29 Temmuz 2008 Salı

DOHTOR BU NE?

Bu resim bu sabah mail ile elime ulaştı. Aslında yoruma bile gerek yok belki ama, o kadar güldüm ki, sizlerle de paylaşayım istedim.

Amerikalılar her şeyin içine bu yüzden kullanım kılavuzu koyuyorlar herhalde, ama benim ülkemde klozetlerden kullanım kılavuzu, dahası kurulum kılavuzu çıkmıyor tabi.

Bu deha ürünü tasarımın mimarı bir Karadenizli. Fotoğraftan da görüleceği gibi, gömme klozet modeli geliştirecek zeka ne yazık ki tuvaletin etrafında herhangi bir sifon, tehrat musluğu ya da benzeri bir su akıtacak ürün tasarlayamamış henüz.

Hadi şimdi yaslanın ardınıza ve hayal edin bakalım, geldiniz bu karadenizli vatandaşın evine, çok da sıkıştınız, koşar adımlarla girdiniz tuvalete, karşınızdaki manzara bu. Ne yaparsınız, dahası nasıl yaparsınız ? Ya da benim gibi gülmekden altınıza mı yaparsınız?

Seviyorum ben bu memleketi
Fasulye



KOCA AYAK EFSANE DEĞİL, GERÇEKMİŞ

Geçen internette dolanırken bir gazetenin sitesinde dünyadaki tüm gelişmelere rağmen çözülemeyen/açıklanamayan 10 sırdan bahsedildiğini görmüştüm. Örneğin hayaletler, ufolar gibi varlığından emin olunamayan, ama var olduğu var sayılan ya da umulan 10 madde. Bu maddelerden birisi de meşhur Himalaya Efsanesi Kar Adam Yeti'nin var olup olmadığı idi.

Yüzlerce insan gerek kendisini, gerekse ayak izlerini gördüğünü iddia etse de, bu yeti denen arkadaş, bahsedilen koca ayakları ve cüssesine rağmen fotoğraf karelerine denk gelmemeyi başarabilecek kadar zeki, çevik ve atakdı. Kimbilir belki o da bir Türk'dü.

Gizlenmeyi çok iyi bilen bir yaratık olan yetilerin belirli bir alanda yaşadığına dair bir iz ve hatta ölüsüne bile rastlanamıyordu. Hatta belki o kadar vahşiydi ki kendi ölülerini yiyordu, kimbilirdi. Kısaca direkt ajan x modunda bir hayvanımsı idi kendisi.

Dahası bence yeti saklanmayı bırakıp, ünlülerimize paparazzilerden nasıl kaçılır konulu bir ders verdsindi, hatta "yeti"nmesindi "Yeti Öğretileri" başlığıyla yayınlayacağı bir dizi kitaptan hepimize öğretsindi bu "karda yürüyüp, izini belli etmeme" olayını.

Yeti adı Tibetçe bir kelime olup küçük-insan benzeri hayvan demekmiş bu arada. İki metre boyunda, kocaman ayakları olan bir hayvana yeti demek de Tibetlilere has bir şey demek ki ona yorum yapamayacağım.

Bu yaratıkların bıraktığı sanılan izlerde kiminin beş, kiminin iki kiminin üç parmağı olduğu söylenmekteymiş bir de, yani hem kocaman hemde istikrarsız bir ayak anatomisine sahip bir yaratıklarmış bu yetiler.

Sadece Himalayalarda değil, Avustralya, Eski Sovyetler Birliği, Japonya ve Kızılderililer arasında da yeti efsaneleri dolaşmaktaymış yine yazılanlara göre. Yani dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkabilmekte ve aslında bir "kar adamı" değil, "seyahat adamı" olduklarını orta koymaktadırlar zannımca.

Ama müjdeler olsun sevgili okuyucu, "kedi ulaşamadığı ciğere mundar der" hesabı, insanla maymun arasında, evrimini tamamlayamamış bir hilkat garibesi olduğundan bahsedilen yeti kardeşlerimizin gerçek olduğunun ispatlanmış olduğunu bu gün öğrenmiş bulunmaktayım.

Nasıl mı ispatlanmış?

"Himalaya bölgesinde buldukları iki hayvan kılını inceleyerek, bilinen herhangi bir canlı türüne ait olmadığını söylemişler bilim insanları. "

Olay budur yani. Nasıl bir psikolojidir ben bilmem ama, haberin özü bu. Sen oku, koskoca bilim insanı ol, sonra bir gün dağlarda gezerken o kadar bitki örtüsünün içinde iki tane kılı bul, yetinme al laboratuvarına götür, incele, bi de ne olduğunu anlama, sonra çık bu olsa olsa yetidir de. Yüzyıllardır cevaplanamayan sorulara yanıt bul, adına da bilim de.

Haklı bi yerde bu bilim insanları da tabi, onlar bilmiyosa kim bilecek bunun ne kılı olduğunu, e yeryüzünde keşfedilmemiş canlı türü de bırakmadıklarına (!) göre bu olsa olsa yetidir ne olacak başka?

Fasulye

28 Temmuz 2008 Pazartesi

GÜNGÖREN'DE DE SABAH OLDU MU BU GÜN?

İlk olarak akşam haberlerinde duydum, ama bakmaya içim elvermedi görüntülere, bir tür kaçış başladı içimde. Bu sabah ise gazeteleri korkarak açtım. En resimsiz haberleri okudum içim acıyarak. Ülkemin gündemi bedenleri dört bir yana saçılmış vatandaşlarının başına gelenlere kilitlenmişti.

Genci, yaşlısı, çoluğu, çocuğu belki bir küllah dondurma yemek için çıkmışlardı ailecek dışarıya.. Bir yanda laikler, bir yanda akp yargılanadursun, benim insanım, askerim, polisim, sivilim sokaklarda can veriyor ve ben gazetelere bakıyorum dehşet içinde. Elimden fazlası gelmiyor.

En kötüsü de budur her zaman, çaresizlik.. Elininiz kolunuz bağlı, kabaran öfkeniz ve acınızla yutkunabilirsiniz sadece zorlukla.. Gündelik hayata uyum sağlayamamam ben böyle günlerde kolay kolay.. Bu günde öyle bir gün işte..

Kendi güncelimin huzuruna kapılmış, tatilime gün sayarken, ülkemin gerçekleri ile yüzleşmek ağır geldi yine, hazmedemiyorum.. Sahip olduklarımla, sahip oldukları ellerinden kayıp gidenleri düşünmekten alamıyorum kendimi...

Bir çocuk olmayı hayal edemiyorum Güngören'de, keşke içimdekileri anlatabilecek kelime bulabilseydim size bu sabah..

Keşke zamanı geri döndürebilseydim gerçekten
Keşke...
Fasulye

26 Temmuz 2008 Cumartesi

BLOGMANIA EDİTÖRÜ

Merhaba

Blograzzi'de günün bloğu olmamın ardından bu günde sevgili @abbasinan'ın blogu olan BlogMania Editöründe tanıtılmışım. Onur duydum, motive oldum...

Çok teşekkürler..
http://blogeditoru.blogspot.com/2008/07/faslyenin-gnl.html

25 Temmuz 2008 Cuma

DÜŞÜNÜYORUM ÖYLESE VARIM !


Yaşamla aramda güçlü bir bağ vardır her zaman, en zayıf hisettiğim anlarda bile koparmak istemediğim bir bağdır bu. Her zaman daha fazlası olduğunu bilirim hayatın bize armağan edeceği. Hiç bir şey tesadüf değildir, sebepsiz sonuç olmaz diye düşünürüm çünkü, iyi ya da kötü birer öğretisi vardır tüm yaşananların. Umutlarım kolay filizlenir bu yüzden, daima görmediğim duvarların arkasındaki bilmek ister, karşı kıyının gözyüzünü merak ederim. Ne sorularım biter bu yüzden yaşama karşı, ne baş kaldırışlarım.

Ama yine de kıskanırım şu hayata tam bir felsefe oturtmuş, çözmüş edasıyla sakin duran insanları. Çünkü tüm doz aşımına uğramış optimist düşünce yapıma rağmen, ne kanımdaki, ne içimdeki fırtına durulur benim. Ne sebatlı olmayı öğrenebildim hayatım boyunca, ne de ermiş edasıyla beklemeyi yaşanacakları. Bir itiş kakış halinde dolanır durur düşünceler beynimde, şu piyango çekilişlerinde şanslı sayıları belirlemek için dönüp duran toplar gibi..

Hiç Osho okudunuz mu bilmem. Osho demiş ki “Düşünce sana doğru cevabı veremez çünkü düşünce sadece bilineni tekrar edebilir.”. İlginç bir adamdır Osho hayatı kendince çözmüş, yaşamdan kendince zevk alabilen, mütevazi ve bilge bir duruşu vardır. Çok mu severim, öyle akımına kapılmış savrulanlardan değilim ama, nedense hayat akıyor da Osho duruyormuş gibi gelir bana onun yazılarını okudukça. Belki savrulup durmuyor güçlü bir duruşu vardır ondan böyle diyeceksiniz ama, bedeni değil, düşünceleri yaşayan bir adam hissi veriyor bana nedense, düşüncenin yaşam formunda görünmesi gibi yani. Yaşamak bu mu olmalı? Oysa yaşar Osho müziği sever örneğin, ama nedense müzik çalar, o durur benim kafamda canlanan görüntüde, huzur içinde dinler, kıpırdamaz onun hayat ağacının yaprakları. Durur.

Düşüncelerim bildiklerimin tekrarı mıdır gerçekten? O zaman bir yap-bozun parçaları o yap-bozun bütünüdür demekle aynı şey bu bana göre.. Evet düşüncelerim var olan bir bütünün parçaları belki, ama parçaları birleştirmeden resmin tamamını da göremem ki. Resmin tamamını gördüğümde ancak çözümü bulabileceğime göre de Osho’ya katılamayacağım. Doğru cevap (eğer otistik ya da benzeri bir rahatsızlığım yoksa)parçaları birleştirdiğimde görebileceğim bir bütündür.

Bana ait her düşünce kafamın içinde etiketlenmiş bölümlerde düzen içinde durmadıklarına göre de, her bir araya getirdiğimde farklı resimler görebileceğim bir hazineye de dönüşebilir aynı zamanda, rengarenk lego parçalarından yapılmış oyuncaklar gibi.. Hayal gücü diye buna denmez mi sahi? Bu gün söylediğimi, yarın yalanlayabilirim o halde, idealar yaratmadığım, idealist olmadığım sürece demek olur bu da.

Düşününce her şeyi yalanlayabilirim bencelerimle, o kadar kapasiteliyim yani.. Örneğin idealizmin bir saplantı olduğunu ikna edebilirim bir kaç kişiyi biraz zorlasam, ama ardımı dönüp diğerlerini de inandırabilirim bir ideal uğruna ölmeye. Bu hangi sıfatları ekler adımın önüne o ayrı bir konu tabi, farz-ı misalleri konuşuyorum sonuçta. İçi boş bir valizi doldurmak kolaydır nasılsa, dolusuna eklemek için tepiştirmek gerekir, ya da bir kaç parçayı eksiltmek.

Peki bize okutulup öğretilen her şey de birer düşünce değil midir sonuçta, içine yorum katılmamış (pozitif bilimler hariç) ne kadar kaynak biliyorsunuz. Tüm inceleme ve araştırmalar birer bence değil midir sonuçta. Başkalarının bencelerinden öğrendiklerimizle oluştururuz beynimizdeki pek çok benceyi bizde.. Hatta nesneleri tanımlamak, kendimizi ifade etmek için kullandığımız her kelime bile birinin “bence buna şöyle diyelim” demesi sonucunda oluşmuş değil midir? Her şeyin bir isim babası vardır illaki.. Nedense bu şeyler öksüzdür bu yüzden, anneleri olmamıştır hiç.. Birilerinin yüzyıllar içinde kurguladığı bir düzenin devamında öksüz kavramlar denizinde düşünmüyor muyuz hepimiz.

“Himinileri gobardatacak hobarak aranıyor” espirisinin bir gün bir sektör adı olmayacağı ya da "himinizm" diye bir akım olmayacağının garantisini verebilir misiniz? Her şey birer kavramdır sonuçta, birilerinin bencesini bizce yapışımızdır. Çünkü adlandırmak, somutlaştır düşünceleri, özetlememizi, sembollerle anlaşmamızı kolaylaştırır. Ben hümanistim dediğimde bir kelime yeter genel düşünce yapımım özetine, ama hümanizmin tanımını vererek, “yani ben böyle düşünüyorum” diye bağlamak için epey kelime tüketmek gerekir semboller olmasa.

Alacakaranlık Kuşağı diye bir dizi vardı eskinden bilmem hatırlar mısınız? Müdavimi olduğum bu dizinin her bölümünde garip olaylar sinsileleri yaşanırdı. Bir bölümünde evli ve tek çocuk sahibi adam yataktan kalkıp, mutfakta kahvaltı hazırlamakta olan karısının yanına gidiyor. Ancak karısı öyle garip konuşuyor ki, hiç bir şey anlamıyor ama işin garibi karısı da onu anlamıyor. Aslında aynı lisanı konuşmalarına rağmen dildeki bütün kavramların adı bir diğeriyle yer değiştirdiği için sadece şaşkın şaşkın birbirilerine bakıyorlar. Bu bir kabus olmalı modunda çocuğunun odasına yönelen adam, uyuyan çocuğunun başucunda duran ilk sözlüğüm tarzında resimli çocuk kitabını açtığında olayı çözüyor. Çünkü köpek resminin altında lamba, kapı resminin altında çiçek yazıyor. Düşüsenize beyninize yıllardır yerleşmiş tüm sembollerin çöküşü, kavramlar kargaşası.

Nedense TL’den YTL’ye geçişimizi çağrıştırıyor bu da bana, ya da geçemeyeşimizi, eskilerin “Kaç para bu evladım” sorularındaki gerçek birimin para olmasıyla eğlenişimizin ardından, gülme komşuna gelir başına misali milyonsuz tutarlardan bahsetmek zor geliyor bana şimdi.

“Bir insanın düşüncesini açıklayamaması köleliktir.” demiş Euripides. İçimde garip bir baskı oluşturur benimde düşündüğümü söyleyememek bu yüzden.. Tabuların, karşıt düşüncelerin, hayatımızdaki içsel ve dışsal otoritelerin kölesi olarak yaşamak yorar beni. Oysa düşünce denizi ile ses düzeneği arasında moderatörlük yapamayanlara “densiz” denir. Nedir densiz, lafın nereye gittiğini bilmeden, olur olmaz yerlerde, olur olmaz şeyleri söyleyen. Olur olmazlık da yer ve zaman göre değişken olduğundan, neyin olur, neyin olmaz olduğunu bilecek bir muhakeme yeteneği ve dış algı gücüne sahip olmanız gerekir bu yüzden densiz olmamak için. Ama öyle zamanlar gelir ki düşüncenizi söyleyiş şekliniz, seçtiğiniz kelimeler, ses tonunuz, karşı tarafın algı durumu hafifletici sebepler olarak lehinize çalışır ve densizlikden, açıksözlülük mertebesine eriverirsiniz. Negatif kutuplar arasında hep bir ince çizgi vardır nedense, aşk ve kin gibi. Densizlik/patavatsızlık ve açıksözlülük arasında da böyle bir ince çizgi vardır bana göre de. Siyah ve beyaz gibidir bunlar ortası yoktur, grinin keşfedilmediği zamanlardan kalmadır. Düz mantığın, felsefeye eremediği yerlerden gelmiştir.

Komik kelimeler bunlar aslında, bir yandan şöyle ciddi ağır bir yazı yazayım diyorum ama durmuyor içimdeki dürtü nedense. Düşünsenize densiz in anlamı şöyle olsaydı ;

“Abi doktor söyledi bende ileri derecede den eksikliği varmış, densizmişim abi”,
“Hastanemizde yatmakta olan ağır densizlik yaşayan bir hasta için acele den aranıyor”
“Annem gönderdi teyze, evde hiç patavat kalmamış sizde varsa biraz verebilir misiniz?”
“Başınız sağolsun niye öldü karınız?”
“Patavatsızlıktan”

Şu son örnek olmayacak bir şey değil hani? Hani karı dırdırından bıkmış bir kocanın, hürriyet üçüncü sayfa haberlerine konu olması öncesi, elleri kelepçeli olarak sorularını yanıtladığı bir muhabir arasında yaşanabilecek bir diyalog olamaz mı sizce de.

Hayat bize düşünce yapımızla paralel zeminler hazırlar sanırız her zaman, hep sandığımız gibilerin gerçekler olduğunu düşünürüz. En çok “bence de” dediğimiz kişileri severiz mesela bir de. Hayata bakışı doğru gelir çünkü bize o kişinin, aslında kendi bencelerimizi sevdiğimizi farketmeyiz.. Birden “hakkaten ya” dediklerimiz var dır ki, işte onlar idoldür. Kendi egomuzun yansımasıdır çoğu zaman bu kişiler. Bir numaradır. Bir gün düşünce yapısında değişiklik olduğunda kabul edemeyiz bunu asla, hazmedemeyiz. “Çok değişti ya eskiden böyle değildi” deriz. Oysa değişim hayatın ta kendisidir. Bizim değişime uyum sağlama yeteneğimiz belirler çevremizdeki kalabalıkları bu yüzden bence. Uyumsuzlar değişime tepkili olanlardır. Haklılar veya haksızlardır o duruma göre değişir tabi, her konu başlığı altında farklı değerlendirilebilir bu uyumsuzluk. Ama sonuç değişime tepkidir özünde.

Baksanıza zorlasam bir Leo Buscaglia yazısı çıkartacağım bende.. “Yaşamak, sevmek, öğrenmek” kitabını okumayanınız var mı? Hayat koçu olabilir miyim ben de acaba diye düşündüm şimdi birden.. Koç gibi olur muyum o zaman acaba? Rahmi Koç gibi mesela ?

Tatile ihtiyacım var benim galiba.
Herhangi bir amacı olmayan düşünce denizimde boğuldunuz için teşekkür ederim.

Saygılar
Fasulye





23 Temmuz 2008 Çarşamba

TÜRK TİYATROSUNDAN BİR YILDIZ DAHA KAYDI...


Şehir tiyatrolarının unutulmaz müzikali Lüküs Hayat, denilince aklıma ilk gelen isimlerdir Zihni Göktay ve Suna Pekuysal, pek çok Yeşilçam filminde ve tiyatro oyununda rol almış olmasına rağmen benim için Lüküs Hayat müzikalinin en sevimli kahramanı olmuştur her zaman.

Türk tiyatrosunun gülenyüzü Suna Ablası seni özleyeceğiz..

Fasulye

18 Temmuz 2008 Cuma

GÜNAHA SOKMAYIN BENİ!

Bu sabah gazetelere şöyle bir göz gezdireyim dedim.. Gündem malum zaten medeniyetler tarihinden seçkin rumuzlu bir dolu konumuz var.. Onları geçiyorum..İki haber dikkatimi çekti onlardan bahsetmek istiyorum izninizle..

Birinci haberin başlığı şöyle "Günaha sokmayan diş macunu çıktı". Bu diş macunun adı beklendiği gibi "Mü'min". Google'a giriyorum arama kutucuğuna bu ismi yazıyorum. İlk gelen linke tıklıyorum bakınız neler yazıyor.

"Allah'tan gelen her şeyi mutlak anlamda tasdik eden, doğrulayan kimseler için kullanılan Kur'ânî bir terim. Arapça "doğruladı, tasdik etti" anlamındaki "â.me.ne" fiilinin ism-i failidir. Kur'an-ı Kerim'de, tekil, çoğul ve müennes siğalarında olmak üzere, iki yüz yirmi dokuz kere geçmektedir."

Tatmin olmuyorum vikipediye de bakıyorum ;

"Mü'min, îmân ve güven veren, her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran anlamında bir ismidir. Kullarına emniyet veren, Kendi'nin ve peygamberlerinin doğruluğunu ortaya çıkaran, kullarına yaptığı vaadine sâdık kalan demektir."

Konuyu dağıtmak istemiyorum ama bu iki tanım birbiriyle çelişiyor mu ne? Biri kuldan biri Allah'tan bahsediyor. Hey Allahım.. Birde TDK ya bakalım o zaman.

"İnanan, inançlı, imanlı, mutekit."

Olayı çözüyorum vikipedi de yazan tanım Allah'ın 99 adından biri olan Mü'min i tanımlıyor, diğer iki tanım ise inanan kimse anlamında sıfat olarak kullanılılyor. Şimdi bu diş macununa verilen bir isim olduğuna göre ve Allah'ın isimlerinden biri ile adlandırıldığını düşünürsek fazlasıyla günaha girmiş oluruz, o halde bunun inanan, inançlı bir diş macunu olduğunu düşünmemiz gerekir.

İnananların kullandığı bir diş macunu diyelim biz yinede kişilik kazandırmayalım macuna..

Bu diş macunu Malezya'dan getirtiliyormuş, helal olmasının sebebi de içinde anason olmamasıymış. Yani anason haram (belirli bir oranın üzerinde olursaymış). Bir sıkımlık diş macunundaki anason miligramlarla ölçülebileceğine göre bu hassas oranı tutturmak epey zor olsa gerek, yani gramaj farkıyla günahkar olmak elde değil.

Şimdi ısrarla marketlerinizden bu diş macununu istemeyi unutmayınız ki günahkarlardan olmayınız. Üstelik 175 gramlık bu dev diş macunu aynı zamanda sadece 5 YTL, yani hem helal, hem hesaplı. Ayrıca on beş gün kullanıp memnun kalmazsanız geri iade edebiliyorsunuz. Yani 15 gün diişinizi fırçaladığnız baktınız hidayete eremediniz, o zaman götürün geri verin, paranızı alın..

İşin garibi bu diş macunu Malezya'da yayınevlerinde de satılmaya başlamış. Sanırım piyasadaki bütün kitapları islam ahlakında aykırı diye toplayıp işsiz kalan yayınevi çalışanlarına yeni bir sektör yaratmaya çalışıyorlar. Peki hiç mi faydası olmaz bu diş macunun ülkem insanına? Olabilir, çünkü diş fırçalamak gibi bir alışkanlığı olmayan "müslüman çoğunluk" sevaba girmek uğruna dişlerini fırçalamaya başlayabilir. Hatta ben diyorum ki "Laik" adında içine anason basılmış bir diş macunu daha üretebilirsek, "Laik azınlık" da gönül rahatlığı içinde dişlerini fırçalar ve muasıır medeniyet seviyesine ulaşmak için bir adım daha atmış oluruz.

Bu haberin ardından ülkemde niye bu kadar çok kafir var onu da çözüyorum. Nasıl mı? Bir defa bütün anadoluda bebeklerin gazı çıksın diye anason verilir oranına falan bakılmaksızın. Nooluyor peki bu çocuklar büyüyünce, kim söyleyecek? Ne olacaklar ya günahkar ya laik tabii ki. Bu günde elhamdürüllah aydınlanıyorum böylece..


Gelelim bir diğer haber başlığına, "Kvalina, devlere karşı savaşan köy". Alaska'da Bering boğazı kıyısında yer alan, 55 haneli bu köy global ısınma neticesinde yükselen deniz sularının altında kalmak üzereymiş ve maliyeti yüksek olduğundan 12 km ileride kendileri için seçtikleri yeni yerleşim alanına taşınamıyorlarmış. 15 yıldır yavaş yavaş köylerinin sular altında kalmasına şahit olan ve 500 kişiden oluşan köy halkı çareyi global ısınmaya sebep olduğunu düşündükleri dev firmalara dava açmakta bulmuşlar. Kaliforniya Eyalet Mahkemesinde 26 Şubatta açılan davanın bu eyalette açılmasının sebebi, dava edilen tüm şirketlerinin temsilciliklerinin Kaliforniya'da yer almasıymış.

Yakın bir gelecekde hepimizin problemi haline gelecek olan global ısınma ve sular altında kalma tehlikesine karşılık olarak, kendi sorunlarından yola çıkarak dev şirketlere dava açma cesareti gösteren bu 500 cesur insanı gönülden tebrik ediyorum ve maalesef acaba benim ülkemde böyle bir olay olsaydı ne olurdu ya da olmazdı diye düşünüyorum ister istemez. Geçtim 500 kişiyi 70 milyon insan bir araya gelip de bir sorunu çözememişken hele. Gülüyorum. Bu defa son yazılarımda bolca bahsettiğim Atlantis geliyor aklıma daha çok gülüyorum. Neden mi? E türklerin kökeni Mu ve Atlantis kıtalarına dayanıyorsa ve bizim bu rehavet ve vurdumduymazlığımız da atalarımızdan geliyorsa, koskoca iki kıta da körü körüne batmış olmasın sakın diyorum içimden.

Amaan bize ne canım, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler..

Hörmetler

Fasulye

16 Temmuz 2008 Çarşamba

BEN NERESİYİM BURASI KİM ? (4)

Uygur İmparatorluğu Devam...

James Churchward 'ın eserlerinde teyid edilen Büyük Uygur İmparatorluğu, 12.000 yıl önce meydana gelen büyük manyetik felaket yani Tevrat 'ta bahsedilen" Tufan" felaketinden önceki Uygur hakimiyetidir.

Büyük Uygur İmparatorluğu, Güneş İmparatorluğu, Mu'ya bağlı en büyük ve en önemli koloni imparatorluğudur. O, Mu 'dan sonraki dünyada bilinen tüm imparatorlukların en büyüğüdür. Uygur İmparatorluğunun doğu hududu Pasifik Okyanusa, batı hududu tahminen bugünkü Rusya 'da Moskova'nın bulunduğu yere, ileri karakolları Avrupa 'nın merkezi kısımları boyunca Atlantik Okyanusuna kadardır, kuzey hududu kayıtlarda belirlenmemiştir, muhtemelen Asya 'da Arktik Okyanusuna kadar olabilir. Güney hududu ise Koçin Çin, Burma, Hindistan ve Pers ülkesinin bir kısmına kadar uzanıyor.



Manyetik felaketten önceki Uygurların güçlendiği ve imparatorluk kurduğu zamanlar hususunda kesin bir tarih vermek imkansızdır.

DÜNYANIN MANYETİK ALANININ BOZULMASI:

Bilim adamlarının yaptığı araştırmalar yeryüzünün yaklaşık her 780,000 yılda bir manyetik alanının yer değiştirdiğini gösteriyor. Yiine başka bir araştırma geçtiğimiz yüzyıl içerisinde dünyanın manyetik alanının %5 oranında azaldığı da görülüyor. Manyetik alanın kalkması aynı zamanda güneşten gelen zararlı partikül ve ışınların da bir engele maruz kalmadan dünyaya çarpması anlamına geliyor. Ayrıca alanın bozulması dünyanın ekolojik dengesinin de bozulmasına sebep olacak ve dünyadaki yaşam yavaşça yok olacak..

Tibet manastırında saklanan Naacal yazmalarına göre, " 70.000 sene evvel, Naakaller, Ana Diyar Mu 'nun kutsal ilham yazmalarının kopyalarını Uygur başkentine götürdüer. Burdan süratle hareket ederek içeri bölgelere yayıldılar. İlk sızmaları düz, sulak bir ova ( Gobi ) 'ye doğru oldular. " diye bahsedilmiştir. Görülüyor ki, Uygurların zirveye ulaştığı zamanlarda dağlar henüz yükselmediği ve başkent Yarkoto 'nun bulunduğu bugünkü Gobi Çölünün zengin ve sulak bir bölge olduğu mevzu bahistir.

Uygurların Avrupa'ya girişi, iki defalık göçle gerçekleşmiştir. İlk göç, ekseriyetle büyük manyetik felaket ve onu izleyen dağ yükselme felaketlerinden olmuştur. Neyse ki, halk tümüyle yok olmamış, içindeki üç küçük kavim veya sülale şans eseri kurtulmuştur. Bugünkü Fransa 'daki Bretonlar, İspanya 'daki Basklar ve " has İrlandalı" lar, işte onların evlatlarıdır.

Doğu kayıtlarına göre, Uygurların Avrupa'ya İlk girişi, Pliocene ( üçüncü çağ) döneminde, dağların yükselmesinden önce, ikinci giriş ise Pleistocene ( dördüncü çağ) döneminde, dağların yükselmesinden sonra, yani ilk girişten birkaç bin sene sonra gerçekleşmiştir. Moravya bölgesinde bulunan kalıntılar ilk Uygurlar hususunda ipucu vermektedir.

20.000 yıl önceki, yani Kitabi Mukkaddes - Tevrat 'ta "Tufan" olarak bilinen bu manyetik felaketten, efsanevi jeolojik " Buz Çağı " 'ndan ve dağların yükselmesinden önceki Uygur İmparatorluğu, James Churchward 'a göre, Tertiary ( üçüncü çağ) Uygur İmparatorluğu olarak adlandırılmıştır.


The Great Uighur Empire during the Tertiary Era.

Eski bir Doğu belgesinde, Uygur İmparatorluğunun küçük krallık, beylik ve devletler gibi bir yapıdan oluştuğu, herbirinin kendine özgü başkanı veya hükümdarı olsa bile, onun en üst hükümran ya da Güneş İmparatorluğu - Mu 'nun himayesi altındaki bir imparator tarafından idare edildiği beyan edilmiştir. Dolayısıyla, Uygur İmparatorluğunun hakimiyet şeklini genişletilmiş Amerika Birleşik Devletleri olarak algılamak güç değildir.Büyük Uygur İmparatorluğu döneminde, Uygurlar, müneccimlik, madencilik, dukumacılık, mimarlık, matematik, tarımcılık, eğitim, tababet gibi ilimlerden haberdar olarak, yüksek uygarlık seviyesine ulaşmıştır. Onlar, İpek, metal ve ağaç üzerinde yapılan süsleme sanatlarının ustasıydılar, altın, gümüş, bronz ve kilden heykeller yapıyorlardı. Dünyadaki en eski iki bronz heykelin biri olarak bilinen “bütün yeryüzünün hükümranı ve sahibesi olan Mu”nun simbolik heykeli, bundan 20.000 sene evvel Mu 'da veya Uygur başkentide yapılmıştır.

Rus arkeolog tarafından Uygur başkenti Yarkoto harabelerindeki bir mezardan ipek üzerine işlenen başka bir resim daha bulunmuş ve fotoğrafı çekilmiştir. Kim ve ne olduklar? işaretlerle ifade edilen bu sembolik resmin bir Uygur Kraliçe ve Eşi 'ni temsil ettiği, orjinalinin de hiç kuşkusuz 16.000 - 18.000 yıllık maziye sahip olduğu iddia edilmiştir.



Rus arkeolog tarafından, önceki resimdeki Uygur Kraliçesinin elinde duran asaya göre daha sonraki tarihlere ait bir Uygur hükümdarının kraliyet asasının resmi de bulunmuştur.


Büyük Uygur İmparatorluğunun akibeti hususunda manastır kayıtları şöyle anlatıyor: " Uygurların başkenti tüm halkıyla beraber, imparatorluğun doğu kısm? boyunca uzanan ve her şeyi silip süpüren bir tufan tarafından yok edildi. "

Büyük Uygur İmparatorluğu yıkıldıktan 78.000 yıl sonra, Doğu Asya 'da sayısız ufak uluslar ortaya çıkmıştır. Bir bakışta hepsi Moğul benzeri tiplerdir. Bu Moğul uluslarının en önemlisi, dünyaya meşhur Cengiz Han ve Kubilay Han 'ların kavimi olan Tartarlardır.

Uygurlar, XIII. asırda dünyayı istila eden bu Moğol İmparatorluğuna, medeniyet üstünlüğü ile Uygur yazısını imparatorluğun resmi yazısı olarak kabul ettirdiği, damga tüzüğü ve devlet yöneticiliğini öğrettiği için, birçok bilginlere göre, Moğol İmparatorluğu, fiilen Uygur İmparatorluğu olarak da kabul edilmektedir. Dolayısıyla Uygurlar, Moğolların Türkleşmesinde de önemli rol oynayarak, Çağatay ve Özbek Türklerini ortaya çıkarmıştır.

Cengiz Han sülaleleri devrinde Uygur yazısını kabul eden Moğollar, bu yazıya olan saygılarından dolayı onu " Kudatgu Bilig " olarak anmışlardır. XIV. yüzyılda yaşamış Muhammad Hindi Şah Şemsul Musa'nın " Destrul Kitab Fiteyin Elmaratip " ( Derecelendirme Rehberi ) ve Reşideddin Fazlullah 'ın Cami üt Tevarih adlı eserlerinde aynı şekilde "Kudatgu Bilig Cengiz Hanı" denilen bir kitabın yazıldığından bahsedilmiştir. Rus bilgini Milioraniski'ye göre " Kudatgu Bilig Cengiz Hanı" İran 'ın İlhanlılar Sülalesinin çalışan Uygur kitaplar ( sekreterler ) tarafından yazılmıştır.
Reşideddin Fazlullah 'ın kayıtlarına göre, Uygur ve Moğul orduları birlikte savaşarak İran' ın Horosan bölgesini istila ettikten sonra, bir kısım Uygurlar burada Darğaç ( muhafız ) olarak yerleşmişlerdir. Ogday Han devrinde ( 1229 - 1241 ) Nesturiyan dinindeki Uygurlardan Körkor İran valiliğine tayin edilmiş onun oğlu da Irak ve Azarbeycanı idare etmiştir. Nesturiyan Uygurlarından Rabban Sauma İlhanlılar devletine vekaleten diplomasisini yürütmüştür. Binden fazla Uygur özyurdundan ayrılıp İran'da haberleşme işleriyle uğraşmışlardır. Bazı yerlerde "müslüman Uygur şehirleri" meydana gelmiştir.

Dolayısıyla XIII. Yüzyıl ortalarından XVI. Yüzyıla kadar Doğu Avrupa ile Volga boylarında egemenliğini sürdüren Altınordu Devleti devrinde, Orta Asya ve Volga boylarındaki halkların kültürlü tabakalarında, Uygur edebi dilini örnek alan veya ona göre eser yazmaktan ibaret bir medeniyet hadisesi yani bir "Uygurizm" hadisesi şekillenmiştir.

Altınordu kaynaklarındaki "Uygurizm" hadisesini araştıran Rus uzmanlarından Samoyloviç'in 1912 'de ilan ettiği bilgiye göre, 1909 'da Oral Bayık nehrinin aşağı vadisindeki Saraçik harabesinden XIII. Yüzyıla ait bir çömlek bulunmuştur. Üzerinde Arap - Uygur yazısıyla şöyle bir beyit yazılmıştır.

Kişi kör ki yüz ol, bu yüz kör ki köz, bu yüz kör ki tıl ol, bu tıl kör ki söz.

Bu beyit Kudatku Bilig Desatan'nın 274. beyiyinde şu şekilde izah edilmiştir.

Okuş kör ki tıl ol, bu tıl kör söz. kişi kör ki yüz ol, bu yüz kör ki köz.


Dolayısıyla, Uygurların M.S.745 - 1368 yılları arası Orta Asya ve Kuzey Moğolistan'dan ibaret bu geniş alanda 623 yıl hüküm sürdükleri değişik hakimiyetleri, Türk tarihindeki en uzun İmparatorluk olarak nitelendirilmiştir.

Görülüyorki, Orta Asya Türkleri, kadimi Uygur İmparatorluğunun mirasçılarıdır. Anadolu Türkleri ise hem Atlantis 'ten, hem Mu 'dan göç edenlerin karışımıdır. Daha doğrusu büyük Uygur göçünden intikal eden bilgi akışının mirasçılarıdır.

Bu hadiseler tüm Orta Asya 'nın, Uygur tarihçisi Turhun Almas 'ın iddia ettiği gibi Uygurların ana yurdu olduğunu, klasik tarihçilerin kabul ettikleri yakın tarihi hadiselerin de " Tufan " felaketinden önceki Büyük Uygur İmparatorluğunun devamı olduğunu açıkça gözönüne sermektedir.

Alıntı : http://www.uygur-akupunktur.com.tr/
Sonraki Bölüm
Atlantis

BEN NERESİYİM BURASI KİM ? (3)

Uygur İmparatorluğu



MU Uygarlığının, daha önce bahsi geçen kolonileşme hareketlerinde her iki ana kolonileşme hattının (Doğu ve Batı) üzerinde yaşamakta olduğumuz Anadolu toprakları için önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. MU halkının bir kısmının Doğu koloni hattıyla Anadoluya gelip ilk atalarımızı oluşturduklarını, Batı koloni hattını incelediğimizde ise MU kıtasının en önemli kolonilerinden birinin büyük Türk devletlerinden biri olan UYGURLAR’ın ataları olduğunu görmekteyiz. Ayrıca tarih boyunca Anadoluyla etkileşim içinde olan Mezopotamya bölgesindeki Uygarlıkların atalarını da MU’dan göç edenlerin oluşturduklarını biliyoruz.


Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son göç olan Oğuzların göçüne kadar bütün beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Ve Moğolistan bölgesini de MU’dan göç eden Batı kolonilerinin bir kolu oluşturmuştur. Atlantislilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel bir vatan yapmışlarsa, MU Uygarlığı’nın insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgileri oraya nakletmişlerdir. Uygurların kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir.


Arkeolojik bulgular ve ezoterik bilgiler, Uygurların “klasik tarih"te öğretildiği gi­bi 1250 yıllık geçmişi olan basit bir uygarlık olmadığını göstermektedir (Rus arkeolog Kosloff, Gobi çölünün kumlarının 20 metre altında, Khara-Khota harabelerinde, 18 bin yıl öncesinden kaldığı ileri sürülen, Mu sembolleriyle işlenmiş bir Uygur mezarı bulmuştur. Resimdeki figür bu uygarlığın kalıntılarının bir parçasıdır.) Tibet ve New Mexico’daki tabletlere dayanan James Churchward, H. S. Santesson gibi araştırmacıların verdikleri bilgiler ezoterik bilgilerle sentez edilerek Uygur tarihi kısaca şöyle özetlenebilir:


Onbinlerce yıl önce (Churchward a göre 80 bin yıl önce) Gobi çölünün kumlarının bulunduğu yerde büyük bir iç deniz vardı. (Bunu, Orta Asya efsanelerinin yanısıra, jeoloji de doğrulamaktadır.) Mu’nun batmasından çok önce, Mu’daki beyaz bir ırk anavatan dışındaki en büyük yerleşim bölgesi olarak bu bölgeyi seçmiş, bu iç denizin verimli kıyılarına güzel kentler kurmuşlardı (özellikle bugünkü Moğolistan ve Gobi’nin dağ yamaçlarına yakın kesimleri). Naakaller (Mu bilgeleri) Mu’ daki tektanrılı kozmik öğretiyi bu kentlerde de öğretmekteydiler. Uygurlar’ın Batı’ya doğru yayılmasıyla, büyük bir imparatorluk kurulmuştu ki, bu, Churchward’ın deyişiyle, “Mu’dan sonra dünyanın en büyük imparatorluğu haline gelmişti” (yüzölçümü bakımından Atlantis imparatorluğundan daha büyüktü). Churchward’a göre "Üçüncü Zaman”da Uygurlar, Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya dek ilerleyerek koloniler kurmuşlardı, fakat başkentleri Gobi bölgesindeydi. (Avrasya’daki Aryen kavimleri Uygurlar’ın torunlarıdır.)



Mu araştırmacılarına göre, bu imparatorluk ilk kez doğal afetlerle darbe yemiştir. Birinci darbeye “son manyetik felaket” ya da “tufan” adı verilir. Bu felaket sırasında Uygur başkenti yerle bir olmuştu. İkincisi ise “dağların yükselmesi” dönemine rastlar ki, bu olaylar sırasında Avrupa’daki Uygur kolonileri de yok olmuş, kurtulabilen Uygurlar’ın torunlarından İskitler, Keltler ve bazı ari kavimler oluşmuşlardır. Dağların yükselmesi sırasındaki tektonik hareketler sonucunda Gobi Denizi’nin suyu çekilmişti. (Kimilerine göre, Gobi Denizi’nin suyu, çökmeler sonucu Hazar ve Karadeniz’i oluşturacak şekilde Batı’ya çekilmiştir.) Naakaller’den, tufanın etkilemedigi Batı bölgelerde yaşayanlar, tufanın bitmesinden sonra, Gobi’de bırakılan Uygur arşivlerini ele geçirip, bir kısmını Tibet’e götürmüşlerdir ki, Vedalar’ın, Hint kutsal metinlerinin ve kimi efsanelenin asli kaynağını bu Uygur arşivleri oluşturmuştur. (Kimilenine göre de Hintliler bunları Uygurlar’ın bir kolunun Tibet üzerinden Hindistan‘a girmesiyle edinebilmişlerdir.)



Kimi Hint ve Çin efsane ve yazıtlan Uygurlar’ın ikinci kökeninin kozmik olduğuna işaret etmektedir. Bu efsane ve yazıtlara göre, büyük beyaz bir yıldızdan veya yıldız sisteminden gelen beyaz tenli insanlar, Gobi iç denizindeki bir adaya inmişler, zamanla deniz kıyısındaki insanlara uygarlığı, yüksek bilgileri öğretmişler ve giderek bu bölgede yaşayan insanlarla kaynaşmışlardır. Çin yazıtlarını inceleyen Abel Clarte, iniş olayının İÖ 16 bin yıllarında olduğu ileri sürer. Prof, Rameau ve Saint—Sauveur ise iniş noktasının Güney Altay dağ kollarında, Lob-Nor gölünün 600 km. kuzeydoğusunda olduğunu ileri sürer. Bu tezi arkeolog Harold Wilkins’in de desteklediğini bildiren araştırmacı Peter Colosimo eski bir Hint yazıtından şu pasajı aktarmaktadır:



“Ulaşılmaz yüksekliklerden hızla inerken çıkardığı gökgürültüsü gibi sesiyle, gökyüzünü ateş dilleriyle dolduran alevlere bürünmüş olarak, Ateşin Oğulları’nın arabası, Parlak Yıldız’dan gelen Alev Tanrıları’nın arabası göründü. Gobi Denizi’nin yemyeşil ve göz kamaştırıcı, mis kokulu çiçeklerle örtülü Ak ada’sı üzerinde durdu.”



Türkler’in, anlatıldığı gibi kozmik bir kökeni varsa, efsanelerinde böyle bir adaya değinilmesi gerekir düşüncesiyle Türk efsaneleri incelendiğinde, ortaya ilginç bir görünüm çıkmaktadır. “Göl ortasındaki ada” Türk mitolojisinin en önemli motiflerinden biri olup, Türkler’in kökenine ilişkin efsanelerde geçer. Gerek Oğuz Kağan Destanı’nda, gerekse Uygurlar’ın türeyiş destanında, köken, bir adaya ve adaya gökten iniş fenomenine bağlanır (Oğuz Kağan gökten bir ışık demetiyle inen ilk eşinden sonra, ikinci eşini göl ortasındaki küçük bir adada, ağaç kovuğunda bulur. Uygurlar’ın türeyiş destanında ise, Bögü-Han, bir adadaki tepenin üzerinde bulunan kayın ağacına gökten inen ışık demetiyle ortaya çıkmıştır.)



Mu kökenli, kozmik aşılanma geçiren Uygur Türkleri Anadolu’da, buraya kendisinden önce gelmiş bulunan Mu ve Atlantis kökenli halklarla karışıp kaynaşmış ve Anadolu insanını oluşturmuştur. Anadolu’nun, arkeolojiye göre, Dünya’da en fazla uygarlığı barındırmış ülke olması (pek çok ülkenin tarihinde iki üç uygarlık sözkonusuyken bu sayı Anadolu’da 10'u aşar) ve Anadolu’nun yerküredeki 7 ana "çakra" dan birinin üzerinde bulunduğu ezoterik bilgisi, Türkler’in Anadolu’ya geliş nedenini ve bu ülkenin “vazifeli” ülke olduğu, yani dünya çapında önemli bir “vazife”si olduğu söylentisini açıklar gibidir.



Konuyla ilgili olarak Ergün Arıkdal şu bilgileri veriyor:



"Gobi içdenizinin kurumasının neden olduğu büyük Uygur göçüyle birlikte Mu bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri, zekası ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde bu kapasite mevcuttur.



Atalarının yapmış olduğu şeyleri şu anda yapamıyorlar ama, cevher olarak bunu korumuşlardır. Dört-beş bin yıllık firavun mezarlarından alınan buğdaylar nasıl filiz verdiyse, o tohumlanma özelliklerini 5 bin yıl boyunca nasıl korumuşlarsa, o insanlar da kendi DNA’larında, kendi kalıtımlarında bunları naklettiler ve getirdiler. “Bu kalıtımın artık ne Atlantis’te ne de Mu’da olmayışı, bunların sadece, bir kısmının Mısır taraflarında, bir kısmının da Uygurlar’da kalışı çok önemlidir. Bu insanların en çok taşıdığı özellikler, duyular dışı algılamayla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından o göçlerle bu ülkeye, Anadolu’ya yeniden getirilmiştir. Kaybolmuş o yetenekler o insanlar tarafından tekrar yayılmıştır.



“Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük nitelik psişiktir. Bu toprakların insanları gerçekten psişik varlıklardır. Bu ulusun yaşamlarının bir tarafında, tekamül sürecinin birçok tarafında duyular dışı algılama denilen psişik olayların pek çoğuyla karşılaşmak mümkündür; üstelik burada bunlar sadece bir fenomen olarak ortaya çıkmaz. Buradaki insanların gelişiminde birer motor vazifesi görmektedir ve önemli olan da budur.



“Avrupa’da da DNA’sında bu özellikleri taşıyan ve bu şekilde yaşayan insanlar var. Ancak onlarda motor vazifesini görmemektedir. Sadece bir fenomen olarak gözükür. Metapsişik bir olay gibidir ve bu onların hayatlarını yönlendirmez. Halbuki buradaki insanların hayatını o olaylar yönlendirmektedir. Bu nedenle Anadolu insanının hepsi, ister istemez, sürekli bir şekilde, üst planlarla irtibat halinde yaşar. Bizim en büyük özelliğimiz budur. Başka bir ifadeyle, buranın varlıkları asıl iç yüzlerini ruhsal dünyaya dönük yaşar. Görünüşte hepimiz dünya malı gibi yaşarız yeriz, içeriz, dans ederiz, kumar oynarız vb. her şeyi yaparız, bütün dünyadaki insanların yaptığı işler gibi; ama burada çok ince bir fark vardır: Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda, taşıdığımız DNA’larda bu tarafımız gelişmiştir.



“Bunlar, bize anavatanımız Mu’dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Vazifenin yapılabilmesi için verilmiş olan bir mirastır bu. Bu mirası hiçbir zaman boşa harcayamayız.”


Sonraki Bölüm

Uygur İmparatorluğu Devam

BEN NERESİYİM BURASI KİM ? (2)

William Niven'in (1921-23 ) Bulduğu Tabletler






Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avustralya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward aradıklarını Meksika'da buldu. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu. Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Churchward’a göre, günümüzde Mexico Müzesi’nde bulunan, 1921–1923 yılları arasındaki kazılarda keşfedilen bu 2600 tablet, Tibet’te öğrendiği Naga-maya dilinde yazılmıştı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini böyle yazdı.




Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Mu kıtasi, göç yolları ve batısı hakkindaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabildi. James Churchward, Willam Niven'i günümüz bilimlerine, kendisine ışık tutan, katkıda bulunan çalışmalarından dolayı sevgi ve saygı ile anmaktadır. Belki de Niven'in buluşlari olmasa Churcward çalışmalarını bu kadar ileri götüremeyecekti.





Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchward'in bulduğu tabletlerdeki yazılar ayrıntılı olarak 'Dünya ve insanın yaratilisini ve insanın ilk zuhur ettigi yerin Mu oldugunu' ifade ediyorlardi. Bu tabletlerdeki yaratılış öyküsü kutsal kitaplardaki yaratılış öyküsüne çok benzer bir sekilde anlatilmisti.


Ayrıca; kayıp kıtanın Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kıtalari arasında bulunduğunu, Kuzey Hawaii'den Fiji ve Paskalya adalarına kadar uzandığını, doğusu ile batısı arasinda 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasında yaklasik 4.500 km'lik bir mesafe oldugunu anlatıyordu. Kıta deniz ve boğazlarla birbirinden ayrılan 3 ana kara parçasından oluşuyordu. Pasifik Okyanusuna tek tek ya da gruplar halinde dağılmış kayalık adaların tümü, bir zamanlar Mu kıtasının birer parçasıydılar. Bu kıta üzerinde yaşayanlar yeryüzünü kolonize etmişlerdi. Mu kıtasi bundan 12.000 yıl önce korkunç yer sarsıntılarından sonra, su ve ateş girdapları içinde kaybolup sulara karışmıştı ve beraberinde 83.000 yıllık bir uygarlığı da götürmüştü.Mu yani Anakara aşırı nüfuslu hale gelince ya da ülkenin büyük denizcilerinden atak ve girişimci bir grup yeni ve yerleşilebilir ülkeler bulduğu zaman, kolonici bir gelişme de başlamış oldu. Mu'nun bu göçmen çocuklarına Mayalar denildi. Anakara'dan hangi yönde olursa olsun ayrılanlara Maya adı verildi. Kolonileşme, Mu batmadan en az 70.000 yıl önce başlamış olmalıdır, çünki Doğudaki Naakal metinlerinde, Kutsal Kardeşlerin "70.000 yıl kadar önce" Anakara'nın din ve bilimlerini kolonilere taşıdıkları anlatılır. Bu kolonilerden birinin "35.000.000'u aşkın bir nüfusa sahip olduğu"da aktarılır.


Ana kıtanın batacağını anlayarak, göçe hazırlanan ve bilgiyi tüm dünyaya dağıtan bu bilgelik yolcularının adı Naacal’lerdi. Naacal inisiyelerinin yaptığı bu göçler çok önemliydi ve belki de bugünkü pek çok bilginin kaynağını teşkil etti


Mu kitasindan çıkan, kıtaya göre batıya giden bir göç yolu Uygur Imparatorluğunu ortaya çıkarmıştır. Imparatorluk Asya ile Avrupa nın çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu'nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. IÖ.1000'li yıllardaki Çin belgeleri Uygur'larin 17.000 yil önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.


Ikinci göç yolu kıta ya göre doğuya giden, Meksika'nin güneydoğusundan Atlantis kitasına geçen yoldur. Atlantis-Uygur'la birlikte ikincil, ilk anakaradır. Mu'dan çıkan doğu koloni yolları Atlantis'ten sonra Atlantik Okyanusu'nu geçerek Akdeniz'e ulaşmış ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Mısır'a kollar vererek Anadolu'ya ulaşmıştır. Mu kıtasi günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce yaşanan depremler ve volkanik patlamalarla suların derinliklerine gömülmüş, yok olmustur. Churcward'ün derlemiş oldugu haritalar incelendiğinde çaglar boyu medeniyetlerin besiği olan Anadolu'nun hem Uygur Imparatorluğu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarının adeta bir harman yeri olduğunu görüyoruz. Bu da aslında Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlik etkileşimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlık etkileşimleri oldugu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.
Mu'dan yapılan göçler Mu araştırmacılarına göre, Mu kıtasından her kıtaya göçler yapılmışsa da başlıca göçler Kuzey ve Güney Amerika'ya, Orta-Asya'ya, Mısır ve Anadolu'ya yapılmıştır. Churchward'a göre 70.000 yıl önce mevcut olan Uygur imparatorluğu Avrupa içlerine kadar uzanmaktaydı. Uygur imparatorluğu birine Churchward'un manyetik felaket adını verdiği iki büyük doğal afetle (-diğer afet dağların yükselmesidir-) darbe yemiş ve sağ kalanlar aralarında Avrupa'nın birçok kavminin de bulunduğu çeşitli ari kavimleri oluşturmuşlardır. Kimilerine göre, Mu ya da Orta-Asya kökenli bu kavimlerin hemen hemen hepsinde (yaklaşık 40 dilde) telaffuzları az çok ufak farklarla, "baba" anlamına gelen ata sözcüğü mevcuttur. Churchward Uygurlar'ın torunları olan bu kavimlerden bazıları olarak Keltler'i, Basklar'ı ve Asyalı İskitler'i sayar. Yine Churchward'a göre Osiris Mu kıtasında eğitilmiş, Atlantis'te reform yapmış, Atlantis'li bir bilge ya da peygamberdir; öğretisi sonradan "Osiris dini" adını almış olup Hermes-Thot tarafından Mısır'a getirilmiştir. ABD’nde “uyuyan peygamber” lakabıyla anılmış Edgar Cayce’in “akaşik okumalar”ına göre, Atlantis gibi Mu kıtası'nın da batmasına neden olan etken, Atlantisliler'den satanik yol mensuplarının, ellerindeki nükleer güçleri yıkıcı amaçlarla kullanmaları yüzünden yerkabuğunun dengelerini bozmalarıydı.


Bu gerçeği teyit eden bir başka buluş ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yılında ortaya çıkardığı buluntulardır. Solecki Toros daglarindan başlayan, Ağri Dağı'na dogru devam eden buradan güneydoğuya Zagros Dagları'na (Irak, Iran sınırı) inen, buradan da güneybatıya Suriye, Lübnan'a dogru bir kavis çizen dağlik arazilerde (Solecki buna uygarlik kavisi demektedir) Sanidar magarasinda 44.000 yil öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanıtlar bulmuştur. Solecki'nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yıl öncesine ait daha çok sayıda magara gün ışığina çikarılmayı beklemektedir.

Sular şiddetle ovalara hücum etti. Bütün araziyi kapladı. Plajlarla tepelerin olduğu Alçak yerlerde girdaplar oluştu. Sular bütün dünyayı kapladı. Sular önüne gelen her şeyi ve canlıyı mahvetti. Arzın temelleri sarsıldı ve MU kıtası battı. Yalnız zirveler suların dışında kaldı. Soğuk rüzgarlar çıkıncaya kadar kasırgalar esti. Vadilerin yerlerinde derin buz çukurları oluştu. Delikler çamurla doldu. Açılan bir ağızdan dumanlar ve lavlar fışkırdı. Yukarıdaki epik anlatım Yunan alfabesindeki harflerin Maya dilindeki yorumuyla açılarak yazılmasıyla ortaya çıkmıştır. ‘Alpha’ harfiyle başlayıp ‘Omega’ harfiyle biten Yunan alfabesinin Maya dilindeki çevrimi bize bu ilginç anlatıyı sunmakta.


MU’NUN BATIŞ SEBEPLERİ



a) Jeolojik Sebep: MU kıtasının batışı bir anda olmayıp kademeli olarak gerçekleşmiştir. Yerküre kabuğunun temel kayası olan granit, muazzam boşluklar veya yüksek seviyede patlayıcı özelliği arz eden volkanik gazlarla dolu cepler yüzünden kalbura dönmüş haldedir. Bu cepler boşalıverince ara bölmeler, ayakta tuttukları kara parçasının sulara gömülmesine yol açacak şekilde çökmüştür. Churchward’ın araştırmalaları, bu kadim uygarlığa ağır bir darbe indirmiş olan felaketin, kıtayı dik tutan ve birbirlerinden ayrı durumda bulunan, ama birbirlerine çatlaklarla veya yarıklarla bağlı olan bir dizi üst cepteki gazların boşalıvermesi sonucunda meydana geldiğini ispatlamaktadır. İlk volkanik infilaklarla meydana gelen depremlerden MU’nun daha çok güney bölgeleri zarar görür. Depremden ortaya çıkan dalgalar güney şehirlerini yok eder. Volkanik patlamalar bir zaman sonra durur; yıkılan yerler yeniden yapılır, sosyal faaliyetler yeniden başlar. Ancak birkaç nesil sonra yeniden başlayan depremler kıtanın geride adacıklar bırakıp tümüyle batmasına neden olarak, bu uygarlığın sonunu getirir. MU’nun tümüyle batışı “Troano Belgesi”ne ve “Uxmal Mabedi” kayıtlarına göre 11.500-12.000 yıl önce vuku bulmuştur.


b) Ezoterik Sebep : MU Uygarlığının batış nedenlerini Dr. Bedri Ruhselman Neo-Spiritüalizme dayanarak şöyle açıklamıştı: MU Medeniyeti, zamanının en son realitesine varmıştı. Bunun bir üst plana çıkabilmesi için, dünyada mevcut her olayda olduğu gibi, esas olan bir teşevvüş devresine girmesi gerekirdi. Ve nitekim J.C’ın dejenerasyon dediği ve bizim de teşevvüş diye nitelendirdiğimiz olay zamanın realitesini aşmak için ortaya çıkmıştır. J. C’a göre ise; Dünyada hiç bir millet, MU’lular kadar kendi inançlarına bağnazca bağlanmamıştır. Tibet’te bulunan “Lhasan Belgesi”nde kıtanın batışı şöyle anlatılmaktadır: “Şimdi deniz olan yere yıldız düştüğünde, yedi kent altın kapıları ve saydam tapınaklarıyla fırtınadaki yapraklar gibi sallandı. İnsanların çığlıkları ortalığı kapladı. Tapınaklara koşarak kurtuluş aradılar. Bilge RA-MU kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Sizlere bütün bunları önceden haber vermedim mi? Hepiniz öleceksiniz ve yeni bir nesil doğacak . O nesil üstünlüğünün, üzerine giydiği şeylerden olmadığını, kendisinin feda etmiş olduğu şeylerden meydana geldiğini unuttuğu an, sizlerin başına gelenler, onların başına da gelecek.‘ Dünyanın büyük idarecisi MU kıtası, depremlerle sarsıldı. Kıta iki kere kalktı ve ateşler içerisinde gözden kayboldu. ”



Sonraki Bölüm:

Uygur İmparatorluğu

15 Temmuz 2008 Salı

BEN NERESİYİM BURASI KİM ? (1)

BUNDAN 70.000 YIL ÖNCE

Ezoterik kaynaklara göre İnsanoğlunun ana vatanı (dünyanın en eski yerleşim merkezi), din, mitoloji, efsane, destan ve sembollerin doğduğu yer "MU kıtası"dır. Yine aynı kaynaklara göre, bu kıta yaklaşık 70.000 yıl önce üzerinde yaşayan 64. milyon insanla birlikte sulara gömülerek yok olmuştur.
Ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır.

Ezoterizmin OsmanlIca karşılığı batinilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamındadır. Ezoterizmin zıddd olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlica karşılığı harici, Türkçesi dissaldir. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açıklanmayan, belli eğitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulaşabilmek için insan önce egzoterik bilgileri ögrenmekle başlar ve çabalarıyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir. Ezotorik bilgiler genelde yazılı olmayabilirler ve bir öğreten, yol gösteren tarafından sembollerle, belirli bir sistemle öğrenciye verilir öğretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örnegin Şaman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasını bulur. Çağlar içerisinde Mu dan başlayarak sırasıyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Misir, Hint uygarlığı, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diger batini ekollerin) kaynağında ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar.

Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward (February 27, 1851-January 4, 1936) 'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgilen edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.Hintlilerin'Ramayana Destani'nda, Maya Kutsal metinlerinde ve Misir'in Ölüler Kitabi'nda kismen ya da açikça Mu Uygarligindan söz edilmektedir. Fakat Mu Uygarligini dini ve mitolojik kimliginden siyirip, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kisi J. Churchward'dir.

Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur.

Naacal Tabletleri

James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye (ruhun bedeni terkederek dolaşması ve yeniden bedene dönmesi) olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.Naga-Maya dili denilen, çesitli sekillerden, sembollerden olusan çok eski ve ölü bir dilde yazilmis olan bu tabletler Mu kutsal metinlerinden kopya edilmistir. Naga-Maya dili Hindistan'daki arkaik sanskritçe olarak bilinen en ilkel Hint dilinden daha eskidir.Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.

15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu.

İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.O inkar edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)‘’

Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin dedi. Her ikisi de: İsteyerek geldik dediler.’’ (Fussilet Suresi, 11)'

'Böylece Allah onları ''iki günde'' yedi gök olmak üzere ''yerine koydu''. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Fussilet Suresi, 11)

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)

Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır'da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır.

İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. "Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.

Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi . Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.

Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde "bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.

Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.

Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.

Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.



Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.


Mu Kozmik Diyagramı Mu dininde sembollerin en önemlisi idi. Bu diyagramın anlamı; üçgen içindeki daire (günümüzde de bu sembole rastlamaktayız en bilineni de 1 Amerikan Dolarının arka yüzündeki piramit ve piramidin üzerinde Tanrı’nın izleyen gözünü simgeleyen üçgen içerisindeki gözdür.) Tanrı’nın gözünün insanların üzerinde olduğunun, iç içe geçmiş iki üçgen, iyiliği ve kötülüğü simgeliyor. Üçgenlerin birleştiği altı köşeli yıldız, adaletin sembolünü. (İsrail bayrağında da görülmektedir.) Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, çemberin dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gerekn 12 kötülüğü simgeler. Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrı’ya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. (Sinan Meydan - Atatürk ve Kayıp Kıta Mu)

Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur . Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.

Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek alındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönelim.

Mu dininin dört temel kavramı vardır:

1- Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.

2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.

3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.

4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir.

Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve" kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aşamaya ulaşabileceklerini kabul ederler.

Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır .

Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.Churcward Naacal tabletlerini çözümlediğinde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasında büyük bir kıtanın varligini ortaya çıkardı. Bu kıta günümüzden yaklaşık 200.000 yıl önce üzerinde belki de ilk insani barındırmaya başlamıştı. Kıtanın toprakları o kadar geniş ve bereketli, hava o kadar ılıman ve güzeldi ki her sey hızla çoğaldı. Yıllar çağları, çağlar bin yıllari kovaladı ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yil önce Mu kıtasi yaklaşık 60.000.000'dan fazla insanı barındıran dev boyutta bir kıta olmuştu, hayvanı, bitkisi aynı zamanda teknolojisi ile. İlk kolonileşme yeni yerler arama dürtüsü bu yıllara rastlar

Sonraki Bölüm :
William Niven'in Bulduğu Tabletler

14 Temmuz 2008 Pazartesi

DÜNYA EN YAŞLI BLOGCUSUNU KAYBETTİ

Dünyanın bilinen en yaşlı blogcusu Avusturalyalı Olive Riley 108 yaşında hayata veda etti (12 Temmuz 2008). Bloguna son post ettiği yazıyı bir bakım evinden yazan Riley yaşasaydı 20 Kasım 2008 de 109 yaşına basacaktı. 1889 yılında doğmuş ve bir gazete haberinde de söylediği gibi teknik olarak üç farklı yüzyılı da görmüş bir insandı. Öldüğünde blogunda 70 adet yazısı bulunan Riley'in bloguna şu anda erişilemiyor.

Merhumeye Allah'tan rahmet diliyor, tüm blog camiasının başı sağolsun diyorum.

Fasulye

13 Temmuz 2008 Pazar

SÜTÇÜ İMAM, NENE HATUN'U KURTARDI MI, KURTARMADI MI?

Sütçü İmam Olayı

Maraş Savunması sırasında İkinci Fransız kuvvetlerinin şehre girişinin ertesi günü (31 Ekim 1919 Cuma) şehirdeki huzursuzluk had safhaya varmıştı.

Akşam vakti, havanın karaması ile olayların sükûn bulması beklenirken, Uzunoluk hamamından çıkan 3 kadın ve bohçalarını taşıyan bir erkek çocuğunu gören Fransız-Ermeni devriyesinden bir asker; "Burası artık Türk memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!" diyerek kadınların peçesini zorla açmak istedi. Kadınlar ise bağırıp, feryat ederek yakındaki Kel Hacı'nın kahvesinden yardım istediler. Olay yerine ilk müdahale eden çakmakçı Sait; "Gavur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!" diyerek Fransız Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü. üzerinde silah olmayan çakmakçı Sait, açılan ateş sonucu ağır yaralanmıştır. Bu sırada adı İmam olan ve geçimini temin etmek için süt sattığı için Sütçü İmam olarak tanınan İmam, yanında bulunan silahı ile ateş açmış ve bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürmüş, bir diğerini de yaralamıştır.

Sütçü İmam Kimdir?

Sütçü İmam, (asıl adı İmam, süt satarak geçimini sağladığı için "Sütçü" lakabı verilmiştir). Uzunoluk semtinde süt satarak geçimini sağlayan, hem de fahri olarak bugünkü çınarlı ( eski Bektutiye) Camiinde imamlık yapan İstiklal Savaşı kahramanı.Sütçü İmam 1871 yılında Maraş'ın Fevzi Paşa Mahallesinde doğmuştur. Nüfus kaydında babasının adı Kireççi Oğlu Ömer 'dir. Anasının adı Emine 'dir. Üç kız bir erkek çocuğu vardır. 31 Ekim 1919 da, düşmana ilk kurşunu atan Sütçü İmam, düşmanın Maraş'tan kovulmasından sonra, harpteki fedakarlıklarına mükafat olarak Belediyeye odacı alınmış, bu vazifesi yanında kaledeki topun idaresi kendisine verilmişti. Düşmanın Kahramanmaraş'tan kovulduğunu hatta Cumhuriyetin ilan edildiğini idrak eden Sütçü imam, Cumhuriyetin ilanı dolayısıyla Kaleden 101 pare top atışı yaparken namlunun ısınmasından dolayı ağızdan dolma top patlamış Sütçü imamı kale burcuna sermiştir. Alman Eytamhanesinde tedavi altına alındıysa da iki gün sonra 25 Kasım 1922 tarihinde vefat etti. Çınarlı Cami mezarlığına defnedildi.

Nene Hatun Olayı

1877 yılında 8 Kasım'ı 9 Kasım'a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi" şeklinde minârelerden Erzurum halkına haber verildi. Bu haberin ardından Erzurum halkından silahı olan silahını, olmayanlar ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladılar. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, "Seni bana Allah verdi. Ben de Ona emânet ediyorum." diyerek vedâlaştıktan sonra bir kaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300'e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Türk tarafında ise 1000 kadar şehit verilmiştir.
Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır:

Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden 'Moskof Aziziye'ye girdi' diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, 'Seni öldüreni öldüreceğim' diye and içtim. Yavrumu Allah'a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye'ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.
Tabya'nın geri alınmasının ardından, aralarında Nene Hâtun'un da bulunduğu yaralıların tedâvisine başlandı. Fakat bu sırada Nene Hâtun yaralı olmasına rağmen diğer yaralıların tedavisini yapmak için çalışmıştır. Nene Hâtun bu özverisiyle tanınıp, saygı ile sevilmiştir.

Nene Hatun Kimdir?

Nene Hatun 1857 yılında Erzurum'da doğdu. Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1955 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti.

Bütün bu bilgileri durup duruken yazmadım elbet, düşündüm bilmek isteyenler olabilir diye karar verdim. Hadi itiraf edin merak ediyordunuz değil mi? Sütçü İmam, Nene Hatun'u kurtardı mı, kurtarmadı mı?

1. Nene Hatun 1857 de Erzurum'da doğru ve 98 yıl boyunca hep orada yaşadı.
2. Sütçü İmam 1871 de Maraş'da doğdu ve malum olaydan sonra bir süre şehirden ayrılmışsa da, Maraş'ın kurtuluşunun ardından şehre geri dönerek orada vefat etti.
3. Sütçü İmam'ın mesleği sütçülükdür, imamlık yapmış da olsa İmam adını alışı buradan gelmemektedir. İmam kahramanımızın gerçek adıdır.

Öğreten Adam
Fasulye

3 Temmuz 2008 Perşembe

SALVIA : BİR ERKEK, BİR KADIN, BİR KAÇIŞ MI? BAŞLANGIÇ MI?



Değerli bir arkadaşımın önerisi ile kaptırdım kendimi öyküye.. Bahsedeceğim öykü henüz tamamlanmamış bir blog-roman.. Uzun zamandır ne hikaye yazmış ne de okumuştum doğrusu, henüz 16 bölümden oluşan bu öykünün yarısını dün gece yarısını bu sabah okuyup tamamladıktan sonra, hem fazlasını okumak hem yeniden hikayeler yazmak isteği oluştu içimde...





En güzel aşklarım canlandı gözümde yeniden.. Yaşamayı özlediklerim geldi aklıma.. Keşfedilmeyi ve keşfetmeyi özlediğimi anladım yeniden.. Birbirini neredeyse hiç tanımayan iki insanın kendi kumsallarını bir yabancıya açışlarının öyküsünü siz de merak ediyorsanız, kaçırmayın derim... Bu bir reklam kampanyası değil, ben de edebiyatçı ya da eleştirmen değilim, sadece bir okur olarak öneriyorum, uğrayın ne demek istediğimi anlayacaksınız..

1 Temmuz 2008 Salı

ALİ TOP AT, ER GENE KON

Malum gündem hassas, bu sabah kargalar kahvaltısını etmeden gerçekleşen vukuatlar neticesinde son dakika haberlerinin müdavimi olduk. Gazetelerde yazılan haberlerden çok, okuyucuların yorumları ve tepkileri ilgimi çeker benim böyle zamanlarda...

Herkes farklı bir tepki vermiş ama yorum yazanların çoğunun görüşü aynı yönde.. Yok ben görüş bildirmeyeceğim bu yazıda, kısmetse suya sabuna dokunmadan geçiştireceğim bu konuyu, malum süreç devam ederken konuşmak olmuyor biliyorsunuz.. Süreci etkilemek istemiyorum, yoksa söylenecek söz yok değil..

Kimi olayların zamanlamasına dikkat çekmiş, kimi kişilere, kimi görüşlere falan, onları yazılı ve görsel basından takip ederseniz bu gün nasılsa ... Ama bir tanesi vardı ki ona gerçekten güldüm ve hoşuma gitti. Yalnış anlaşılmasın güldüğüm olayın vahameti değil, okuyucunun tepkisi..
Şöyle demiş bu vatandaş ;

“Bu olaylar Dedem Korkut da göz altına alınıncaya kadar devam edecek herhalde...”

Bir sabah gazetelerde “Dedem Korkut Göz Altına Alındı!” başlığını gördüğünüzde bu olay da kapanacak yani.. Dedem Korkut’un göbeğine değen sakalının altında kelepçeli elleri gözükürken, başı öne eğik olduğundan bilgeliğin aydınlattığı nur yüzünü ilk başta göremeyeceğiz muhtemelen, ama daha sonra çeşitli hikayelerdeki ortaya çıkış hallerini gösterir fotoğrafları ile söylemiş olduğu kıssalar basılacak gazetelerde.. Sonra derken Dedem Korkutun aslında hikaye başına ne kadar para aldığı, insanlardan “ben çok güzel kıssa söylerim” diyerek, kişi başı 10 YTL bilet ile binalara doldurup, istek kıssa aldığı haberlerini duyacağız belkide..

Daha sonrasında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Dedem Korkut adından mütevellit olsa gerek ki, “Var mısın, Yok musun” yarışması yerine direkt “Fenomen” programına katılarak ününe ün katmaya başlayacak. Ardından ise sabah programlarına konuk olmaya, hanım izleyicilerin beğenisini toplamayı başarırsa değmeyin dedemin keyfine...

Şimdi ben bu yazıyı niye yazdım... Çünkü bir şeyler söylemek geldi içimden, ama içimden geldiği gibi söylesem olmayacak baktım.. Bende söylemedim.. Ama yazı yazdım mı konuya dair, yazdım.. Hah işte o kadar..

Fasulye

ÖNCE DÜNYAYI KURTARALIM Kİ YAŞAYACAK BİR YERİMİZ OLSUN

Bu aralar ülkemde neye sahip çıkacağımızı şaşırmış durumdayız gibi hissediyorum, sanki bir çok şey aynı anda avuçlarımızdan kayıp gidiyor.. Suyumuz, rejimimiz, arılar, sağlığımız, doğal hayat, laiklik, paramız, özgürlüğümüz, topraklarımız...Yukarıdaki film Doğal Hayatı Koruma Derneği tarafından su kaynaklarımızın korunması amacıyla hazırlanmış.

http://www.wwf.org.tr/ adresinde yer alan Derneğin sitesinde ayrıca doğal hayatı korumak adına destek olabileceğiniz pek çok proje bulabilirsiniz. Bunlardan bir tanesi de bir deniz kaplumbağası evlat edinmek, eğer evinizde çeşitli nedenlerden dolayı evcil hayvan besleyemiyorsanız, o halde çocuklarınız ve sevdikleriniz için bir deniz kaplumbağası evlat edinebilirsiniz.

Ayrıca http://yesil.ntvmsnbc.com/ adresinde yer alan ve NTVMSNBC tarafından hazırlanan doğal hayat hakkındaki siteyede üye olarak, pek çok bilgi edinmeniz mümkün...Doğal hayatı bir kurtaralım, kendimize yaşanacak bir dünya hazırlayalım da sonra nasıl yaşayacağımıza da bakarız...

Yeşil Fasulye