21 Mayıs 2010 Cuma

Salıverdim Çayıra : Amerika (4)

Artık Amerika’lı sayılırdık. Sayılırdık da ailelerimize buraya vardığımıza dair bir haber vermemiştik. Muhtemelen bizi iyi tanıyan ailelerimizi iki gundur bizden ses çıkmayınca geri dönemeyceğimize kanaat getirmişlerdi. Otelin karşısında bulunan küçük bir market vardı. Yasemin bize oradan telefon kartları alabileceğimizi söylemişti. Odadan aramıyorduk çünkü bize demişlerdi ki, sakın odadan telefon açmayın, oda fiyatından daha çok ödersiniz uluslararası görüşmelerde. O ana kadar dinlemediğimiz söz olmuşmuydu, ya da başımıza gelmedik bir şey? Hayır..


Bu arada arkadaşımın bir başka arkadaşı o dönemde Türkiye’de olmayan Gilette Mac 3 siparişi vermişti ve şansa bakın ki markette o da vardı. Orta halli bir market olan yerde çok da ucuz yaprak sigaralar bulmuştuk. Gilette Mac 3 reyonuna geldiğimizde bir Türk olarak kendimizi belli ettik ve market sahibi kendimize alıyoruz sanmasın diye (niyeyse) arkadaşımın arkadaşından bahsetmeye başladık yüksek sesle, hem de İngilizce. Gilette Mac 3 alırken gösterdiğimiz başarıyı kart alırken gösteremeyecektik ne yazık ki, Çünkü üzerinde ülke isimleri yazılarak cama yapıştırılmış kartların arasında Türkiye yazanı bulamamıştık. Ama diyorum ya biz Türk’dük Fransa en yakın olan ülke diye düşünüp ondan aldık.

Marketin hemen önünde bir telefon kulubesi vardı. Hani şu para atılan siyah telefonlardan, kulubenin içine ikimiz birden girip ne kadar ararsak arayalım kartı sokacak bir delik ne yazık ki bulamadık. Tabi canım bu paralı telefon kartlı değil ki diyerek yol boyunca yürüyüp bulduğumuz bütün telefonlara aynı muameleyi uyguladık. Nafile bir çabaydı. Hatta ertesi gun otelin civarındaki kulubeleri ve hatta Disneyland içerisinde bulduğumuz bütün kulubeleri deneyecektik ve hiç birsinde elimizde bulunan koca kartı uyduracak bir dleik bulamayacaktık. Neden sonra aklımıza kartın üzerindeki yazıları okumak gelecekti.

Kartın arkasındaki numarayı kazıyıp verilen numarayı çevirmemiz gerektiğini anladığımızda aslında bu olayı kimseye anlatmamaya karar vermiştik ama üzerinden on yıl geçti zaman aşımına uğramıştır diye düşünüyorum. Kartın üzerindeki numarayı çevirip kazıdığımız numarayı söylediğimizde de bir sonuca ulaşamayacaktık, zira aldığımız kart Fransa içindi Türkiye değil.

Biz tüm bunlarla uğraşırken aradan bir gün daha geçecekti ve ertesi sabah odamızın telefonu acı acı çaldığında, hangimiz açacağız diye birbirimizin suratına bakacaktık, çünkü yüzyüze dudak okuyarak bile zor anladığımız İnglizceyi telefonda anlamaya çalışmak epey zor olacaktı. Arkadaşım büyük bir cesaret örneği göstererek ahizeyi kaldırdığında karşısında kurum genel müdürümüz sekreterini bulacaktı. Ailelerimiz bizden haber alamayınca kurumu aramış onlarda oteli aramak zorunda kalmışlardı. Çok tatlı bir hanım olan kurum genel müdür sekreterimize olanı biteni anlattığımızda bize odadan aramımızı soyledi, o ana kadar tuttuğumuz tüm sözler gibi bu sözüde yerine getirdik. Neyse bir sorunu daha başarı ile aşmıştık. Amerikalı yaşantımıza kaldığımız yerden devam edecek kalan altı gün boyunca başımıza az sonra anlatacaklarım gelecekti. Her günü teker teker anlatmak yerine bundan sonraki bölümlerde peş peşe anlatmayı tercih edeceğim, yoksa bir kitap çıkacak bu maceradan.

Her sabah önce seminere gidiyor arkasından odaya gelip etrafa saçılmış pijamalarımıza aldırmadan üzerimizi değiştiriyor, yanımıza yiyecek ve içeçek ile hırka benzeri bir şey alarak disneyland servisine biniyorduk. Bu arada marketi iyice keşfetmiş olduğumuzdan yiyeceğimiz şeylerin bir kısmını oradan almayı adet haline getirmiştik. Hatta alışveriş listemize şekerler ve yaprak sigaralar da eklemiştik. Kim takardı oda servisini, Türk’dük bir kere biz.

Yine böyle bir günde arkadaşım marketten üzerindeki resimden, yazıdan değil, resimden siyah üzümlü olduğuna kanaat getirdiğimiz kalem şeklinde uzun jel şekerlerden almıştı. Oldum olası tatlı ile arası olmayan benim için çok da önemli ya da iştah açıcı değillerdi. Bu nedenle şekerlerin yok oluş hızı hakkında en ufak bir fikrim yoktu odaya döndüğümüzde. Ta ki arkadaşım tuvaletten “Kakam yeşil çıkıyor” diye çığlık çığlığa bağırana kadar. Kakası yeşil çıkan bir oda arkadaşım vardı, üstelik bağırıyordu ve ben birini aramaya kalksam acaba bütün bunları İngilizce nasıl söyleyecektim. Genelde acil durumlarda camı kırmadan da soğukkanlı olabilme huyum vardır. Hemen kafamdaki bilimum düşünceyi uzaklaştırıp, olaya odaklandım ve şekerleri hatırlardım. Sonunda anlaşılmıştı ki arkadaşım, siyah üzümlü jel şekerleri gerçekten çok beğenmişti. Paketin tamamını da yediği için haliyle vücudu atarken renk değişimini ancak bu kadar sağlayabilmişti. Korkulacak bir şey yoktu.

Otelimizin çok yakınında Nike’ın Fabrika Satış Mağazası olduğunu keşfetmiştik, fiyatlar uygun görünüyordu ama bizim Türkiye’deki Nike fiyatları hakkında bir fikrimiz yoktu. Bu nedenle döndükten sonra pişman olacak olmamıza rağmen öyle çok da bir şey almamıştık. Yine de bazı akşamlar yürüyüş de olması amacıyla Nike Fabrika Satış Mağazası’na doğru yürüyüşler yapıyorduk. Caddeye açılan ara sokakdan karşıya geçmek üzereyken, sokağın ilerisinden bir tırın geldiğini gördük. Amerikalıların büyük anlayışı tırlarda daha bir kendini göstermişti sanki. Ebadı görünce, ecdadı korumak adına durduk haliyle. Ama beklenmeyen bir şey oldu tır bize varmadan yaklaşık iki metre önce durdu. Ama koca tırla şaka olmazdı tabi, ayrıca cüssesi gerçekten saygı yaratacak kadar büyüktü. Biz beklemeye devam ettik ki, geçip gitsin önümüzden. Derken tır şoförünün elini kolunu sallayarak bir şeyler demeye çalıştığını farkettik. Adamcağız bizi gördüğü için durmuştu ve geçmemizi bekliyordu. İnanabiliyor musunuz? Yaya kaldırımı, ışık, polis, trafik işaret ve işaretçilerinden hemen hiç biri orada değildi. Sadece yolun kenarındaki çalışıkta flamingo benzeri kocaman bir kuş vardı, kocaman bir tır bize yol veriyordu, bunun da adı Alice Harikalar diyarında olmalıydı. Aslında bu tür muamleye alışık olmadığımızdan adamın el kol hareketlerinin geçsenize ne bekliyorsunuz demek olduğunu anlamamız için de biraz zaman gerekti ve dolayısıyla ecdadı tam olarak kurtaramadık sanırım.



Bir başka gün Disney’de bir park dönüşü, parkın içinde dönüp duran tren gibi bir araç gözümüze takıldı. İki tarafı açık bu araçla parkı saatlerce yorulmadan gezebilmek mümkündü belkide. Çünkü bir parkı bütün gün dolaşmak bile yetmiyordu. Girmek istediğiniz alan için bir de sıra beklemeniz gerektiği düşünülürse ve bizde her alana girmek istediğimiz için bayağı vakit kaybediyorduk. Tren benzeri araç içinde sürekli bir anons yapılıyordu. Ama biz anlamıyorduk tabi. Belkide park hakkında bilgi veriliyordu kimbilirdi.

Araç durduğu bir anda hemen boş koltuklara kurulup etrafı seyretmeye hazırlandık. Aslında parkın yarısından fazlasını dolaşmıştık ve gün batmak üzereydi. Bu arada Orlando’da gün batımı da Disneyland’da gördüğümüz her şey kadar güzeldi. Hatta bir ara bunun da yapay olup olmadığından şüphe duymadık desem yalan olur. Ay’a ilk gidenlerin Amerikalılar olduğuna da şaşmamak lazım bence, çünkü gözümle gördüm ay oraya daha yakın ve kocaman..


Tren haraket ettiğinde ağrıyan ayaklarımızı uzatmış, bundan sonrasında yorulmayacağız diye bayağıda keyiflenmiştik. Tek sorun bir yerde inmek istersek ne yapacağımızdı. Ama bu da hiç sorun olmadı çünkü tren yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuk boyunca hiç durmadı. Durmadığı gibi park alanından ayrılarak yaklaşık 2 kilometre uzaktaki, bizim daha önce hiç farketmediğimiz dev otoparka gitti ve durdu. Bindiğimiz tren insanları arabalarına taşımak içindi. Ayrıca hava karardığından park kapanmak üzereydi dolayısıyla geldiği gibi geri gitmeyecek son trendi bu bindiğimiz. Ahh şans.. Yine yüzümüze değil arkamızdan gülmüştü.. İnsanlar arabalarına doğru ilerlerken.. Kimse bizi farkediyormu diye etrafı süzerecek bizde iki kilometre uzaktaki parka doğru yürümeye başladık karanlıkta. İki yabancı gibi.

Otelimize bizi taşıması gereken servisin olduğu alana geldiğimizde tabanlrımız zonklamaya başlamıştı ve ne olmuştu bilin. Son servis de bizi almadan hızla kaybolmuştu karanlığın içinde. Hava buz gibi olmuştu, otel yürüyüş mesafesinde değildi ve karanlıktı. Uzakta duran taksiye gözümüz iliştiğinde, hava alanından otelede öyle gelmiş olmamıza rağmen arkadaşımın aklına Türkiye’de duyduğu tembihlerden biri gelmişti. Aman sakın siyah derili insanların kullandığı taksiye binmeyin. Neden diye sorduğumda o konuda bir açıklama yapılamdığını söyledi. Bir tek taksi vardı onunda şoförü siyah deriliydi ve saat gece yarısına gelmek üzereydi. Bir on beş dakika fikir telakkisinin ardından otele dönmenin başka yolu olmadığına karar verip taksiye bindik. Başımıza hiç bir şey gelmeden otele varmayı başarmıştık.

Ama o şansı bir yakalasaydık var ya... Bu arada otopark anısı olarak bir aracın plakasını fotoğraflamayı ihmal etmedik, çünkü portakalı ile ünlü olduğunu anladığımız Orlando’da tüm araçların plakalarında portakal resmi vardı.

devam edecek..

4 Mayıs 2010 Salı

Salıverdim Çayıra - Amerika (3)

Kendi aramızda kısa bir mütalaanın ardından nasıl olduysa şehir dışındaki Hyatt Regency olduğuna karar kıldık ve inanılmaz bir şekilde haklı çıktık. Gerçekten o ana kadar şans eseri yolumuzu bulmuştuk, şansımızın bizi terkettiği anda neler olabileceğini düşünemiyorum bile..

Otele varmak için yaklaşık yarım saat yol gittik. Otabandaydık ve hız sınırı 50  falandı sanırım. Hyatt Regency Oteli otobandan çıkan bir yolun ayrımında gayet seyrek binaların olduğu bir yaşam alanındaydı. Otelin tam karşısında Radison Otel vardı yanlış hatırlamıyorsam. Otelin kapısında taksiden indiğimizde borcumuzu sorduk. Ama gelmeden önce her şey için bahşiş vermemiz gerektiği konusunda tembihlenmiştik ama ne kadar vermemiz gerektiği konusunda tembihlenmemiştik. Taksi kırkbeş dolar tutmuştu, taksiciye de bahşiş vermemiz gerektiğini düşünmediğimizden adama kırkbeş doları uzattık. Parayı alıp beklemeye devam etmesinden bahşiş beklediğini anlayıverdik inanmazsınız. Beş dolar daha uzattık ama pek memnun olmuş görünmedi açıkçası.

Hava otuz derecenin üzerinde sıcaktı ve sanıyorum sabahın sekizi falandı bizim üzerimizde Ankara koşullarına uygun kalın kabanlar ve kıyafetler vardı. Artık bir an önce otele girip yayılmak niyetindeydik.. Ama anlayacaktık ki bu sadece bir niyetdi..

Resepsiyona yaklaşıp isimlerimizi söylediğimizde, deskteki kadının söyediği bir araba laftan hemen hiç bir şey anlamadık. Zaten o yorgunlukla (yaklaşık 20 saattir yoldaydık ve başımıza gelmedik kalmamıştı) Türkçe'de konuşsa bir şey anlamazdık sanırım. Derken bir mucize daha gerçekleşti ve otelde staj yapan bir Türk kızı olduğunu öğrendik. Nasıl mı? Söylenenleri anlamadığımızdan kızı çağırmak zorunda kaldılar.4

Yasemin adındaki kızcağız bize bir gün geç geldiğimiz için rezervasyonumuzun iptal edildiğini söyledi. Yuhdu artık harbiden.. Ama biz sanki çok normal bir şeymiş gibi davranarak bize yeni oda verip vermeyeceklerini sorduk. Otelde o an için boş oda yoktu, ancak boşalacak odalar vardı. Tamam dedik haliyle, başka çare mi vardı ki... Saat onikiye kadar bekler boşalan odaya gireriz diyorduk ki, orada odaların saat dörtte boşaltıldığını öğrendik.. Pişmiş tavuğa beş basar durumdaydık artık. Peki dedik çaresiz, bu üzerimizi de değişemeyeceğimiz anlamına geliyordu. Kışlık bot ve kıyafetlerimizle Orlando güneşi dışarda bizi bekliyordu. Hiç değilse valizlerimizi bir yere bırakıp bırakamayacağımızı soruduğumuzda neyseki cevap olumluydu.

Valizleri teslim ettikten sonra otelin açık büfe restoranına gözümüz ilişti, haliyle acıkmıştık ve doğru oraya girdik. Uzaktan zengin görünen açık büfede damağımıza göre pek bir şey bulamadık, gördüğümüz en tanıdık şey ise karpuzdu. Bir şeyler atıştırıp, masaların üzerinde duran içeceklerden tatmaya karar vedik, benim ilk denediğimin viski olduğunu anlamam uzun sürmedi. Gerçi artık viski değil ispirto bile içsem daha fazla dağılamazdım.

Doyduğumuza kanaat getirip restoranı terkediyorduk ki.. Garson koşarak arkamızdan geldi ve hesap dedi. Yani sanırım öyle dedi. Bizde sanırım ona ptelin müşterisi olduğumuzu söyledik, gerçi henüz elimizde anahtarımız yoktu ama.. Adam ikna olmuyordu, bizde adamın müşteri olmadığımızı sandığını sanıyorduk. Yasemin yeniden devreye girdiğimizde anladık ki, aslında otel bize söylendiği gibi oda+kahvaltı değildi ve biz hesabı ödemeden kaçan uyanık Türk'lerdik. Artık gülsek mi ağlasak mı bilemeden adam başı otuz dolar kahvaltı ücretini ödeyip hızla ordan uzaklaştık.

Önümüzde uzun saatler, üzerimizde kışlık kıyafetler vardı ve fakat artık kafamızın içinde bir aklımız kalmamıştı. Derken otelin lobisinde Disneyland deski olduğunu farkettik ama bu defa daha akıllı davranıp Yasemin'i bulduk ve bilgi aldık. Otelden Disneyland'a servisler vardı. İstediğimiz zaman 12 dolar verip bu servislerle gidip gelebiliyorduk. Ne duruyorduk o halde.. Hemen biletlerimizi alıp servise bindik. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Disneyland'daydık. Disneyland dört büyük parkdan meydana geliyordu her birinin farklı bir teması vardı bunlardan biri de zaten MGM Stuıdios'du. Hangisine ilk daldığımızı hatırlamıyorum ama gişede kuruğa girdik. Günlük giriş elli dolardı sanırım, ama bir haftalı bilet alırsanız çok daha ucuza geliyordu. Bu arada bizim katılmamız gereken bir seminer vardı ve saatleri hakkında da pek bir fikrimiz yoktu. O nedenle günlük bilet alıp içeri daldık. Gördüğümüz muhteşem yer karşısında yogunluk ve sıcak artık bizi etkilemiyordu. Canımızı okuduğumuzu otele döndüğümüzde anlayacaktık. Tüm bunlarn üzerine bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik ve o gün dev gibi bir parkı gezdik. Muhteşemdi..

Otele döndüğümüzde sanırım saat dokuza geliyordu. Dönmeyi başardık yani.. Rezevasyonumuz iptal olduğundan bize ancak sigara içilmeyen binadan bir oda ayarlayabilmişlerdi. Olsundu, üzerimize garip bir rahatlık gelmişti, hiç umursamadık.

Odaya girdik valizleri açmamız gerekiyordu ama hiç halimiz yoktu, sırayla duş aldık ve kilidinin biri açılmayan valizle bir süre göz göze baktıktan sonra arkadaşım bir kez daha çantasına bakmaya karar verdi. Ne oldu bilin.. O debelenip bulamadığımız ve stresten strese girdiğimiz anahtar çantanın içinden ışıldayarak çıktı. Valiz kurtulmuştu, artık onu kırmamız gerekmiyordu, bağlamamızda..

Banyonun ve anahtarın bulunmasının verdiği rahatlıkla ikimizde yastıkla buluşmadan uykuya dalmıştık bile.

Ertesi sabah kalktığımızda ikimizde cin gibiydik ne saat farkı ne de onca macerayı biz yaşamamışız gibi keyifle giyindik. Bu sefer restorana girmeyecek kadar akıllanmıştık. restoranıın hemen yanındaki küçük kafede donut ve kahveyle amerikan usulü bir kahvaltı yaptık. E artık bizde buralıydık..

Seminer salonlarını bulma başarısını bile gösterdik. İkimizin programı farklıydı, bütün günümüz seminerde geçmesin diye aynı saatte farklı seminerlere yazdırmışlardı bizi. Bu da öğleden sonramızın boş olduğu anlamına geliyordu. Tabii ki Disneyland'a gidecektik. İkimizde çevremizde konuşulanları hiç anlamıyor olmaktan rahatsızlık duymadan kendi salonlarımıza gittik. Benim girdiğim seminerde şirketlerde web training eğiriminin nasıl projelendirileceği ve maliyetleri anlatılıyordu. Zaten yaptığım iş bu olduğundan sunum eşliğinde anlatılan semineri anlamakta zorluk çekmedim. Hatta bu projelendirme aşamasında benim tek başıma yaptığım iş için yedi kişi belirlendiğini ingilizce dinleyerek, Türkçe şoka bile girdim.

Seminer aralarında hemen birbirimizi bulup koyu bir sohbete dalmış gibi yaparak diğer insanlarla muhabbet kurmamayı da başardık. Seminer bittiğinde odaya fırlayıp üzerimizi değiştirecektik ki, oda da derli toplu düzenlenmiş yataklara rağmen sağa sola fırlatılmış terlik ve pijamalarımızla karşılaştık. Hayır Türk olduğumuz için değil, sigara içilmeyen binada odada sigara içtiğimiz için oda görevlisi bize kızmıştı. İzmaritleri tuvalet kağıdına iyice sararak atmış olsakda Türk aklımızla, haliyle oda kokuyordu. Odanın bir balkonu olmasına rağmende sigara içilmeyen binada sigara içerken yakalanmayalım diye içerde içmiştik sigaralarımızı.. Ne yalan söyleyeyim hiç umursamadık, gamsızlığın doruklarına ermiştik biz bu ülkede.. Hemen giyindik yanımıza yiyecek bir şeyler aldık.. Ayrıca boş matara ve Tang toz içeçek bile getirmiştik. Mataralarımızı doldurduk yanımıza kazak alıp yola çıktık. Çünkü gündüz çok sıcak olan şehir akşam birden bire buz gibi oluyordu.

Ve yine Disneyland'daydik bir gn önce tecrübelenmiştik. Servis park alanında belirli bir numaranın üzerinde duruyordu ve akşam kalkış saatinde yine o numaralı alandan herkesi toplayıp kalkıyordu. Ama biz o gün kendimize duyduğumuz gereksiz güvenle numarayı ezberlememiştik ve buna ayrıca pişman olacaktık. Detaylarını daha sonra anlatacağım muhteşem bir gezinin ardından park alanına geldiğimizde onlarca servisin orda durduğunu anladık. Ama hepsi numaraların üzerinde duruyor ve biz zaten hatırlamadığımız numaralrı çağrıştıracak herhangi bir şey hatırlamıyorduk.

Bir şekilde şoförmüzü tanıyıp servisimizi bulduk ama bulana kadar da soğuk terler döktük çünkü parklardan kalan son servislerdi ve onları kaçırırsak otele dönmenin yeni bir yolunu bulmak zorunda kalarak başlıbaşına bir maceraya daha imza atacaktık.  Kan ter içinde kendimizi servise attığımızda serviste bizden başka kimsenin olmadığını farkettik. Kalkış anına kadar otobüsün yanında dışarda bekleyen şöfor yolcu kapısından bindiği otobüse ve bir anda bize dönüp işaret parmaklarını sallayarak "Hey guys!" diyerek gülmeye başladı. Bizim için hayırdır inşallahlık bir durumdu ve o ana kadar hiç bir şeyden tırsmayan biz, gereksiz olduğunu anlayacağımız bir endişeye kapıldık. Bomboş ve karanlık bir otobandan geçerek otelimize donecektik ve serviste bizden başka kimse yoktu ve şoförümüz pek tekin gözükmüyordu. Ama işte burası Türkiye değildi. Yola çıktıktan sonra şöfor arkasını dönerek bizi bir kaç kez öndeki koltuklara da davet edince biz de bet beniz attı ve duymuyormuşuz gibi yaparak camdan görünmeyen dışarıyı seyretmeye devam ettik. Ellerimiz göğsümüzde kavuşmuş iki sağırdık o andan sonra.

Ancak şoförümüzün vazgeçmeye niyeti yoktu ve bizde salak ile avanakdık ne yazık ki. Adama ayıp olacağına kanaat getirip öne geçtiğimizde adamın yol boyunca anlattıklarından hiç bir şey anlamadığımız için aptal aptal gülümseyip durduk. Çünkü bir yandan da otele ne kadar kaldığını anlamak için sürekli yola bakıyorduk. İnerken adamcağıza engin İngilizcemizle bye diyerek hızla odamıza koştuk.

Uyumadan önce sigaramızı içip banyolarımızı yaptık ve yine deriiiin bir uykuya daldık..

(devam edecek)

Salıverdim Çayıra - Amerika (2)

Derken gideceğimiz gün gelip çatmıştı. Bizi havaalanında dış hatların kapısında bıraktıklarında saat sabahın üçü idi. Şubat ayıydı ve Ankara'da hava çok soğuktu. İstanbul'da aktarılacaktık önce, sonra da Miami'ye doğru yola çıkacaktık. Gözlerimizi açık tutmaya çalışarak, dış hatlardaki bir cafeye oturduk. Niyetimiz bir kahve içip kendimize gelmekti. Arkadaşımın valizi o zamanlar yeni çıkmış olan şu sert plastik gibi şeylerdendi. Ne dendiğini hala bilmiyorum. Babası yurt dışından almıştı ve üzerinde kilitleri vardı.



Nerden icabettiyse kahvelerimizi içerken, arkadaşım birden valizini açma fikrine kapıldı. Anahtarlarını kocaman tahtadan bir elma anahtarlığın ucuna taktığını söylemişti.

Çantasını karıştırmaya başladı, epeyce bir süre çantanın içinde dolanmasına rağmen anahtarları bulamamıştı. Bu defa sen heyecandan bulamamışsındır diye bir de bek bakayım dedim, ama sonuç onunkinden farklı olmadı. O anahtarlar olmadan da valizi açmak, ancak kırmak yoluyla olabilecekti ve valizin başına bir şey gelirse babası bundan pek hoşlanmayacaktı. Bir süre sonra ikimiz birden çantanın içindeki her şeyi masanın üzerine yaymış, tekrar tekrar bakıyorduk. Kabanının, pantolonunun ceplerine her yere baktık. Yok.. Anahtar uçmuştu sanki.. O kadar aramaya orda olsa kesin bulurduk diye düşünerek, bu sefer anahtarların evde kaldığına kanaat getirdik. Bu da beraberinde “İyi ama orada valizi nasıl açacağız?” sorusunu gündeme getirdi haliyle. Uçağın kalkmasına bir saat kadar bir vakit kalmıştı.


Artık ayılmak için kahveye ihtiyacımız yoktu.. O saatte işlemeye alışık olmayan beynimiz bir anda uyanmıştı. Bir süre daha arama ritüelini tekrarladıktan sonra, arkadaşım evdekileri arayıp sormanın iyi olacağına karar verdi.

Bizi havaalanına benim ailem getirmişti. Dolayısıyla onun ailesi şu saatte kesinlikle uyuyor olmalıydı, bu nedenle o saatte ararsa bir şey olduğunu sanıp, paniğe kapılabileceklerini söyledim ama, havaalanındaki panik daha fazla olduğundan dayanamadı aradı. Telefonu duymuyorlardı, uyuyorlardı haliyle. Zaten duysalar ve anahtarı bulsalar bile uçak kalkmadan bize yetişmeleri de pek söz konusu değildi. Ama hiç değilse anahtarı aramaktan vazgeçecektik.

Valiz açılmadıkça ikimizide stres basmıştı, çok pahalı bir valiz bu kıramayız diyordu arkadaşım, bunu kırar ordan yenisini alırız dediğimde. Sabahın dördünde ikimizde normal düşünemiyorduk sanırım. Birden aklımıza havaalanı güvenliği geldi. Nasılsa onlar valiz açmanın bir yolunu biliyorlardır, işleri bu diye düşündük.


Güvenlikteki adam hikayemizi dinledikten sonra, elindeki yüzlerce anahtarı valiz üzerinde denemeye başladı, ikimizde gözlerimizi kocaman açmış onu takip ediyorduk, ve bilmem kaçıncı anahtara gelindiğinde, bir tık sesi duyuldu, kilidin bir tanesi açılmıştı.. Heyoyduu... Ama ne yazık ki konu burada kapanmayacaktı, zira aynı anahtar diğer kilidi açmıyordu ve geri kalan anahtarların hiç biriside açamadı.

Şimdi ilkinden daha vahim bir durum vardı valizin bir tarafı açıktı ve uçağa yerleştirme sırasında atılıp tutulacağından muhtemelen içindekiler saçılacaktı. Az öncenin kahramanı anahtar açtığı kilidi anlamadığımız bir mantıkla şimdi kapatmıyordu çünkü..

Kaybolan anahtarla başlayan ve açılmayan valizle devam eden kriz, yarı açık valiz şekline dönüşmüştü, uçağın kalkmasına artık çok az zaman vardı. Valizi bu şekilde taşımak bile çok zordu.

Sonra yine bir mucize oldu, hava alanındaki satış dükkanlarından ip tarzı bir şey alıp valizi bağlamak geldi aklımıza.. Ne de olsa Türk’dük.

İnanılmazdı ama ilk girdiğimiz dükkanda çamaşır ipi satılıyordu.. “Hava alanında neden çamaşır ipi satılır ki?” diye düşünmek o an için çok saçmaydı.. Demek ki lazım oluyordu..

Valiz koyu bordo, çamaşır ipi kalın naylon, burgulu ve masmaviydi.. Yapacak bir şey yoktu, mecburen valizi o iple sıkı sıkıya bağladık. Köyden indim şehire modeliyle Amerikaya gidiyorduk. Otele vardığımızda nasıl açacağımızı yeniden düşüneceğimiz sorun en azından o an için çözülmüştü

Artık zaman kalmadığından, valizlerimizi teslim ettikten sonra elimizde kalan küçük çantalarla uçağımızın kalkacağı kapıya geçmek için güvenliğe geldik. Geçebildik mi sanıyorsunuz. Hayır. Bu defa da arkadaşımın valizinde bir çakı olduğu anlaşıldı. Hayır, hayır o bağlı valizde değil, küçük elinde taşıdığı valizde.. Çünkü orada domuz eti yemek zorunda kalırsak veya yemekler pahalı olurda paramız yetmezse diye çantamıza bir kısım kuru gıda doldurmaya karar vermiştik.

Otelin oda + kahvaltı olduğu söylenmişti bize, bize verilen harcırahın yanısıra biriktirdiğimiz üç kuruşuda boğazımıza harcamaya niyetimiz yoktu haliyle. Bu düşünceden yola çıkarak gıdasız kalma riskine karşı arkadaşım bir de kaşar peyniri koymaya karar vermişti valize ve haliyle onu kesecek bir de bıçak gerekiyordu.

Polis valizi açtırdı ve tabii ki çakıyı aldı. Neyse sonuçta çakı paşa dedenin değildi. Ondan kolayca ayrıldık ve uçağımıza bindik.

İstanbul'a indiğimizde, nispeten daha sakindik. Ben ilk uçak tecrübemi yaşamış bulunmaktaydım. Miami’ye tecrübeli bir yolcu olarak gidebilirdim artık.

Miami'ye bizi uçuracak uçağın saati gelene kadar free shop'da turlamaya karar verdik ve başımıza başka bir şey gelmeden uçağımıza binebildik.

Uçağımız okyanus geçeceğinden bir airbus'dı, benim gibi hayatında ilk kez uçak yolculuğu yapan biri için gerçekten çok büyüktü. Yerlerimize yerleştik. Bu yerleşme havalanma öncesi yaklaşık üç saat sürecekti ne yazık ki, çünkü uçakta bir problem çıkmıştı ve biz içindeyken hangara girmek durumunda kalmıştı. Yok canım bunun bizim kötü şansımızla bir ilgisi olduğunu düşünmedik, en azından o an için.

O üç saatin nasıl geçtiğini tam hatırlamıyorum desem yeridir. Yaklaşık 13 saat sürmesi gereken yolculuğumuz, rötarımız dahil 16 saate çıkmıştı. Ama kötü şans Amerika topraklarında yakamızı bırakacaktı çünkü okyanus geçiyorduk ve eskilerin tabiriyle bu üzerimizdeki büyülerin bozulmasına neden olacaktı. Ama ne yazık ki zekamıza bir katkısı olmayacaktı.

Miami hava alanına indiğimizde saat farkından dolayı yine gece geç bir saat olmuştu. Bütün güvenlik geçişlerini inanılmaz bir şekilde sorunsuz geçtik ve hatta o dönemde Türkiye'den Amerika’ya girişi yasak olan süt ve süt ürünlerine rağmen, valizdeki kaşarı kimse farketmedi..

Miami havaalanındaki Türk yetkililer, gerçekten Türk'tü, bunda şaşılacak bir şey yoktu elbet. Ama nedense Türkçe konuşmuyorlardı. Bir çeşit deformasyona uğramışlardı sanırım, çünkü özellikle bir tanesi gecenin o vakti içerde taktığı pilot gözlükleriyle, Amerikan filmlerindeki dedektifler gibi davranıyordu. Yine de valizdeki kaşarı bulmayı beceremedi. İngilizcemizin kıt olduğunu anlamasına rağmen inatla bizimle Türkçe konuşmadı.

Asıl sorun, uçak rötar yaptığından Delta Airlines'daki uçağımızı kaçırmış olmamızdı. Üst kattaki THY bürosunu bulup bunu ilettiğimizde bize Delta Airlines ile anlaşmaları olmadığından yapacakları hiç bir şey olmadığını söylediler. E güzeldi. O halde iş başa düşmüştü. Delta Airlines a gidip derdimizi anlatmamız gerekiyordu. Nerden başlasaydık acaba?

Miami hava alanı yarım daire şeklinde yapılmıştı ve kocamandı, okyanus geçmenin kötü şansla ilgili olmadığı ortadaydı, zira THY acentası yarım dairenin bir ucunda, Delta airlines ise diğer ucundaydı. Kocaman valizlerle o yarım darieyi geçmek gerçekten zor işti.

Yine nasıl olduysa becerip, para atarak valiz taşınan arabalardan bir tane almayı başardık ve epeyce dolaştıktan sonra Delta Airlines'ın acentasını da bulmayı başardık. Yavaş yavaş ayaklarımızın üzerinde durmayı mı öğreniyorduk ne?

Şimdi sıra uçağı neden kaçırdığımızı Delta Airline yetkililerine anlatmaya gelmişti. Tahmin edeceğiniz gibi onlar Türk değildi, ve Türkçe bildikleri halde İngilizce konuşuyor değillerdi. Şansımızı denemekten başka elden gelecek bir şey yoktu. Kafamızda uçaklarla ilgili bulduğumuz bütün kelimeleri toparlayıp sıralamaya başladığımızda deskde duran kadının suratı şekilden şekile giriyordu.

Ben kendi adıma, o kadar yorgunluğun üzerine deskteki kadına, "out of order" benzeri bi şeyler gevelediğimi hatırlıyorum, arkadaşımında aklında kalan sanırım bizim uçak düştü gibisinden bişeyler söylemiş olduğumuzdu. Zaten saatlerdir yolda olduğumuzdan paçavra gibi görünüyor olmalıydık ki bir de mavi iple bağlı bordo bir valizimiz vardı. Kazazede olduğumuza inanmamaları için bir sebepte yok gibi görünüyordu aslında.

Bu arada Türk Hava Yollarının, Delta Airlines ile anlaşması olmadığından THY rötarı yüzünden yanan biletlerimizin parasını kendimiz karşılamak zorundaydık. Şimdi anlatırken farkediyorum ki bizim aslında anlama ile ilgili pek bir problemimiz yokmuş, bir çeşit dilsizi taklidi yapsak belki işimzi daha kolay olabilirmiş.

Artık ne kadar zavallı gözüküyorduysak deskteki kadın bize yeni uçak biletleri verdi, hem de parasız.. O andan itibaren dünya ahret kardeşimizdi. Türk’ün yapmadığını yapmış bizi bağrına basmıştı. Diyebilseydik, bir ihtiyacın olursa mutlaka ara filan derdik ama, sessiz yürek çığlıklarımızı bastırmak zorunda kaldık.

Kadıncağız kadıncağız değil bir melekti. Bir sonraki uçak yaklaşık 6 saat sonra olduğundan bize otel bulmayı bile önerdi, artık ağlamak istiyorduk, dünyada ne kadar iyi insanlar vardı. Elin gavuru o an hayatımızdaki en değerli kişi ünvanını kazanmıştı. Bizi kazanmıştı. Kendisine burdan sevgilerimi gönderiyorum. O bizi eminim hatırlayacaktır.

Otel teklifini kabul etmemek gibi seçeneğimiz yoktu zaten, bir de saatlerce havaalanında beklemek fikri bile bizi tüketmeye yetmişti.

Bütün bunları nasıl anladınız ve anlaştınız diye lütfen sormayın.. Sevginin dili her yerde aynı demeyeceğim tabii, Allah iman verdi sanırım..

Hatta kadıncağız bize hangi kapıda bekleyeceğimizi ve o kapıda otelin servisinin geçeceğini bile tarif etti. THY yollarındakiler yüzümüze bakmazken elin Delta Airlines'ı bizi bağrına basmıştı.

Tabi ne akdar anladığımız sansak da yine de emin olamadığımızdan, ilgili kapıyı da bir süre aradıktan sonra, kendimizi Miami gecesine atmış bulunmaktaydık.

Saatlerdir sigara içmemiş olmanın verdiği hazla hiç vakit kaybetmeden, birer sigara yaktık.. Artık otelin servisini bekliyecektik. Servisin üzerinde de otelin adı yazacaktı : “Raymond”.

Sigaralarımızı Miami gecesine üfleyerek, şahane arabaları seyre daldık. Gerçekten pırıl pırıl süper arabalar vardı. İstanbul'da bir araba fuarında gibiydik. Biz kendi halimizde dalmış gitmişken şehrin uzaktan ışıkları görünüyordu, yani uzaktanda olsa Miami'yi gördük.. Yemin etsek başımız ağrımaz. Türk filmlerinde Haydarpaşa gar’ından İstanbul’u ilk kez görenleri en iyi biz anlayabilirdik sanırım.

Derken tıpkı Amerikan filmlerinde gördüğümüz siyah derili, koca göbekli ve altıgen şapkalı bir polis yanımıza yanaştı, ne soylediğini ancak üçüncüde anlayabildiğimiz polis, sandığınız gibi yine yaptığımız bir sakarlıktan dolayı uyarmıyordu, dansa davet ediyordu. Evet yanlış duymadınız, arkada bekleyen iki arkadaşı da gülümseyerek el salıyorlardı.

Kibarca “No, thank you” diyebildik. O da gayet kibar bir şekilde gülümsedi ve yanımızdan ayrılıp arkadaşlarının yanına gitti.

Artık o kadar sersemlemiştik ki çok sıradan bir olay yaşıyormuş gibi tepki bile vermedik. Uzaktan otelin servisi göründüğünde valizlerimizi sürüyerek yolun kenarına çıktık. Tam servisin duracağını ve bineceğimizi sanarken, servis önümüzden güzelce geçip gitti. Bizi mi görmemişti acaba, ya da biz yanlış kapıya mı çıkmıştık. Hay Allah’tı yaa... Şimdi dönüp Delta Airlines’a da yeniden sormak olmazdı. Eminim kadıncağız bu defa bizi evine götürmek zorunda kalacaktı.

Biz gecenin karanlığında servisin ardından bakakalmışken, az önceki polis memuru yanımıza yaklaşıp elimizi kaldırmamız gerektiğini ve yirmi dakika sonra bir tane daha geçeceğini söyledi ve ardından gülerek uzaklaştı.. Yok yok bu Amerikalılar gerçekten iyi insanlardı. Ay lov amerikaydı.

Onca saatin üzerine bir yirmi dakika daha uzun bir süreydi ama yine de değerlendirilebilirdi. Hemen birer sigara daha yaktık. Artık her şey bize çok doğal gelmeye başlamıştı ya da şoka falan girmiştik sanırım.. Ne bir telaş, ne bir korku hiç bir şey hissetmiyorduk. Derken üzerinde Raymond yazan servis bir kez daha göründü. Bize varmasına elli metre kalmasına rağmen bir yirmi dakika daha beklememek için ikimizde kaldırımın tam kenarına gelmiş ve ellerimizi bize öğretildiği gibi havaya kaldırmıştık bile.

Bu defada bu servisin paralı olup olmadığı aklımıza geldi, bu konuda bize bir şey söylendiysede muhtemelen anlamamıştık zaten. Aksi gibi serviste de bizden başka kimse yoktu. Allahtan biraz ileride başka yolcular bindi de bizde onları takip ederek para verildiğini öğrenmiş olduk.



Otele varmamız çok uzun sürmemişti, resepsiyondaki kadına adımızı söylediğimizde direkt bizim anahtarlarımızı verdi, Delta Airlines gerçekten her şeyi halletmişti.

Odaya girdiğimizde yatakların alıştığımızın aksine kocaman ve çok rahat olduğunu farkettik. Ömrümü bu yatakta rahatlıkla tüketebilirmişim gibi hissediyordum o an. Ancak bizim uyumak için neredeyse dört saatimiz vardı ve eğer bu yorgunlukla uyursak rahatlıkla üç gün uyurduk. Ne yapmalıydık, saat kurmalıydık elbette, ama saati duyacağımızdan da hiç emin değildik ki.

İki yatağın ortasında duran komidinin üzerindeki saati kurmaya çalıştık bir süre.. Ama bu sefer de uyanamaz da uçağı kaçırırsak olabilecekleri kurgulayıp iyice cin gibi olduk.. Yine de saati kurduk ve uzandık. İkimizde anında sızmışız..



Yine şans bizden yana dönmüştü, saati duyduk ve zaten açmadığımız valizlerimizi kucaklayıp hesabı hallettik ve servise binerek yeniden hava alanına geldik. Uçağımız bizi bekliyordu, kaçırmamıştık.. Derin bir oh çekerek uçaktaki yerlerimizi aldık. Airbus'tan sonra bu uçak gerçekten çok vahimdi, küçük bir “çartır” uçağıydı ve çok bakımsızdı.

Yolculuğumuz çok uzun sürmedi.. Orlando hava alanına indiğimizde yolcuları takip edip valizlerimizi nereden alacağımızı bulacağımızı umuyorduk ki.. Bir anda herkes bir tarafa dağılıverdi.

Miami Hava alanından çok daha karışık olan Orlando Hava alanında hepsi başka tarafa giden yolcuların ardından bakakaldık bir süre. Biletlerimizi çıkarıp sağına soluna baktık ama herhangi bir numara vesaire göremedik. Havalanında valizlere ulaşılabildiğini gösteren herhangi bir işaret de yoktu. Varsa da biz anlar mıydık o ayrı tabi.

Derken yürüyen merdivenlerle valizlerin olduğu yere inildiğini keşfettik. Ancak merdiven bir değildi ki.. Her biri ayrı bir bölüme iniyordu. Şans bir kez daha yüzümüze güldü ve ilkinde doğru merdivenden inmeyi başardık.. Oraya kadar gelmiş olmamız bile mucizeydi aslında.



Valizlerimizi aldıktan sonra, aklımıza geldi ki Orlando’ya varmış olmamız yetmiyordu birde otele gitmenin bir yolunu bulmalıydık. Acaba servisi var mıdır diye bir süre dolandıktan sonra bir kenarda durup plan yapmaya karar vermiştik ki.. Siyah derili, yine koca göbekli ama neredeyse iki metre boyunda şık giyimli ve güneş gözlüklü bir adam yanımıza yaklaşıp, taksi isteyip istemediğimizi sordu. Kısa bir an tereddüt ettikten sonra adama “evet” diye cevap verdik. Dedim ya bu Amerikalılar iyi insanlardı. Adam valizlerimizi bir çırpıda kaldırıp yürümeye başladı, biz de peşinden.. Ne de olsa Türkiye’den geliyorduk bu adamda taksici için fazla şıktı, valizlerimizi alıp kaçabilirdi de.

Kapıdan çıktığımız yerde bordo renkli kocaman ve pırıl pırıl bir cadillac duruyordu.Şoför bagakı açıp valizleri içine koyuyor olmasaydı kesinlikle bunun bir taksi olduğuna inanmazdım.

Arabanın içi dışından daha inanılmazdı. Bordo ve inanılmaz geniş deri koltuklar, muhteşem bir göğüs, gözlerimiz kamaşmıştı. Bu sahiden taksi miydi?

Bu adam bizi alsa götürse bir yere kimsenin hatta bizim bile ruhumuz duymazdı. Derken şoför mükemmel ingilizcesiyle düşüncelerimizi böldü ve nereye gideceğimizi sordu. “Hyatt Otel” dedik gayet kendimizden emin.

Ama taksicinin cevabından anlayacaktık ki Orlando'da iki tane Hyatt Otel vardı. Buyrun burdan yakındı. Biz daha bu soruyu kafamızda sorgulayamadan, hangisi diye sordu adam haliyle.. Bilsek söylemez miydik?

Salıverdim Çayıra - Amerika (1)

Benim tüm şaşkınlığım ve sakarlığıma rağmen yine de ayakları yere basan bir tarafım vardır. O nedenle hayatta kalmamı makul gösterecek sebepler üretebiliyorum kendime.. Toz kondurmuyorum bir yerde, ancak bazen öyle şeyler dinliyorum ki çevremden, hakikaten bu insanların hayatta kalabilmeleri mucize diye düşünüyorum.


Geçenlerde dostlarla gittiğimiz bir piknikte değerli bir arkadaşım anlatıyor. Tansu Çiller’in başbakan olduğu dönemlerde hava alanında çalışıyormuş, tahminim free shop da. Sarışın oldukça süslü bir hanım alışverişe gelmiş, parfümdü, diğer kozmetikdi derken epeyce yüklü mark bir şeyler almış tam ödemeyi yapacağı sırada orada çalışan gençlerden biri arkdaşına “Sayın Çiller’in çantasını ayırdınız, değil mi?” diye sormuş. O dönemde de ismi lazım değil bir markanın, hani şu televizyon dizilerinden tanıdığımız Alf’li promosyon çantaları satıştaymış. Yanlış hatırlamıyorsam da o donemde altmış beş mark gibi de bir fiyatı varmış. Çiller lafını duyan müşteri genç tezgahtara yaklaşıp çantayı görmek istediğini söylemiş, o da rafta duran çantayı alarak göstermiş. Müşteri çantayı çok beğendiğini ve almak istediğini söyleyip fiyat sormuş, bizim uyanık tezgahtar “Altı yüz elli mark, ama bu çantadan üç tane üretildi ve bu sonuncusunuda Sayın Çiller ayırtırdı size vermeyiz” demiş. Müşteri merakla neden üç üretim yapıldığını sorunca da, “Alf öldü duymadınız mı?” diye cevap vermiş. İyice şaşıran müşteri “Aa, çok üzüldüm” demeye kalmadan bizim tegahtar “Derisinden üç tane çanta yapıldı anı olarak” diye lafa devam edince. İyice etkilenen müşteri çantayı almak da iyice ısrar etmeye başlamış. Genç tezgahtar da sonunda ikna olup, müşteriye çantayı altı yüz elli marka vermiş.

Bu aralar sıklıkla düşündüğüm şey, bu iktidarın başımızda olmasının sebepsiz olmadığı, milletler layık oldukları şekilde yönetilirler gerçekten.

Hani yazının başında kendimi aklamaya çalışmam, sütten çıkmış ak kaşık olduğumu göstermez elbet, bilmem hatırlar mısınız, Çıplak Silak Üçbuçuk filminin girişinde kahraman bir gemiye gizlice çıkmaya çalışıyor, kamaranın camlarının eline düşmesinden tutunda, her nasılsa kamaranı içinde olan sobaya değmesine kadar bin tane şey başına gelerek, aklınca sessiz girmeye çalıştığı gemiye bir panayır ve felaket havasında giriyordu. İşte zaman zaman bu kadar renkli ve sıralı olmasa da benzer şeyler benimde başıma gelir. Kader de diyerek geçiştirilebilecek bu tür durumları hayatın rutini kabul ederek yaşamayı öğreniyor insan tabi haliyle.

Bundan yaklaşık on yıl önce şu anda çalışmakta olduğum kurumda araştırma geliştirme birimi müdürü bir gün beni yanına çağırarak Orlando’da benim yapmakta olduğum işle ilgili bir seminer olduğunu ve o eğitime ait ingilizce siteyi incelememi istedi. Başlangıçta ciddiye almadığım için sesimi çıkarmadım ve verilen linke tıklayarak siteyi incelemeye koyuldum. İnceleme aşamasını geçemediğim site o dönemde bildiğim İngilizce’min çok üzerindeydi ki, o İngilizce ile kalkıp burdan Orlando’ya gitmek şaka gibiydi.

Neyse kendime çok yediremesemde olasılıksız görünen durumu açıklamak üzere Ar-ge müdürünün odasına gittim. İngilizcemin bu seyahat için uygun olacağını sanmadığımı söyledim. “Yo merak etme bir şey olmaz, bizden biri de gidecek” dedi. Bizden gidecek biri o dönemde kuruma danışmanlık hizmeti veren ve birlikte çalışıyor olmamıza rağmen birbirimizden hiç haz etmediğimiz bir yabancıydı. Bir yabancı ile çalışıp elimde dilimi geliştirmek gibi bir olanak varken sırf gıcıklığımdan gidip başkalarına söylüyordum söyleyeceklerimi, onlarda ona tercüme ediyorlardı.

Bu işin ciddi olduğuna hiç inancım olmadığından bir şey demeden odadan çıktım. Ama anlayacaktım ki, işin şakası yoktu. Gidiyordum. Hayatında hiç yurt dışına çıkmamış, uçağa binmemiş ve İngilizcesi devlet okulu seviyesinden biraz ileride olan ben, tek başıma (çünkü yabancı önden gidiyordu) burdan kalkıp Orlando’ya gidecektim. Üstelik de bir seminer almaya.. Bu seminer yerine varmayı başarsam bile, ne öğrenmemi bile değil ne anlamamı bekliyorlardı bilmiyordum.

Derken otel rezevasyonum, uçak biletim falan alındı. Yaşadığım paniği belli etmeyecek kadar cesurdum neyseki. Kalacağım otel Orlando’da Hyatt Regency idi. Yolculuk planı, THY’ye ait Miami’ye direkt uçuş, ondan sonrası Delta Airlines ile Orlando’ya kısa bir uçuş idi. Bu detayları neden verdiğimi hikayenin ilerleyen bölümünde anlayacaksınız.

Tarih yaklaştıkça bendeki stresde artmaya başlamıştı, bir yandan Disney Land’ın Orlando’da olduğunu öğrenmiş olmamdaki sevinç, öte yandan dil bilmemenin, hiç uçağa binmemiş olmanın ve hiç yurt dışına çıkmamış olmanın verdiği panik karnımın ağrımasına sebep oluyordu. Birimimdeki arkadaşımla bu konuyu konuşurken, otel odasının çift kişilik olduğunu bir kişi ücreti 110 $ iken, iki kişi ücretinin 120 $ olduğunu söyledim. O da yurt dışına gitmek için para biriktiriyordu. Birden aklımıza aradaki on dolar farkı kuruma ödeyerek birlikte gidebileceğimiz fikri geldi. Konuyu üstlerimize açtığımızda onlarda kabul ettiler. Hemen onun rezervasyonu ve uçak bileti de halledildi. İçim rahatlamıştı çünkü bu onun ilk çıkışı olmayacaktı. Dil konusunuda bir şekilde hallederiz diye düşünüyordum.

Aslında bu kuruma başlamadan bir kaç yıl önce epeyce kursa gitmiş ve hatta eski iş yerimde Kanada’lılarla çalışma olanağı bulmuş rahatça şakıdığım bir dönem olmasına rağmen, zaten oturmamış olan dil seviyem birde kullanmayınca sil baştan olmuştu sanırım. Arkadaşımın yarım İngilizcesi ile benim yarım İngilizcem birbirini tamamlar nasılsa diye düşünüp kendimi avutmuştum. Ah ne yanılmıştım oysa..

Bu anıyı yazarken arkadaşıma özellikle sordum az sonra kuracağım cümleyi, hani alınmasını istemem. Gerçekten de bizim o seyahatimizi en iyi özetleyen başlık “Salak ile Avanak Amerika’da” olabilirdi. Neden mi anlatayım da dinleyin..

(Devam edecek)