30 Aralık 2009 Çarşamba

FASULYE'NİN SEYİR DEFTERİ..


Miladi yıl 2009, benimse yeryüzündeki yolculuğumun kaçıncı günü kimbilir.. Geride bıraktığım onca yaşa rağmen hala yeni yaşların, yeni yılların heyecanına kapılıyorum..

Her yeni günün, her yeni yılın getireceklerini, alıp götürdüklerine aldırmadan bekler buluyorum kendimi, her günün ve yılın sonunda.. Değişime direnen, devrim yerine, adaptasyonu seçen nesillerden değilim çok şükür.. Umut hikayelerini de, masalları da, kıssadan hisseleri de severim her zaman..

Her gelen yılın gebe kaldığı umutları, dokuz doğurtup giderken bile, ya kısmet derim içimden yoldaki dokuz kardeşe ve dileklerimi dilerim..

Planlarım var kendim için bu sene dileklerden ziyade, birazda kemale eren yaşın gereği sanırım,, Dileyeceğime dur yapıvereyim diyorum daha çok.. Yazacaklarım var daha da çok, biriktiler içimde.. Biraz gerginlik yaratıyorlar yazmadıkça bünyeme..İçimdeki kavgaların döküleceği postlar var bu sene yine..

Biraz, evvel zaman içinde kurulan ülkemin, dam üstünde saksağan gündemlerine düşenlere, biraz kendi içimden geçip giden kara trenlere...

Ergene "kon", pekaka'ya "tut" diyenlere,
Gdo ile beslendikçe, basireti "bağlanan" zihinlere,
Elma ile armutu düşman edenlere,
Çocuklara işkence edenlere,
Cumhuriyeti'mi bize mundar edenlere,
Allah adına hüküm verip, cüppe giyenlere,
Atatürkçü'yüm deyip de, dini kirletenlere
Tunç yüzlü, aslan gibi erlere ateş edenlere,
Milletimi faşist söylemlere bölenlere,
Etik değil, etnik düşünenlere,
Ticareti seçim sandıklarına düşürenlere,
Cennetin anahtarı cebimde diyenlere,

söyleyecek daha çok sözüm var bu sene...

Sevdiklerinizle beraber, mutlu, huzurlu, barış dolu, sağlıklı, birlik ve beraberlik içinde bir yıl geçirmeniz dileğiyle..

Fasulye

29 Aralık 2009 Salı

HOLOGRAFİK EVREN! - YALAN MI !

"EVREKA ! BEN DE EVRENİN SIRRINI ÇÖZDÜM..! HOLOGRAFİK EVREN!"

Hatırlayacak olursanız, bir süre önce yukarıdaki başlıkda bir yazı yazmıştım. Bu başlığı oluştururken de bir arkadaşımın gönderdiği makaledeki bilimsel bilgilerden faydalanmıştım. Ancak yazıyı yazma ve dahası holografik evrene merak salmama neden olan bir röportaj vardı. Ayşe Arman'ın röportajı.. O röportajda Türkiye de bu eğitimi verdiğini söyleyen kişi Rusya'dan gelen öğretmenlerden bu eğitimi aldığını söylüyordu ve bu yöntemin adı "Holografik Beyin Teknikleri" idi. Yine bu gün bana ilgili bilimsel maili yollayan arkadaşım aşağıdaki iki videoyu gönderdi. Ben kendi çapında  holografik evreni keşfetmiş biri olarak, varsa bir sahtekarlık onu da yayınlamak zorundayım diye düşündüm, o nedenle sizinle de paylaşıyorum..





Bu arada bu videoları paylaşan sitenin adı Holografik Beyin Merkezi.. Siteye girdiğinizde karşılaştığınız bilgilendirmenin altında aşağıdaki imza yer alıyor.
Melik Duyar
Dünya Hafıza Şampiyonu
Dünya Hafıza Olimpiyatları Başkanı
© 2009 – Melik Duyar – Mega Hafıza Ltd.

http://www.holografikokuma.com/

ve tek cümle.. "Karar sizin..."

24 Aralık 2009 Perşembe

TELEVİZYONDA ÜÇ YANLIŞ BİR DOĞRUYU GÖTÜRÜYOR, ÜLKEMİN GELECEĞİ BİR EKSİLİYOR


Çocuk istismarı fiziksel ya da psikolojik olarak bir çocuğa bir yetişkin tarafından kötü davranılmasıdır. Ayrıca çocuklara kötü davranmak veya çocuk istismarı ve ihmali ile de çoğu zaman eş anlamı taşır. Dünya Sağlık Örgütü çocuk istismarını şöyle tanımlar: "Çocuğun sağlığını, fiziksel ve psikososyal gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek tüm davranışlar çocuğa kötü muameledir."


Bu istismar ve ihmalin açıklanması konusunda bir çok ülke yönetimi kendi yasal tanımlarını yapmıştır; ve nelerin çocuklara kötü davranma olarak tanınması kendi yasa ve ceza kanunlarına değindir. 2 Eylül 1990 tarihinde yürürlüğe giren Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre; "Ulusal yasalarca daha genç bir yaşta reşit sayılma hariç, 18 yaşın altındaki her insan çocuk sayılır".

Ben, eşimin açıp seyrettiği anlarda gözümün ucuyla baktıklarım hariç televizyon seyretmeyen biriyim. Aklıma gelmediği içinde evde eşim ve oğlum yokken televizyonu açmam bile. Akşam oğlumuz uyuduktan sonra bilgisayarın başında açık olan televizyona ancak gözüm takılıyor, bu takılmalar sırasında da en çok şu çocukların tevellütlerinden büyük anlamlar içeren, çocuk ağızlarına, masumiyetlerine hiç yakışmayan şarkıları söyledikleri yarışmalara sinirleniyorum.

Oniki yaşındaki bir çocuk Orhan Gencebay'dan bir şarkı söylüyor, sesi de güzel keretanın, şarkıyı söylemiyor, kendinden geçiyor adeta.. Alkış, kıyamet.. Ne anlıyor söylediği şarkının sözünden, hiç yaşamadığı duyguları ne biliyor da bu kadar yürekten söylüyor hiç anlamıyorum. Derken sıra jüri oylamasına geliyor.. Üç yanlış bir doğruyu götürüyor.. Üç tane yetişkin insan, kimi sanatçı, kimi şov adamı sahnede duran ülkemin geleceği çocuğa önce yorumlarını söylüyor, sonra elenip elenmediğini açıklıyor. O küçücük insan, dudaklarını ısırıyor, olgunluk gösteriyor olumsuz eleştiriye teşekkür ediyor. Üç yetişkin insan eğer onu beğenmedilerse kamera sahne arkasına geçtiğinde ebeveynlerinden hangisi yanındaysa ona koşmuş, çocukluğunun en güzel hallerinden biri olan gözyaşlarını görüyoruz.. Aile perişan.. Hayaller kırık, dökük.. Kendine güven hasara uğramış.. Yanlış olan bu mu sadece, değil.. Diyelim üç yetişkin ona "Evet" diyor "Finaldesin !".. Çocukluk hayallerini cam ekrana sığdırmış, aptal kutusundan gelecek umudediyor, ülkemin geleceği bu defa..

Ahh içim sızlıyor gerçekten.. Yarışma değil bu aslında, üç yanlış benim ülkemin doğrusunu götürüyor, ben bakakalıyorum.. Kimi sokakta, kimi sahipsiz, kimi ümitsiz, kimi ilgisiz, kimi eğitimsiz, kimi isimsiz, kayıp çocuklarına ülkemin, bir yenisi daha ekleniyor..

Tebrikler Türkiye..! Gene kaş yaparken, göz çıkardın..!

Çocuk Hakları Sözleşmesi : Madde 32


Taraf Devletler, çocuğun, ekonomik sömürüye ve her türlü tehlikeli işte ya da eğitimine zarar verecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına karşı korunma hakkını kabul ederler.


23 Aralık 2009 Çarşamba

Önce Allah, Sonra Sen..

Geçenlerde oğlumla bindik arabamıza bir yere yetişmeye çalışıyoruz. İkimizde müzik dinlemeyi sevdiğimizden, konuşacak konumuz yoksa radyonun sesini yükseltip birlikte sessizce yolculuk ederiz. Ben aklımda günlük koşturmacaların planları, iç dünyamın hesapları gözüm yolda, aklım başka yerlerde dururken, oğlumun aşağıdaki cümlesi ile kendime geliyorum..

"Önce Allah, sonra sen diyor. Atatürk demiyor.. Önce Allah, sonra Atatürk, sonra sen demesi gerekmez mi? Anıtkabire gideceğim ve Atatürk'e söyleceğim. Yalnış yapıyorlar.. Önce Allah, sonra Atatürk demeleri lazım..."

İlkin anlamıyorum ne olduğunu, hoş yedi yaşındaki oğlumun boyundan büyük felsefesine şaşırmıyoruz artık çoğunlukla ama bu defa konu memleket meselesi gibi olunca kısa bir şok anı yaşıyorum düşüncelerimden sıyrılıp. Tam ne oldu ki diye soracakken, radyodan yükselen sese takılıyor kulağım ..

"
...
Senin eşin, bir benzerin yok
Ben aşkı sende bildim
Zulümlerin hüzün vermiyor
Önce Allah sonra sensin
...
"

Gülümsüyorum.. "Haklısın" diyorum .. "Gidelim beraber söyleyelim.."
"Tamam" diyor

Kalın sağlıcakla
Fasulye..

20 Aralık 2009 Pazar

"Sanallaşan Dünya Ve İnsanoğlu’Nun Evrimi Üzerine" Yorumlar

Değerli blogger arkadaşımız Özgür Üzden'in blogunda yer alan "Sanallaşan Dünya Ve İnsanoğlu’Nun Evrimi Üzerine" yazısını okuyunca ne zamandır yazmak istediğim ama bir türlü toparlayıp dile getirmediğim, birikimlerim çıktı su yüzüne.. Sevgili Üzden'in blog yazısına genel düşüncelerimi içeren bir yorum bırakmış olsam da, yine de cevaben sayılabilecek bir blog yazısı yazmaya karar verdim. Aslında bilişim dünyasının ucundan bucağından bulaşan herkesin kafasındaki soru ve sorunları dile getirmesinin yanısıra, ülkemizin geleceği genç ve çocuklarımız için endişelenen ebeveynlerinde sesi olmuştu bana göre bu yazı.

Sanal yaşam ve internet nereye gidiyordu gerçekten, neler katıyor, neler alıp götürüyordu bizlerden.. Yeterince psikolog, sosyolog ve benzeri sosyal ve bireysel danışmanın konu hakkında pek çok yazısı zaten mevcut olmasına rağmen, kişisel gözlem ve deneyimlerimizle düşüncelerimizinde platforma bir katkı sağlayacağını umudediyorum..

Değerli Üzden'in yüzyüze iletişimin yok olması, kimliksizliğe doğru bir gidişin oluşması ve kitap okuma oranlarını etkilemesi açısından pek çok endişesi vardı konu hakkında.. Bir üniversite öğrencisi olarak yaklaşımları ve anlatımlarını oldukça beğendiğimi tekrarlamak istiyorum bu yüzden ve ilgili yazısını da okumanızı öneriyorum..

Aynı endişeleri taşımıyor olduğumu dile getirmek istiyorum öncelikle.. Şöyle ki, "iletişim" tanımı yapılırken şekli değil ancak çeşitleri verilebilir bana göre.. İletişim sağlamanın işaret ve sembollerle başlayıp sesli ve görsel desteklerle zenginleştirilmesine kadar pek çok yolu, mistik, dini ve insani olmak üzere de pek çok boyutu olduğunu da söyleyebiliriz. O halde insanların bilgisayar gibi bir ve sıfırlardan türemiş, elektirik kabloları ve mekanik boardların bir araya gelerek oluşan bir cihazı iletişim aracı olarak kullanmayı akıl etmelerinin bir başarı olduğunu düşünmeliyiz bence.. İletişim kurma heves ve becerimiz olmasa, kendimize bunu sağlamak için yeni araçlar arıyor olmayız..

Evet öncelikle bilgisayarımızın birer tehlike unsuru değil, araç olduğunu kabul etmemiz gerekir.. Daha önce başka bir yazıda da belirttiğim gibi, eğer doğru ve etkin kullanmıyorsanız bir çay kaşığı ile bile tehlike saçmanız ya da yaralanmanız, zarar görmeniz mümkündür. Bu anlamda bir eşya ya da nesne olarak bilgisayarın evinizdeki ya da ofisinizdeki herhangi bir şeyden daha tehlikeli olduğunu düşünmek anlamsızdır bana göre. Sevgili Üzden'in anlatmak istediği nokta bu olmasa da ben düşünce ve birikimlerimi paylaşmaya bu noktadan başlamak istedim, çünkü pek çok evde bilgisayar çocuklara yasaklandığı gibi, pek çok yetişkinde bilgisayara karşı tepki duymakta ya da kullanmaya korkmaktadır. Şu sözü çok duymuşsunuzdur "Ay ben kullanamam!, Bu yaşdan sonra bi de bilgisayar mı öğreneceğim..!"

Oysa fiziksel açıdan çok daha zararlı ve her geçen gün daha da karmaşıklaşan cep telefonlarını çoktan birer iletişim aracı olarak kabul etmiş ve hatta çoluk çocuk oyuncak etmişizdir. Çocuklarımıza bilgisayarı ya da interneti yasaklarız, ama cep telefonu alır ve hatta yine bence çoook daha fazla zarar verici olan televizyonları esirgemeyiz.. Bir çok şeyin faydası veya yararı o şeye hangi açıdan, daha da doğrusu hangi pencereden baktığınızla ilgilidir.

Bundan bir kaç ay önce bir gazetenin internet sitesinde yayınlanan bir video vardı hatırlayacaksınız Beyaz Show'a da konu olmuş, face book ve e-posta aracılığıyla da epeyce yaygınlaşmıştı. Dört beş yaşlarında bir kız çocuğu zamanın atarilerinde olan Mario adlı oyunu büyük bir hırsla oynuyor annesi elinde kamera ile bir yandan kızına cevap veriyor bir yandan da kahkahayı basıyordu. Gazete sitesinde ilk gördüğümde bu videoyu başlığı aşağı yukarı şöyle bir şeydi "İşte bilgisyarın zararları". Aslına bakarsanız bu içeriği yazmak daha o videoyu ilk gördüğümde aklıma gelmiş olmasına rağmen kısmet ancak arkadaşımın yazısını okuduktan sonra oldu ne yazık ki..

Eğitimciler bir çocuğun kişiliğinin oluşması ve belirli yaşamsal alışkanlıklarını kazanması için temellerin 0-6 yaş aralığında atıldığını söylerler. Videoun kahramanı küçük kızımız ise ortalama dört beş yaşlarında olmalıydı, öylesine hırslanmış öylesine sinirlenmişti ki annesini onu az beslemekle ve güçsüz bırakmakla suçluyordu. Şimdi sormak istiyorum o yaşta bir çocuğu bu kadar hırslandıracak kadar bilgisayar oyunlarına müptela etmek, hadi bırakın onu elinize bir de kamera alıp matah bir iş başarmışsınız gibi kahkahalar atarak çocuğunu teşhir etmek, tehlikeli bir insani davranış ya da yetiştirme tarzı olarak görülmüyor da, videoda sadece bir araç ve cihaz olarak yer alan bilgisayarın ne günahı oluyor anlayamıyorum doğrusu.

Muhtemelen kreş veya yuvaya devam etmeyen küçük ablamız evde annesinin işleri veya her kim bakıyorsa onun işleri güçleri neticesinde, kendi başına oyalanamadığı için bilgisayarın başına oturtuluyor ve oyalanması sağlanıyordu diye düşünüyorum ben. Haliyle her çocuk gibi o da bir apartman çocuğuydu ve yaşıtlarıyla bir arada olmak gibi bir lüksü de olmadığından, bilgisayar gibi eğlenceli bir oyuncağa hayır dememişti. Çocuklarının bu yaşta böylesine bilgisayar kullanmasından gurur duyan ailesi onu desteklemiş, hatta bir araya geldiklerinde dayısı ile bilgisayar oynayarak bu yetisini geliştirme ve iyi vakit geçirme yolu seçilmişti ki ufaklığımız videoda bundan da zaten bahsediyordu. Yoksa chuky gibi bilgisayar bir gün çocukcağız evde yanlızken kendi kendine açılıp, "sen çok yanlız bir çocuksun anneninde işi var gel ben sana bir mario açayım bak ne güzel yenersin, ağamsın, paşamsın" dememişti elbet.. Dediğim gibi materyali ya da olayı hangi açıdan değerlendirdiğiniz önemlidir. Her şey farklı bakış açılarıyla farklı yorumlanıp, algılanabilir. Ama bizim gibi sonradan bilgisayar görmüş ve henüz etkin bir kullanıma sahip olamamış, daha da doğrusu kullanıcınsın olgunlaşmadığı bir toplumda, Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden biri çıkıp da bu videoyu yayınlayıp üzerinede işte bilgisayarların zararları derse.. O zaman atalarımızın dediği gibi "şeytan icadı"ndan başka bir şeye yaramaz bu aletler hiç birimiz için...

Aynı mantıkla iletişim konusuna dönecek olursak, iletişimin şekli değil niteliği önemli olmalıdır. Kullandığınız aracın özelliği ya da şekli her ne olursa olsun, amaca tam hizmet ediyorsa o halde bunda da ters bir nokta yoktur bana göre.. Ha dumanla iletişim kurmuşunuz, ha bilgisayarla hiç farketmez.. Ama avantajlar açısından bakacak olursak, yeni bir blog yazısı çıkacak kadar madde sıralamak mümkündür yine bana göre..

Kitaplar konusuna gelince, her ne kadar kitap, kitapçı kokusu solumak bir çoğumuz için büyük bir keyif unsuru olmakla beraber, hiç bir okur kağıt koklamak için kitap okumaz. Önemli olan o bilgi yumağıyla olan alış verişinizdir. Bunu da kağıttan, bir papirüsden veya bir bilgisyardan yapıyor olmanız içerikten aldıklarınız anlamında bir fark yaratmaz ki Türkiye gibi okuma oranlarının düşük olduğu bir ülkede, bırakın okumayı yazma oranlarını bile artırabilir bu anlamda internet. Hatta maliyetler açısından bakacak olduğunuzda kesilen ağaç sayısı, matbaa, baskı, nakliye vb maliyetlerin hemen hepsini sıfırlayarak çok daha düşük maliyetle aynı emeği daha çok kişiye ulaştırmanız da mümkündür. Diyorum ya nereden baktığınız veya işinize hangisi geldiğiyle ilgilidir birazda bu tür konular..

Bilgisayarlar sayesinde ulaşılan iletişimin boyutları bugune değin yeryüzünde başka hic bir araç ile sağlanamamıştır bana soracak olursanız. Cep telefonu bile internetin yanında iletişim anlamında çok başarılı sayılmaz ki bu nedenle cep telefonları artık telefondan çok bilgisyara benzemeye başlamıştır.

Peki o halde ne yapacağız? Bu tip endişelerin gerçek olmaması için veya bu tip kaygıların yok olması için neler yapılması gerektiğini düşünmeliyiz herşeyden önce.. Ve her konuda olduğu gibi "Eğitim şart" a varacağız sanırım.. O halde her kaygı için bir öneri sunabilir, sanal dünyanın kayıp yazarları olarak belki bizler bu korkuları yenebiliriz diye düşünüyorum bu anlamda..

Sevgiyle Kalın
Fasulye

16 Aralık 2009 Çarşamba

EVREKA ! BEN DE EVRENİN SIRRINI ÇÖZDÜM..! HOLOGRAFİK EVREN!

Ya kendimi işlerime vereyim diyorum bu ara, zira yığıldılar ama beyin işte bu durmuyor.. Face'den çıkıyorum maillere sarıyorum, onu bırakıyorum başka bir şey buluyorum.. Aralarda da iş yapıyorum.. Birde oğluma düzenli ders çalışma yetisi falan kazandırmaya çalışıyorum, sanırım önce kendimi eğitmem gerek..

Herneyse geçtiğimiz haftasonu sanırım, Ayşe Arman'ın bir röportajı yayınlanmış, gazete almıyorum bilmiyorum, bu röportajın içeriği e-posta olarak ulaştı bana.. Belki sizlerde okumuşsunuzdur. Mesajın başlığında şöyle yazıyor, "Heyecan verici gelişmeler : Kristal çocuklar ortaya çıkıyor" ve yazının ilk cümlesi "Beyninde ekran açıyor.. Elleriyle okuyor.. Kapalı gözlerle renkleri görüyor..."

İşte bir safsata daha diye okuyorsunuz yazıyı, hatta Ayşe Arman'ın saçmalıklarından biri diye bakıyor insanlar olaya anlıyorsunuz ki... Ayşe Armanla bir zorum yok, istediğini yapmakta özgürdür kendisi.. Röportajı merakla okuyorum.. İşin özü şu ki bunun bir teknik olarak geliştirildiğini ve insan beyninin eğitilmesi ve yönlendirilmesi neticesinde daha fazlasının kullanımı sağlanarak bu tür sonuçlara ulaşılabildiğini anlatıyorlar. Hatta eskiden mistisizm ile uğraşanların usta olabilmek için katlandıkları eziyetlerin ardından erdikleri noktalara şimdi küçücük çocukların bile 10 ders ile başlayarak kolayca ulaşabildikleri anlatılıyor.

Yazıyı okumayanlar için biraz açayım, çünkü yazının tamamını burada veremeyeceğim zira bu yazının içeriğinde atıfta bulunacağım tek yazı o değil. Tekstik mümesilliği yapan Sevda Bakankuş katıldığı bir projeden sonra bu noktaya geldiğini anlatıyor. Katıldığı projenin adı, "Holografik Beyin Teknikleri" Rusyada pek çok merkezde uygulandığınız ve bunlara İnsan Gelişim Akademileri dendiğini söylüyor. Bu merkezlerden Türkiye'de de oluşturmak amacıyla ülkemize gelen bir ekipten ders aldığını ve Türk insanına uyarlayarak şimdi kendisinin eğitimci olarak bunu yaygınlaştırmaya çalıştığından ve hatta eğitim sistemine bile dahil olabileceğinden bahsediyor. Buraya kadar ters bir şey gelmedi bana, sonuçta insanlar yoga, metidasyon ve r2 gibi pek çok konuda pek çoğu şarlatan olsada eğitimler alıyor ve başarılı sonuçlara da ulaşabiliyorlar.

Şimdi aslında uygulanan yöntem bilimsel olarak açıklanabilir olsada, halk dilinde daha anlaşılır kılmak adına insan beyninin bir bilgisayar olarak kabul edildiğini ve ilkin onu açmayı öğrettiklerini anlatıyor. Bu noktada uçukluk belirtileri olduğunu düşünüyorsunuz ve küçük bir öğrencisinin yapabildikleri ile roportaj ilerliyor. Öğrencinin annesi kızlarının ve eşininde bu işi çok güzel öğrendiklerini beyinlerinde bir ekran açıp, internetten bri dürbün yüklediklerini hayal ettiklerini daha sonra otomobillerine binip bu dürbünle yolun altında neler olduğunu çocuklarından görmelerini istediği gibi bilgiler aktarıyor ve gördüklerini duysanız inanamazsınız diye de ekliyor. Tabi benzetmeler ve anlatımlar bu merkezde devam edince işinin suyunun çıktığını düşünüyorsunuz.. Oysa aynı bilgiler size bilimsel bir yöntemle anlatıldığında oldukça inandırıcı ve mantıklı gözükmeye başlıyor.

Öncelikle şunu belirteyim ki bu tür olayların gerçekleşebileceğine dair inancım olmakla beraber, yüzde yüzlüğüne ulaşmış bir felsefem yok, ancak inandırılmaya açık bir pozisyonda duruyorum aksini ispat edebilen çıkana kadar. Hatırlarsanız geçtiğimiz senelerde de Secret diye bir kitap yayınlanmış topluca dilek dileyerek isteklerimizi gerçekleştirebileceğimiz gibi sonuçlar çıkartılıp, milyonlarca satan bir kitap pozisyonuna yükselmişti.

Benim karşı olduğum şey burada bu tür bilgilerin ya da haberlerin ya da inançların olması değil, ki bana göre büyük ihtimalle varlar ama bu şekilde pazarlanarak ya da ticarete ya da şarlatanlığa dökülerek insanların inanma, deneme potansiyellerinin düşürülmesi.. Secret da anlatılanlar yeni bir bilgi değil binlerce yıl önce pek çok medeniyetin bulduğu ve uyguladığı bir bilginin yeniden ambalajlanması aslında.. Yani eğer biraz ezoterizm merakınız varsa, spirütellik vb şeylere ilgi duyuyorsanız okuduklarınızdan siz de aynı sonuca varabilirsiniz. Yani aslında habire aynı şey keşfedilip duruyor, herneyse konuyu dağıtmak istemiyorum.

Gelen e-postayı muhalefet edeceğini düşündüğüm ve yine okuyup fikir beyan edeceğini düşündüğüm bir kaç arkadaşıma gönderdim. Muhalefet cephesinden gelen yanıtta kişisel bir yorum olmamakla beraber aynı roportajın eleştirildiği bir blog adresi vardı. Röportajın tamamıda bu blogda yayınlandığından dilerseniz az sonra vereceğim linkten siz de okuyabilirsiniz..

Blog Prof. Dr. Kerem Doksat'a ait kişisel bir platformdu. Arkadaşım e-posta ve röportaj hakkında söylemek istediklerini uzun uzadıya yazmak yerine Sayın Doksat'ın kaleminden bana aktarmayı tercih etmişti. Sizde Sayın Doksat'ın yukarıdaki metindeki adına tıklayarak ilgili röportaj ve yorumlara ulaşabilirsiniz, onları buraya aktarmayacağım.

İlgi duyup okuyacağını düşündüğüm bir başka arkadaşımdan ise farklı bir e-posta geldi, e-posta'nın başlığı "Kuantum Mistisizmi : Holografik Evren"'di.

Blogumu takip edenler kutsal kitaplar, gizemli medeniyetler ve öğretilere olan ilgimi bilirler. Şöyle söylemek istiyorum bu yazıyı okuduktan sonra kafamda uçuşan her tür soruyu bir zemine oturtabildim galiba. Hem de bilimsel bir zemine.. Çok şaşırtıcı değil mi ? Düşündüğüm her şeyi bu yazıya aktarmam tam olarak mümkün olabilecek mi bilmiyorum ama, mesajı paylaştığım arkadaşlarımla evrenin sırrına nihayet bizimde vakıf olduğumuz noktasına kadar geldiğimizi itiraf etmek durumundayım :)

Yazının sanal kaynağını bilmediğimden burada sadece alıntılar yapmakla yetineceğim çünkü gerçekten uzun bir yazı ve büyükçe bir kısmında Kuantum Fiziği tarihçesi ve gelişmelerinden bahsediyor. Yazıyı sona erdirdiğinizde hiç bir şey imkansız değilmiş gibi hisettiğinizden Ayşe Arman'ın röportajında anlatılmaya çalışılan şeyinde aslında "olabilemez" olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. Ben bir yerden tutturdum kendimce sorularıma zeminler yaratıp her birini bi mindere oturttum, sizden ricam aksini iddia etmeniz.. :) Sorgulamak zorundayız değil mi?

Yazının başlığının hemen altında "Onur Gece" ismi yer aldığından yazıyı derleyen olduğunu düşündüğüm bu kişinin adını öncelikle vermek ve kendisine çok teşekkür etmek istiyorum beni karanlıktan aydınlığa çıkardığı için, Ayrıca yazının altında kullanılan kaynakların da linkleri yer aldığından bende bu yazının sonunda inceleyebilmeniz için aynı kaynakları sunacağım.

İşin özünü açıklayabilmek adına yazıdaki iki paragrafı sizlerle paylaşmak istiyorum, çünkü sanırım anlatsam da bu şekilde ifade etme şansım fazla olmayacak ;

"Yeni Bilim Başlıyor….

Beyinlerimiz, temelde başka boyutlardan, uzay ve zamanın ötesindeki daha derin varoluş düzeninden yansıyan frekansları yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır: Beyin, holografik evrenin içerdiği bir hologramdır.“Bizim ötemizde” yalnızca engin bir dalgalar ve frekanslar okyanusu vardır ve gerçekliğin bize böyle somut görünmesinin nedeni yalnızca, beyinlerimiz bu holografik karmaşayı alıp onu taşlara, sopalara ve dünyamızı oluşturan diğer tanıdık objelere dönüştürme yeteneğine sahip olmasıdır. Başka bir deyişle, bir porselenin pürüsüz yüzeyi ve ayaklarımızın altındaki plaj kumu, gerçekte yalnızca fantom organ sendromunun süslü bir çeşitlemesidir.

Bu da bizi, algılananın mutlak evren değil, sadece insanın evreni olduğuna; bunun gibi her boyut algılayıcısına göre de sonsuz sayıdaki evrenlerin bulunduğuna ve evrende mevcut olan bağlantılar dolayısıyla insanın boyutsal bilinç sıçraması sonucu genişleyen-değişen algı durumu ile birlikte Hakikâti olan bu boyutlara uzanabileceği gerçeğine götürür. Böylece evren ve boyutları tüm varlıkların katılımlarıyla rölatif (izafi) bir biçimde hiyerarşik olarak var olmuş Tekil bir yapıdır
."

1917 yılında David Bohm adlı bir bilim adamının yaptığı çalışmaları özetleyerek devam eden yazıda, o yıllardan günümüze gelinene kadar keşifleri ve yaşananlarla beraber bulunanlara verilen bilimsel isimleri oldukça anlaşılır ve güzel bir dille anlatıyor. Bir bilim insanı olmamakla beraber yazının içeriğinden anladığımı bende kısaca aktarmak istiyorum.


Bohm yaptığı çalışmalar neticesinde kuantum mekaniği ve rölativite kavramlarının çok temel noktalarda birbirinden ayrıldığını ifade ediyor. Peki nedir bu kuantum mekaniği ve rölativite kısaca onları anlamaya çalışalım.. Yine ilgili yazıda verilen tanıma göre kuantum mekaniği "Gerçekliğin süresiz, nedensiz ve mekandan bağımsız olduğunu" söylerken, rölativite gerçekliğin sürekli, nedenli ve mekana bağımlı" olduğunu iddia eder. Örneğin kuantum fiziğine göre bir atom parçacağının hareketi kelebek etkisi yaratarak evrenin bambaşka bir yerindeki bir başka atomsal hareketi tetikleyebilirken, rölativite bambaşka bir mekandaki parçacığın burdaki bir parçacığın hareketinden etilenmeyeceğini iddia eder. Rölativiteye göre mutlaka her şeyin bir nedeni vardır. Nedensiz herhangi bir şeyin olması mümkün değildir. Bilim adamlarını karşı karşıya bırakıp sayısız deneylerle ispata sürükleyen bu iki teori, 1982 yılında Paris Üniversitesi Optik Fizikçilerinden Alain Apect, Gerard Roger ve Jean Dalibard tarafından yapılan Aspect deneyi ile her iki teoride söylenenleri ortak bir yolda birleştirecek farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Daha bilimsel yoldan söyleycek olursak, "....bu deneyi yaparak kuantum gerçekliğinin ardında bir başka gerçekliğin gizli olduğunu bulmuş ve Einsten’ın determinist (gerekirci) ilkesi ile Bohr’un madde–antimadde arasındaki etkileşmenin sonucu yerel nedensellik ilkesinin olamayacağı görüşünün bu boyutta birleşmesini sağlamıştır. Böylece bir foton (tanecik) galaksinin ya da evrenin ucundaki bir diğer fotonla (parçacıkla) veya diğer tüm fotonlarla (parçacıklarla) deneydeki gibi zaman ve mekan kavramı olmaksızın bağlantılıydı. Buna göre ya Einstein’ın uzun süre kabul gören “hiçbir iletişimin ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceği” teorisi gerçekti ya da iki parçacık mekândan bağımsız olarak birbirleriyle bağlantılıydılar."

"GİZLİ DÜZEN (Örtük, Saklı Düzen):

Parçacıkların yerel olmayan ilişkilerini David Bhom bir plazma içindeki, elektronların, gelişi güzel, kaotik bir biçimde sürekli bir kararsızlık durumunu yaratarak hareket etmek yerine, tüm elektronların bilgisine göre yani holografik bir biçimde davranış sergilediğini ve buna da “plazmon” ismini vererek (aynı durumu metallerde de) deneysel olarak göstermiştir. Bu görünmeyen ve holografik özellikli sisteme “Gizli (Örtük) Düzen” ve bu düzenin kendi boyutlarınca belirdiği, göründüğü düzenleri de “Belirgin Düzenler” olarak ifade etmiştir.

Böylece bir taneciğin, diğer taneciklerden, deney aletlerinden ve onu gözlemleyen (deneyi yapan ve izleyen) gözlemcinin zihninden veya gözlemcinin zihninin deney aletleri ve taneciklerden bağımsız olmadığı ve daha derin bir düzeyde birbirinden ayırt edilmeksizin Tek bir yapı oldukları, ancak belirgin düzende açığa çıktıklarında farklı isim ve yapılarla anıldıkları ve de bu iki düzen arasındaki gidiş gelişlerle de her an birbirleriyle bağlantılı oldukları görülür.

Bu nedenle her şey bir diğer şeyin tüm özelliklerine sahip olan diğer aynı şeydir ki, varlık bu şekilde birbirinin devamı olarak sürekliliğini devam ettirmekte ve bundan ötürü fark edelim ya da etmeyelim, yine birbirlerini zaman – mekan kavramı olmaksızın her an ve her şekilde etkilemektedirler. Uzay- zamandan bağımsız etkileşmeyi sadece mekanlar arası değil, varlığın geçmiş-şimdi-geleceği arasında var olan aynı biçimdeki bağlantıyı da kapsayacak şekilde düşünmeliyiz. Bu zamansal bağlantıyı anlamak içinse, nasıl ki sağduyumuza göre geleceğimiz, geçmişimiz tarafından oluşturuluyorsa, geçmişimiz de aynı biçimde geleceğimiz tarafından şekillendirilmektedir. Dolayısıyla, olaya Tek bir gözle (bakış açısıyla) Bütünsel Boyuttan baktığımız taktirde ayrı ayrı olarak geçmişin mi geleceği yoksa, geleceğin mi geçmişi var ettiği sorusu anlamsızlaşır. Çünkü o boyutta, herhangi bir zaman ayrımı olmaksızın Tek bir zamanın varlığı söz konusudur. Tıpkı Einstein’ın “geçmiş, şimdi ve gelecek, sadece bir illüzyondan ibarettir. Her ne kadar gerçek görünseler de…” dediği gibi."


Bu noktadan sonra yazıda hologramlar ve mantığı anlatılıyor.. Şöyle ki hologramlar bir taşın suya atıldığında oluşan tek merkezli dalgalar gibi bir laser ışını oluşumundan meydana geliyorlar ve ancak laser teknolojisi ile yapılabiliyorlar, tam olarak teknolojisini aktaramayacağım şimdi size ama, burada önemli olan nokta hologramların bölündüklerinde bütüne ait özellikleri kaybetmiyor olmaları yani, bir elma hologramını ortadan ikiye böldüğünüzde aynı özelliklere sahip iki elma hologramına sahip oluyorsunuz. İki tane yarım elma hologramına değil.

Yine yazıdan öğrendiğime göre, 1960′larda ise Pribram, bilginin beynin nöronlarında veya küçük nöron gruplarında depolanmadığını ve kodlanmadığını ispatlayarak, sandığımızın aksine beynimizde anılarımızı ve öğrendiklerimizi depolayan odacıklara sahip olmadığımız acı gerçeğiyle bizi yüzleştirmiş oldu. Bu anlamda yaptığı çalışmalarda, fareleri bir labirentte koşturarak, yolu öğrenmeleri sağladı ve ardından, aynı farelere beyin ameliyatları yaparak, ilgili bilgiyi sakladığına inandığı bölümleri beyinlerinden alarak aynı deneyi tekrarladı, fareler dengeleri bozulmuş olarak da olsa yollarını yine buldular.. Sonunda Pribram yaptığı çalışmalarla, beynin anıları belirli bir merkezde değil aynı hologramlarda olduğu gibi her bir hücresinde bütünü ile depoladığı sonucuna ulaştı. Yani ne kadar küçük parçalara ayrılmış olursa olsun beyin bilginin tamamını ya her hücresinde saklıyordu ya da bunların saklandığı merkez beyin değildi..

Yazıyı tamamladığımda öğrendiğim iki şey ;

1. Aslında tek bir bütün var ve hepimiz onun parçalarıyız.
2. Her parça bütüne ait tüm bilgileri bünyesinde barındırıyor

ve bu ikisi birleştiğinde ortaya holografik evren denilen oluşum çıkıyor. Yani aslında var olmayan ve bizim bulunduğumuz boyutta ya da programlandığımız şekilde algıladığımız evren.

Bu verilerin ardından ulaştığım noktalara kendim bile hayret etmekle beraber, fazla detaya inmeden sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Kur'an'a göre hepimiz bir nefesten üflendik, dolayısıyla yaratıcının nefesinin parçalarıyız.. Nefes hayat bulmak, nefs ise fiziksel oluşumumuz dışındaki varlığımız olduğuna göre de zaten bu holografik evren teorisi ile çok güzel açıklanabiliyor bana kalırsa.

Yine Kur'an'da pek çok yerde "onlar özbenliklerine zulmettiler" der.. burada bahsedilen özbenlik nefs, yani üflenen nefesdir.. Yani evrenin oluşumuna ters bir hareket yaptığınızda evrenin her noktasını etkiliyorsunuz demek anlamına gelir bu da.. Enerjiyi (nefesi) negatife çevirdiğinizde (kötülük dediğimiz şey) o halde evrenin enerjisini ki yine bu yaziya gore hepsi bir bütün olduğuna göre nefesi barındıran tüm alemleri etkiliyorsunuz demektir.

Bu da aklıma şunu getirdi, evrenin enerjisinin kullanıldığı söylenen r2 ve feng sui gibi oluşumlarda ve bu oluşumlarla ilgilenenlerde negatif enerjinin yoğunlaştığı alanlarda bulunmak istememek ve yaşam alanlarındaki enerjinin negatife döndüğü yerleri tesbit edip düzene koymak isteği vardır. Çünkü negatif enerjinin bulunduğu yerlerde kendilerini huzursuz hissederler. Bu negatiflik ya da kötülük kendilerini hedef almasa bile enerjinin negatifleşmesi onları etkilemektedir. Ve kötülüğün çok olduğu yerlerde enerjinin fazlasıyla negatife dönüştüğü ve doğal afetlerin bir kısmının bu şekilde tetiklendiği gibi de bir inanış vardır. Yani poztifi enerjinin (iyi niyetin) kaybolduğu bölgelerde evrendeki pozitif enerji negatifi kırmak için tepki verir ve doğal afet olarak adalandırdığımız durumlar ortaya çıkar.. Bu da Holografik Evren Teorisi ile gayet güzel örtüşüyor bana göre..

Alternatif tıpta uygulanan auramızdaki deliklerin yada enerji kırılmalarının tedavi edilmesi de aynı mantıktan yola çıkar. Stres gibi bir negatif enerjinin fiziksel bedenimize zarar verip hastalıklara yol açmasıda aynı negatif enerjinin nefesi taşıyan her alanı etkilemesi sonucu gerçekleşir. Ya sağlığımızı ya da mutluluğumuzu kaybeder kendimizi huzursuz hissederiz.

Kendinde negatif enerjiyi yükselten (fesat, iyi niyetini kaybetmiş) insanlarin yanında kendi enerjiniz tükenmiş gibi hissedersiniz. Sadece o konuştuğunda bile yorulursunuz bu nedenle, kalbiniz sıkışıyor gibi olur. Yine bunun nedeni ondaki negatif enerjinin sizin taşıdığınız ve sizin çevrenizdeki pozitif enerjiyi kırmaya çalışıyor olmasındandır. Yaşasın Holografik Evren teorisi...

Evrendeki hemen herşeyi bu mantıkla açıklamak mümkün. Sadece bir anda okuğum şeyler beynime doluşuverdi o yüzden yazdım. Ve tabii matrix filmi de hafızamda canlanan görüntülerden biri.

Cennet ve cehennemin yeryüzünde olduğu gerçeği de belki bu diye düşündüm şimdi.. Eğer hologrfaik bir evrende yaşıyor kendi algılarımızı ya da programlandığımız algıları görüyorsak, ölüm bu programın upgrade edilerek aynı evreni başka bir boyutla algılıyor olmamızı sağlayabilir bu durumda. Yani ölüm diye bir şey yoktur sadece bu nedenle ölüm pek çok felsefe ve inanış da sadece boyut değiştirmektir. Bu durumda ölümden sonraki hayat aynı mekan üzerinde evreni farklı bir boyutta algılamamızla gerçekleşir diyebiliriz. Ve eğer reenkarnasyon da var olduğunu düşünürsek sadece algımızın boyut değiştirmesi ile doğuyor ve ölüyor olabiliriz. Yani ruh veya nefes olarak zaten hic mekan değiştirmiyor sadece boyut değiştiriyoruzdur ki bu zaten kadim medeniyetlerin inandığı yaratılış ve ölüm hikayeleri ile çok güzel örtüşüyor. Biz Holografik Evren bulduk sırları çözdük derken onlar zaten binlerce yıl öncesinden bunları biliyorlardı ama o ayrı :)

Bu durumda din günü olarak kutsal kitapta verilen gerçek dünyanın sonuda hepimizin aynı anda boyut değiştirerek aynı evreni farklı bir boyutta algılamamız sonucu oluşacak olabilir. Ve belkide o nedenle kristal vb isimlerle adalandırdığımız nesillerin algıları bizimkinden çok farklıdır kimbilir. Belki de bir nesil algısı tamamen farklı gelecek ve onlar bizim yaşadığımızı sandığımız evreni farklı bir boyutta görecekler.. Holografik Evren Kurguları diye bir kitap yazmalıyım ben belkide.

Bu durumda ölüm de, kısa bir bilinç kaybı ile boyut değiştirmekten başka bir şey olmuyor. Korkmamıza gerek kalmadı.

Ayrıca yoga, meditasyon ve hatta eski mısır öğretilerinde bize büyü ya da uçuk gibi gelen pek çok şey aynı mantıkla açıklanabilir diye düşünüyorum. Ölüm fiziksel olarak formatlanıp geri gelişimizin habercisi bile olabilir. Yani eskittiğiniz elbisenizi değiştirip hayat sahnesinde yeniden rol alırsınız bu durumda. Ama nefes sabittir size üflenen nefes aynıdır.

Ama eğer anılarımızın tamamı hologram mantığı ile beyinde depolanıyorsa o zaman reenkarne olmuş insanlar geçmişlerindekileri nasıl hatırlıyorlar diye düşündüm kısa bir an. Onada şu açılamayı buldum zaman kavramı olmadığına göre.. ki beynin tamamını alamadıkları için kalan parçada bu şekilde depolandığını düşünüyorlar.. bu tecrübelerin veya yaşam öğretilerini belkide beynimizde fiziksel olarak değil. Yine nefes de enerji olarak tutabiliyoruz. Bu da medyumların yaptıklarını açıklıyor aslında. Bir enerji kümesindeki bilgiyi okuyabiliyorlar onlar. Zaman olmadığı düşünülürse.. vay be... olm açıklanmadık bişi kalmadı.. sırrı bulduk.. :)

Yazının son bölümü hakkında yorum dahi yapmadan aynen aktarıyorum size.. Konu Levh-i Mahfuz..

"HOLLOGRAM VE TASAVVUF,
Ahmet F. Yüksel

Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim… Kişinin “Ayan-ı Sabite” denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef’al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir.

Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir. Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf tecrübeli bu anlamda “eşyanın menşe-i”ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır. Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O’nun ilmiyle, O’nun ilminden ve O’nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan her şey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, “Zerre küllün aynasıdır” şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz’iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır. Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz’ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz’ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır.

Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm’ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, “kesreti” yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin “kaza ve hüküm”, bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki “hüküm ve takdirin” fiiller alemine yansımasıdır. Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şeyin varlığını Allah’tan alır. Ve herbiri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek’tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah’dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek’in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Mutlak yaratıcı her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de “Alemlerin aslı hayaldir” diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir."


Ne diyorsunuz? Levhi mahfuz açıklaması bana çok mantıklı geldi..

Kalın sağlıcakla
Fasulye