28 Ekim 2008 Salı

BENİM ATATÜRK'ÜM

"İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi, Fransa İhtilali'nin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre (...) yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır"


Ben çocukken Atatürk'ü ilk evimizde tanımıştım. Bizim zamanımız öyle ilköğretimden önce anaokuluna herkesin gittiği, annelerin çalıştığı bir dönem değildi. İlk tepkilerim nasıl olmuştu, nasıl değerlendirmiştim tam hatırlamıyorum aslında. İlköğretimde Atatürk ile karşılaşmam kara tahtanın üzerindeki büyük resmi ile olmuştur sanırım, sanırım diyorum çünkü bazen eşyalar öyle doğal gözükür ki gözümüze durdukları yerde onları farketmeyiz bile. Biz okul sıralarında çocuk aklımızla yaşarken o bizi seyrededurmuştur büyük ihtimalle.


Sonrasını ders kitaplarından hatırlıyorum. İstiklal Marşında ayağa kalkmamak günah sanırdım mesela, onu hatırlıyorum. Çok şiddetli tepki gösterirdi öğretmenler İstiklal Marşı okunurken konuşmayı bırakın, hareket etmeyi bile. Televizyon yayını sona erdiğinde çıkan askerler "Tüfek Omza" diye bağırır, ardından heybetli bir koronun söylediği İstiklal Marşı başlardı. Evdekilerin ayağa kalkmıyor olmasından bile rahatsız olur televizyonun karşısına geçer beklerdim bende. Diyorum ya benim için günah kıvamında bir şeydi o zamanlar. Yapmam lazımdı, içime işlemişti bu dürtü çünkü.


Atatürk öylesine doğal bir şekilde hayatın bir parçasıydı ki, onu sorgulamak, yargılamak kimsenin aklına gelmezdi. O bizim kahramanımızdı. O zamanlar bir türlü öğrenemezdim ilkelerini, adlarını değil, içeriklerini, bir zor gelirdi onları tek tek okuyup aklımda tutmaya çalışmak anlatamam. Dersdi çünkü, not almam gereken yaptırımlardı benim için sadece. Tarihleri ezberlemem lazımdı. Niye yapılmıştı, neden yapılmıştı, yazılılarda çıkan soruların cevabından fazlası değildi benim için.


"Yolunda çalıştığınız büyük kutsal ideali halkın kalbinde bir fikir halinden bir his haline getirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, madde madde açıklamak lazımdır. Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Onlara Cumhuriyet prensiplerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayınız. "


Sonra büyüdüm, büyürkende siyasete hiç ilgi duymadım. Belki 12 Eylül ve öncesini yaşayan ailemin korkuları vardı, bu nedenle de beni uzak tuttular günlük siyasetten. Ben ülkemin gerçeklerinden bi haber, derslerimi çalıştım, okuluma gittim geldim öylece.


Batı Trakya Türkleri'nin trenlerle Türkiye'ye gönderildiği bir dönem vardı belki hatırlarsınız, o dönemde evde annemle bir hafta küsecek kadar kötü bir tartışma yaşamıştık bu yüzden. Ben onların ülkesinin burası olduğunu ve gelmeye hakları olduğunu bağırıp dururken, annem Türkiye'de yeterince işsiz ve aç varken devletin onları bırakıp bunlarla ilgilenmesine sinirleniyordu. İlk defa o zaman içindeki Türk'lüğün farkına varmıştım. Ama önceki dönemlerde bu duygu içime nasıl yer etmişti, kim beni böyle işlemişti hiç farkına varamadım.


Atatürk'ü merak edip de tanımaya çalışmak fikri sanıyorum yirmili yaşlarımın sonunda doğru ancak aklıma gelmişti. Ders kitaplarından çıkıp da gerçek bir insan olarak onu tanıma merakı yani. Bir süre onun farklı fotoğraflarını toplamaya başladım. Yani öyle her yanda rastlanılan türden olanlarını değil. Gülümsediği örneğin, çocuklaştığı ya da hala da çok sevdiğim Florya'da çekilmiş fotoğraflarını. Asker ve devlet adamı olmayan Atatürk'ü. İnsanları incelemek, onlar hakkında kendimce yorumlarda bulunmak daima hoşuma gider zaten. Onu tanımak için ifadelerinden yola çıkmıştım bu yüzden. Hakkında anlatılan gerçekten çok şey vardı birbirini tekrarlayan.


Ama o da bizler gibi bir insandı işte, O'na duyduğum ilk derin hayranlık "Sarı Zeybek" belgeseli ile olmuştu fotoğraflarının ardından, Milliyet gazetesi belgeselin cd sini ve kitabını vermişti. O gece hasta haliyle o ortama girişi, vals yapışı ve ardından orkestraya sarı zeybek deyişi ve bütün asaletiyle sahnede zeybek oynayışı. Atatürk gerçekten hayran olunacak bir adamdı artık benim için. Bu ülkeyi kurtardığı, bir kahraman olduğu ya da bir dahi olduğu için değil. Olmak istediğim gibi olduğu için. Doğal, hümanist, kendine ve çevresine saygılı, idealist ve azimli. O fotoğraflarda bakan adam gerçek bir idoldü benim için o günden sonra.


Ama o noktada durmak olmazdı artık, onu daha çok tanımak istiyordum. Neyi neden yaptığını bilmek istiyordum artık. Hayatını, aşklarını, sevdiklerini, düşüncelerini bilmek istiyordum.

Keşfetmek istiyordum belki de onu. Okudum, okudum, derledim, topladım. Çok zekiydi bir kere, öngörülüydü, heyecana kapılıp, fevri hareketlerde bulunmuyordu, iradesi çok sağlamdı, çok iyi bir gözlemciydi. Hırslıydı aslında, ama yinede hırsını ona zarar verecek noktalara hiç taşımamıştı. Kalenderdi, soğukkanlıydı. Çocukları seviyordu. İnsanları seviyordu. Ülkesini seviyordu.


Bende onu seviyordum artık, hem de çok seviyordum. O benim kahramanımdı. Bir Türk olmasaydım da öyle olacaktı. Çünkü ben onu insan olarak tanıma yolunu seçmiştim. Gerçekten tanısaydım belki çok daha fazla sevecektim kimbilir.


Artık onun ilkeleri söz konusu olduğunda neyi neden yaptığını anlıyordum. Hak da veriyordum. Haklıydı, doğruydu bence çünkü. O yaşamayı seven ama idealleri için iradesini kontrol altında tutabilen, adil biriydi.


Hiç mi hata yapmamıştı, kimbilir belki özel hayatında pişmanlıkları olmuştu onunda bizler gibi. Ama ben onu bir insan olarak kabul etmiş ve sevmiştim bir kere, kimin hatası yoktu ki. Keşke kendini daha çok düşünüp, daha çok mutlu olsaydı. Keşke gerçekten dolu dolu bir aşk yaşasaydı mesela. Oturup onun hayatında tercihleri yüzünden kaçırdığı, onca güzelliğe bile üzülecek kadar çok sevmiştim onu. "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir (yeterlidir)" demişti ya hani. Ne kadar haklıydı anlamıştım.


Sevmek, anlamaktır, anlamaksa tanımak..
CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN!

HAYATTA HİÇ BİR ŞEY TESADÜF DEĞİLDİR

Tam da stres üzerine bir ahkam kesmiştim ki kendimce (Bkz. İyi olacak hasta doktoru başlıklı yazı), 3-4 günlük bir blogger faciası geldi. Önce kısa bir panik, ardından bir öfke ve ardından çözüm yolları arayışına girdim kendimce. Kızdım çünkü daha blogcu'dan taşınalı çok olmamıştı, yerleşik düzene geçtim derken, kendi düzenime erişemez duruma gelmiştim. Bir hırs başladım ordan burdan girip yazılarımı makinama kopyalamaya. Off bayıldım sonra. Napıyorum dedim ben ya.. Blogger kapanmadı sadece erişemiyorum. Durdum. Derken forumlardan çıkamaz oldum. Platformları okudum, durdum. Bana göre eksik de vardı, fazla da.

Çok olmamıştı daha bir kaç hafta önce ortak tepki verelim, blog kaçıncı güç gibi tartışmaların ortağı olmuştum gerek blograzzide, gerekse kendi içimde. Sonra evrensel bir harekete katıldık hep beraber, sonra sevdiğim bloggerların bir firma için seçildiklerini öğrendim. İşte bu dedim ki, hoop kesinti başladı.

Dedim ya forumlardan, platformlardan çıkmadım, okudum her bir yazıyı bana anlatılıyormuş gibi algıladım, cesaret vermek istedim, destek vermek istedim. Sonra durdum duramadım, oraya buraya yazı yazmaya başladım. Tartıştım, konuştum.

Sonra bir de baktım, mahkeme geçici bir süre için görünüyorda olsa yasağı kaldırmış. Bu arada artık başımı sokacak bir bloğum olsun, kirada sefil oldum diye bir domain aldım, bir de hosting. Yakında oraya taşınacağım. İçim rahat şimdilik, kendi kendimi yasaklatana kadar, orada yaşayacağım. Kendimi güvende hissedeceğim en azından.

Başından beri değerli Zorbey'in üstün katılımı ve desteğiyle Blog Hareket Günü için bloggerları bir araya getirme fikrine takılmıştım zaten. Blogların gücüne, bloggerların gücüne inandığım için. Sonra Serbest Yazarlar kuruldu sevgili Mertata'nın girişimleriyle, gurur duydum. Yolsulluk konusu ile başlayan ortak blogger hareketi, bu yasak sayesinde aslında amacına daha çok ulaşmış görünüyordu bana göre.

Biz ortak bir ses olabiliyorduk isteyince, kimimiz yüksek kimimiz alçak perdeden girsek de olaya, sonuçta bu ülkede uzun süredir görmediğim bir birlik duygusunu gördüm bu olayda. Kimse kimseyi öyel fazla fazla azarlamadı forumlarda, azarladıysa da, özür diledi sinirimden dedi. Çok insanca.. Bütün konumuz bu oldu günlerdir. Kimi hosting vermeyi önerdi, kapanmayan bloglar, diğerlerine destek verdi. Kimse kimseye vay sen şöyle içerikli bi blogsun, babanı da sevmezdim süt oğlan muamelesi yapmadı.

Biliyor musunuz "Hayatta hiç bir şey tesadüf" değildir. Bunu yaşadıysak mutlaka bir sebebi vardır. Hepimiz kendimize bir ders çıkardık zaten yedekli çalışma anlamında ama onun ötesinde birbirimize yakınlaştık, kötü günde bir arada kalmayı başardık.

Bu yüzden herkese koca bir Aferin benden. Benim için anlamlı olduğu için. Ne istediğimizi tam bilmesek de bazen, neyi istemediğimizi çok iyi anladığımız için. Birbirine destek veren, aslında lafı ağzında olup, saman alevi gibi parlayıp sönen, özünde birbirinden vazgeçmeye gönlü razı olmayan bir grup olduğumuz için.

Hepinize teşekkürler..

27 Ekim 2008 Pazartesi

"BLOĞUMA DOKUNMA, TEKNOLOJİMİ KARARTMA" İMZA KAMPANYASI

"BLOGUMA DOKUNMA" İmza Kampanyası'na katılmak için tıklayınız

26 Ekim 2008 Pazar

SESİMİZİ DUY, ÇAĞDAŞ TÜRKİYE!

Daha bir hafta önce bütün dünya blogger’ları el ele verip “Yoksulluk” sorununa çareler üretmek için el ele verdiler. Ülkemizden de pek çok blog yazarının gönülden destek vererek yazılarıyla katkı sağladıkları bu hareketin ardından, Gilette firmasının seçtiği 150 blogger’dan ürünleri ile düşüncelerini ileten yazılar yazmalarını istediler. Türkiye ve dünyadan verdiğim bu iki örnek, artık bloggerların da medya sektöründe yerinin olduğunu bize gösterten en yakın iki örnekti.

Peki sonra ne oldu ? Bu gün yüzlerce Türk Blogger bir başka medya kanalının ticari kanallarından biri zarar gördüğü için mağdur oldu. Çözüm bu muydu gerçekten? Pire için yorganı mı yakmak gerekiyordu. Kısa yoldan hepsini susturalım mı dediler. Bilinmez.

Geçenlerde ulaştırma bakanımız açıkladı, artık Türkiye’de internetin ulaştığı ev sayısı Türk Telekom sayesinde 30 milyona yaklaştı, internet cafe vb diğer yollardan internete ulaşanlarda cabası. Kampanyalar düzenlendi ülkemde, her eve bir bilgisayar, her okula bilgisayar labaratuvarları kuralım istendi. Destek görmedi mi? Gördü. Ülkem insanı teknolojiye ardı dönük yaşamayı tercih etmedi.

Peki Türtçe içeriğin yaygınlığı ve kalitesi, hatta türkçe bir internet için çaba gösterilmiyor mu ülkemde. Gösteriliyor. Sayın Mustafa Akgül her yıl konferanslara çağrı yapmıyor mu sektörde çalışanlar için. Yapıyor.

Bloglarla tanışalı daha birkaç yıl olmasına rağmen ülkemin genç, dinamik dimağları blogları keşfedip de kendilerine bir yer edinmediler mi sanal alemde. Artık sanal alemin de bir iletişim şekli olduğu kabul görmüyor mu, ülkemde? Görüyor. Devlet bile başına bir “E” takmadı mı artık, bilgiye ulaşma hakkı verilmedi mi devlet dairelerince halkıma, internet üzerinden başvurular yapılmadı mı bilgi için? Yapıldı.

Peki biz blogger’ların bilgiyi yayma ve okuma hakkını neden elinden aldınız o zaman? Türkiye’de insanlar bir karşılık beklemeden en düşük maliyetle, düşüncelerini paylaşıp da ülkeme değer katıyor diye mi? Muasır medeniyet’den bunu mu anlamışız biz yıllarca..

Peki bir servisin, yüzlerce müşterisine bir toplu mail atıp duyurmak da mı aklınıza gelmedi. Bir gerekçe göstermek, bir süre tanımak, bir açıklama yapmak da mı bu kadar zordu? Peki emeklerimizi almamıza izin verecek misiniz? Yoksa birkaç sitenin kurbanı olacak, yaşın yanında yanan kurular sıfatı mı yükleyeceksiniz bizlere..

Geçmiş olsun Türkiye, çağdaşlığın komada!

Fasulye
Bir "Blog Haraket Günü" Üyesi

23 Ekim 2008 Perşembe

İYİ OLACAK HASTA DOKTORU

Bir kaç gündür bir şeyler yazma heyecanı ile dolu olmama rağmen bir türlü fırsat bulup da yazamadım. Bu gün keyfim yerinde olduğundan oturup bir şeyler yazabilirim diye düşündüm. Öyle belirli bir konum yok aslında, aklımda uçuşan bir kaç düşünceden öte..

Bu aralar kendimde hissetiğim bir kişisel gelişim sürecinden bahsetmek istiyorum. Bir fasulyede olsam kendimi geliştirebiliyorum yani, öyle fasulyeden takılmıyorum hayata...

Bir süre önce hayattan beklentilerimin karşılanmadığı duygusunu yoğun olarak hissediyordum, bunu öyle bir noktaya taşımıştım ki sonunda, başetmeye çalıştığım hiç bir şeyle başedemeyip, çaresizce kendime işkence ettiğimi anladım. Belkide hiç bir şeyle başetmem gerekmiyordu. Yani kendime sorun olarak tanımladığım süreç ve olaylardan kurtulmak istercesine bir debelenme içine girmiş olmam, zaten sonuç alamayacağım bir savaşta, kendimden başkasını yaralamadığım tek kişilik bir trajediye dönüşmüştü. Başka hayatların kahramanı olmaya çalışırken, kendi hayatımın kahramanı bile olamıyordum anlayacağınız.

Bir süre kendi kendime bu savaşı kesip hayatın akışına bırakmak için izin vermeye karar verdim. Zatende savaşacak gücümün kalmadığını hissediyordum artık. Normal şartlar altında kolay kolay kabullenemeyeceğim bir kadere sürükleniyorudum, "kaderci" olmama ramak kalmıştı yani. Yapmayı zaten sevmediklerim listesine birde yapmayı sevdiğim halde zevk almayı başaramdığım bir sürü yeni kalem eklenmişti. Bende salıverdim ipin ucunu, kayışı kopardım, rüzgar nereye eserse dedim bir süre. Ama bünye bir kere savaşa alıştığından, karşılaşmak istemediğim her olay karşısında tüylerim diken diken olmaya devam ediyordu. Bir çıkış arasamda bir türlü bulamıyor, bulamadıkça çaresiz bir kurban rolünü üzerime giyerek dolanmaya devam ediyordum.

Sonra bir gün aslında sorunlar başlığı altında topladığım bir çok şeyin, aslında hayatımdan çıkaramayacağım şeyler olduğunu farkettim. Onlardan kurtulmam değil, bana zarar vermelerini engellemem gerekiyordu sadece. Tam da o dönemde "Stres Yönetimi" adlı bir seminere katılma fırsatım olmuştu. Aslında kendi başıma vardığım ama adını koyamadığım bir çözüm yolunun adını işte o seminerde bulmuştum. Seminerde öncelikle belirtilen stresin bir şekilde hayatımızda olması gerektiğiydi ki bu bizim motivasyonumuzu gerekli dozdaki hırsımızı destekliyor ve bizi daha iyisi için teşvik ediyordu. Ancak doz aşımına uğradığında, yan etkileri oldukça fazlalaşıyor ve ruhumuzdan ziyade bedenimize zarar vermeye başlıyordu. Bu semineri farklı bir ruh halinde dinliyor olsaydım, eminim ki bir kulağımdam girip, öbür kulağımdan çıkacaktı söylenenler, ama o ara hissettiklerimle o kadar güzel örtüşüyordu ki, hepsini içime sindirmeyi başarabildim. Demeki ki atalarımız yanılmıyordu, iyi olacak hastanın doktor ayağına gelebiliyordu.

Belki ben bu yazıyı yazarken benim o dönemde hissettiklerimin benzerini yaşayanlarınız varsa belki bir fayda sağlayabilirim bu anlamda, yok eğer şu ara stresle işiniz yok ise, ki umarım hiç olmaz o zaman umarım bu yazdıklarımı hatırlayabilirsiniz gerektiği durumlarda. Yangında ilk kurtarılacaklar listenize ekleyin. İmza : İyi olacak hasta doktoru.. :)

Düşünsenize tıp alanında böyle bir ünvan olsaydı. Bir depresyon anında kalabalıklardan fırlayacak birisi bağıracaktı, zira ayağınıza gelme gibi bir misyonu olacaktı bu doktorun, bir muayenehane de çalışması uygun düşmezdi.

"Durun, ben iyi olacak hasta doktoruyum!"
"Nesin abi?"
"İyi olacak hasta doktoru (İ.O.H.D.), çekilin hastanın başından hava alsın biraz.."
"Nesi var abi, iyileşecek mi?"
"İyi olacak, benim işim bu, metin olun"
Ya da ,
"Yok bu hastadan iş çıkmaz, benim alanım değil, siz bi umutsuz vukuat doktoru bulun kendinize"

Ama ne yazık ki, tıp henüz o kadar ilerlemedi, o halde kendi başımızın çaresine bakmaya devam etmek zorundayız.

Stresle başetmenin en önemli yöntemlerinden birisi, "Yenemiyorsan, kabul et". Yani ya o sorunla yaşamayı öğren, ya da en az zarar görme yöntemlerini araştır. Bir çeşit olumlu bakış açısı kazan yani. Kazanamayacağını bildiğin bir maç için ter dökmektense, hiç değilse berabere kalmak için uğraş. Seminerde anlatılanlarla kafamda şekillenen yeni yöntem sayesinde kendimi eskisinden çok daha iyi hissetmeye başlamıştım.

İki şeyi çok net öğrendim bu süreç boyunca ;
1. Yenemiyorsan, kabul et.
2. Bir şeyin yerine, başka bir şey koymayı değil, yanına eklemeyi öğren.

Yani beni mutlu etmeyen eskiden kurtulup yerine yenisini koyamıyorsam, o halde bir yenisini ekleyerek bunu telafi edebilirim. Eskisinden kurtulmak zorunda değilim ki..

Hayat bazen çok basit denge ve formüller üzerine kurulu olsa da biz insanların yüksek matematik gerektiren çözümlere yöneliyor olmamız çok komik aslında. "Mutsuzum" diye dolanırken, "Nasıl mutlu olabilirim?"i aramak yerine, "Beni mutsuz eden şeyden nasıl kurtulabilirim?" diye düşünmekten vazgeçmek hiç aklımıza gelmiyor nedense..

Ben yaşadım biliyorum, denedim, süper oluyor.. İyi olacak hasta doktoru literatüre girene kadar size de tavsiye ederim.

Ne yapmıyor muşuz? Yenemiyorsak savaşmıyormuşuz..
Peki ne yapıyormuşuz? Mücadelenin şeklini değiştiriyomuşuz...

Hadi bakalım göreyim sizi
Stressiz günler diliyorum
Fasulye

21 Ekim 2008 Salı

ULUSLARARASI ARKADAŞLIK ÖDÜLÜ

Friendship Around The World Award
Uluslararası Arkadaşlık Ödülü

La Dolce Vita adlı bloğun değerli yazarı Nily'den aldığım mimle bende sizinle paylaşmak istiyorum. Yukarıda resmi görülen ödül, blog yazarlarının birbirileri ile tanışıp kaynaşması amacıyla dünya çapında dolanıyormuş. Ödülün özelliği alıcı tarafından devrediliyor olması ve kendisine gönderen kişinin gönderdiği kişi sayısına bir ekleyerek bunu yapmasıymış.

Bende bu ödülü, Bloğumda "İlla ki" başlığı altında listelediğim ve blograzzi'de tanıdığım tüm arkadaşlarıma gönderiyorum.




19 Ekim 2008 Pazar

GERÇEĞİN PEŞİNDE (6)

Bir çok kaynaktan yaptığım araştırmalara göre Musa ve Mısır'dan Çıkış hikayesi için öngörülen tarihlerle kesişen hanedanlar ve onların firavunları yıllarına göre aşağıdaki gibi. Dolayısıyla bu 14 firavundan biri Musa'nın karşısına çıkan firavun olabilir. Elimizde döneminde doğal afetlerin olduğu, ardından Hiksos saldırıların olduğu bilgileri mevcut. Yani bu firavunun son dönemlerinde pek de parlak şeyler yaşanmıyor Mısır'da. 9 ve 10'uncu sırada yer alan firavunlardan bir önceki bölümde bahsedip, onlardan birinin olamayacağı sonucuna varmıştık ve hatta onlardan sonraki bir firavun olabileceği tezi üzerinde durmuştuk.


Aslına bakarsanız genel kronolojide II. Ramses için verilen tarihler ise İ.Ö. 1279 - 1213 tarihlerine denk geliyor ve dolayısıyla Tevratın verdiği 1447 yılı ile arasında yaklaşık 200 yıl kadar bir fark ortaya çıkıyor. Ayrıca II. Ramses 99 yaşına kadar yaşamış ve Mısır'ın en büyük firavunlarından biri olup zamanında Mısır en parlak günlerini yaşatmıştı ve dolayısıyla da Mısır'a felaket getiren firavun olarak anılmıyordu.


Ramses isminde ısrarlı olunduğu için biz de aynı hanedana dahil olan I. Ramses'in hayatına bir göz gezdirelim bakalım, felaket izlerine rastlanıyor mu? I. Ramses sadece 1 yıl dört ay hükümdarlık yapabilmiş ve Teb'de gömülmüş, dolayısıyla bizim kahramanımız olamaz gibi duruyor.

Listede İ.Ö.1447 yılı ile çakışıyor gözüken tek firavun ise III. Thutmose (İ.Ö.1479-1425). Ancak III. Tutmose ile ilgili tarihsel kayıtlar aşağıdaki bilgileri verir.



"III. Tutmose tarihte ilk resmi kayıtlara geçen savaşı MÖ 1479 yılında Meggido'da, Mısırlıların Filistin'i tekrar ele geçirmeye kalkışmalarıyla gerçekleştirmiştir. Kadeş Kralı Hyksos'u yenen III. Thutmose'un kabilesi "Çoban Krallar" olarak da bilinir ve daha önceki tarihlerde savaş arabaları da kullanmışlardır. Bu kabile MÖ 1680'de Mısır'ı da işgal etmiştir ama bu savaşlar hakkında çok az şey bilinmektedir. I. Ahmose ile başlayan on sekizinci hanedanın 6. firavunudur."



Çoban Kral olarak anıldığına göre felaketten sonra başa geçen firavunlardan olması gerekir III. Tutmose'nin ve dolayısıyla Musa ile itişen firavun olma şansı böylelikle yok olmaktadır.

Musa'nın hikayesinin geçtiği yıllarda (Tevrat'dan yola çıkarak) yaşamış hanedanın firavunları aşağıdakilerdir.



Onsekizinci Hanedan (İÖ 1550 - İÖ 1295)

1. Ahmose ,1550 - 1525
2. I. Amenhotep,1525 - 1504
3. I. Thutmose,1504 - 1492
4. II. Thutmose,1492 - 1479
5. Kraliçe Hatshepsut,1473 - 1458
6. III. Thutmose,1479 - 1425
7. II. Amenhotep,1427 - 1400
8. IV. Thutmose,1400 - 1390
9. III. Amenhotep,1390 - 1352
10. IV. Amenhotep/Akhenaten,1352 - 1336
11. Smenkhkare,1338 - 1336
12. Tutankhamun,1336 - 1327
13. Ay,1327 - 1323
14. Hotemheb,1323 - 1295


Bu listeden III. Tutmose'yi Çoban Kral sıfatı taşıması nedeniyle elemiş olduk. Beşinci sırada yer alan Kraliçe Hatşepsut'uda kutsal kitaplarda anlatılan firavunun kadın olduğuna dair bir bulgu olmaması sebebiyle eliyoruz III. Tutmose'den önce felaketlerin olmuş olması gerektiğinden yola çıkarak Kraliçe Hatşepsut'dan başlayıp ondördüncü sırada yer alan Hotemheb'e kadar elediğimizde, elimizde dört firavun kalmış oluyor..

1. Ahmose ,1550 - 1525
2. I. Amenhotep,1525 - 1504
3. I. Thutmose,1504 - 1492
4. II. Thutmose,1492 - 1479

Bu dört firavunun hayat hikayelerine bir göz atalım bakalım felaketlerin izine rastlanayabilecek miyiz?

Ahmose; Yeni krallık döneminin ilk firavunu olan I.Ahmose 18.hanedanı kurarak yeni bir dönem başlattı. I.Ahmose ülkeyi Hyksoslardan istilasından kurtardı.Yaklaşık 500 yıl boyunca süren Yeni Krallık Döneminin 3 hanedanının hüküm sürdüğü bu uzun dönem yeniden kuruluş, amarna ve ramsesler olarak 3'e ayrılır.I.Ahmosis, Mısır'ın kurtarıcısı olarak görülür.


Göçebe istilası yani Hyksoslardan kurtuluşu gerçekleştiren firavun Ahmose olduğuna göre, o halde felaketler daha önceki bir firavun zamanında olmalıydı, çünkü felaketler sonucu zayıf düşen Mısır göçebe istilasına uğramış ve geçici bir çöküş dönemi yaşamıştı. Şu halde Ahmose'den başlayıp lisetlediğimiz bu dört firavun da Musa ile itişen firavun olma özelliklerini kaybettiler. Gerçek tarih ile Tevrat'ın vermiş olduğu tarihi oturtamıyoruz gibi gözüküyor bu şekilde ve 18. Hanedan'dan önceki firavunlara dönüş yaparak onlar hakkında bilgi toplamamız gerek gibi görünüyor. Ama 17. Hanedan firavunlarına bakmadan önce yapılan araştırmalarda ortaya atılan iddiaları da görmemezlikten gelmeyelim diye düşünüyorum.


Mısır tarihinde belirli bir dönem hakkında bilgi sahibi olmak için, Mısır'dan çıkış sırasında ki firavunun I. Dudimose olduğunu iddia eden tarihçi Maneton'a kulak verilir. Dudimose'nin Musa'nın karşısına çıkan firavun olma olasılığını kuvvetlediren bilgi I. Dudimose'nin ölümünden sonra Mısır'da bir kaos ve terör döneminin başlamasaydı. I. Dudimose 13. sülaleninson firavunuydu. Bizim aradığımız firavunun I. Dudimose olup olmadığı konusuna ilerleyen zamanlarda yeniden döneceğiz. Önce biraz Maneton hakkında bilgi sahibi olalım.


Firavun İsimleri ilk olarak Mısırlı rahip ve tarihçi Maneton (M.Ö. 3yy) tarafından belirlenmiş ve Palermo Taşı olarak anılan taşa yazılmıştır. Palermo Taşı, 7 Feet (1 Feet = 30,48 cm ) uzunluğunda 2 Feet yüksekliğindeki siyah taş bir yazıtdır. Mısır tarihinin erken dönemlerinden 5. hanedanın ortalarına kadar krallar, olaylar ve Mısır tarihi ile ilgili çeşitli bilgiler verir. Bu yazıt'ın en büyük parçası Palermo'da ikinci parçası ise Kahire Mısır Müzesinde 3. küçük parçası ise (University College of London) Londra'da bulunmaktadır.


Firavunun izinde ilerlerlen yine karşımıza Harun Yahya'nın çalışmaları çıkıyor. Bakalım o neler bulmuş.

"Yüce Allah, Kuran'da Hz. Musa'nın hayatını ve mücadelesini anlatırken, Mısır'ın sosyal yapısı, din anlayışı gibi bilgileri de detaylı olarak bildirmektedir. Muharref Tevrat Yanılgıları Muharref Tevrat'ta, Hz. Musa'nın doğumu dönemindeki firavun ile Medyen dönüşündeki firavun farklı kişiler olarak verilmektedir. Tevrat araştırmacılarına göre bu firavunlar, Hz. Musa'nın doğumu sırasında II. Ramses (M.Ö 1279-1212) ve Medyen dönemi sonrasında onun yerine geçen Merneptah (M.Ö 1212-1202) 'dır.

Oysaki böyle olduğu hakkında hiçbir arkeolojik bulgu bulunmamaktadır. Oysa Kuran'da, Hz. Musa'nın yaşadığı yıllardaki firavunun iki değil tek kişi olduğuna işaret edilmektedir. Firavun, Mısır'da Hz. Musa'nın kavmine baskı yapmış, daha sonra da Mısır'dan çıkışlarında onları takip etmiş ve Allah'tan bir ceza olarak ordusuyla beraber suda boğulmuştur. Kuran'da sapkın karakteri, kibirli yapısıyla ve Allah'ın elçisine karşı olan davranışlarıyla anılan aynı firavundur. Bir Tane Firavun Olduğuna, Kuran'da İşaret Edilmektedir Müslüman bilim adamları ve tefsir alimlerinin bir kısmı da aynı hataya düşerek çalışmalarında firavunun ayrı iki kişi olduğu yorumunu yapmışlardır. Ancak iki firavun görüşü hem Kuran'da bildirilenlere aykırı hem de arkeolojik bulgularla uyuşmayan bir görüştür.

Kuran'da Hz. Musa'nın kıssası anlatılırken kullanılan "Musa ve Firavun'un haberinden" cümlesi, Firavun'un bir kişi olduğu ihtimalini oldukça güçlendirmektedir. Bu durum, ayette şu şekilde geçmektedir: Mü'min olan bir kavim için hak olmak üzere, Musa ve Firavun'un haberinden (bir bölümünü) sana okuyacağız. (Kasas Suresi, 3) Kasas Suresi'nin devamında ise Hz. Musa'nın doğumu, Mısır'dan çıkışa kadar gerçekleşen olaylar ile firavun hakkında kendisinin ve adamlarının suda boğulması gibi önemli bilgiler aktarılmaktadır. Ayetler dikkatlice okunduğunda görülecektir ki, firavunun, Hz. Musa'nın doğumundan önce başlayan zulmünü, Hz. Musa ile devam eden çekişmesini, İsrailoğullarına yaptığı eziyetleri ve sonunda da Mısır'dan çıkışla başlayan ve boğulmayla neticelenen olayları tek bir firavun gerçekleştirmiştir.

Yine aynı şekilde, Kuran'da bildirilen diğer bir delil de, aynı firavunun, Hz. Musa'nın çocukluk çağındaki yaşayan kişi ile aynı olduğuna dairdir. Bu konu ayetlerde şöyle bildirilmektedir: (Firavun:) Dedi ki: "Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?" "Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin; sen nankörlerdensin." (Musa) Dedi ki: "Ben onu yaptığım zaman şaşkınlardandım." "Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım; sonra Rabbim bana hüküm (ve hikmet) verdi ve beni gönderilen (elçilerden) kıldı." "Bana karşı lütuf-dediğin nimet de, İsrailoğulları'nı köle kılmandan dolayıdır." (Kasas Suresi, 18-22)

Burada firavun, Hz. Musa'ya, velayetini yüklendiği zamanları hatırlatmaktadır. Buna karşılık da Hz. Musa firavuna verdiği cevapla iddialarını reddetmiş ve sarayda olmasının asıl sebebinin, İsrail halkının kendisi (firavun) tarafından köle olarak alıkonması ve Mısır'dan ayrılmalarının engellenmesi olduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca tefsir alimlerinden Abdulvahhab en-Neccar "The Stories of Prophets" kitabında (s.278, 1986) Kasas Suresi, 18. ayetini; "Firavunun ona çocukluk dönemini hatırlatmasından dolayı her iki haldeki firavun aynı kişidir, şeklinde yorumlamıştır. Birçok İslam alimi de Kuran'ın bu tarihi mucizesine dikkat çekmiştir.

Kuran, Muharref Tevrattaki Yanlışlıkları Düzeltmektedir Hz. Musa döneminde yaşayan yalnızca tek bir firavun olduğuna dair Yüce Rabbimiz'in indirdiği Kuran'da başka işaretler de bulunmaktadır: Hani senin Rabbin, Musa'ya seslenmişti: "Zulmetmekte olan kavme git;" Firavun'un kavmine, hala sakınmıyorlar mı?" Dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum." "Göğsüm sıkışıyor, dilim dönmüyor; bundan dolayı Harun'a da (elçilik görevini bildirmesi için Cibril'i) gönder." "Üstelik, onların bana karşı (davasını savunacakları bir cinayet) suçu(m) var; bundan dolayı beni öldürmelerinden korkuyorum." (Allah:) "Hayır," dedi. "İkiniz de ayetlerimle gidin, şüphesiz sizinle birlikteyiz (ve) işitmekteyiz." (Kasas Suresi,10-15) Ayrıca Rabbimiz Kuran'da Hz. Musa kıssasını anlatırken hükümdar için "firavun" kelimesini kullanmaktadır. Bu ifade Tevrat'ta hem Hz. Yusuf kıssasında hem de Hz. Musa kıssasında geçmektedir.

Yüce Kuran bu noktada da Tevrat yazıcılarının tarihi bir yanlışını düzeltmektedir. Tarihi kayıtlarda, Mısır yöneticileri tarafından kullanılan "Firavun" ünvanının Hz. Yusuf döneminde kullanılmadığı, ilk olarak M.Ö 1370'lerde kullanıldığı bilinmektedir. Hz. Yusuf dönemi bu tarihten önce olduğundan tarihi bulgulara göre Muharref Tevrat'ın bu kullanımı yanlıştır. Kuran'da Hz. Yusuf kıssası anlatılırken hükümdar için "Melik" kelimesi kullanılmaktadır. Dikkat edilirse Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in yaşadığı dönemde bilinmeyen ve ancak 1822-1824 yıllarında ilk defa Champollion tarafından okunabilen ve daha sonraları ise tamamen çözülen Mısır hiyerogliflerinin içerikleri, Kuran'daki bilgilere paralel bilgiler içermektedir. Şüphesiz bu da Kuran'ın mucizelerinden sadece bir tanesidir.

Arkeolojik bulgular neticesinde elde edilen bilgiler ise şöyledir: Mısır tarihinde uzun süre iktidarda kalan 2 firavun bulunmaktadır. III. Tuthmosis (M.Ö 1504-1450) ve II. Ramses (M.Ö 1279-1212) III. Tuthmosis, tahta geçtiği zaman yaşı küçüktü ve iktidarı onun yerine belli bir süre için üvey annesi ve teyzesi olan kraliçe Hatshepsut yönetmiştir. Bu yönetimi de göz önüne alırsak III. Tuthmosis'in mutlak hüküm yılları en fazla 33 senedir. II. Ramses'ten başka bir firavun 40 seneyi aşkın hüküm sürmemiştir.

Buna göre Kuran'da adı geçen Hz. Musa döneminin firavunu II. Ramses'ten başkası değildir. Burada arkeolojik bulguların mucizevi bir şekilde Kuran'dan gelen bilgilerle paralellik gösterdiği görülmektedir. Böylece Yüce Rabbimiz 1400 yıl önce gönderdiği Kuran'da yer alan bir mucizeyi daha bizlere göstermektedir. Ayrıca bütün arkeolojik bulgular, II. Ramses'in hayattayken kendini putlaştırdığı, kendisinin bu sahte ilahların soyundan geldiğini iddia ettiği hatta onlarla eş tuttuğu ve halkını kendine taptırdığı, Mısır'ın her yanına yaptırdığı heykel ve kabartmalarda açıkça ortadadır.

Ebu-simbel Tapınağında ve diğer tapınaklarda kendini sahte tanrılarla eş tutan kabartmalar ve hiyeroglifler bulunmaktadır. Mısır tarihinde bu firavundan başka kendini yaşarken ilahlaştıran başka bir örnek yoktur. Firavun'un kendisini ilahlaştırdığı bir ayette açıkça şu şekilde bildirilmektedir: Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum." (Kasas Suresi, 38) Kuran'da firavunun, zulümden kaçan İsrailoğullarını kovalarken suda boğularak öldüğü bildirilmektedir. Bu bilgi arkeolojik bulgularla değerlendirildiğinde Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışının II. Ramses'in ölümü olan M.Ö 1212 tarihinde gerçekleştiği de teyid edilmiş olur.


Firavun'un Günümüze Kadar Korunan Bedeni Bir İbrettir Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi olan Yüce Rabbimiz, Kuran'da kulları için her açıklamayı yapmıştır. Bu açıklamalardan biri de ölen firavunun bedeninin gelecek kuşaklara aktarılacağıdır. Bu mucize bir ayette şöyle bildirilmektedir: Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 92) Yüce Allah, bu ayetiyle firavunun cesedini geride kalanlara bir delil olarak bırakacağını bildirmektedir. Ancak, arkeolojik bulgularda boğularak ölmüş bir firavundan bahsedilmemektedir. Bunun açıklaması ise yine Mısır tarihinde bulunmaktadır. Mısır'da firavun yönetimlerinin tarihi başarısızlıklarını kayıt etmedikleri bilinmektedir. Bu başarısızlıklardan biri de Hz. Musa'yı takip ederken boğulan firavun ve askerlerinin akıbetidir. Allah birçok ayette cezalandırdığı ve gelecek kavimlere ibret olarak bıraktığı insanlardan bahsetmekte fakat hiçbirinin, firavunun cesedinin dışında, korunarak bırakılacağına işaret etmemektedir. Firavunun cesedinin mumyalanarak günümüze kadar gelmesi ise Kuran'ın bu cesedin korunacağına ilişkin mucizevi haberini doğrulamıştır.

Bugün firavunun yani II. Ramses'in mumyası Kahire müzesinde sergilenmektedir. Firavunun cesedi boğulduktan sonra bulunarak Mısır'a getirilmiş olmalıdır."

Kuran'daki ayetlerden yola çıkılarak firavunun tek bir kişi olabileceği ihtimaline katılmakla beraber, II. Ramses konusunda şüphelerim devam etmektedir, kanıtlar bana Harun Yahya'ya göründüğü kadar gerçek gözükmedi açıkçası. Bedeni günümüze kadar korunan tek firavun II. Ramses değildir birincisi, hatta hiç ellenmeden günümüze kadar ulaşmış bir başka firavun Tutankhamun bulunmaktadır. Bu nedenle bu açıklama yeterince ikna edici gözükmemektedir.Ayrıca bilim bulunan mumya fosil vb şeylerin ölüm şekillerini bulabilecek kadar ilerlediğine göre, Ramses eğer boğularak ölmüş olsaydı, bilim adamları bunu bu güne kadar çoktan açıklar ve Kutsal Kitapların doğruluğunu savunurlardı diye düşünüyorum.

Öte yandan aradığımız firavun her kimse uzun yıllar iktidarda kalan bir firavu olması gerektiği savına kutsal kitaplardaki hikayeleri baz alarak katılıyorum, çünkü Sayın Yayha'nında dediği gibi Musa döndüğünde İbrani halkına eziyet eden firavun Musa'nın sarayda büyüdüğü yıllar hariç 40 yıl sina çöllerinde yaşayıp geri geldiğinde hala tahtta oturan kişiydi. Dolayısıyla da 40 yıldan fazla hüküm sürmüş olması gerekirdi, tabi eğer kutsal kitaplarda verilen süreler mecazi anlamlar taşımıyorsa.

Bu arada Gerçeğin Peşinde (5)'de sunduğumuz iddia olan Akhenaton'un Musa'dan önceki firavun olabileceği tezinide bu yazı dizisinde çürütmüş olduk çünkü Ahmose'den öncesine yani 17. Hanedan dönemine doğru uzanmak durumunda kaldık. Belki ilerleyen zaman içerisinde edineceğimiz bilgilerle 18. Hanedan'a geri dönememiz gerekebilir. Kimbilir? Dünya tarihinin bu kadar karmaşık belgelenmiş olması işimizi zorlaştırıyor.

17 Ekim 2008 Cuma

HANGİ MAHALLEDE İMAM YOK, BEN ORADA ÖLECEĞİM

Hangi mahallede imam yok,
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel,
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.
Ölüler namına, azade ve temiz,
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, haşa,
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler,
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,
Ki bütün azalarım hülyada.
Hiçbir dua yerine getiremez,
Benim kainatlardan uzaklığımı.Y
ıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

Aslında bu tür kayıplarda yazacak ne çok şey varken dilimiz, yüreğimiz kilitlenir de hani, ne söylesek anlamsızlaşır, kalıplaşmış cümlelerle ifade etmeye çalışırız hissettiklerimizi. Bu nedenle Yeni Çağ Gazetesinde yayınlanan Sayın Arslan Bulut'un köşe yazısı ile uğurlamak istiyorum Sayın Dağlarca'yı bende sonsuz yolculuğuna...

Fazıl Hüsnü'nün Türk Birliği'ni yaşatmak mesajı
YENİ ÇAĞ GAZETESİ - Arslan Bulut, 17.10.2008
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/a_haberdetay.php?hityaz=5603

Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türk Milleti’nin, yüreği yüreğine sığmayan çocuğudur. Çocuk deyince, kendisini en iyi çocukların anladığını bilir, birçok şiiriyle onlara hitap ederdi. Son yıllarında “Türk çocuğuna kalıcı olarak ne bırakabilirim” arayışı içindeydi.

Bu arayış içindeyken Cumhuriyet’in 75’inci yılı geldi. Hani kimileri “Hâlâ 10’uncu Yıl Marşı’nı söylüyoruz” diye akıllarınca eleştiri getiriyordu ya, herhalde “75’inci Yıl Marşı’nı yazmak bana düşer” diye düşünerek yazdığı şiiri, 1998 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda yayımlanmak üzere Cumhuriyet gazetesine verdi. Şiir yayımlandıktan sonra, son iki kıtasını ve nakarat bölümlerini hem bir kitabımın önsözünde hem de birkaç yazımın içinde yayımladım. Dağlarca’nın kitaptan değil ama yazıdan haberi olmuş. Kadıköy Belediyesi’nin arkasında edebiyatçıların uğrak yeri olan bir kahvehanede yazımı duvara asmışlar; kendisi de orada görmüş. “Bakın; kıymetimizi bilenler var” mealinde konuşmuş ve çok sevinmiş. Cumhuriyet’in bu şiir için gönderdiği telif ücretini de çocuklara harçlık olarak dağıtmış. O şiirde, Fazıl Hüsnü Dağlarca, bir ömür boyu yazdığı şiirlerin ötesinde ezelden ebede bir mesaj vermek, Anadolu’nun Türk hamuru ile yoğrulduğunu bütün dünyaya ilan etmek ve takip edilecek yolun “Yüce Türk Birliği’ni yaşatmak” olduğunu göstermek istemiştir.

Fazıl Hüsnü Dağlarca, bedeniyle aramızdan ayrılmıştır ama kaybolup gitmemiştir; çünkü o şiirleriyle yaşayacaktır. İşte o “75’inci Yıl” şiirinin tam metni:

Ulus egemenliği ulaşınca yerine
Albayrak çekilmiştir gökyüzü gönderine
Yurdu kurtarmak için dineldik el ayak baş
Doğdu 30 Ağustos dağlardan sustu savaş
Toplumların beşiği güzel Anadolumuz

Gün burda güneş burda eksilmedik büyüdük
Yüce Türk birliğini yaşatmaktır yolumuz
Ey yurt! Özgürlüğünde dolduğum seslendiğim
Emek diye su diye...
Oğul kız beslediğim
Oğul kız...
Yönlerine ırmaklar gibi aksın
Ata devrimleriyle varsın var kalacaksın
Toplumların beşiği güzel Anadolumuz

Gün burda güneş burda eksilmedik büyüdük
Yüce Türk birliğini yaşatmaktır yolumuz
Çoğul en ulu soluk kocaman kılmaz bizi
Bireylerce yükselir çoğulun birikimi
Taşarsın alanlardan eğriye hayır dersin
Doğruya yararlıya erdemliye geçersin
Toplumların beşiği güzel Anadolumuz

Gün burda güneş burda eksilmedik büyüdük
Yüce Türk birliğini yaşatmaktır yolumuz
Parlar ak anıtlardan geceleyin dedeler
Torunlar ki uğruna ölünen değerdeler
Adımları adımlar izleyecektir.
Yarın Türkiyem üyesidir çağdaş uygarlıkların
Toplumların beşiği güzel Anadolumuz

Gün burda güneş burda eksilmedik büyüdük
Yüce Türk birliğini yaşatmaktır yolumuz
Anadolu çalışma yükselme kapısıdır
Bütün Türk soylarının tek Batı kapısıdır
Öylesine eskidir bu toprakta düşen kan
Toprak değil Türk çıkar depremde yeraltından
Toplumların beşiği güzel Anadolumuz

Gün burda güneş burda eksilmedik büyüdük
Yüce Türk birliğini yaşatmaktır yolumuz
Atatürk’ün çizgisi bulur kendini bizde
Biçimlenir evrensel bir görev içimizde
Genç olmak Asya boylu dev yürekli genç olmak
Yurda adanmış olmak ulusa güvenç olmak
Toplumların beşiği güzel Anadolumuz

Gün burda güneş burda eksilmedik büyüdük
Yüce Türk birliğini yaşatmaktır yolumuz

FHD

15 Ekim 2008 Çarşamba

YOKSULLUK SORUNUNA FARKLI BİR BAKIŞ

Yoksulluk sayfalar dolusu anlatılacak pek çok nedene dayalı olarak, maalesef dünyanın her köşesinde başedilemeyen bir veba virüsü gibi yaygınlaşıyor. Kimi kişisel veya fiziksel, kimi toplumsal ya da finansal, kimi sosyal ya da sınıfsal bir şekilde insanlar, kendilerinin ve bakmakla yükümlü olduklarının temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz durumda yaşıyorlar. Ülke veya bölgeye göre farklı derecelendirilen yoksulluk sınırları altında yaşayan artık daha fazla insan var toplumlarda. Hatta öyle noktalara ulaşıyor ki bu sorun bazen, belki de bir de yoksulluk alt sınırı konarak, yaşamsal sınırlar belirlenmeli diye düşünüyorum. Çünkü artık yolsulluk denmeyecek kadar yaşamsal aktiviteleri engellenecek durumda insanlar var.

Elbetteki, yoksulluğu var eden koşulları ortadan kaldırmaya çalışmak en iyisi, ancak bu çeşitlilik daha önce de dediğim gibi durum, ülke, zaman vb değişkenlerle tüm yoksullara ortak bir çözüm noktasına eremeyeceğinden ancak ulusal ve uluslararası finansal ve sosyal politikalarla önlemler alınabilir, en azından var olan oranın altına düşülmemesi için.

Benim bahsetmek istediğim yoksulluğun önüne geçilmek için alınması gereken önlemlerden çok (ki zaten pek çok parlamenter bu konuda öneriler geliştiriyor), bireysel olarak yapabileceklerimiz ve toplumsal bilinç kazandırma adına neler yapabileceğimiz?

Toplumun temel taşı olarak biz bireyler yetişkinlik çağına gelmiş olanlar için belki biraz geç kalınmış bile olsa, yeni nesilleri topluma kazandırırken onlara katacağımız erdemler listesinde bazı değerleri ön plana çıkarabiliriz. Böylece gelecekte şu ya da bu sepeple yaşamsal sınırları zorlama noktalarına inmeden yoksullukla başedebilen veya zaten bu sınırlarda yaşamak zorunda kalan insanlar için daha örgütsel ve bilinçli eylemler oluşturacak yetişkinler yaratabiliriz diye düşünüyorum.

Bu erdemlerden en temel olanı da empati kurma becerisine sahip nesiller yetiştirmek bana göre. Empatinin tanımı psikoloji sözlüklerinde “bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır” şeklinde verilir genellikle. Peki empatik toplumlar olmamız ya da yaratmamız zor bir şey mi gerçekten?

Küçük yaştan başlayarak bütün aileler ve eğitim kuruluşları çocuklara ilkin paylaşmayı, sırasını beklemeyi ve diğer insanlara saygılı olmayı öğretmeye çalışırız. Herhangi bir ortamda bir araya gelen yaşıtları ile çıkan kaçınılmaz oyuncak kavgaları neticesinde, paylaşmaktan dem vurarak nasihatlar verir, hikayeler anlatırız onlara.

Sadece o anlık sahip olmak istenen bir oyuncağa, anlık sahip olunabilmesi için kendi sahiplenme egosunu bastırmak paylaşmak mıdır gerçekten? Bunu mu öğretiyoruz çocuklarımıza paylaşmak diye sahiden. İlkel kıskançlık duygularını bastıramayan çocuklara, kıskançlıklarını yenmeyi öğretmeye çalışıyor olmayalım sakın. Gerek insanlığın, gerekse dinlerimizin temel öğretilerinden yardımlaşma adına yapılan paylaşma ile bir midir bizim çocuklarımıza işlemeye çalışıp da adını paylaşma koyduğumuz eylem gerçekten.

Hepimiz söyler ya da duyarız "Bizim çocuk kaç yaşına geldi hala paylaşmayı bilmiyor?", "Egosunu kontrol etmeyi daha öğrenemedi" demeyiz. Belki de bizlerde gerçekten bilmiyoruz paylaşmayı ondan kimbilir?

İhtiyacı olan birine eski bir eşyamızı veya bir miktar paramızı verdiğimizde de "paylaştık" demeyiz, "yardım ettim" deriz. "Ben" yardım ettim. "Benim olanı" verdim, "..zaten ihtiyacım yoktu. Gözden çıkarmıştım zaten. Aa diğerlerini veremem, onlara henüz ihtiyacım var ya da seviyorum yok yok en doğrusu vermeye kıyamıyorum. Evet kullanmıyorum, ama çok para verdim alırken." Hiç hissetmediniz ya da hiç yapmadınız mı böyle şeyler? Yapmışsınızdır. Çünkü istemediğimiz ya da vazgeçtiğimiz şeyleri vermek öğretildi bize paylaşmak diye ve biz de çocuklarımıza böyle öğretiyoruz. Yoksa gözümüz kalırdı verdiklerimiz de, e onunda hiç bir sevabı yok zaten.

Oysa bir şeye sahip olmanın tadından çok, sahip olamamanın hisettirdiği eksikliği de öğretmeliyiz onlara, dileyelim ki kaderleri her istediklerini, gönüllerince sunsun önlerine ama, sahip olmayanın yerine de koymayı bilsinler kendilerini diye. "Varı, yoğu öğretmek" diye bir deyimi vardır bizim oraların, derler ki bir çocuğa varı yoğu öğreteceksin ki, hem elindekinin kıymetini bilsin, hemde olmayanın halinden anlasın.

Bir çocuğun elindeki oyuncağı alıp diğerine verdiğimizde bunun adının paylaşmak olduğunu söylemek değil, arkadaşının yerine kendini koyarak hisedeceklerini hayal etmesini sağlamak belki daha faydalı olur diye düşünüyorum bu yüzden. O zaman olay sahip olma içgüdüsünden, bir başka insanı mutlu etmenin vereceği hazza dönüşebilir belki zamanla. Zamanla diyorum, çünkü çocuklar ancak ileriki yaşlarında, onlara ne öğrettiğinizi anlayacaklar ve sizin empati kurmaya yönlendirmenizle, zamanla zaten bu hareket tarzını benimsemeye başlayacaklardır bana göre.

Bir toplum hayal edin çocukların empati kurma becerisine sahip olarak yetiştirildiği, daima karşısındakinin halinden anlayan, hoşgörülü, saygılı ve yardım sever yetişkinlere dönüşmeyecekler mi zamanla. Bizler ve bizden önceki nesiller için artık çok geç olsa da, bundan sonraki nesiller için hala yapılacak bir şeyler var bu açıdan bakıldığında.

Elbette hükümetlerin ekonomik politikaları, yatırımcıların az gelişmiş bölgelere destekleri vb bir çok plan sunabilirim sizlere yoksulluğu önlemek için, ama zaten bahsettiğim şekilde eğitilen çocuklara sahip bir ülkenin gelecekteki politika ve yatırımcıları da hareket tarzlarını aldıkları eğitim çerçevesinde uygulamayacaklar mı? Hepiniz yaşınız ilerledikçe, öyle ya da böyle anne babanızın modelleri olmaya başlamadınız mı? Belki biraz törpülenmiş ve sizin kişiliğinizle yeniden yorumlamış bile olsa, temelde ailenizden aldıklarınız yetişkinliğinizde daha bir belirgin olmaya başlamıyor mu?

Çocuklarımızı ellerinden tutup gerek çocuklar gerekse yetişkinler için olan bakımevlerine gidebiliriz mesela. Ama bunu yaparken onlara asla “Bak işte adam olmassan sonun böyle olur?” gibi gereksiz kötü örneklemelerle değil, onları tanıyıp, onlarla vakit geçirmesini sağlayarak, onların istek ve ihtiyaçlarını kendisinin keşfetmesine izin vererek. Onlara kendi seçeceği ya da hazırladığı armağanlarla gidip, karşılığında alacağı teşekkür ve gülümsemelerin hazzına varmayı öğretebilsek.

Yoksul ve yoksulluğun sokaklarda arabaların ve insanların yolunu kesip bir şeyler satmaya çalışanlar veya mendil açıp dilenenler olmadığını anlatabilsek. Pek çok ülkede ulusal bir sorun olarak yaşanan açlık sorunundan bahsedip, örneğin UNICEF’in ürünlerinden aldığından bu paraların nerelerde kullanılabileceğini öğretsek. Kendine ayırdığından bir başkasına da verdiğinde alacağı hazzı tatmasını sağlasak. Ne güzel olurdu...

Ancak bende bilincindeyim ki bu yapıda çocuklar yetiştirebilmek için önce onları bu erdemlere kavuşturacak ana-babalara ihtiyacımız olacak, o halde ne duruyoruz önce onların ebeyveynleri olacağına inandığımız çocuklarımızı öyle yetiştirelim ki, onlarda ancak kendi çocuklarına ait nesli kurtarabilsinler.

Unutmayalım yoksulluğun, dini, dili, ırkı olmaz. Yoksulluk bir gün hepimizin kapısını çalabilecek kadar yaygın bir hastalık. Bu nedenle hastalıkla mücadele aşamasında çalınacak bir kapımız ve çalacak kapılarımız olmasını istiyorsak en azından geleceğimiz çocuklarımıza empati kurma beceresi kazandıralım.




(Not : Yazıda kullanılan afişi hazırlayan Zorbey'e teşekkürler.)

12 Ekim 2008 Pazar

TARİH 13 EKİM 1923, YENİ TÜRKİYE DEVLETİ'NİN BAŞKENTİ ANKARA OLDU

"Lozan Antlaşması'nın uygulanmasından sonra yurdumuz düşmandan temizlendi. Artık yeni Türkiye Devleti'nin başkentini yaşa ile saptamak gerekiyordu.

Bütün düşünceler, yeni Türkiye Devleti'nin başkentinin Anadolu'da olmasına toplanıyordu. Ankara ise başkent için en uygun yerdi.

Devletin başkentini bir an önce saptayarak iç ve dış kararsızlıklara son vermek gerekiyordu. Gerçekten de, bilindiği gibi başkentin İstanbul olarak kalacağında ya da Ankara olacağında,öteden bire içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyordu. Bu arada İstanbul'un yeni milletvekillerinden bir bölüğü, Refet Paşa başta olmak üzere,İstanbul'un başkent olarak kalmasını, örneklere dayanarak kanıtlamaya çalışıyorlardı. Ankara'nın iklim, ulaştırma araçları, gelişim yeteneği ve yerleşme bakımından hiç de uygun bir yer olmadığını söylüyorlardı. "İstanbul'un başkent olması gereklidir, olacaktır" diyorlardı.

Bir kararımızı daha önce vermiştik : Başkent Ankara olacaktı.

Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 günü, bir maddelik yasa tasarısını Meclis'e önerdi. Altında daha on dört kadar milletvekilinin imzası bulunan yasa önerisi, 13 Ekim 1923 günü uzun görüşmeler ve tartışmalardan sonra, büyük çoğunlukla kabul edildi.

Mustafa Kemal Atatürk - NUTUK"


Mustafa Kemal kendi ağzından böyle anlatıyordu Nutuk'da o günlerde gelişen olayları tüm muhalefete rağmen başkentin Ankara olmasında ısrar etmiş ve kabul ettirmişti.

Atatürk'ün Ankara"yı Başkent yapmasının ardındaki sebep hayli ilginçti:

"Ben Türk"ün imkansızı imkan haline getiren kudretini bütün dünyaya göstermek için Ankara'yı istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar yeşil ağaçların çevirdiği villalar arasından uzanan yeşil sahalar, asfaltlar ve binalarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz, yakında olacak!"

Ankara 13 Ekimde başkent oldu. Bazı Batılı devletler Ankara"nın nüfusu ve kırsallığı yüzünden büyükelçi göndermeyeceklerini açıklamalarına rağmen karar değişmedi.



Ek Bilgi :





Ankara kelimesi çapa anlamına gelen anchor isminden gelmektedir. Bu isim Frigyalılara ait bir sözcüktür. Anadoluda yaşayan eski bir efsaneye göre Kral Midas bulduğu deniz çapasından dolayı bu bölgeye anchor ismini vermişti.

Bu efsanenin mecazi bir anlam taşıyabileceği hep düşünülmüştü. Çünkü denize kıyısı olmayan bir bölgede deniz çapasının ne işi olabilirdi ki.

Ancak daha sonra ortaya çıkan ve yukarıda görülen kabaca çizilen resim neticesinde (orjinali ölçekli ve daha düzgün) bu duruma bir açıklama getirildi. Şekilden anlaşılacağı gibi çapanın sağ ve sol uçları Nemrut ve Troya çapanın uç tepe noktası ise Gize'ye denk gelmektedir. Üçgenin yüksekliğinin, tabanıyla kesiştiği noktada ise Ankara yer almaktadır.



Mustafa Kemal'in Türklüğün Kökenine dair araştırmalarının yanısıra Ezoterik bilgilere de merakı olduğu söylenmektedir. Bahsedilen ve şifreli geometrinin en iyi örneklerinden biri sayılan üçgen içerisinde yaşanan olayların ve yaşayanların özellikli oldukları iddiası vardır. Örneğin Ankara'ya ulaşmadan önce üçgenin yüksekliğinin geçtiği bölge Konya'dır ve Mevlana'nın bu bölgeyi seçmiş olması boşuna değildir. Bu da belirli bir spiritüel coğrafya bilgisine dayanmaktadır. Mustafa Kemal'inde tıpkı Mevlana gibi bu bilgiden yola çıkarak da Ankara'yı seçmiş olabileceği doğrultusunda iddalar bulunmaktadır. Mevlana gibi İbni Arab'da bir süre Konya'yı kendisine mesken edinmiş ünlü düşünürlerden biridir ve 600 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti hakkında yapmış olduğu kehanetler ile ülkemizde tanınmaktadır.

Günümüzde mezarı da Ankara'da bulunan Ata'mızın kabrini ziyaret etmek istemeyen kravatsız devlet adamlarını, ülkemizin saygınlığını temsil eden protokol kurallarını hiçe sayarak ve bunu bir detay kabul ederek İstanbul'da ağırlayan babacan tavırlı cari devlet büyüklerimize duyurulur!

Ünlü Türk Sürünürü
Fasulye

6 Ekim 2008 Pazartesi

İSTEYIM BİR ÇİFT SÖZ EDEM

Televizyonla neredeyse yok denecek kadar az temas halindeyimdir. Neredeyse aklıma bile gelmez evdeyken açmak. Ancaak bir dizi var ki kaçırmadan seyrediyorum her Pazartesi, haftanın bir gününde ayırdığım toplasanız iki saat. Ama her iki saatin ardından keyifle kalkıyorum ya şu aletin başından, sanırsınız aylarca izlemişim doymuşum. Elveda Rumeli'den bahsediyorum. Azıcık Yeşilçam filmi tadında tesadüfleri olsa da, gene de Erdal Özyağcılar başta olmak üzere tüm ekibi takdir ediyorum izlerken.

Dizinin müziklerinin ayrıca hastasıyım, nihayet geçtiğimiz aylarda cd'sini çıkardılar da piyasaya, internetten dizi müziği aramaktan kurtuldum. Takıyorum kulaklıkları kulağıma, akşama kaa dinliyorum, çalsın dursun.

Az önce kalktım gene dizinin başından çok belli oluyor mu? :)

Zannediyorlar ki soyumuzdaki Makedonyalılıktan geliyor bu beğenim diziye. Oysa hiç alakası olmaz, bilen biliyor. Arnavut derler babamın lakabına tek kelime bilmez Arnavutça oysa. Annem hasbehas Orta Karadenizli'dir. Secereyi de döktük ya dizi uğruna hadi hayırlısı.

Bir parça var dizinin müzikleri arasında memleket ile ilgili veriyor coşkuyu yüreğime ki anlatması zor. İzlemeyenler için söyleyeyim Makedonya'nın Osmanlıya ait olduğu dönemde bir küçük köyde geçiyor hikaye, Müslümanı, Hıristiyanı kardeş gibi yaşadıkları, Manastır'a bağlı küçük bir köy, Pürsıçan. Sütçü Ramiz, karısı ve beş kızının hayat hikayelerini işliyor dizi dönemin değer yargıları, tarihsel gerçekleri, günlük hayatı çerçevesinde.

İzledikçe iki şeyi hissediyorum, birisi memleket sevdası, diğeri yar sevdası. Bazen ikisi içiçe. Ne kaa kardeş gibi yaşasalar da, iş bir Hıristiyan ile bir Müslüman'ın aşkına gelince kaldırmıyor tabular, gelenekler, değer yargıları. Hani Ramiz Efendi ve ailesinin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmez dersiniz te öle şeyler oluyor ardı ardına. Hani bir zamanlar Şener Şen ile Türkan Şoray'ın bir dizisi vardı gene seyretmeye doyamadığım "İkinci Bahar", Kebapçı Ali Haydar ve ailesinin başına gelenler anlatılırdı orda da. İşte o tadı bırakıyor damağımda Elveda Rumeli.

Memleket sevgisi hiç bir şeye benzemez benim yüreğimde, soyum, ırkım her nerden gelmiş olursa olsun yüreğimde öz-be-öz Türk olduğumu hissederim her zaman. Ülkem için yapabileceğim her ne varsa yapmak isterim hiç korkmadan. Bi sevdiklerim için, bir ülkem için. Annem hep der ki "Sevgi fedakarlıktır". Hani annelerin bir el kitabı vardır. Öğretilmiş gibi tekrarlarlar bazı şeyleri defalarca. Artık o kadar tekrarlar ki, duysanızda havada kaybolur gider, rutin bir nidadır sadece, anlamını kaybetmiş kelimeler. Yıllarca bana da öyle gelmişti sevginin fedakarlık olduğu ifadesi. Tabi tabi diyordum hiç dinlemeden.

Ya yaşlandım, oturdum ebeveyn koltuğuna ondan, ya benim çocukluğumdaki Türkiye'den eser kalmadı ondan bilmiyorum şimdilerde hissettiklerim. Hani forumlarda tartışılıyordu ya son dönemde, blogları pazarlamak, hani isterdim ki şu blogu pazarlayayım Türkiye'nin her yanına ulaşsın sesim de, anlatayım içimdeki Atatürk sevgisini, Allah sevgisini, Memleket sevgisini. Nasıl oluyormuş, üçü bir arada göstereyim. Soyumu sopumu sayarım o ayrı, ama doğduğum andan itibaren yaşadığım bu topraklardan başkasını ne arar, ne özlerim. Ne de ihtiyaç duyarım. İşte bu yüzden ihtiyaç duyarım bloğumu pazarlamaya, kendimi anlatmak, tarihi sorgulamak için değil. Sadece ve sadece Ben Türk'üm ve Müslümanım demeye. Ne biri, ne de diğeri olmadan bir bütün olamam demek için duyursam keşke. Ama gelin görün ki internetin girdiği her haneye bile girsem ne yazar. Esas sesimi duyurmak için çaba göstermem gerekenler oralarda değiller.

"Söylediklerin, karşındakinin anladığı kadardır" diye boşa dememiş Mevlana. Ama her insan ikna edilebilir diye düşünürüm en azından, denerim en azından, ne kaybederim. Kaybedecek bir ülkem kalmadıktan sonra, amacım diyebileceğim bir gücüm kalmadıktan sonra zaten neye yararım. Ailemin çekirdeğini korumak görevimden fazlasını yükleniyor ruhum da işte, ancak böyle duygu boşalmalarıyla kalıyorum sanırım.

Hadi bakalım Mimliyorum hepinizi, yazın bana
"Memleket Sevdanızın Hikayesini"
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için süsleyin bloglarınızı
memleket sevdanızla

Kalın sağlıcakla
Te o kaaa
Fasulye

YAZMASSAM ÇATLAYACAĞIM

Malum bayramda eş, dost yakın akraba ziyaretleri yaptık, gezdik geldik. Bayram dışında görüşemediklerimizle görüştük, afiyetteler çok şükür, bir daha ki bayrama kadar da öyle kalırlar umalım. E bayram gezmesi bi biz yapmıyoruz elbet, her gittiğiniz kapıda başka bayram seferileri ile karşılaşıyor kimini tanıyor, "Oh! bunları burda gördüğümüz iyi oldu, yırttık gitmekten" diyor, kimi ile de bayram vesilesiyle o evde tanışma şerefine nail oluyorsunuz. Bayramın birinci günü hızlandırılmış bayram turumuzu tamamlayıp İstanbul'a kısa bir yolculuk yaptık aman neyse ki bu sene de, "dur hazır hepimiz evdeyken, bi de şuna uğrayalım, buna uğrayalım", "ay her an misafir gelebilir, nizamı bozmayalım" modlarında yaşamadık çok şükür. Gezdik, gördük, geldik. MiniaTürk'ü görme fırsatım oldu benimde, aman pek beğendim görmeyenlere şiddetle tavsiye ederim. Yanlış anlaşılmasın bu arada bayramları severim, hatta kimsenin gönlü kalmasın diye hemen herkese uğramaya uğrayamıyorsam, aramaya çalışırım. Ama biz çalışanlar için bayram aynı zamanda tatil de demek olduğundan bazen manevi duygularla, kişisel istekler çatışmak ve hatta zaman için yarışmak zorunda kalıyorlar.

Neyse söylemessem çatlayacağım dediğim asıl kelam bunlar değil elbette, hızlandırılmış bayram turlarımızdan bir tanesinde duyduklarım. Efendim biz ve bir başka aile daha, uzaktan da olsa akraba olma bahtsızlığına uğradığımız bir büyüğümüzün evindeyiz. Bahtsızlık olarak nitelemem yanlış anlaşılmasın, büyüklerime saygım büyük, ama bazı büyüklerimin ne yazık zihni küçük, işte benim bahtsızlık diye nitelememin nedeni de bu küçük zihinlerin, yargıları.

Aman da hoşgeldiniz, beşgittiniz derken, bizimle aynı anda eve girme gafletini gösteren diğer ailenin hanımının kırmızıya yakın kısa saçlarına bakıp da uzaktan akraba evsahibinin kurduğu cümle şu oldu ;

"Yani saçın biraz daha kırmızı olsa, şu sokaklarda dolaşan cumhuriyetçi kızlara benzeyeceksin"

Kızın suratı bir anlığına allak bullak olsa da kendini çabuk toparladı.

"Ben cumhuriyetçiyim zaten"

Sessizlik.

"Ayrıca saç rengi ile cumhuriyetçi olunduğunu ilk defa sizden duyuyorum"

"Yok canım senin ki onların ki gibi değil, onların ki bayağı kırmızı heh heh"

Ve konu kapatıldı.

Kısa kırmızı saçlı hanım ziyaret sonuna dek, gözlerini televizyona dikip ortamdan kendini soyutladı.

Aynı zat-ı muhterem yıllar önce bizim evimize de gelmişti. O zamanlar oğlumuz daha bir ya da bir buçuk yaşındaydı sanırım. Ben de oldum olası yeni yıl ritüellerine bayılırım, çam ağaçları, hediyeler, noel baba hikayeleri, yeni yıl filmleri, ay ne yapsak o akşam fantezileri falan. Bu nedenle evin sağında solunda küçük noel baba heykelleri, yeni yıl süsleri ve hepsinden önemlisi süslenmiş çam ağacımı hiç kaldırmam. Her sene onca süsü kaldır topla ne gerek var. Işıklarını bir sene kapalı tutup her yıl yeniden yakmaktan ötesini yapmıyorum ben. Evimizin salonunda baş köşede tüm güzelliği ile duruyor ve bence oraya da çok yakışıyor.

Her neyse, bayramda evine konuk olduğumuz zatı-ı muhterem yeni yıldan bir kaç gün sonrasına gelen günlerden birinde bizim evimize misafir olmuştu. Otururken, otururken salondaki çam ağacına takıldı gözleri ve aşağıdaki yorumu yaptı.

"Çocuğun kafasına Hıristiyan adetleri mi sokuyorsunuz"

Buyurun buradan yakın bakalım.

"Enişte, o bir çam ağacı, sehpanın üzerindeki herhangi bir şey gibi, bu evin bir süsü şu anda, ayrıca yeni yıl Allah'ın peygamberlerinden birinin doğum günü yalnış mı biliyorum, Allah'ın peygamberini ve getirdiği dini yok mu sayıyorsunuz?"

Gene sessizlik.

İçi boş, kof bir sürü öğretiyle beyinlerini kullanmayı bir türlü öğrenemeyen bu insanlar, maalesef artık ailemizin içinde bile varlar. Saçı kırmızı olana cumhuriyetçi diye tepeden bakan, cumhuriyetçiliği bayrak rengi bir saç boyası ile üstümüze çekecek kadar basit bir kılıf sanan bu zihniyetin, bir türbanla müslüman oldum demesine şaşmamalı bu nedenle... Kırmızı başlıklı kızı da "gomünüst" sanmıyorlarsa neyim, hem bi de o sokaklarda değil düpedüz ormanlarda dolaşıyor. Vay zilli vaaaaay!

Hepinizini geçmiş bayramını kutluyorum yeniden
Allah zihin açıklığı versin bu millete diyorum
Fasulye

5 Ekim 2008 Pazar

GERÇEĞİN PEŞİNDE (5)

Tevratta ve tarihçilerin verdikleri tarihler İ.Ö. 1447-1650 arasında değişim gösteriyor, acaba bu tarihler arasında Mısır'ı kimler yönetti bir bakalım?

"M.Ö. 2650 yılında piramitler dönemi de diyebileceğimiz Eski Krallık dönemi başlıyor ve 3.-6. hanedanlık dönemleri M.Ö. 2150 yılına kadar sürüyor. Gize piramitleri de bu dönemde yaşayan üç firavunun eseri. Eski Krallık kaos içerisinde sona eriyor ve 7.-11. hanedanlıkları kapsayan yüz yıllık bir kargaşa hüküm sürüyor. Sonunda Mentohotep ülkeyi biraraya getirmeyi başarıyor ve M.Ö. 1750 yılına kadar süren Orta Krallık dönemi başlıyor. Bu dönem sanata ve özellikle mücevher yapımına önem verilen bir zaman dilimi olarak göze çarpıyor.Orta krallık döneminin sonunda M.Ö. 1540 yılına kadar süren bir kargaşa dönemi daha yaşanıyor."

Hikayemizin geçtiği dönem burada verilen bilgiye göre Orta Krallık döneminin sonu veya ikinci ara dönem zamanına denk geliyor bu dönemlerde ülkeyi yönetenler, Orta Krallık ( 11 - 14 hanedanlar ) ve İkinci ara dönem ( 15 - 17 hanedanlar ) olarak tanımlanıyor.

Eğer Tevrat'ın söylediği gibi İ.Ö. 1447 tarihini baz alacak olursak o devirde tahtta II.Amenofis ya da III. Tutmosis'in olması gerekirdi. Ancak her iki firavunun yaşadığı yıl hakkında bir çok kaynak da bir çok farklı tarih verilmektedir. İşin ilginç tarafı ise eğer Musa'nın hikayesinde adı geçen firavun III. Amenofis'in oğlu, IV. Amenofis ise o zaman işler iyice ilginçleşmeye başlardı diye düşünüyorum. Çünkü IV. Amenofis Mısır Tanrılarını red ederek tek bir Tanrıya inanan ender bir firavundu. Yani babasının ve halkının yaşadıklarından sonra tek tanrıya inanışı seçmiş olabilirdi. Bu iddayı destekleyen tarihçiler olsa da bu iddia hakkında araştırmalar yapanlar da bulunmaktadır.

Antik Mısır tarihinin şanlı 18 inci sülale firavunları yeni imparatorluk dönemini "1555-1090’’ başlatan krallardır. (bu kaynakda da az önceki kaynakdan farklı olarak ilgili tarihlerde 18. hanedanın hüküm sürdüğünden bahsediyor, bu konuyu ilerleyen zamanda daha da netleştirmeye çalışacağım) Mısır’a hiç olmadığı ve daha sonra hiç olamayacağı kadar yüksek bir hayat standardı getirmişlerdir. M.Ö. 1390-1353 tarihleri arasında yaşayan 18 inci sülalenin 9 uncu firavunu III. Amenofis (gerçek adı III. Amenhotep'tir ve Amon'un hoşnut olduğu anlamına gelir, Amenofis adı ise Yunan gezginlerince söylenen halidir) halktan bir kadın olan TİY ile evlenmiş, dört kız, iki erkek olmak üzere altı çocuk babası olmuştur. Tiy heykellerinde istediği her şeyi elde edebilen birisi olduğu anlaşılan, yüz hatları düzgün, olgun bir kadındır. Prenseslerine son derece önemli unvanlar verilmiştir. Kızlardan birisi olan SİT-AMON babası ile evlendiği için kralın karısı unvanı ile adlandırılmıştır. TUTMOSİS adındaki büyük oğlu Mısır’ın ikinci başkenti Menfis’in Başrahibi ünvanı ile çok önemli bir mevkiiye atanarak taht için yetiştirilmeye çalışılmıştır. III. Amenofis’in ikinci oğlu babasının ismini taşıyordu, ama krallıkla ilgili hiçbir yazıtta adı geçmiyor, heykellerden hiçbirinde temsil edilmiyordu.

Tutmosis beklenmedik bir şekilde genç yaşta öldü. İkinci oğul Amenofis (IV. Amenhotep) tüm kraliyet ailesi tarafından bir vücut özrü sebebiyle geri plana atılmış; eğitimi dışında kendisiyle ilgilenilmemiştir. Büyük oğul Tutmosis, babası III. Amenofis öldüğü zaman yaşlı, şişman, dişlerindeki bir rahatsızlık için aldığı afyonla uyuşmuş, görev yapamaz duruma düşmüştü.

Kralın ikinci derecedeki eşlerinden doğma oğullarından birinin tahtta varis olmasını önlemek için, güçlü kraliçe Tiy’in devreye girip o zamana kadar geri planda kalmış, önemsenmemiş oğlu Amenofis’i, kocasına krallık ortağı olarak ilan ettirmekte zorlanmamış olacağını düşünebiliriz. Babasından sonra krallığı garantiye alınan Amenofis, ince yüzlü,uzun çeneli, çekik gözleri olan, göğüsleri bir kadın gibi iri, kalçaları geniş, göğüs tahtası göçük, el ve ayak parmakları upuzun, kolları eğri büğrü, ama son derece zeki, iradesi çok güçlü bir gençti. 21 inci asırda bile kadınların güzellik idolü olan MİTANNİ prensi NEFERTİTİ ile evliydi. Yaşlı kral ölünce, dördüncü Amenofis adıyla tahta oturan genç firavun ilk iş olarak babasının mumyalanmasını üstlendi. Mumyalama işi firavunun emri ile yeni bir teknikle yapıldı. Bu geleneklerden ufak bir kopuştu belki. Ancak gelecekte olacak dramatik değişikliklerden haber veren kopuşlardan biri olduğu kesindi.

Mısıra firavun olan her yeni kral, Karnak kutsal alanındaki tapınağa önceki kralların yaptırdıklarından daha güzel ve daha büyük bir ek yaparlardı. Dördüncü Amenofis (IV. Amenhotep) bu geleneği de yıkarak, kutsal alanda Karnak tapınak kompleksinden bağımsız ve apayrı bir mimari ile, eski tapınağı gölgede bırakacak görkem ve güzellikte üstü açık bir tapınak yaptırdı. Bu tapınak ilerde dayatacağı din reformunun belirgin habercisiydi.Tapınağın önüne ve içine, kendi devasa heykellerini dikti. Pilonlarına (Kapıkule) sütunlarına, iç ve dış duvarlarına kendisinin ve kraliçesi Nefertiti ile prenseslerinin mutluluk görüntülerini betimleyen oyma rölyeflerini kazıttı. Onları göz alıcı renklerle boyattı. Bu betimlemelerde kral, eşini karşısına almış, kızlarını dizlerine oturtmuş, onları sevip öpüyor kokluyordu. Ama hem kendi, hem eşi, kızları, kafaları geriye doğru uzamış, tıpkı kendisi gibi kolları eğri büğrü, göğüsleri ve kalçaları kocaman sakat insanlar olarak resmedilmiş oluyordu.

[Çağımızda Marfan sendromu olarak adlandırılan bu özrün bir gen mutasyonu sonucu oluştuğu ve aile bireylerine %50 oranında taşındığı kanıtlanmıştır. Dördüncü Amenofis’in yaradılışındaki bozukluğun üstüne gittiği sanılmaktadır. Bu amaçla göründüğü gibi resmedilmesi için heykeltıraşlara emir vermiş olması olasıdır.]

Bu rölyeflerin üstlerinde bir güneş diski oyulmuş oluyor, diskten süzülen radyal ışınlar dördüncü Amenofis’in mutluluk sergileyen aile tablosunun üstüne şavkıyor, ışınların uçları bir el olarak sönüyorlardı. Ellerin hepsi ölümsüzlük simgesi olan üstü çemberli Mısır Hacını taşıyorlardı.

Kralın üçüncü saltanat yılında güneş diski öne çıkmaya başladı. Eski imparatorluk devrinde Tanrı olarak ortaya çıkan güneş diski ATON halk tarafından önceleri yadırganmadı. Ama saltanatının beşinci yılında adını, Aton’un hizmetkarı anlamına gelen AKHENATON (Aten için çalışan- Atenizmi kurduğunda verilen isim-Aten'in hizmetkarı) olarak değiştirip tapınağın üzerine Mısır’ın tüm Tanrılarını reddettiğini, onların artık var olmadıklarını, bundan sonra tek Tanrı olan Aton’a tapınılacağını ilan eden bir bildiri yerleştirince iş değişti. Amon rahipleri ve onların kışkırtacağı halktan bir bölüm insanın homurdanacağını bekleyen Kral önlemini almış, Teb ile Menfis şehirlerinden kilometrelerce uzakta, Nil kıyısındaki çölde bir şehir kurdurmaya başlamıştı bile. Tapınaklardaki Amon-Ra hazinelerine el koymuş, kutsal kitaplarda anlatılan Hz. İbrahim’in putları kırması gibi, altın Tanrı heykellerini kırıp eriterek gasp etmiş rahiplerini görevlerinden almıştır. Mısır firavunları Tanrı HORUS’tu. Onun önünde herkes yere kapaklanarak yüzünü toprağa yapıştırır, Krala bakamaz, soru sormadığı sürece konuşamaz, hatta soluk alıp verdiğini belli edemezdi. Kimse toplu halde ona karşı isyan etmeyi, tahttan indirmeyi, ya da öldürmeyi aklından bile geçiremezdi. Gene de, Karnak’taki Amon-Ra’nın on binlerce rahibi arasında gerilim inanılmaz dereceye ulaşmıştı. Bu gerilimi boşaltmak gerekiyordu. Akhenaton kutsal kitaplardaki Hz. İbrahim’in inananlarıyla Kenan ülkesine göç ettiği gibi, başkent Teb’i terk etme kararı aldı. Sonra da kendisine inanan Tebli büyük bir kalabalıkla bugün adı Tell El-Amarna olan Akhetaten’e göçtü. Kentin inşası henüz tamamlanmamıştı. Yapı ustaları, halk, biçimsiz vücuduyla Akhenaton büyük bir şevkle çalışmaya başladılar. Nil çamuru taş ocakları yapı malzemesiydi ve pek boldu. Kent sevinçle yükseltildi. Akhenaton’un Teb’de yaptırdığı tapınağın bir benzeri de burada yapıldı. Halk tapınakta, yeni tek tanrılı dinlerinin peygamberi olan krallarının vaazlarını can kulağı ile dinliyor, onun yazdığı ilahileri hep bir ağızdan okuyorlardı. Artık putlar,Tanrı heykelleri olmadığı için her yerde, her an var olan tüm ulusların Tanrı'sına ibadet ediyorlardı. Nil ve Akhetaten’in batısında asiller ve zenginler, kral ve kraliçe mezarlarını yaptırıp süslemeye başlamışlardı. Akhenaton yeni kurduğu 17 mil uzunluğundaki kentin sınırlarını belirmek için diktiği 14 dikili taşın yazıtlarında, kendisini buraya Tanrı'nın yönlendirdiğini, Aton’un burada tezahür ettiğini, dünyanın varlık kazandığı bu yerde şehir kurmasını emrettiği yazıyordu. Akhetaten Aton’un ufku demekti. Yazıtlar şöyle devam ediyordu [ Efendimiz tıpkı şehrin ufkundan doğan Aton gibi, altın işlemeli büyük arabasıyla ortaya çıktı. Bana Akhetaten fikrini veren babam Aton’dur. Akhetaten’i bu çölün ortasında kurma konusunda bana akıl veren ne bir memur ne de buraları bilen insanlardır.]Akhenaton Tanrıya and içerek şehri belirleyen dikili taşların çerçevelediği yerden dışarı çıkmamaya söz vermişti. Tıpkı ardılı olan peygamberlerin Tanrıyla yaptıkları akitleşmeler gibi. Sonra bir gün yandaşlarını sınır taşlarının birinin dibinde toplamış Musa’nın Tur Dağı’ndaki hutbesinde olduğu gibi onlara seslenmişti

[Büyük ve yaşayan Aton, hayatın çetin sınavlarından geçmiş dimdik ayakta babam. Milyonlarca kol uzunluğundaki duvarım. Bana ebedi olanı hatırlatan ezeli olana tanığım. İki eliyle hiçbir ustanın tasarlamadığı, kendi kendini yaratan, gün be gün durmaksızın, güneşin doğuşunu ve batışını düzenleyen…O, ışıklarıyla ülkeyi dolduruyor ve her şeye hayat veriyor.] Bu ifade de gerçek Tanrı soyut ve ele geçmez; yeni Tanrı güneş ışıkları gibi tutulamaz, cisim olarak görülemezdi. Yapılmakta olan mezarların bir çoğunun duvarlarına kazılmış olan yeni dinin Tanrı anlayışını, en tam tanımı ile o duvarlarda okuyabiliriz.

Duvarlara kazınmış çok uzun ilahiden bir alıntı:

Sen uzak olsan da her yerdesin
Seni görseler de adımların görülmez
Yaptığın işler ne kadar çok gözler görmese bile
Tek Tanrısın yoktur senden başkası
Yeryüzünü sen yaptın tek başına
Bütün insanları
Kuş ve sığır sürülerini
Ayakları üzerinde toprakta yürüyenleri
Kanatlarıyla yükseklerde uçanları
Hor ve KUŞ ülkelerini, Mısır ülkesini
Sen herkesin yerini belirledin
İhtiyaçlarını karşıladın.
Yiyeceklerini verdin.
Sayılı ömür bağışladın.
Onların dilleri değişik.
Karakterleri benzer, derileri farklı.
Çünkü sen insanları birbirinden ayırdın
Sen benim kalbimdesin.
Seni bilen başkası yok.
Yalnız oğlun Nefer Keparu-Re .
Yolunu gösterip kudretini verdiğin.



Not:Nefer Keparu-Re Ra’nın biriciği demek ve Akhenaton’u kraliyet adı FİRAVUN : (büyük evin sahibi)

Akhenaton’un Tanrısı tıpkı bizimki gibi tektir. Dünyanın yaradılışından sorumludur.Yalnız Mısırlıları değil diğer halkları da o yaratmıştır. İnsanı, hayvanı, kurdu-kuşu, tüm ülkeleri, renkleri, dilleri ayrı halklar Tanrı katında eşittir. Bu ilahi ve diğer yazılı vaazlar tıpkı kutsal kitapların ayetleri gibidirler. Akhenaton’un dünyalar güzeli kraliçesi Nefertiti her zaman her yerde yeni dinin kurucusu sevgili kocasının yanında destekçi, onaycı, teşvikçi yayıcı görevi üstlenmiştir. Akhenaton’a altı kız çocuğu doğurmuş ama bir oğul verememiştir.

Akhenaton 17 yıllık saltanattan sonra ölmüştür. Kendi ve kraliçesi Nefertiti’nin mumyalanmış cesetleri hiçbir zaman bulunamamıştır. Akhenaton’un yalnız Tell El-Amarna’daki bitirilmemiş süslü mezarına dokunulmamıştır. Nefertiti’ninkine de… Ama planını kendi yapıp kendi kurduğu başkenti Akhetaten son taşına kadar yerle bir edilip kurucusuyla birlikte tarihten silinmiştir. Oğlunun dışında yerine geçen krallar onu kafir firavun ilan etmişlerdir. İnananları Mısır’dan sürülmüş, onlardan da bir kaçı dışında adları tarihten silinmiştir.

Akhenaton aynı zamanda adını çokca duyduğumuz Tutankhamon'un da babasıdır. Tutankhamon 18 yaşında ölünce nesli son bulmuştur.

Mısır kronolojisinde değişiklik gösterse de pek çok kaynak da Akhenaton'un MÖ.1353-1336 ya da MÖ.1352-1334 yılları arasında krallık yaptığından bahsedilmektedir. Bu da bize Tevrat'ın ve diğer tarihçilerin Musa'nın yaşadığı döneme ait verdikleri tarihlere yakın olmakla beraber yine de yaklaşık bir yüz yıllık farka neden olmaktadır. Ancak gerek Mısır tarihçilerinin oluşturdukları kronoloji gerekse kutsal kitaplar ve ibrani tarihindeki tarihlerin net olmaması, Akhenaton'un ve Musa'nın yaşam çizgilerinin kesişip kesişmediği konusunu çözmemize yardımcı olmuyor ne yazık ki, ama Akhenaton zamanında bilinen bir felaketler zinciri olmadığına göre sanırım aynı dönemde yaşamış olamazlar.

Daha önce "Ben Neresiyim, Burası Kim?" başlıklı yazı dizini takip edenleriniz olduysa hatırlayacaktır ki, güneş Mu ve Atlantis kıtasında yaşayanlar tarafından Tanrı'nın simgesi olarak kullanılmıştır ve tek bir yaratıcı olduğuna inanılmaktadır. Tanrı'nın kendisi değil, sadece sembolü. Aton'da Akhenaton döneminde ki güneş Tanrısı olduğuna göre ve erişilebilen yazıtlarda anlatılan Tanrı'nın bizim Tanrımız ile örtüştüğüne göre ve hatta Akhenaton Tanrı'nın kendisini yönlendirdiğini iddia ettiğine göre belki de Musa'dan önce gelen bir uyarıcı da olabilir. Yani Mısır halkına özel gönderilen bir uyarıcı veya elçi. Ancak Mısır halkının İbranilerin Musa'nın Tur dağına çıkmasının ardından putlarına dönmeleri gibi, Akhenaton'un ölümü ardından Amon Rahiplerinin tutumları yüzünden çok Tanrılı dine geri dönmüş olabilirler. Dolayısıyla bir firavunu elçi yapmakla uyarıyı anlamayan Mısır halkına bu nedenle Musa gönderilmiş olabilir ikinci kez. Bu tamamen benim tezim olmakla beraber, bu tezden yola çıkıldığında IV. Akhenaton ve Tutankhamon'un Musa'dan önceki firavunlar olduğunu söylemek mümkündür. Tanrı'nın kutsal kitap getiren peygamberler dışında da pek çok elçi gönderdiğini bir çoğumuz biliyoruzdur. Peki o halde biz de Tutankhamon'dan sonraki firavunların durumlarına bir bakalım.
______________

Bu yazıda kullanılan kaynaklar



- Vikipedi
- Hz. İbrahim http://www.unyeses.net/hzibrahim.htm

GERÇEĞİN PEŞİNDE (4)

Musa'yı ve kavmini karşısına alan firavun kimdi?

Kaynak ne ne alınmış olursa olunsun Hz. Musa'nın hikayesinde en çok tartışılan konulardan biri Musa ve kavmini karşısına alan firavun'un hangisi olduğudur. Tevrat'da anlatılan hikayede ibrani işçilerin Ramses (Pi-Ramses) şehrini/ambarını kurmakla görevlendirildiklerinden bahsedildiği için genellikle bu firavunun Ramses olduğu iddia edilir. Ancak bunun gerçek olduğuna dair kesin bir kanıta ulaşışabilmiş değildir. Üstelik Mısır tarihinde en ünlüsü II.Ramses olmakla beraber birden çok Ramses bulunduğundan bahsi geçen firavunun hangi Ramses olduğunu söylemek zordur.

Daha öncede söylediğimiz gibi Mısır'da firavun ile doğrudan iletişime geçen ilk İbrani Musa değildir. Hz. Yusuf Musa'dan çok önce zamanın firavunun en yakınlarından biri olmuştur. Musa'nın ve İbraniler'in Mısır'daki tarihlerinin izinden giderken yeri geldikçe Yusuf'un hikayesini de hatırlayacağız.

Konuyla ilgili bir ipucu olarak İlmi Araştırmalar adlı siteden aldığımız ve Harun Yahya'nın araştırmalarına dayanan aşağıdaki bilgiyi kullanabiliriz.

Eski Ahit'te (Tevrat) Hz. İbrahim ile Hz. Yusuf zamanındaki Mısır hükümdarından Firavun diye bahsedilir. Kuran'da ise Hz. Yusuf dönemindeki Mısır yöneticisinden söz edilirken "hükümdar, kral, sultan" anlamlarına gelen Arapça "El melik" kelimesi kullanılır: "Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin." (Yusuf Suresi, 50). Ancak Hz. Musa dönemindeki Mısır yöneticisinden ise "Firavun" kelimesi ile bahsedilir. Kuran'da yapılan bu ayrım, Eski ve Yeni Ahit'te ya da Musevi tarihçilerin ifadelerinde yer almaz; sadece Firavun ifadesi kullanılır. Nitekim Mısır tarihinde "Firavun" teriminin kullanımı sadece geç döneme aitti ve Firavun hitabı ilk olarak MÖ 14. yüzyılda Amenhotep IV döneminden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Hz. Yusuf'un ise bu tarihten en az 200 yıl önce yaşadığı tahmin edilmektedir. (Islamic Awareness) Encylopedia Britannica'da ise, Firavun kelimesi için yeni krallıktan itibaren (18. Hanedandan başlar; (MÖ 1539–1292) 22. hanedana dek (MÖ 945–730) kullanılan bir ünvan olduğu, daha sonraları bu hitabın kralın ünvanına dönüştüğü, daha önceleri ise bu ünvanın hiç kullanılmadığı ifade edilir. Bu konudaki başka bir bilgi ise Academic American Encyclopedia'da verilir. Bu kaynakta Firavun lakabının, Yeni Krallık'tan itibaren kullanılmaya başlandığı belirtilmiştir.

Bir diğer araştırmacı ve olan Rus Yahudi’si bir ailenin çocuğu olan Immanuel Velikovsky (1895-1979) Moskova Üniversitesi’nde eski tarih ve toplum bilimi ve tıp eğitimi görmüş, daha sonra Viyana’da Freud’un öğrencisi Wilhelm Stekel yanında Psikanaliz eğitimi almıştır. Sonradan, araştırmalarını daha da genişleterek, kozmoloji, astronomi, jeoloji, mitoloji, efsane ve Kutsal Kitaplar’daki metinleri incelemiş ve bunlardan tarihi yeniden yorumlayan tartışmalı eserler çıkarmıştır. Geçmiş çağlarda büyük felaketler yaşandığı Velikovsky’nin en önemli savıdır. Bural Eldem'in kitabında da benzer bir yöntemle bu afetler tarihinin izinden gidileceği belirtiliyordu hatırlarsanız. Doğal afetlerin yarattığı kötü anıların bir şekilde insan hafızasına yer ederek nesilden nesile aktarıldığını ya da yazıtlarda yer verildiğinden bahsetmişti. Velikovsky de, insanların kötü anılarını bilinçaltına itmesi ve unutulması anlamına gelen “kitlesel amnezi” ile bunların sadece efsanelerde izleri kaldığını iddia etmektedir. Her yerde felaketlerin izleri olduğu halde bunlarla yüzleşmek acı verdiği için, bilim adamları bunları göz ardı ettiler.

Yazar Keman Menemencioğlu'nun "Kaos Çağları,Velikovsky'e göre Musa ve Firavunun Gerçek Hikâyesi" başlıklı yazısında aşağıdaki bilgiler verilmektedir;

"Tevrat’a göre Musa’nın Mısır’dan Çıkışı M.Ö. 1447 yılında gerçekleşmiştir ve Ramses adı geçtiği için tarihçiler o zamanki firavunun Ramses II olduğunu varsaymışlardır. Ramses II ile ilgili dev eserlerin ortaya çıkışı 19. yüzyılın hayal gücü üzerine büyük etki yaratmıştır. Tarihçiler buna dayanarak Çıkış’ın M.Ö. Ramses (M.Ö. 1279-1213) dönemine denk gelen yıllarında olabileceğini varsaymışlardır, ama bunu kanıtlayabilecek herhangi bir bulgu ortaya çıkmadığı gibi, Tevrat’ın söz ettiği çalkantılı dönemlerin izine de rastlanmamıştır. Ramses sözcüğü Tevrat’ta Yusuf’un döneminde de yer alıyor ve akademisyenler bunun genel bir terim olduğu düşüncesindedirler. Bu yüzden Velikovsky ve Tarihçi David Rohl “Zamanın Kanıtı” (A Testament in Time) ve “Cennet Bahçesinden Sürgüne” (From Eden to Exile) eserlerinde Çıkış firavununun 13’üncü hanedandan Dudimose olduğunu savunmuşlardır. Aslında Musa bir İbrani ismi olmayıp, Mısır dilinde oğul anlamına gelir. Bu isim, genelde firavunlara ve prenslere verilir. Örneğin Tutmoses, Tut (Tanrı Thoth) oğlu, ve Ramose Ra (Tanrı Ra) oğlu, Amenmose (Tanrı Amen) oğlu demektir. Firavun Dudimose’un (veya Tutimaos) en uygun firavun olma gerekçesi eski Mısır tarihçisi Manetho’ye dayanmaktadır. Ona göre Dudimose zamanında “Biz [Mısırlılar] Tanrının gazabına uğradık” ve o dönemdeki büyük felaketin arkeolojik kalıntıları ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Manetho’ya göre Dudimose’tan hemen sonra Mısır zayıf düşmüş ve Hyksoslar hiç karşılık görmeden Mısır’ı zapt edebilmişlerdir. "


Bu metinde verilen tarihsel bilgiye karşı koyacak bir kanıt henüz elimizde olmamakla beraber, buraya kadar geldiğimiz noktada sadece Musa isminin daha önce edindiğimiz bilgilerden farklı olarak "Sudan çıkardım" anlamında değil "oğul" anlamında kullanıldığı ve hatta firavunlara verilen bir isim olduğu iddiasıyla karşılaşıyoruz. Ama en azından doğruluğundan emin olamasak da, bu ana kadar elimizdeki ilk tarih bilgisine ulaşmış bulunuyoruz, İ.Ö. 1447. Bunu aklımızda tutalım. Yolculuğumuz boyunca kendi doğrumuzu bulmaya çalışırken pek çok farklı yazarın, farklı iddialarıyla da karşılaşacağız elbette. Şimdi yazarın anlattıklarına devam edelim bakalım daha neler olmuş o dönemde.


"Tevrat’a göre Firavun, İbrani halkını azat edip ülkeyi terk etmeye izin vermediği için Mısır’ın başına 10 felaket gelmişti. Bunlar: 1) Nil nehrinin kana dönüşmesi; 2) Kurbağa istilası; 3) Sivrisinek istilası; 4) Atsineği istilası; 5) Hayvan ölümleri; 6) Çıban belası; 7) Dolu belası; 8) Çekirge belası; 9) Karanlık Belası; 10) İlk doğan çocukların ölümüdür. "

Kuran'da ilgili felaketlerle ilgili ayetleri incelediğimizde aşağıdaki ayetle de benzeri bilgilere ulaşıyoruz.

"Biz de onlar üzerine, açık açık mucizeler olarak tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de kibre saptılar ve günahkâr bir topluluk oluverdiler. (araf suresi 133)"

Şimdi yeniden Menemencioğlu'na kulak verelim.

"Velikovsky’nin önemli savlarından biri İpuwer papirüse dayanır. Mısır’ın eski hanedan dönemine ait bu papirüs 1828 yılında bulunmuş ve halen Hollanda’nın Leiden Müzesi’nde sergilenmektedir. Akademisyenler bunun bir bilmece veya kehanet olduğunu düşünmüşlerdir, ancak bu papirüs açık bir şekilde Mısır’ın başına gelen felaketler zincirini anlatmaktadır. Nil nehrinin kana dönüşmesi, suların zehirlenmesi, göklerin kararması, hayvanların ölmesi, yangınlar, depremlerle Mısırlıların perişan ve aç bir vaziyete düşmelerini kaydeder. Eğer Velikovsky’nin savı doğruysa, bu sav Mısır tarihinde Tevrat’ta söz edilen olayların Mısır tarihinde izleri bulunmadığı görüşünü çürütür.


Girit yakınlarında, Thera adasında Santorini yanardağının patlamasının yaklaşık olarak o dönemlerde gerçekleştiği düşünülmektedir. Jeologlar M.Ö. 1626 ve M.Ö. 1360 gibi farklı tarihler vermektedir ve Velikovsky’e göre bu sıralarda yanardağlarda zincirleme patlamalar vardı. Santorini adasının patlaması, Girit uygarlığının yok olması gibi, tarihte birçok radikal değişimlere sebep olmuştu. Ortaya çıkan bu patlamanın, 1883 yılında tüm dünyayı sarsan ve 35 bin kişinin ölümüne yol açan Karakatoa yanardağının patlamasından kat kat güçlü olduğu ortaya çıkmıştır ve Vesuvius yanardağının patlaması da aynı zamana rastlar. Santorini yanardağının nükleer bombadan bin kez daha güçlü olduğu hesaplanmıştır. Velikovsky’e göre volkanik Sina dağı da aynı anda patlamıştı. Tevrat’ta, Çıkış’tan hemen sonra İsrailoğulları Sina’ya yürüyüşü “Tanrı önümüzde gündüz bir duman sütunu gibi ve gece bir alev sütunu gibiydi” diye tanımlanır. Volkanik patlamaların gündüz ve gece böyle gözlemlendiği doğrudur.


Son bulgulara göre böyle bir patlamada Mısır karanlığa boğulur, şimşekler ve dolu yağmuru dehşet saçar. Yakın bir zamanda Amerika’da görüldüğü gibi volkanik küller Nil nehrini kırmızıya dönüştürebilir. Nehrin zehirlenmesiyle kurbağalar karaya çıkar, burada ölerek sinek ve pirelerin çoğalmasına neden olur. Bunlardan da hastalıklar yayılır ve çıbanlar çıkar. Böylece birçok canlının ölümü gerçekleşir. Bölgedeki toplu mezarlar bir veba salgınını doğrulamaktadır. Mısır’ı saran karanlığa Santorini ve diğer yanardağlardan yükselen duman bulutlardan meydana getirmiş olabilir. Karakatoa tüm dünyada ısının birkaç derece düşmesiyle birlikte, yıllar süren böyle bir nispi karartma etkisi yapmıştı.


Peki bu durumda, Kızıldeniz’in yarılması nasıl izah edilebilir? Velikovksy’e göre İsrailoğulları daha sığ olan Sazlar denizinden geçmekteyken oluşan bir deprem suların geri çekilmesine sebep olabilir. Büyük yanardağ patlamalarının depremleri tetiklediği bilinmektedir.
Velikovsky’nin kabul edilen Mısır tarih kronolojisinin birkaç yüzyıl ile hatalı olduğu tarihçi David Rohl ve diğer revizyonist Mısır tarihçileri tarafından destek görmektedir. David Rohl kitabında yüzlerce sayfalık kanıt vermektedir. Bunlar, kutsal kitaplardaki olayların tamamen uydurma olduğu, Musa, Davut ve Süleyman gibi Tevrat’ta söz edilen kralların hiçbir zaman yaşamadığını iddia eden bazı tarihçilerin tezlerini çürütmektedir. Velikovsky ve Rohl’a göre bu tarihçiler arkeolojik bulguları yanlış tarihte aramaktadırlar ve birkaç yüzyıl geri bakılırsa tüm kanıtların orada olduğu gözlemlenecektir.


Mısır’dan Çıkış’ın yer aldığı dönemdeki felaketler büyük göçlere de sebep olmuştur denebilir. İsrailoğulları tam bu dönemden sonradır ki Hyksoslar denilen bir kavmin işgaline uğramışlardır. Hem Velikovksy, hem de Rohl’a göre bu kavim Çıkış’tan sonra İsrailoğullarının Mısır yolunda karşılaşıp savaştığı Amalekliler’di. Mısırlıların Amu dedikleri ve ayrıca “Çoban Kralları” olarak da bilinen Hyksoslar, hiç karşılık görmeden Mısır’ı ele geçirdiler. Birkaç yüz yıl sonra işgalden uzak Mısır’ın Güney hanedanı Hyksosları ülkeden kovabilmişti. Arap tarihçilere göre Mekke civarında yaşayan Amalekliler kendi ülkelerinde büyük bir felaket sonrası göç etmişlerdi. Seller bazı kavimleri ortadan kaldırmıştı. Üzerlerine kara dumanlar çökmüş, karıncalar istila etmişti. Manetho’ya göre Dudimose’un döneminden hemen sonra Mısır, doğudan gelen bu gaddar ve acımasız kavim tarafından istila edilmişti. Amalekliler Mısır’da büyük tahribatlarla halkı esir ettiler. Velikovsky’e göre eski ahit Mezmurlar’da geçen “[Tanrı Mısırın üzerine...] Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay kötülük meleği gönderdi” aslında “Üzerlerine kızgın öfkesini, gazap, hışım, bela ve bir alay çoban kralları gönderdi.” Kötülük meleklerinin Mezmurlarda yazılışı malakhei-roim, bu aslında Çoban Kralları, anlamına gelir, doğrusu malakhim-roim olmalı.


Kutsal kitaplar Musa’yı olağanüstü vasıflarla donatır. O dönemde geçen olayların ve doğal felaketlerin arkasında doğal nedenler olması kanımca, bir dönüm noktasında bu felaketleri önceden bilen ve Tanrı’nın gazabı olarak yorumlayan güçlü, bilge bir liderin şanından bir şey eksiltmez. Manetho’nun da Mısır’ın o dönemde Tanrı’nın gazabına uğradığını belirtmesi bunu doğrular.


Velikovsky’nin tezlerini doğru kabul etmek tarihe bakışımızı değiştirmekle kalmaz, bize bu önemli mesajı verir: Dünya tarihinde büyük felaketlerin rolü de büyük olmuştur ve bu olasılık her zaman için geçerliliğini korumaktadır. Velikovksy ve Rohl’un kitapları bu savı öne sürüyor."


Sayın Menemencioğlu'nun anlattıklarında bir mantık hatası var gibi görünmüyor ve üstelik kutsal kitaplardaki hikayeleride doğruluyor. Dönelim Sayın Burak Eldem'in söylediklerine yeniden.


Ipuwer papirüsünden de bahsediyor Burak Eldem ve Musa'nın kutsal kitaplarda anlatılan mucizeleri ile arasındaki benzerlikleri de ifade ediyor kitabında.


"Son yüzyıl içindeki arkeolojik bulgular ve kimi jeolojik araştırmalar, Ipuwer papirüsünde ve Exodus'ta sözü edilen türden doğal afet zincirlerinin yalnızca Mısır'da değil, aşağı yukarı dünyanın bütün bölgelerinde yaşandığına ilişkin, bir hayli ikna edici veriler sunmaktadır. Üstelik bütün bu olayların yerleştiği zaman dilimi ağırlıklı olrak İ.Ö.1650 dolaylarına denk düşer. Söz konusu veriler yalnızca büyük ve küresel bir doğal afetler zincirine değil,onun doğal sonuçları arasında kabul edilebileceksosyal, ekonomik ve siyasi hareketliliklere ve bunalımlara da net bir biçimde işaret etmektedir ayrıca. Burak Eldem, 2012: Marduk'la Randevu "


Sizinde göreceğiniz gibi Velikovsky ve Burak Eldem bu noktada neredeyse hem fikir olartak görünüyorlar. Eldem'in kitabının devam eden bölümlerinde de Hiksos'ların Mısır'a saldırmaları ve hüküm sürmelerinden bahsediyor. Ancak Hiksosların Velikovsky'nin söylediği gibi "Çoban Krallar" anlamından çok "Yabancı Krallar" anlamına gelebileceğini de özetliyor, tarihçilerin iddialarından yola çıkarak. Çünkü o dönemde göçebe ve çobanlıkla uğraşanların genellikle Sami Kabileler yani İbranilerden oluşuyordu. Ancak dikkat çektiği bir nokta var, eğer hiksoslar sanıldığı gibi Sami Kabilelerinden idiyseler ve Mısır'ı oluşan doğal felaketlerin etkisinde zayıflamışken ele geçirip yakıp yıkıp, kesip biçtiyseler, sonradan ne diye kendilerine bir ordu kurup Mısır'ın güvenliğini düşünmeye başlamış olsunlar. O dönemde tahta geçen firavunların hemen hepsi Mısırlı isimleri almışlar ve Mısır'da asayişi ve sınır güvenliği konusuna fazlasıyla önem vermişlerdir. Bir ülkeyi önce talan edip de sonradan toparlayıp korumaya çalışmanın ne gibi bir mantığı olabilir? Bu noktada sayın Eldem'e katılıyorum.


O dönemlerde adına Avaris denilen ve büyük bir kısmı paralı ve yabacı askerlerden oluşan bu askerler Mısır'ı kimden korumaya çalışıyorlardı? O dönemde Asur ve Hitit medeniyetlerinin çökme noktasında olduğunu söylüyor Eldem ve dolayısıyla Mısır için bir tehdit oluşturmuyorlardı. Bu nedenle Hiksosların Mısır'da yüzyıllarca ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören ve belkide bir kısmı Sami ve İbranilerden oluşan alt tabaka tarafından işgal edildiği ve kendi güçlerini göstermek ve ülkeye egemen olmak için yeni bir düzenlemeye gitmiş olabilecekleri fikrini öne sürüyor yazar ve bu da akla yakın gözüküyor. Böylece Hiksosların hem "Çoban Kral" hem de "Yabancı Kral" olrak tanımlanmaları daha bir anlam kazanmış oluyor.

Yine de verilen bilgilerin ışığında hala Musa ile karşı karşıya gelen firavunun kimliği konusunda net bir bilgimiz yok? Ramses mi, yoksa Velikovsky'nin iddia ettiği gibi Dudimose mi?

------------------

Bu yazıda kullanılan kaynaklar :

- İlmi Araştırmalar http://www.ilmiarastirma.net/?Pg=Detail&Number=8028
- Kaos Çağları, Yazan Kemal Menemencioğlu
- Mısır Tarihi http://web.boun.edu.tr/kurnaz/misir/tarih.htm
- Vikipedi
- Hz. İbrahim http://www.unyeses.net/hzibrahim.htm