tarihi şanına yakışmayan aciz davranışlarına yani Padişah kimliğine eleştiride bulunmuş ve yargılarını açıklamıştır. Bu Vahdettin'i insan olarak "kötü" diye yaftaladığı anlamına gelmez..

Bahsedilen kişiler tarihi birer kimlik olmakla beraber, birer insandır ve bence bu hikayelerin bir çoğunda karşılıklı hırlsanmış iki insan olarak imgelenmişlerdir. Oysa bunu hiç birimiz bilemeyiz. Mustafa Kemal'in Vahdettin'in saray entrikalarına kurban gitmiş özünde iyi ama vasıfsız bir padişah olduğu kararında olduğunu düşünüyorum ben okuduklarım ışığında. Bu noktada yeniden henüz Vahdettinin onu hain olarak damgalanmasına neden olan davranışların hiç birinde bulunmadığını hatırlatmak isterim. Vahdettin'in ise Mustafa Kemal kadar yürekli olmayan sarayın içine hapsolmuş çaresiz bir insan. Her ikisinin karşılıklı ilişkilerinde hissedilenleri bilemeyiz elbette, ancak görünen o ki her ikisi de yürüdükleri yolda birbirlerinin varlığına öyle ya da böyle ihtiyaç duymuşlardır. Mustafa Kemal Osmanlı tarihi, başarılarını yok saymamış, sadece padişahlığın ki Osmanlı'nın en parlak dönemlerinde olmadığını da düşünerek ülke için doğru bir yönetim olmadığı kanaatine varmıştır.


Yeni Türkiye'nin kuruluşu sırasında kaderin Vahdettin ve Mustafa Kemal'i aynı sahneye koyması da onların tercihi değildir. Mustafa Kemal'in eğer olduysa Sabiha Sultan'ı beğenmiş olması, Vahdettin'in kişiliği ile bir sorunu olmadığının en açık göstergesi olabilir bana göre. Ben Vahdettin'in kızını istemem dememiştir sonuç olarak. Demek ki o sadece makama karşıdır ve o makamın işleyişine. Ayrıca sonuç olarak Sabiha Hanım ve Mustafa Kemal evlenmemişler ve birbirleri hakkında kişisel bir karalama da bulunmamaışlardır. O halde Mustafa Kemal Sabiha'ya evlenme teklif etmişti ya da rededilmişti tartışmaları kesinlikle insani değil iki taraf içinde farklı kişilerce yaratılmış bir polemiktir. Bir televizyon dizisinde pasişahın mahremiyetine girildiği hassasiyetine düşenler umarım bunun da farkındadır.


Sabiha Hanım'ın evlendiği ve üç çocuk doğurduğu Faruk Bey'e boşandıktan sonra bile saygı ve sevgi duyduğu yine anlatılanlar arasındadır. Mustafa Kemal'in saraydan bir umudu olarak padişah kızına talip olması ve bu konunun bu kadar gündemde olması hep Mustafa Kemal'in hırsına bağlanırken, Vahdettin'in de gerçekleşseydi bu evlilikten kazanacakları küçümsenmeyecek kadar fazladır bana sorarsanız.


Peki birbirlerine can düşmanmış izlenimi verilen Vahdettin ve Mustafa Kemal neden sonradan çıkıp da "Kızımı istedi ama vermedim" ya da "Kızını bana vermeye çalıştı ama almadım" tarzında atışmalarda bulunmadılar hiç düşündünüz mü? Peki bize ne oluyor?


(devam edecek)

fasulye


TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (3)

Murat Bardakçı'nın, Mustafa Kemal' tarafından Vahdettin'e yazdığını söylediği mektubun hangi koşullar altında yazılmış olduğu konusunu açıklığa kavuştururken, aynı zamanda Mustafa Kemal'i Samsun'a Vahdettin mi göndermişti sorusuna da cevap bulduğumuzu, Nutuk'da Mustafa Kemal'in kendi ağzından görevlendirilmesi ile ilgili açıklamadan aldığımızı düşünüyorum şimdilik. Evet Mustafa Kemal'i Samsun'a Vahdettin göndermişti, Samsun'daki kargaşayı bastırması için ve bu da O'nun Anadolu'ya geçiş hedefine hizmet eden oldukça şanslı bir tesadüfe dönüşmüştü.

Mustafa Kemal hakkında "en ufak bir araştırma yapmadan" demek belki haksızlık olacaksa da, zamanın koşullarıyla ilgili en ufak bir empati yapma ihtiyacı duymayarak dar bir çerçeveden sürecin tamamı yerine, süreç içerisindeki anlardan yola çıkarak yapıldığına inandığım saptamaların ne yazık ki bir sonu yok. Ama ben "hayır öyle değildi" demeden önce kendime ispatlama ihtiyacında yaşayan bir insan olduğumdan, elimden geldiğince bu saptamaların herbirine kendi araştırma ve düşüncelerimle karşılık vereceğim. Bu benim O'na kişisel borcum. Neden sorusunun yegane cevabını ise yüreğimde hissettiklerim veriyor ve bende saklı.


Aralık 2007 tarihli www.derinsular.com adresinde Serdar Kaya tarafından hazırlanan ve yayınlanan "Kemalizm" adlı çalışma, Atatürk düşüncesini en başından bir ideoloji olarak ele alıyor ve aşağıdaki cümlelerle konuya girişini tamamlıyor.


"Cumhuriyet Halk Partisi ideolojisini 1925-1945 yılları arasındaki tek sesli dönemde aşama aşama oluşturdu ve uygulamaya koydu."


Bu cümle çalışmanın Kemalizm anlayışının diğer herşeyden soyutlanan, temelde bir parti ideolojisi olduğunu vurguluyor. Günümüzde özellikle Liberal kesimin Atatürkçüler ve Kemalistler diye sınıflandırdığı Atatürk düşüncesinin peşinden giden insanlar arasında kimi zaman ciddi farklılıklar olduğunu düşündüğümden şimdilik bu vurguya dair bir açıklama yapmayacağım. Tek söylemek istediğim Atatürk düşüncesinin bir ideoloji, hele ki CHP ile sınırlandırılacak bir ideoloji olmadığıdır.

Yazının bir sonraki cümlesinde bu ideolojinin kurucusunun Mustafa Kemal olduğu söylense de, yazar buna rağmen O'nun bu uygulamaları bir kitap ya da manifesto ile kaleme almadığının altını çizerken, bu düşüncenin ithal olduğunu ve Mustafa Kemal'in açıklama gereği bile duymadığını ifade etmiştir.

Neden yazarın aklına Mustafa Kemal'in bir ideoloji oluşturmak peşinde olmadığından ve Kemalizm adının kendisi tarafından konulmadığından böyle olmuş olabileceği düşüncesinin gelmediğini elbette bilmem mümkün değil.

Kemalizm adına bir eser yazmadan altı ilke konseptinin anlaşılma formülü için ise birincil kaynak olarak aşağıdakiler listelenmiştir.

1. CHP parti programları
2. Partinin Atatürk dönemindeki uygulamaları
3. Atatürk'ün söz ve demeçleri.

Hemen ardından bu söz ve demeçlerin tamamen zıt yönde ve tutarsız olduğuna değinilmiş ve O'nun hakkındaki temel karmaşanın bu nedenle yaşandığı açıklanmıştır. Bunun sonucu olarak kafalarda birden çok Mustafa Kemal modeli oluştuğunu belirten yazara bu modellerin çeşitliliği konusunda katıldığımı itiraf etmek zorundayım. Ancak, bir insan hakkında bunca modelin oluşturulmasının altında yatanların neler olduğu konusunda da hepimizin düşünmesi gerektiği inancındayım.

Millet olarak her duyduğumuza araştırmadan ve sorgusuz kapılarımızı açmamız bana soracak olursanız sadece O'nun değil bugün Türkiye'de yaşadığımız kaosun başlıca sebebi.Günümüzde nasıl ki internette dolaşan her mesajı gerçek sanıp, Google yazılan her kelime ile ilgili gelen bilginin doğruluğundan şüphe dahi etmeyen insanlarımız olduğu gerçeğini kabul ediyorsak, bu kadar farklı modeller algılanmış olmasını da anlamak hiç zor olmasa gerek.

Konuyu daha fazla dağıtmadan Serdar Kaya'nın Mustafa Kemal'in tutarsız söz ve demeçleri ile ilgili açıklamalarına elimden geldiğince cevap vermeye çalışacağım.

Yazarın kaleminden anlatılan birinci örnek :

"Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasından dört gün sonra 'Padişahı azam, Halife ve Hakanı akdesimiz Efendimiz' olarak hitap ettiği Sultan Vahdettin'e sadakatlarini bildirdiği telgraftaki ifadeleri dikkate alınabilir"

Telgrafın tamamıyla devam eden yazıyı merak edenler internet üzerinde bulabilir diye düşünerek bu yazıya dahil etmiyorum. Ancak 19 Ocak 1920 de yazıldığı Murat Bardakçı tarafında iddia edilen mektubun bir benzeri yazarın ifadesine göre 27 Nisan 1920 tarihinde bir telgrafla tekrarlanmıştı. Bu ilginç tesadüf  henüz yolun başında Vahdettin'in adamı olduğuna ispata dair ihtiyacı ortaya seriyordu.

Peki neden buna ihtiyaç vardı?

Diyelim ki, Mustafa Kemal özünde bir padişah sevdalısıydı. Bu hangi sonuçları doğururdu elbette tarihçiler benden iyi bilecektir. Ancak benimde kendimce bir kaç maddem var.

1. Biz O'nu vatan haini sayardık.
2. Osmanlıcılar belki o zaman O'nu bağrına basardı
3. Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın olmadığı sonucuna varılabilirdi.

İki numaralı olasılığı pek inandırıcı bulmasam da birinci ve üçüncü olasılıkların hangi kesimlerin amaçlarına hizmet edeceğini kestirmek bence hiç de zor değil.

Tarih 28 Kasım 2011, haber aşağıdaki gibi ;

"TBMM İnsan Hakları komisyonunda konuşan AKP'li İlhan Şener 'İstiklal Savaşı olmadı, şehitlikler semboliktir" dedi

Belki bunlar tartışılacak ama mesela Yunan tarihinde bir Ege savaşı yok. Bunu biliyor musunuz? Yunan tarihinde Ege'de Türklerle bir savaş yok.Bizim tarihimizin en önemli savaşlarından biri Yunanlılara karşı verilmiş savaştır. Biz Milli Güvenlik Akademisinde oralardaki şehitlikleri dolaştık. Bütün şehirlikler temsili"


"TARİH YAZMAK, TARİH YAPMAK KADAR ÖNEMLİDİR. YAZAN YAPANA DOĞRULUKLA BAĞLI KALMAZSA, DEĞİŞMEYEN GERÇEK İNSANLIĞI ŞAŞIRTICI BİR NİTELİK ALIR. M.K. ATATÜRK"

İlhan Şener AKP Ordu milletvekili ve Inkılap Tarihi doktorudur. Türk şehitliklerinin Ankara'daki yönetimin meşruluğunu göstermek için yapıldığını söylemiştir. Şehitler üzerinden prim ya da politika üretmek ne yazık ki bu ülkede son on yılın zihniyetidir ve bu cümleler bu zihniyetin bir ürünüdür.

Şimdi izin verirseniz Orhan Çekiç'in "Mondros'tan İstanbul'a" adlı kitabının giriş cümlesindeki Kurtuluş Savaşı tanımıyla devam etmek istiyorum.

"Türk Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı'nın getirdiği kabul edilemez koşulların zorlamasıyla ortaya çıkan bir ulusal başkaldırının, onurlu bir direnmenin topyekün adıdır."

Yani bu savaş bir hücum değil, defans mücadelesidir. Topraklarımızda uluslararası antlaşmalar neticesinde paylaşım niyetiyle girmiş işgal kuvvetlerine teslim olmayışın adıdır.

Peki savaş nedir?

TDK'nın Güncel Türkçe Sözlüğünde savaş kelimesi aşağıdaki gibi tanımlanmıştır

1. Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele
2. Uğraşma, kavga, mücadele
3. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele

Orhan Çekiç'in tanımı ve TDK sözlüğünde verilen savaş tanımını kıyaslayabilecek bir meclisimiz
olduğuna inanıyorum.

Mustafa Kemal Nutuk boyunca bu mücadelenin adımlarını anlatırken defalarca "kurtuluş yolları" ifadesine yer vermiştir. İsminin nasıl ortaya çıktığı konusunda bir fikir vereceğini umarım.

Oysa Mustafa Kemal'in ateşlediği ve örgütlediği bu mücadele O'nun Vahdettin'in adamı olması gerçeği bir ispatlanabilse, belki de işgal devletleri tarihinden de silinebilir ve işgal O ruhun yok sayılması ve kalan kıvılcımların söndürülmesi ile kaldığı yerden devam edebilir. Zira Anadolu doğumlu olmayışı, veled-i zina oluşu ve alkolik oluşu ile ilgili iddialar beklenen sonucu vermemiştir.

Ölümünün üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen hala o ateşten kıvılcım alan insanların olması, "ateşin söndürülmesi ile mümkün olur" inancı bir kandırmacadan ibarettir. Yurt sevgisi ve Atatürk sevgisi kardeş ancak ayrılmaz parça değildir. Bu ülke Kurtuluş mücadelesini yurt sevgisi sayesinde kazanmış, bu sevgiyi örgütleyişinden dolayı Mustafa Kemal'e minnet, hayranlık, saygı ve sevgi duymuştur. "Sahip olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur" ifadesi bu durumu en güzel tanımlayan cümledir bana göre.

(devam edecek)

fasulye

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (2)

Sayın Çekiç çalışmasında o günleri aşağıdaki gibi anlatmaya devam ediyordu.

“NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?
Gazi, Nutuk’ta Millî Mücadele’yi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:


"…Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olguların ve olayların cereyanında TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.”


Büyük Nutuk, Gazi’nin eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eseridir. Her sayfasında, cumhuriyete giden o “uzun ince yol” Gazi’nin ağzından tüm ayrıntısıyla ve bütün dünyaya hitaben anlatılmaktadır. İşgalciler, Saray, İstanbul Hükümeti, Kuvvacılar, işbirlikçiler, komutanlar, yakın arkadaşları, sonradan yolları ayrılan arkadaşları, dost – düşman herkes bu anlatılanlardan kendilerine bir pay çıkarabilmektedir.

O nedenle, özellikle İngiliz Büyükelçisi ve sefaret mensupları büyük bir merak ve dikkatle dinliyorlardı. Sultan Vahdettin’in İngilizlerle olan gizli temaslarını, Sadrazam Damat Ferit’in aşağılık ilişkilerini ve onursuz politikalarını, İngiliz Severler Derneğini, Anadolu’daki kutsal isyanı bastırmak için Vahdettin’in İngilizlerden aldığı para ve silahla donatıp, Ankara’yı ezmek üzere sevk ettiği Hilafet Ordusu’nu, şimşek bakışlarını kordiplomatiğin oturduğu locaya dikmiş, gürül gürül anlatıyordu.


Anlattıkça da yan masaya bir belge veriyordu. Oturum sona erdiğinde tüm diplomatların en büyük merakı, “acaba yarın ne anlatacak?” sorusuydu. “

Ardından yaşadığımız bugünlerde yine aklımızda benzer bir soru yok mu hepimizin “acaba yarın ne olacak?”


Bu noktada yeniden Nutuk’a Mustafa Kemal’e kulak verelim.

“Yeni bir Türk Devleti kurmak için kesin kararım şuydu : Türk ulusunu ve ordusunu, yurdumuza girmiş olan düşmanlara karşı olduğu kadar, Osmanlı hükümetine, padişahına, halifesine karşı ayaklandırmak, örgütlemek. Verdiğim kararın tümünü uygulamaya koymak imkansızdı, Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi....


... İlk kararın çizdiği çizgidenve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmadım. Başarı için pratik ve güvenilir yolu, zamanı geldikçe uyguladım. İleride olabilecekler üzerinde konuşmak yerine, içinde bulunduğum sorunların çözümüyle uğraştım. Ulusumuzun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu buydu. Ben de öyle yaptım.


Söylediklerimi özetlemek gerekirse şöyle diyebilirim : Ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”


Bu noktada yine Nisan 2012 tarihinde Murat Bardakçı tarafından ortaya atılan Mustafa Kemal’in Vahdettin’e yazdığı mektuba değinmek istiyorum.


19 Ocak 1920 tarihli olduğu ve 50 yıl gizlenmek suretiyle bir müzeye bağışlanmış mektubun içeriği aşağıdaki gibi ;

"AMACIMIZ PADİŞAHIMIZI MÜSLÜMAN DÜNYASININ TEK HÂKİMİ YAPMAKTIR"

“Padişah hazretlerinin yaveri Naci Beyefendi’ye: Muhterem Beyefendi, Varlığını korumak ve geleceğinin selâmetini sağlamak için maddî ve manevî bütün kuvvetlerini birleştirmek suretiyle Allah’a hamdolsun genel siyasî vaziyetimiz üzerinde şükredilmesi gereken iyi etkiler yaratmış ve özel anlaşmalarla defalarca getirilen taksim arzularını gerçekleşme zemîninden uzaklaştırmaya muvaffak olmuş bulunan Kuvâ-yı Milliye’nin asıl hedefi ile gayet kutsal gayesi, Osmanlı milletinin en büyük ve en muhterem gerçek temsilcisi olan heybetli padişah hazretlerini istiklâlinin ve hâkimiyetinin üzerine gelebilecek her türlü etkiden ve kusurdan korumaktır. Temsil hey’etimiz, Türkiye’nin padişahı olan ve mukaddes İslâm’ın halifesi sıfatıyla bütün İslam âleminin vicdanî bağlılığını yüce makamında birleştiren efendimiz hazretlerinin değil yalnız Anadolu ve Rumeli’deki, sınırlarımız içerisinde bulunan vatanın her yerinde, hatta bütün İslâm dünyası üzerinde madden ve mânen hâkim ve söz sahibi olmasını bütün Asya’nın geleceği adına yegâne kurtuluş çaresi olarak düşünerek çalışmalarını geniş bir ‘ümmet’ siyasetine çevirmiş, doğrudan doğruya Hilâfet makamının korunmasını ve bağımsızlığını gaye kabul eylemiştir.



Şahsen, zât-ı âlîlerinin vicdânını temsil heyetimizi meydana getiren şahıslardan her birine ve özellikle de bu sarsılmaz kanaatimize şahit olarak gösteririm. Vaktiyle padişahımızın ayak toprağına bizzat kabul şerefine erdiğim zaman arzettiğim bu düşünce ve bağlılık, Anadolu’da ortaya çıkan ve bütün şerefi ile gücü padişahın namlı ismi ile münasebeti bulunan çalışmalarla kuvvetlenmiştir.Meslek ve kanaatimin değişmesinin sözkonusu olmadığı esasen yüksek bilgileriniz dâhilindedir. Dolayısı ile bu hususu da padişahımızın ayağının toprağına humâyuna tekrar arzedip ulaştırmanızı faydalı görüyorum. Anadolu’da büyük bir itimat ile arz ettiğim kutsal gaye etrafında teşkilâtını düzenleyip yoğunlaştıran Kuvâ-yı Milliye’nin artık tamamen ve bütün köyleri de içerisine alacak biçimde şekillendiğini, dolayısı ile padişahın dokunulmazlığı ve hâkimiyeti uğrunda canını fedâ etmeye istisnasız bütün milletin güçlü bir anlayışla hazırlanmış olduğunu arz edip müjdelerim. Başta vicdanlarındaki dinleri ve nihâyetsiz bir kölelik duygusu ve sadakatle hâkim padişahları olduğu halde milletin tamamının bugün gösterdiği birlik ve uyum, gelmesi yakın olan barışın şartları hakkında ümitler vermekte olduğu gibi, bilhassa gelecek için de büyük gelişmeler vaad etmektedir. Bir haftadan bu yana toplantı hâlinde olan İstanbul’daki Meclis’te de aynı gaye ve emeller etrafında kuvvetli bir çoğunluk hâlinde dayanışma birliği ortaya çıkmıştır. Bütün millî teşkilâtların bu çoğunluğa kuvvetle bağlılığı, hilâfet makamının sahibi olan heybetli padişahımızın devletle ilgili düşüncelerini, tebâsının mevcudiyetini ve Allah tarafından korunmakta olan memleketinin bütünlüğünü her zamandan ziyade emniyet altında bulundurmaktadır. Millî teşkilâtımızın yüzyüze bulunduğu amaçlarla millî ve siyasî konulardaki genel durumumuza ve padişahın isteklerine bağlı olan temel düşüncelerimize dair ayrıntıyı ve açıklamaları padişahımızın ayağının toprağına yakından arzetmek üzere eski Denizcilik Bakanı Rauf Beyefendi ile padişahımızın valilerden Bekir Sami Beyefendi, İstanbul’a gittiler. Padişah tarafından kabul edilme şerefine nâil olmalarının sağlanmasını istirhâm ederim. Âcizleri, halife hazretlerinin gökyüzü seviyesindeki sarayının eşiğine bizzat yüz sürmek şerefinden mahrum kalmanın daha fazla devam etmeyeceği ümidi ve her zaman tekrarladığım sadakat ve bağlılık duygularımın sonsuz olduğunu padişahın huzuruna bir defa daha sunmayı başarma fikriyle bahtiyâr olarak yüksek ululamalarımı ve kuvvetlendirilmiş saygılarımı takdime aracılık etmenizi rica eylerim efendim. Mustafa Kemal”


1927 yılı Ekim ayında meclis kürsüsünden, Vahdettin hakkında olumsuz ifadeler dile getiren Mustafa Kemal 1920 yılının Ocak ayında, Vahdettin’e tabiri caiz ise tam bir padişah sevdalısı bu mektubu yazmıştı Murat Bardakçı’ya göre. Amacım burada yazmıştı-yazmamıştı gibi bir polemiğe girmek değil. Yazmışsa 50 yıl saklanması isteği geri çekilip derhal yayınlanmalı, ortada ispat edilecek bir kanıt yokken gereksiz polemikler yaratılmamalıdır bana soracak olursanız. Yine de yılların deneyimi Bardakçı’ya güvensizlik göstermeyip yazdığı varsayımı üzerinden bir kaç şey söylemek istediğim için bu noktada mektubu gündeme getirme ihtiyacı hisettim.

1927 yılında meclis kürsüsünden okunan Nutuk’un hemen ilk saatlerinde, Mustafa Kemal’in amacını ve yöntemini açıklayışını az önce hep birlikte okuduk. Ne diyordu Mustafa Kemal ?

“Yeni bir Türk Devleti kurmak için kesin kararım şuydu : Türk ulusunu ve ordusunu, yurdumuza girmiş olan düşmanlara karşı olduğu kadar, Osmanlı hükümetine, padişahına, halifesine karşı ayaklandırmak, örgütlemek. Verdiğim kararın tümünü uygulamaya koymak imkansızdı, Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi....”


Böyle bir mektup yazmışsa da, bunun nedenini oldukça net bir biçimde nutukda açıklamıştı. Niyetini başından belli edip daha Anadoluya geçmeden kendini ele vermesinin zeka ürünü bir davranış olmayacağı açıkça ortada iken, bunu Mustafa Kemal’in bir tutarsızlığı olarak yorumlayanlar olması, belki de benim aklımın almayacağı konular olması yüzündendir.

Murat Bardakçı yazıyı tam olarak aşağıdaki cümlelerle okuyucuna takdim ediyor, tarih 22 Nisan 2012.


“Yarın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 92. yıldönümü. Bu münasebetle, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’in açılışından üç ay önce Ankara’dan Sultan Vahideddin’e iletilmek üzere padişahın başyaveri Naci Bey’e gönderdiği ve az bilinen bir mektubunu yayınlamak istedim.

Mustafa Kemal Paşa, 1920’nin 19 Ocak’ında kaleme aldığı mektubunda Kuvâ-yı Milliye’nin tek çabasının padişahın kurtarılması ve halife sıfatıyla bütün İslam dünyasında hâkimiyet kurmasını sağlamak olduğunu söylüyor. Daha sonra, arkadaşı Rauf Bey’i yani “Hamidiye Kahramanı” diye bilinen ve Meclis hükümetinin ilk başbakanlarından olan Rauf Orbay ile eski valilerden Bekir Sami Bey’i bütün bunları anlatmak üzere İstanbul’a gönderdiğini yazıyor ve padişahın bu iki kişilik heyeti kabul etmesi ricasında bulunuyor

HATİMLER İNDİRİLDİ

Büyük Millet Meclisi, bu mektubun yazılmasından üç ay sonra açılacak ve Anadolu, 23 Nisan 1920 Cuma günü tarihinin belki de en büyük dini merasimlerine sahne olacaktı... İşgale uğramamış bütün vilâyetlerde hatimler indirildi, Buharî-i Şerîfler okundu, dualar edildi ve asıl büyük merasim, Ankara’da yapıldı. Cuma namazı Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde kılındı, namazdan sonra sakal-ı şerif ile sancak-ı şerif çıkartıldı ve daha sonra “İlk meclis binası” olan İttihad ve Terakki Klübü’ne kadar bunlarla beraber yüründü. Binaya girişten önce yeniden dualar edilip kurbanlar kesildi. O gün sabahtan itibaren indirilen hatimlerle okunan Buharîler klüp binasının önünde tamamlandı ve binaya kesilen kurbanların kanları üzerinden sekilerek girildi. Anadolu, Malazgirt’ten o güne kadar gerek Selçuklu, gerek Osmanlı zamanlarında hiçbir vesileyle bu derece tantanalı dinî merasime şahit olmamıştı.

BİR MÜZEYE BAĞIŞLADIM

Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahideddin’e iletilmek üzere başyaver Naci Bey’e gönderdiği ve son derece ağdalı bir Osmanlıca ve saygılı bir ifade ile kaleme aldığı mektubun günümüz Türkçesi’ne nakledilmiş şekli, bu sayfada yeralıyor...

Orijinali daha önce bende olan ve şimdi Türkiye’nin önde gelen müzelerinden birine 50 sene boyunca açılmamak kaydıyla bağışladığım belgeler arasında bulunan bu mektup, Ankara ile İstanbul arasında İstiklâl Harbi senelerinde çok kısa bir müddet devam eden iyi ilişkilerin son örneklerindendir ve taraflar sonraki günlerde gayet iyi bilinen sert çatışmalar içerisine gireceklerdir.”
Bundan sonra 50 yıl açılmasın istemiş olduğu halde yine de kabına sığamayarak yayınladığı mektubun içeriğine yer veriyor. Meclisin açılışındaki dini mesarimin şeklini ve hanedan ile cumhuriyet arasındaki son bağ olduğu yorumunu getirmiş olmasına rağmen bu mektubun yazılış sebebi hakkında olumlu ya da olumsuz herhangi bir yoruma yer vermeyerek, yılların gazetecilik tecrubesiyle polemik denizine bir yenisini ekliyor.

Tarihçi kimliği ile keşke konunun hic bir bölümünü yorumlamasaydı da okuyucuya bıraksaydı daha saygıyla yaklaşacağım bu davranış, nedense bende hiç de olumlu düşünceler yaratmıyor.

Elbetteki bu yazının başından beri benimde oldukça taraflı ve tamamen Mustafa Kemal tarafından bir bakış açısıyla yazmış olduğumun altını çizmeye gerek yok. Ama ben gazeteci ya da tarihçi değilim. Bu yazıyı sade ve sıradan bir vatandaş olarak tamamen beni bağlayacak düşüncelerim ve sonuçlarım çerçevesinde yazıyorum.

Ocak 1920 yılında Mustafa Kemal, Nutuk’da ne yaptığını söylüyordu ve bu mektubu nerede, nasıl yazmıştı sorusunun cevabını bulmak için Nutuk’un sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Bu mektubun gizli bir ihanet belgeseymiş gibi sunulması adil gelmiyor bana çünkü. Öyleyse de bile buna önce ben ikna olmalıyım.


Nutuk içerisinde Aralık 1919 tarihinden başlayarak anlatılan bölüm Ankara’ya Geliş başlığını içeriyordu. Yani 19 Ocak 1920’de yazılan bu mektup Ankara’dan yazılmıştı. Ama onun öncesinde Mustafa Kemal’in Anadoluya geçişini sağlayan durumlara değinmekte fayda görüyorum. Bu nedenle Nutuk da anlatılan giriş bölümüne yeniden geri dönüyoruz ve bu durumu Mustafa Kemal’den dinlemeye devam ediyoruz.

“Benim Görevim

Ben Samsun’a Üçüncü Ordu Müffettişi göreviyle çıkmıştım. Başkent İstanbul’dayken, bazı arkadaşlarımla buluşup durumu tartışmıştık. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü önlemek için bazı çözüm yolları aramıştık. Yöneticilerin düşüncelerine katılmıyorduk. Bu nedenle bizden, özellikle benden kuşkulanmışlardı. Yöneticiler beni İstanbul’dan uzaklaştırmak istiyorlardı. İşte bana ordu müffetişliği görevini bu yüzden verdiler. Anadolu’ya bir yetkiyle gidiyordum. Emrim altındaki ordu birliklerine bildirimlerde bulunacak, Samsun ve çevresindeki kargaşalığı yerinde görüp önleyecektim.

Şunu belirteyim ki bana bu görevi verenler bilerek vermediler. Amaçları benden kurtulmaktı. Bende onlardan umudu kestiğim için, Anadoluya geçmenin yollarını arıyordum. Böylece benim için iyi bir fırsat doğmuş oldu. Anadolu’ya gidip şaşkınlık içinde bulunan halkımıza durumu anlatacaktım. Onları ulusal bir amaç çevresinde toplayacaktım.”


Şimdi Murat Bardakçı’nın mektubunda adı geçen kişilerin kim olduklarına bakalım.

Bekir Sami Bey (1867-1933) : Eski vali, Sivas’ta seçilen Temsilciler Kurulu üyesi. Milletvekilliği ve Dışişleri Bakanlığı yapmıştır.


Rauf Bey (Orbay) (1881-1967) : Osmanlı Meclisi Üyesi, Eski Donanma (Bahriye) Bakanı, TBMM İstanbul üyesi, Bayındırlık Bakanlığı, Başbakanlık yapmıştır. Daha sonra büyükelçi olmuştur


19 Ocak 1920 yılına kadar gelişen olayları da atlamamak gerektiğini düşünüyorum;

23 Temmuz 1919 ‘da toplanan Erzurum Kurultayın üç numaralı kararı aşağıdaki gibiydi ;

“Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğin sağlanmasına İstanbul Hükümetinin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.Bu hükümet üyeleri ulusal kurultayca seçilecektir.Kurultay toplanmamışsa bu seçimi temsilciler kurulu yapacaktır”


Sivas ve ardından Amasya Kongresi yapılırken bu arada Damat Ferit Paşa hükümetinin yerini Ali Rıza Paşa hükümeti almıştı. Ali Rıza Paşa hükümetinin değerlendirmesini Nutuk’a dönerek Mustafa Kemal’den dinleyelim.

“Ali Rıza Paşa’nın başkanlığında kurulan yeni hükümetin, öncekilerden bir ayrımı yoktu....


....Bununla birlikte, Erzurum ve Sivas Kurultaylarında saptadığımız ulusal amaçlara bir an önce ulaşmak için, Ali Rıza Paşa hükümetiyle ilişkimizin sürüdürülmesini gerekli gördüm. Karşımızda yurdumuzu zorla parçalamak isteyen bir düşman vardı.Onu bırakıp hükümetle uğraşmak bize boşu boşuna zaman yitirtiyordu. Şimdilik hükümeti karşımıza almak doğru olmazdı.


Bu düşüncemi temsilciler kurulundaki arkadaşlarıma açıkladım. Onlar da uygun gördüler. Böylece hükümeti tutma kararı aldık. Bu kararımızı da kendilerine bildirdik.”


Yaklaşık Kasım 1919 yılında alınan bu karar, ilgili mektuptan ortalama iki ay önce alınmış bir karardı.

Kurultay sonucu kurulmasına karar verilen meclisin nerede toplanacağı kararsızlık yaratmıştı. Mustafa Kemal işgal riski gerekçesi ile İstanbulda toplanmasını istemiyor olsa da yapılan toplantılarda ulusal çıkarlar açısından İstanbul’un doğru karar olduğuna karar verildi ve meclis 12 Ocak 1920’de İstanbul’da açıldı. Mustafa Kemal Ankara’da kalmıştı ve gerekirse sonradan gidecekti.

Yani ilgili mektuptan bir hafta önce yeni meclisin açılışı sağlanmıştı. Görünür de İstanbul hükümeti ile dayanışma anlayışı sürdürülmekte ancak, özünde kopuş yaklaşmaktaydı.


21 Aralık 1918 tarihinde Vahddettin’in buyruğu ile kapatılan son Osmanlı Mebusan Meclisi 170 mebus sayısına rağmen açılış günü gelebilen 72 mebus ile yeniden açılmıştı.


Bu arada 8 Temmuz 1919’da Erzurumda askerlikten istifa edip, kendi ifadesi ile “sine-i millete” dönen Mustafa Kemal, Damat Ferit’in önerisi ve Vahdettin’inde 9 Ağustostaki onayı ile askerlik mesleğinden tümüyle çıkartılmış, sahip olduğu nişanlar geri alınmış, üzerindeki “Fahri (onursal) Padişah Yaverliği” de kaldırılmıştı. Aradan dörtbuçuk ay geçmiş ve bu süre zarfında çok şey değişmişti. İstanbul Hükümetleri O’nu temsilciler kurulunun başkanı olarak tanımak zorunda kalmışlar ve kendisiyle resmi görüşmelere girmişlerdi. Dahası Mustafa Kemal “mebus” seçilmişti.


Bu ortam içinde nişanlarının geri verilmesi gerekmişti. Ancak bu konuda evvelden verilmiş bir Padişah buyruğu olduğundan, yine Padişah’ın iradesine başvurma zorunluluğu doğmuştu. Vahdettin bu öneriyi bir ay sonra 3 Şubat 1920’de onaylamıştı. Yani öneri ortalama 3 Ocak civarında verilmiş ve mektubun yazıldığı soylendiği dönemi içinde almaktaydı. O günkü resmi gazete olan Takvimi Vekayide yayınlanması gereken bu irade, İngilizleri kızdırmamak için yayınlanmış ve gizli tutulmuştu.


Benim elimdeki baskıda Nutuk içerisinde bu mektuptan bahsedilmiyor olsa da, zamanın gerektiği tutumlar açıkça anlatılıyordu. Zaten Kurultayı gerçekleştiren kişilerce onaylanmış bir hükümetle iş birliği görüntüsü neticesinde ilgili tarihte Mustafa Kemal’in Vahdettine yazmış olduğu söylenen mektubun gerekçesini anlamak bu anlamda zor olmasa gerek diye düşünüyorum.


Ayrıca Mustafa Kemal’e nişanlarının geri verdildiğini anlatan Orhan Çekiç’in “Sivas’tan Ankara’ya” adlı kitabından yaptığım alıntı benim nezdimde mektubun içeriğini oldukça net bir şekilde anlatmaktadır.

(devam edecek)


fasulye

30 Nisan 2012 Pazartesi

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (1)

“... Verdiğim kararın tümünü hemen uygulamaya koymak olanaksızdı. Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi...”


Doğan Yayıncılık tarafından, "Tarih Dizisi" grubunda Ocak 1998'de 14.baskısı yapılan Nutuk isimli kitapta, Mustafa Kemal bu cümlelerle başlıyordu Samsun’a çıkmadan önceki düşüncelerini anlatmaya. “Bazı sorunların konuşulması için erkendi” demişti ve nedenini şöyle açıklamıştı ;


“Örneğin halkımın büyük bir bölümü padişaha ve halifeye bağlıydı, saygılıydı. Onları padişaha ve halifeye başkaldırmaya zorlamak, amacımıza zarar verebilirdi. Şimdilik ulusça birlik içinde olmaya ve görülmeye gereksinimimiz vardı. Verdiğim önemli kararların bütün gereklerini ve isterlerini ilk günlerde açıklamak ya da söylemek, elbette yerinde olmazdı.”


Nutuk, Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da, TBMM salonunda milletvekillerine yaptığı uzun bir konuşmanın metnidir. M. Kemal Atatürk bu uzun konuşmayı kendi el yazısı ile yazmış, sabah üç saat, öğleden sonra üç saat olmak üzere altı gün içinde toplam otuz altı saatte okumuştur.


Bu uzun ve ayrıntılı konuşmasıyla, 19 Mayıs 1919’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşımızın nasıl ve hangi koşullar altında yapıldığını ve Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu anlatır.


T.C. Maltepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç tarafından hazırlanan "80. Yılında Nutuk" adlı çalışmada Nutuk’un hazırlanış süreci şöyle anlatılmaktadır.


“Gazi Mustafa Kemal 80 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2. Büyük Kongresi’nde, Büyük Nutku’nu okumaya başlamıştı. Gazi CHP’yi 9 Eylül 1923 tarihinde kurmuştu. Kuruluştan sonraki ilk büyük kongre yapılıyordu ama Sivas Kongresinde alınan bir kararla “Anadolu” ile “Rumeli” Müdafaa-i Hukuk Dernekleri birleştirilmiş, böylece verilecek mücadelede bir bütünlük sağlanmıştı.


İşte ortaya çıkan bu “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği”,   ileri yıllarda siyasal bir hareket olarak CHP’nin 1. Büyük Kongresi kabul edilmişti. O nedenle şimdikine “2. Büyük Kongre” denmişti. 20 Ekim Çarşamba gününe kadar, tam 36 saat 33 dakika süren Gazi’nin bu sunumu, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada beklendiği gibi çok büyük yankılar uyandırmıştı.


Cumhuriyet henüz 4 yaşındaydı ama öylesine olağanüstü dönemlerden geçilmişti, öyle dar boğazlar aşılmıştı ki, bunu birinci ağızdan yazıp söylemekte gelecek kuşaklar açısından büyük yarar görmüştü. O nedenle de, uzun zamandan beri hazırlamakta olduğu bu nutku okumak için, Gazi, parti genel kurulunun daha uygun bir ortam olacağına karar vermişti.


Böylece orada sadece milletvekillerine ve hükümet üyesi bakanlara hitaben değil, aynı zamanda tüm illerden gelecek CHP delegelerine, parti ileri gelenlerine, bürokraside yer alan üst düzey yöneticilere, komutanlara, kordiplomatiğe mensup tüm büyükelçilere hitaben bu uzun konuşmasını yapabilecekti.

Öyle de oldu.

TBMM Genel Kurul Salonu sonuna kadar doluydu ve insanlar adeta nefeslerini tutarak 6 gün boyunca Gaziyi dinlemişlerdi. “

Mustafa Kemal neden böyle bir şeye gerek duymuştu, tek amacı gelecek nesillere sesini duyurmak mıydı yoksa payidar kalacağını söylediği Cumhuriyet’i daha o yıllarda bile emanet edeceği kimseyi bulamadığını mı düşünüyordu bilmek mümkün değil. Ancak, onun hayattan ayrılmasının ardından onun yaptıkları ve söylediklerinin başkaca amaçlara hizmet etmek üzere kullanılmamasının yegane yolu bana sorarsanız buydu. Nutuk’un yayın hakkını Türk Hava Kurumu’na vermişti, Nutuk o tarihte mecliste okunmasa bile yeni nesillere ulaşabilirdi, ama O, altı gün boyunca hazırlarken bile büyük enerji sarfettiği Nutuk’u bizzat kendi sesinden milletin temsilcileri önünde mecliste okumayı tercih etmişti. O salonda bulunan herkes bu altı gün boyunca daha sonra yayınlanacak olan Nutku doğrudan onun sesinden dinlemişlerdi. Aslında bu bir hesap veriş olmakla birlikte yaptıklarının ve soylediklerinin daha sonra çarpıtılmaması içinde akıllıca uygulanmış bir yontemdi benim düşünceme göre. O salondaki hic kimse diğer kulaklarla birlikte duyduğu cümleleri çarpıtarak aktaramazdı, Nutuk basıldıktan sonra ilk ağızdan meclis önünde okunduğundan değiştirilemezdi. Bütün bunlar onun gelecek nesillere ilk ağızdan seslenmesinin birer garantisiydi. Mustafa Kemal gerçekten bir dehaydı, ancak onun dehasını çözemeyenler, söyledikleri ve davranışları arasındaki farkı göremediklerinden ardından gelen yıllarda yazılı koca bir metne rağmen, binbir karmaşaya neden oldular.

Keşke Cumhuriyet’in kurulduğu dönemden bu yana gelenekselleşebilen bir hareket olsaydı bu hareketi de, halktan uzak, halktan gizlenmesi gereken yönetim şekillerini ve yaptıklarını nedenleriyle bir bir meclis önünde doğrudan halka anlatabilme cesaret ve özgüvenine sahip hükümet yöneticilerimiz olsaydı. Ama bunun yerine, kendi yaptıklarını halktan gizleyerek her yaptığını nedenleriyle ortaya koyan ve arkasında duran bir liderin yaptıklarını çarpıtmaya çalıştılar bir çoğu.


Elbette bir dahinin ardından yeni şekillenmiş ve henüz özümsenmemiş bir Cumhuriyet ülkesini devralmak çok büyük bir riskdi. Yapılacak her yanlış davranış halk tarafından tepki alabilirdi. Nitekim paraların üzerinde ki Atatürk resimlerinin kaldırılması denemesi bu tepkiye maruz kalınca derhal geri adım atılmıştı.


Halk dahinin ardından gelecek her liderde aynı çıtayı arayacak ve eylemler bu çıtanın altına indiğinde tepkisini ortaya koyacaktı. Mustafa Kemal’in doğrudan halka hitap etmesi ve düşüncesinin özü ile birlikte yapılanları bir bir ortaya dökmesi, arkasından gelen siyasi liderler için birer yaptırım da sağlıyordu bu anlamda. Halk neyin neden yapıldığını bildiğinden, aksi bir harekete tepki gösteriyordu. Bu da Cumhuriyet’in en azından onun ardından bir süre daha korunabilmesinin garantisini sağlıyordu. Ancak O’da biliyordu ki bu yıllara şahit olan nesillerin ardından gelen nesiller için bu otokontrol işe yaramayacaktı. Kulaktan kulağa efsaneleşecek tüm yapılanlar sonunda etkisini kaybedecek ve hayat yavaş yavaş eski haline geri dönmeye başlayacaktı. Bu yüzden Nutuk o devri yaşanılanlar için değil daha sonra gelecek nesiller için bir kaynak ve başvuru kitabı olarak hazırlanmıştı.


Böylesine açık bir itirafnamesi elllerinde dururken Mustafa Kemal’in üzerine yapıştırılan etiketlerden yine de kurtulamıyor olmasının nedeni neydi o halde? Milletimizin kulaktan dolma bilgi ile hazıra konmaya bu kadar alışkın olması mı, yoksa bu sesin millete ve gelecek nesillere ulaşmasını doğrudan olmasa da dolaylı yollardan engellmeye çalışanların çabaları mı?

Orhan Çekiç tarafından hazırlanan çalışmaya yeniden dönelim.


“Kürsüde son derecede şık ve yakışıklı, yaptıklarından müthiş gururlandığı her halinden belli, kimi zaman sesini yükselterek kimi zaman alçaltarak, dost düşman tüm dünyaya sesleniyordu:


“…1919 yılı Mayısı’nın 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:”

Ülkenin o günlerde içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığıyla anlatıyor, Millî Mücadele günlerinin zor koşullarına değinirken sesi titremeye başlıyor, hele sonlara doğru, bütün bu mücadelenin muzaffer sonucu olan cumhuriyeti Türk Gençliği’ne armağan ettiği bölüme geldiğinde, “ Ey Türk Gençliği… “ derken artık daha fazla dayanamıyordu.

Ertesi gün İngiliz gazeteleri


“Gazi gözyaşlarını tutamadı…”diye manşet attılar.

Doğruydu.”

Yıllardır bez afişler, yağlı boya tablolar, beton, mermer, bronz büstler ve daha nice şekillerde cansız yüzünü seyrettiğimiz Mustafa Kemal ağlıyordu.

Peki neden?

Günümüzde ki gazete başlıklarını, düşüncelerin çeşitliliğini ve kendi öz düşüncesinden ne kadar uzaklaşıldığını, bu düşüncesinin sonuna eklenen “-izm” eki ile nasıl ırkçı bir soyleme dönüştüğünü mü getiriyordu gözünün önüne de ağlıyordu, yoksa artık omuzunda taşıdığı yükün ağırlığından yorulmuş gençlerden bu yükü omuzlamalarını mı istiyordu bilemeyiz. Bunlar biraz ajitasyon gibi dursa da birer tahmin. Sonuçta o gözyaşlarını tutamayan bir insandı. Ne o bez afişlerde gözleri çakmak çakmak olmuş asker, ne o soğuk beton büstlerde yüzünün şekil şekil olduğu bir heykeldi. O bir insandı.


Hayatta elinde kalan tek varlığı annesini bu vatan uğruna ardında bırakmış, yoluna çıkan her zor durumdaki Anadolu insanına elini uzatmış, bu halkın hakettiğini düşündüğü daha iyisi için yaşamını adamış, ne bir aile ne bir çocuk sahibi olamamıştı. bu topraklarda yetişen her çocuk onun evladı, her aile onun ailesiydi. Onlardan biri olmayı başarmıştı.

Neden bütün bunlara katlandı, kim ondan böyle bir şey istemişti ki? Yapmasaydı. Başkaları için en doğru kararı verdiğini düşünüp, bu kararı göz yaşları içerisinde milletine anlatan bir lider miydi o gerçekten. Arkasından onu tartışmamızı istemediğine dair bir cümlesi var mıydı tarihe geçen. Onu tartışmadan tanıyabilmemize imkan var mıydı? Yoktu.

O da bize ipucu olarak sadece Bir Nutuk bıraktı.

2 Şubat 2012 tarihli gazetelerde aşağıdaki haber yayınlanıyordu.


“AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, halen çeşitli medya organlarında tartışılmakta olan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve andımız konularında önemli açıklamalar yaparken, Atatürk'ü Koruma Kanunu'na da eleştiriler getirdi. Gençliğe hitabe ve andımızın kaldırılması tartışması için "Bunlar ayet mi?" sorusunu yönelten Çelik, Atatürk'ü Koruma Kanunu için de "Kimseyi kanunla sevdiremezsiniz. Atatürk gibi Cumhuriyeti kuran birisinin kanunla korunuyor olması ne büyük hüsran ve garip bir durum” dedi.

"ATATÜRK KANUNLA SEVDİRİLEMEZ"

Kanunla kimseyi sevdiremezsiniz. Neyi ideolojik hale getirirseniz onu dogmatik hale getirirsiniz. Siz eğer Atatürk’ü bir ideolojinin sığ çerçevesi içine hapsederseniz, Atatürk’ü kimsenin tartışmasına müsaade etmezseniz bu Atatürk’e yapılabilecek en büyük kötülüktür

"KANUNLA KORUMAK NE BÜYÜK HÜSRAN"

Kendi ülkesinin Milli Kurtuluş Hareketini idare etmiş olan, bir imparatorluğun külleri arasından bir Cumhuriyet kuran, o ülkenin kurucusu olan bir insanın kanunla korumak zorunda bırakılması ne büyük bir hüsrandır öyle değil mi? Ne kadar garip bir durum. DP, CHP’nin ithamlarından dolayı bir kompleksin neticesinde bu kanunu çıkartmıştır. Bir insan kendi milli liderini kanunla korur mu? Böyle bir şeye gerek var mı? Siz onu insanların gönlüne yerleştirmediğiniz sürece, silah zoruyla, devlet zoruyla kimseyi kimseye kabul ettiremezsiniz. Kenan Evren Paşa şunu demedi mi: 'Biz Atatürk’ü herkesin kafasına sokacağız.' Tüm okullara Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi dersi konuldu. Tıp Fakültesine de bu konuldu, ilkokuldan başlıyorsunuz üniversiteyi bitirinceye kadar. Bu sefer ne oluyor? Adeta bir zorlamayla, dikte ettirmeyle verildiği için sevilmiyor.

"GENÇLİĞE HİTABE AYET Mİ?"

Gençliğe hitabe konusunu da kamuoyunun oturup tartışması lazım. Şimdi, Reşit Galip andımızı getirmiş değil mi? Ayet mi bunlar? Reşit Galip böyle bir şey yapmamış olsaydı olmayacaktı. 12 Eylülcüler hatırlar mısınız Andımız’a ilavelerde bulundular. Sonra tekrar değiştirdiler. Böyle bir şey olmaz. Türkiye’de yaşayan yabancılar vardır. Mesela Bodrum’da yaşayan İngilizler var. Alanya’da oturan Almanlar var. Yabancılar bana mektuplar yazdılar, bakanlığımın ilk aylarında. 'Biz Türk değiliz, biz Türkiye’de yaşıyoruz ve çocuklarımız Türk okullarına gidiyor. Her sabah çocuklarınızı sıraya geçiriyorsunuz ve onlara and içiriyorsunuz' dediler. İnsani mi bu peki, doğru bir şey mi?

"PEYGAMBERİ KORUMA KANUNU YOK"

Hz. Peygamberi ele alalım. Atatürk’ü bir kenara bırakalım. Hz. Peygamberle alakalı bir ton hakaretamiz şey yazılıp çizilmemiş mi bugüne kadar. Hz. Peygamberi korumakla ilgili herhangi bir şey var mı? Netice şu: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesine bakarsanız, bir görüş sarsıcı, altüst edici, rahatsız edici olabilir. Şiddete yönelmediği sürece siz ona saygı duymak orundasınız. Birisi çıkıp der ki Atatürk dünyanın en demokrat insanıdır. Birisi de der ki Atatürk diktatördü.”

Bu açıklamanın yapıldığı 2012 yılının Şubat ayında, bu ülkenin yüzde kaçı Atatürk’ün bir kanunla korunduğunu biliyordu merak ediyorum doğrusu. Neydi bu kanun peki, neyi kapsıyordu, kimler tarafından ne zaman çıkarılmıştı?

Oda Tv nin Nisan 2012 tarihli bir yazısında bu sorulara cevap olarak aşağıdaki cümleler yer alıyordu:


“Atatürk'ü Koruma Yasası'nı Demokrat Parti çıkardı! Yani Adnan Menderes yasayı hazırlattı, Celal Bayar onayladı.

Peki niye?

DP 1950'de hükümet olunca dinciler "dinimizde heykel günahtır" diye Atatürk heykellerine, büstlerine saldırdılar. Yıktılar. Tahrip ettiler. Bunun üzerine bu yasa çıkarıldı.

Ve biliniz ki:

Bu yasa Türkiye'ye özgü değildir. ABD'den Avrupa'ya kadar hemen her ülkede "Lese Majeste" yasası vardır. Bir ülkeyi temsil eden tarihsel kişilere cahillerin söz söylemesini engelleme kanunudur bu.“

Şimdi bu açıklamanın ışığında kanunun maddelerine bir göz atalım.


“Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:

Yayın : Resmi Gazete
Yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872
Numarası : 5816

Madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Yukarıki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.

Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.

Madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet Savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.

Madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür.”

1950’li yıllarda yaşamında devam etme şansı olmayan Mustafa Kemal, arkasından böyle bir kanuna ihtiyaç duyulabileceğini düşünmüş olsaydı, Nutuk’ta Cumhuriyeti değil kendini emanet ederdi herhalde yeni nesillere.

Mustafa Kemal düşüncesini yok eden ve bu düşüncenin özüne tamamen zıt bu yamalar neticesinde zaman içinde oluşan tüm tepkiler ona mal edildi.


Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklamanın ardından, bu kanunun yürütmekle görevli olduğu söylenen Adalet Bakanı çıkıp, kanunun tarihçesi, içeriği hakkında en ufak bir açıklama yapmadı. Bu ülkede kanunlar meclisten milletinvekilleri tarafından geçiriliyorken, geçmişte oluşturulmuş temel hakları içerek kanunlar haricinde vatandaş olarak hemen hiç kimsenin bilgisi yoktu.

Bu kanun metni Cumhuriyet’i değil, onu düşünceden yaşama geçiren bir dahinin bedeninden geriye bir şey kalmadığı için şekillendirilmiş resim ve heykellerini koruyordu. O betonlaştırılmış soğuk büstün içinde olmayan zekanın ürettiği düşünceyi korumakla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Bu tamamen dönem hükümetlerinin Cumhuriyet ve Atatürk düşüncesini korumaktaki acizliğinin bir göstergesiydi ki, günümüzde Atatürk düşüncesinin karşısına alay edercesine dikilmesine neden olmuştu.

Ancak, Hüseyin Çelik bu eleştirisini gündeme getirirken bu kanunu çıkaran Demokrat Partiyi değil doğrudan, Atatürk düşüncesine inanları hedef alıyordu. Bu kanun kapsamında dahi olmayan ve düşüncenin ürünü olan hitabeyi “ayet mi?” diye nitelerken onu dinleyenler veya bu haberi okuyanlar arasında ne yazık ki bu ayrıma varmış bir dehaya rastlanmıyordu. Rastlansaydı da zaten konu düşünceyi en temel yasayla bağlayan Anayasa’daki Atatürk Milliyetçiliği sözcüklerine gelecekti.


Buraya kadar şunu söyleyebiliriz ki ne Demokrat Parti ne de Ak Parti Atatürk düşüncesini hiç anlamamıştı. Dolayısıyla Nutuk amacına hizmet edemiyor gibi görünüyordu. Emanet korunamamıştı.

Gazi, "Ey Türk Gençliği" derken ağlıyordu.

(Devam edecek)

fasulye

28 Nisan 2012 Cumartesi

EDEBİ SERÜVENLER - 1


Uzun bir zamandır ara verdiğim yazılarıma nihayet geri dönme fırsatı bulduğum bu yer İstanbul’un biraz dışında kendimle olmasa da doğayla başbaşa kalabildiğim bir yer. Hayatımda süregelen ve bedenimde ve ruhumda kalan tüm enerjmi tüketen bir yaşam diliminin ardından, en azından önümde uzanan sessiz nehir ve yeşil örtüye bakarak dinlenmeye çalışıyorum. Hayata vereceğim bu kısa molanın ardından ve yeniden bir koşturmacaya dalacağım ve yine antisosyalleşen yaşam düzenme ancak akşamları yapabildiğim kısa kitap okuma seansları ile devam edeceğim. Tıpkı bu bol oksijenli soluğu almadan önce yaptığım gibi.


Aslında oldum olası bir deniz veya nehir kenarında günlerce hayattan uzak tek başıma kitap yazmak gibi bir hayalim vardır. Ama artık beni tek başına bir hayattan uzakta tutan yaşam kaynağım oğlumun yaşam düzeni nedeni ile bir süre daha mümküm görünmeyen bu hayat düzeni, en azından bir iki günlüğüne de elime geçmişken en azından bir yazı yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Gelecek için planladıkalrımın bir provası sayılabilecek bu düzene henüz bir kaç saattir kavuşmuş olmama rağmen alışmakta hiç zorluk çekmeyeceğimi biliyorum. Bulunduğum yerin güzelliği ve tanıtımı ile ilgili bir yazıyı henüz yolun başında olduğumdan başka bir zamana bırakarak, önce de söylediğim gibi son dönemlerde bana farklı bir soluk aldırarak yaşamdan uzaklaşmamı sağlayan kitaplara biraz değinmek istiyorum. Aslında anlatmak istediğim kitap tanıtımı ya da öyküleri olmasından çok farklı bir şey olsada yine de en azından bu kitapların okuyucuya ulaşmasında belki benimde küçük bir payım olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.


Dediğim gibi ortalama iki aylık bir süreyi nerdeyse sosyal hayattan tamamen kopuk yaşamsal kesintiler, sorunlar ve iş yoğunluğu içerisinde geçirmiş olmama rağmen, güneş geceyle barıştıktan sonra kendimi bambaşka ve heyecan dolu bir serüven içerisinde bulmamı sağlayan ve gün içinde neredeyse bir an önce akşam olsada serüvenime devam edebilsem dediğim kitaplardan bahsedeceğim şimdi size. Elbette bu kitapların hayatımda bıraktığı izler ve damağında bıraktıkları tat benim yaşam koşullarımdan kaynaklı olabilir olsa da yine de kitap severler için olumlu birer referans olabileceğime inanıyorum.


Bundan yaklaşık iki ay önce oğlumla artık mahalle bakkalına dönmüş olmak sonucu batmanın eşiğine gelmiş avm lerden birine gittik. Aslında amacımız alışveriş olmadığı için avm nin neredeyse terkedilmiş görüntüsü bizi çok etkilemedi. Bizim ilgilendiğimiz ve hedefimize oturan asıl yer, rakiplerinden farklı bir temayla ortaya çıktığını düşündüren yeni bir oyun alanını ziyaret etmekti. Bir cuma akşamı olması neticesinde olduğunu düşündüğüm oyun alanındaki boşluk, avm nin terk edilmiş havasının bir kopyası gibi duruyordu. Hatta o kadar müşteri beklemiyorlardı ki soğuk bir kış günü olmasına rağmen belki de avm nin kotu mali koşullarından dolayı buz gibiydi. Bu boş ve buz gibi oyun alanı tüm caf cafına rağmen oğlumun ilgisini çekmeyi başaramadı ve gerçekten çok zavallı bir iz bırakarak sadece anılarımızda yer aldı. En azından elimiz boş çıkmayalım diye düşündüğümden avm deki neredeyse açık tek dükkan olan ünlü bir kitabevine daldık. En azından bir kitapçının tekstillin başedemediği avm deki krizle başetmiş olması oldukça sevindiricydi bana sorarsanız. Bu başarının devamnı sağlamak için elbette bende ufak bir katkıda bulunmayı planlıyordum. Aslında aklımda belirgin bir kitap yoktu. Sadece beni kapağı ya da adıyla heyecanlandıracak bir şey bulabilir miyim diye goz gezdirirken oğlum çoktan çocuk kitaplarının olduğu bölüme ulaşmış her gördüğü yeni kitaba hayretler içinde sarılarak bana sesleniyordu. Ona cevap yetiştirme telaşı içinde aslında düşündüğüm gibi sakin bir seçim yapamıyor olsamda raflardan birinde geçtiğimiz yaz arkadaşlık kurduğumuz birinin plajda gün boyu elinden düşürmediği için dikkatimi çeken kitaba rastlamış olmak bende belirli bir tanıdıklık hissi yaratmıştı. Kitabın en dikkat çekici yanı beyaz kapağı üzerinde ilkin 1 den 9 a kadar dizildiğini sandığınız sayılardı. Oysa dikkatli baktığınızda sayılar 1 den 9 a kadar dizilmiyordu. Kocaman sayıların üzerinde daha az dikkati çekcek bir büyüklükte “Aklından bir sayı tut” yazıyordu. Yazar John Vennon. Sayılar öylesine büyük ve göz alıcıydı ki kitabı bana hatırlatan yegane şeyler onlardı ve kitabın adının bu sayılar olduğunu düşünmeme sebep olmuştu. Oysa kitabın adı daha küçük harflerle yazılmış olan “Aklından bir sayı tut”du. Kitabın hemen yanında aynı tasarımda bu defa harfler olan bir başka kitap yer alıyordu. Kardeş oldukları belli olan bu iki kitaba uzandım ve artık oğlumun sorularına uzaktan bağırarak cevap vermenin uygun olmayacağını düşünerek onun yanına gittim. Aslında amacı kitap okumaktan çok hepsini ellemek ve ilginçliklerini daha eve varmadan burada tüketmek olduğu her halinden belli olan oğlum, bu nedenden bir türlü kitap seçemiyordu. Sonunda onu ikna edebileceğim ve okumasına faydası olacağını düşündüğüm daha az resimli bir kitap önerime razı oldu ve oradan ayrıldık.

Plajda okunan bir kitap imajıyla kafamda yer etmiş olan “Aklından bir sayı tut” un beni dinlendireceğini düşünüyorken daha kitabın ilk sayfalarından başlayarak beni içine sürükleyen ve her satırdan sonrasını merak ettiğim bir serüvene dönüşmesi uzun sürmedi. Her gece bir kaç sayfa daha okuyayım diyerek gece yarılarını bularak kitabı kısa zamanda bitirmiştim. Akıcı anlatım iki üç gece de kitabın kahramanı dedektif gibi hissetmeme neden olmuştu sanırım. Çünkü kitabı bitirdiğim gecenin ertesi günü kendimi içimden yazarın cümlelerine benzeyen cümlelerle bir olayın üzerinde fikir yürütürken yakaladım. Bu keyifli bir duyguydu yine de benim için. Hayatın içinde kendi başınıza uydurduğunuz küçük oyunlar gibi. Bittiğini sandığım hikayeyi yaratan yazarın ikinci kitabını okumak içinde sabırsızlanmaya başlamıştım. Ancak yoğunluk gecelerimi de ele geçirmeye başlayınca bu hemen olamadı. Ortalama bir hafta sonra ikincisine başlayabildim. Aslında kapak ve tasarımlarındaki tüm benzerliklerine rağmen aynı baş kahramanlarla her bölümünde başka olaylar yaşanan dedektif dizilerinin bir ikincisi ile karşılaşacağımı hiç düşünmemiş olacaktım ki, ikinci kitabın daha ilk sayfasında bir süredir kendisi gibi düşünmeye başladığım dedektifle karşılaşmak beni şaşırttı. Ama daha önce bu maceranın tadını aldığım için aynı öncesinde olduğu gibi kitabı bırakmak zorunda kaldığım gecelerin ardından gelen günler bir an önce akşam olsun diye beklemeye başlamıştım. Aslında bu ruh halimin büyük bir bölümü kendimce hayattan kaçışlarından kaynaklansa da kitaplar bana bu konuda gerçekten yardımcı olmuşlardı.

Kitabı elime aldığım andan itibaren bu dünyadan ayrılıyor ve yazarın yarattığı heyecanlı serüvene dalıyordum. Aslında film ve kitapları genellikle boyle tüketmek gibi bir huyum olduğundan filmler daha ekranda göründüğü anda adlarını hatırlamıyor olsamda başından sonuna kadar eksiksiz anlatabiliyor olmam evdekileri pek memnun etmiyordu. Çünkü daha ilk yazıları ekranda beliren her filme “bunu izlemiştik” diyor olmam filmi izlemeye hevesli aile fertleri mutluluk kaynağı olmadığı kesindi. Üstelik evde televizyona en uzak yaşayan kişi olmama rağmen seyrettiğim sayılı şeyleri onların saatler harcadıkları bu işleme rağmen hatırlayamamaları sanırım sinirlerine dokunuyordu. Ama beni hayattan yegane uzaklaştıran öyküler ya da uykuydu ne yazık ki. İstediğim zaman uyumanın mümkün olmadığı hayat koşulları içerisinde rüyalarımın kurgusu olmayan başka hikayelere kaçmak ise benim yapabildiğm en guzel beynimi boşaltma durumuydu.


Okuduğum kitaplar John Vennon’un başarılı bir reklamcılık kariyerinden sonra doğayla başbaşa kalabileceği yeni evinde yazdığı hayatının ilk iki kitabıydı. Kitapların arkasındaki kısa açıklamaları okumak ancak onları bitrdikten sonra aklıma gelmişti. Gerilim ve heyecan dolu sayfalarla beni ortalama bir hafta oyalayabilen bu kitaplar damağımda garip bir şekilde daha önce okuduğum iki kitabın tadını bırakmıştı. Üstelik tıpkı onlarda bu iki kitap gibi gerilim ve serüven üzerine kurulu, beyaz kapaklı ve neredeyse benzer tasarımlı kapaklara sahiptiler ve bildiğim kadarıyla iki taneydiler. Aslında düşününce bu dort kitapta neredeyse işlenen suçlara sizi hayran bırakacak zeka ürünü hikayelerdi. Bir çeşit suça övgü olmalarına rağmen sonunda tam olarak gerçek hayattan beklediğimiz gibi polisler galip geliyor ve ne kadar övgüye deger bir zeka ürünü olurlarsa olsunlar iyilerin tarafında da en az onlar kadar zekiler olabileceğine inancımızı kuvvetlendiriyorlardu. Daha önce okuduğumu söylediğim iki kitap Adam Fawler’ın Olasılıksız ve Empati isimli kitaplarıydı. Henüz bakmamış olsamda peşine düştüğümde Adam Fawler ında neredeyse başarılı bir kariyerin ardından kendini doğayla başbaşa kalabileceği bir ortamda emekliye ayırıp kitap yazdığına yemin edebilirdim bu benzerlik neticesinde. Hatta bu benzerliği farkettiğim ilk anda acaba yazarın iki farklı isimle bu dört kitabı yazmış olabileceğine dair bir de paranoya üretmeyi başardım. Bunun akla yakın gelmediğini bilsemde yine de düşünmemek elimde değildi. Akıcılık anlatım şekli ve zeka ürünü hikayeler bu anlamda birbirine çok benziyordu. Adam Fawler ve Joh Vennon tanışmalıydılar belki bu yüzden bana göre.

Sonra bir diğer gün çok satan kitaplar raflarının önünde dolanırken benzer kapaklı ve adından benzer içerikli olduğunu düşündüğüm başka kitaplar gördüğümü hatırladım. Bunlardan mümkün olan kadarını alıp okumayı düşünsemde aklımda okumak istediğim bunca kitap varken, bu tezimi ispatlamak için biraz daha bekleyeceğime karar verdim. Ama aranızdan okuyanlarınız olması ihtimaline dayanarak belkide biriniz bunu benden önce ispatlayabilir.


Nedense bu kitaplarda suç işlemek adına işletilen üstün zeka kafama takılmıştı. Eskiden Agatha Cristhe kitapları okuyarak polisiye kitap açlığımızı bastırırken şimdi yerli ve yabancı pek çok kitap bulmak mümkündü. Özellikle Ahmet Ümit’in tarihle içiçe macearalar üreten zekasına hayrandım. Ancak bahsettiğim bu dört kitap Ahmet Ümit in kitaplarından suçu işleyenin zekası ile biraz daha farklı bir yol çiziyordu. Sonra her gün haberlerde izlediğimiz ve gazetelede okuduklarımız geldi aklıma. Suç o kadar olağan ve gündelik hayatımızın bir parçasıydı ki artık. Alelade bir cinayet veya benzer bir hikayeyi anlatan bir kitabı kim okumak isterdi ki, hayat zaten hemen her alanda başlı başına suç üzerine kurulmuştu. Bu da polisiye yazarlarını artık farklı bir yola itmiş olmalıydı, her suçlunun sahip olamadığı özelliklere sahip yeni suçlular yaratmak. Hiç de mantıksız bir sav değildi bana göre bu. Bunu düşünür düşünmez annemin sürekli söyleyip durduğu mikroplar ve antibiyotikler konulu söylemi aklıma geldi. Ona göre antibiyotikler kuvvetlendikçe mikroplar güçlenmek zorunda kalmış ve mikroplar güçlendikçe daha güçlü antibiyotikleri üretilmeye başlanmış ve nihayetinde bu bir kısır döngüye girmişti, henüz bir kazanan ilan edilmediğinden ilerleyen yıllarda değişim gösteren hastalıklar veya ilaçların miligram ve dozajları hakkında fikir yürütmek imkansızlaşıyordu. Acaba tıp daha az ilerlese hastalıkalrda bir şekilde mücadeleden vazgeçer miydi diye düşünmekten edemiyordu insan. Polisiye kitaplarda suçlular için çıtayı her geçen gün biraz yükseltiyor ve öte yandan da ilham kaynağı olmaya devam ediyorlardı sanki. Yazarların kariyer eğitim vb özellikleri hayalgüçleri ile birleşince ortaya inanılmaz suçlar ve üstün zekalı katil ve suçlular çıkıyordu. Üstelik bu suçlular edebiyat , tarih ve bir çok konuda sıradan bir insanda çok daha fazla bilgiye sahiptiler ve bu nedenle işledikleri suçları bunlardan yaptıkları alıntı ve göndermelerle oldukça şıklaştırabiliyorlardı. Suç neredeyse bir sanat eserine dönüşüyordu bu yazarların elinde. Potansiyel suçluların bu çizgiye varması için bile eğitim şarttı. Belkide bu da fena bir yan ürün sayılmazdı. En azından suçluları suça iten sebepleri ortadan kaldırmak daha kolay olurdu belki bilmiyorum.


Tamamen bir ütopyanın içine daldığım bu benzerlik üzerine düşünürken bu defa bir üçleme ve filmi vizyonda olan “Açlık Oyunları” na bulaşmıştım bile. Gerilim dolu bir polisiyeden insana dair tüm çirkinliklerin orata çıktığı bir dünya düzenini anlatan bu üç kitap beni yeniden akşam olmasını dilediğim bir gerilimin içine sürüklemişti. Bir gerilimi bu kadar hevesle bekliyor olmam da sanırım benim psikolojim hakkında değiişik ipuçları veriyor olabilir.


Yine bir haftayı biraz geçen bir sürede bu üç kitabıda yine bu dünyadan ayrılıp yazarın yarattığı dünyanın içine sürüklenerek okuduktan sonra bir kaç günde kitabın kadın kahramanının düşünce yapısını çözmekle vakit harcamak zorunda kaldım. Çünkü nedense onunla benim aramda bir benzelik olup olamayacağı fikrine takılmıştım. Ama garip bir şekilde yine bu kitabın ardından bana tanıdık gelen bir şeyler olduğunu düşününce beynimde başka bir kitabın ya da filmin izlerini taramaya başladım. Garip bir şekilde iki yaz önce okuduğum bir başka üçlemede bu arayış son buldu. Alacakaranlık üçlemesi. Kitabın ardından tadı kaçmasın diye izlemediğim film gibi Açlık Oyunları nın henüz birincisi vizyona giren filmlerini de seyretmeyi düşünmüyordum. Ama her iki kitabında alışılmadık dünyalarında kahramana dönüşen kadın kahramanları yine bana yazarların geldiği noktayı düşündürmüştü. Oldukça talep alan kitap ve filmlerin kahramanı olan bu kadınlar yeni dünya düzeninde kadınların beklentisini mi, yoksa geldikleri noktayı mı temsil ediyordu acaba? Her ikisi de kafası karışık olmalarına rağmen kendi başlarına hareket eden, rutine, tabuya ve kurallara karşı dik başlı kadınlardı. Her ikiside iki farklı erkek tipinde ama kahraman ruhlu iki erkek erasında kalmışlardı. Her ikisinin etrafındaki erkeklerde biri cesur, gözükara ve deli gibi aşık olmasına rağmen ona sonsuz saygı duyan ve onu değil kendilerini yok etmeyi seçen tipler olmasına rağmen, diğer iki erkek kahraman olduğunu bile kabul edemeyecek kadar mütevazi ama yine de aslında diğerine göre gölgede gibi kalmış olsa da, kadın kahramanın vazgeçemediği ve koruma iç güdülerini harekete geçiren tiplerdi. Bu kitapların kahramanlarının bu kadar benziuyor olması da bir tesadüf müydü acaba, yoksa ben bilmeden bu benzerlikleri yakalayacağım kitaplara mı denk gelmiştirm. Bir kadının hayatındaki sonsuza dek sürecek bir sevgili fikrinin yerini iki erkeğinde sevilebileceği fikrine itiyordu insanı. İster istemez geçmişe nazaran silinmeye yüz tutan ailevi değerler, üstün sanılan duygular, fedakarlık ve benzeri şeyler hakkında düşünmek zorunda kalıyordunuz. Ama garip bir şekilde her iki kadın kahramanda bir ölçüde bencildiler ve zaman zaman bu açıdan kendilerini sorguluyor olsalarda içlerinden geleni yapmaya ve düşünmeden göz kara hareketlerde bulunmaya devam ediyorlardı. Millenium un kadın tipi bu muydu gerçekten. Aşağı yukarı aynı yaşlarda olan bu iki kadın gençliğin yeni ilahları olurken erkeklere de nasıl olmaları konusunda bir ipucu sunsa da genelde ataerkilden anaerkil bir yaşam düzenine doğru yol aldığımızın kanıtı olabilir miydi?


Her iki kitabında bende yarattığı bu garip etkilerden henüz bir sonuca varmış olamasam da, şu an yanı başımda bir Ahmet Ümit kitabı beni bekliyor. Yazdığım bu yazıyı kaydettikten sonra bir süreliğine Ahmet Ümit’in önüme açtığı yeni kapıdan girip bu defa yerli bir yazarın dünyasına yeniden konuk olacağım. Bakalım bu defa beni neler bekliyor ? Tam bu noktada Bab-ı Esrar ve Elif Şafak’ın Aşk kitabının kadın kahramanlarını düşünüyorum ve ardından beni Mevlana ve Tebrizi hakkında daha gerçekçi olmaya zorlayan Kimya Hatun kitabının kahramanını. Sanırım bir süreliğine siyasi dünyadan ziyade edebiyat dünyasının mesajlarına kulak vermeye devam edeceğim.

fasulye