30 Aralık 2008 Salı

HAYAT AĞACI


"Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzanıyor, buna hayat ağacı diyorlar.


Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu, o sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı Nargudan, nar=güneş, tugan, dugan=doğan. Doğan güneş.


Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi diye Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. İnanc a göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.


Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu.


Meydan Larousse'da, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın Pagan halklardan alınıp İsa'ya yakıştırıldığı yazılıyor. İnternette yazılanlara göre, İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik' te toplanan konsülde, 22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan bu Pagan Bayramı'nı İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış bunu. Çam süsleme ise ilk 1605'te Almanya'da görülüyor, oradan Fransa'ya geçiyor.

Kaynak :Muazzez İlmiye Çığ (18.12.2007)"

Hayat ağacı pek çok uygarlığın tarihinde yerini almış bir simge, Mısır, Aztek, Maya ve benzerleri. Hatta Anadolu'da pek çok kilim deseninde, Osmanlı'da minyatürlerde işlenmiş bir simge. Her kültür kendince bir anlam yüklemiş olsa da bu ağaca, hepsinin ortak bir noktadan yayılmış hissini vermesi de dikkat çekici.. Özellikle doğu kültüründe daha belirgin kullanılıyor gibi görünse de hayat ağacı, batı kültüründe de aslında çoktan yerini almış olduğunu bu alıntıdan görmek mümkün..

Hani orman kanunları deriz ya bazen medeniyetten uzak bulduğumuz durum ve davranışlara, medenileştik de uzaklaşıyoruz aslında yaklaşmamız gereken özümüzden haberimiz yok. Hangi ormanda yalan, rüşvet, kasıtlı can alma ve aldatmaya şahit oldunuz ki.. Ancak ormanda yaşayacak insan sürüsü için geçerli olacak bir durumda, insanca bir tavırla ormana yüklemişiz günahı.

Yaşamsal efsanelerin çoğunu süsleyen ağaç, adem ile havva nın hikayesi ile girmiş hayatımıza ve tarih boyunca gölgesinden, gövdesinden, güzelliğinden, yapraklarından ve köklerinden daima biz iz bırakmış gerek fiziksel gerekse manevi hayatımızda.

Hayat ormanında daima güneşi gören bir ağaç olmanız umuduyla...
Fasulye...

İKİNCİ ÇOĞUL ŞAHIS MESAFESİNDE DURMAK...

Bazen zordur bazı insanlara yakın durmak. Siz ne kadar adım atarsanız atın, aradaki mesafe kapanmaz bir türlü.. Yaklaşılmayan uzaklar olarak kalır yerinde.

Anlamaya çalışırım böyle insanları, ilginç gelir bana hissettikleri, korkarlar belki yaşamaktan, ya da yaralanmaktan, ya da belki size yakın durmak istemezler tabi, illa ki dramatikleştirmenin bir anlamı yok.

Kendi başına olmaktan bir farkı olmaz öyle insanlarla vakit geçirmenin benim için , yorar beni bu yüzden. Doğallığımın saklanası gelir.





Şairin dediği gibi;

"Mesafeler ayıramaz insanları inan

Birleştirir telefon telleri gibi

Eğer milimetrelerse ayıran,

Bağışlanmaz bir yazgıdır bu beteri beteri"


Bir yumurtadan ürkekçe kafasını uzatan bir yavru gibi dursa da bir çoğu, bir çoğu da kendi sınırları içinde yaşatmak istemez kimseyi. Kapsama alanı dışında durduğunuz sürece huzurludur içi, belki güvenliğinin garantisidir kimbilir. En çok da onlar korkarlar yalnız kalmaktan.. Aslında mevcut yalnızlıklarından korkarlar belki de, kabul etmek istemezler.. Kimi kaybetmekten korktuğu için kazanmaz. Gariptir ama böyle insanlar biliyorum. Onların daha da zordur işi. Hem isterler, hem istemezler.

Oysa davetsiz misafirliğim baskındır benim. Samimiyet çizgisinin hangi tarafında duracağım belli olmaz çoğu zaman, kendimce yakaladığım ipin ucunu asla bırakmam.. Hani alırsınız karşı taraftan o sinyali de koyverirsiniz.. Bazen patlayan bir kahkahanın ardından misafirliğiniz başlar karşı komşuda, bazen ortak bir geçmişe ait olmanın keşfine varış, ya da ortak hevesler ve heyecanlara yelken açıyor olmak yaklaştırır. İnsan kazanmaktır bunun adı. En verimli yatırımıdır hayatın. Kaybetmeden tutabiliyorsan bir de elinde.. İşte o hayatın en vazgeçilmez başarısı ve hediyesidir.


İnsan biriktirmek etrafında.. İyisi ile kötüsü ile her türlüsüne yürek açabilmek önemlidir. Yaşı ilerledikçe anlar çoğu insan, insan biriktirmenin ne kadar önemli olduğunu, kimi başı dara düşünce anlar.. Detay gibi görünen ufacık ilgilerin, esirgenmeyen sevgilerin nasıl faydası olduğunu çoğu zaman.


Vardır her yolu denediğim halde kapının eşiğinde kalmışlığım benim de. Ama eşikte beklettiğim olmamıştır sanıyorum. Sanıyorum, çünkü eğer bilmeden görmezden gelmişliğim varsa bir insanı üzülürüm o vakit. Eşikte kalakalmışlığımla geri dönmem çoğu zaman, ara ara gelir tıklarım o kapıyı yeniden.. Ne hayattan vazgeçebilirim kolayca, ne insanlardan..

Niye mi yazdım bu yazıyı? Sanırım eşikte beklemekten sıkıldım biraz vakit geçsin istedim :)
Tüm tanıdıklarınızın yaşamında ikinci çoğul şahıstan, birinci tekil şahısa terfi etmeniz umuduyla..

"Ben sizi sen sanırdım
Aldım oraya çıkardım
Sen siz olmuşsun
Görmeyeli.."

28 Aralık 2008 Pazar

TÜRKİYE'DE BLOG YAZARLARI ANKETİ


turkiye blog yazarlığı araştırması
"Bu araştırma sonuçlandığında, Türkiye’de günümüze kadar gerçekleştirilmiş , en geniş katılımlı “sosyal ağ” araştırmasını kollektif olarak başarmış olacağız. Üstelik bunu bloglar ve sosyal ağları kullanarak yapıyoruz, ki bu araştırmamızı epey anlamlı kılıyor."
diyor anketi hazırlayan ve uygulatan sevgili Murat Girgin. Siz de henüz cevaplamadıysanız, lütfen bu ankete katılarak destek verin. Sonuçarını hepimizin merakla beklediği anket Türkiye'deki bloggerların profilini ulaştıracak bize..
Bakalım biz bize benziyor muyuz gerçekten..
Sevgiler
Fasulye

27 Aralık 2008 Cumartesi

AD MULTOS ANNOS!


TANRI HEPİMİZE YENİ BİR YIL DAHA HEDİYE EDİYOR!
HAYATIN İÇİNE GİZLENMİŞ TÜM ÖDÜLLERİ BULMAK İÇİN BİR YILIMIZ DAHA VAR...

BU YENİ YILDA HER GÜNÜNÜZDE, GÜNEŞİN DOĞUŞUNDAN GECEYE VARIŞINA DEK, GÖREBİLECEĞİNİZ EN GÜZEL RÜYALARIN GERÇEĞE DÖNÜŞMESİ VE HER GECENİZİN HUZUR DOLU UYKULARLA SİZİ YARINLARA UMUT DOLU TAŞIMASI DİLEĞİYLE...
NİCE YILLARA...!
(AD MULTOS ANNOS)

fasulye

23 Aralık 2008 Salı

GÜNLERDEN 23 ARALIK 1930, ADI MUSTAFA FEHMİ KUBİLAY

(Değerli okuyucu, bu yazı tamamen alıntıdır. Tarih kitaplarından bir sayfa olmaktan fazlası olduğundan, yoruma gerek olduğunu sanmıyorum. )

Adı Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında.


Bu genç insan, Menemen’de 23 Aralık 1930’da şeriat isteyenler tarafından öldürüldü. Genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayı, "Menemen Olayı - Kubilay Olayı" olarak tarihe geçti.


Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay "devrim şehidi" olarak simgeleşti.


Kubilay Olayı ile ilgili olarak, Atatürk'ün Silahlı Kuvvetlere mesajı, Genelkurmay Başkanı'nın mesajı, TBMM'de soru önergesi ve Başbakan İsmet İnönü'nün konuşması, Bakanlar Kurulu'nun sıkıyönetim ilanı kararı, Sıkıyönetim ilanının TBMM görüşmeleri, yargılamanın ilk günkü tutanakları, Savcılığın Esas Hakkındaki İddianamesi, Divanı Harp Kararnamesi, TBMM Adliye Encümeni Mazbatası ve TBMM Genel Kurul kararları, tam metin olarak yer almaktadır.

(Belgeler, ilgili tarihlerdeki TBMM Tutanak Dergilerinden alınmıştır.)



Menemen’de 23 Aralık 1930’da patlak veren Cumhuriyet karşıtı olayda yedek subaylığını yapmakta olan öğretmen Kubilay şeriat isteyenler tarafından öldürüldü.

Olayın elebaşısı “mehdi” olduğunu iddia eden Giritli Mehmet (Derviş Mehmet) adında Nakşibendi tarikatına bağlı biriydi. 7 Aralık’ta 6 müridiyle (Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan) Manisa’dan yola çıkan Derviş Manisa’dan yola çıkan Derviş Mehmet, 23 Aralık sabahı, gün doğarken Menemen’e girdi. Belediye Meydanında çevresine topladığı yaklaşık yüz kişiyle zikrederek şeriat ilan etmeye kalkıştı. Meydandaki kalabalığın bir bölümü çağrısına uymuş, bir bölümü ise seyirci kalmayı yeğlemişti. Silahlı olan asiler bir müfrezenin başında olaya müdahale eden yedek subay Asteğmen Kubilay’ı hemen ardından da Hasan ve Şevki adındaki iki mahalle bekçisini öldürdüler.


Olay, arkadan yetişen askeri birlikler tarafından şiddetle bastırıldı. Bu arada Derviş Mehmet de vuruldu. Kaçanlar yakalandı, ilişkisi olanlar hakkında hemen kovuşturma başlatıldı.
27 Aralık’ta, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Ordu Komutanı Fahrettin Paşa (Altay) İstanbul’a giderek Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e olay hakkında bilgi verdiler.

Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık’ta orduya gönderdiği başsağlığı mektubunda şöyle diyordu:
"Mürtecilerin (gericilerin) gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmaları bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir."31 Aralık 1930’da toplanan bakanlar kurulu, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir merkez ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmesine karar verdi. Sıkıyönetim komutanlığına 2. Ordu Kumandanı Fahrettin Paşa (Altay), Divan-ı Harp Reisliği’ne 1. Kolordu Komutan Vekili Muğlalı Mustafa Paşa atandı.



Olay 1 Ocak 1931’de Denizli Milletvekili Mazhar Müfit (KANSU) ve arkadaşlarınca verilen soru önergesiyle TBMM Gündemine getirildi. Soru önergesini Başbakan İsmet Paşa (İnönü) cevaplandırdı. Daha sonra Sıkıyönetim ilanına ilişkin önerge tartışıldı ve oybirliğiyle kabul edildi.

7 Ocak 1931’de Çankaya’da, Mustafa Kemal Paşa başkanlığında, Başbakan İsmet Paşa, Meclis Başkanı Kazım Paşa (Özalp), Sıkıyönetim Komutanı Fahrettin Paşa (Altay), İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Milli Savunma Bakanı Zekai Bey’in (Apaydın) katıldıkları bir toplantı yapıldı ve Menemen Olayı bütün yönleriyle ele alındı. Olayın gerici nitelikte, düzenli ve siyasi olduğu görüşüne varıldı.



Sıkıyönetim mahkemesi, 105 sanığı 15 Ocak 1931’de yargılamaya başladı. Duruşmalar, 25 Ocak’ta sona erdi ve 105 sanıktan 37’si için ölüm cezası verildi. 6’sının ölüm cezası yaş haddi nedeniyle 24 yıl “idama bedel hapis cezası”na çevrildi. Diğer sanıklardan 20’sine bir yıl, 14’üne üç yıl, 6’sına 15 yıl, birine 12,5 yıl hapis cezası verildi, 27 sanık beraat etti.
Karar, 31 Ocak 1931’de TBMM’ye sunuldu. Aynı gün Adalet Komisyonu’nda görüşüldü. Komisyon, 31 ölüm cezasından 28’ini onayladı. 2 kişinin ölüm cezasını 2 yıl hapis cezasına çevirdi. Bir kişinin cezası da, ölmesi nedeniyle kalktı. TBMM Genel Kurulu, 2 Şubat 1931’de cezaları onayladı.



Ölüm cezaları 3 Şubat 1931’de yerine getirildi.


Sıkıyönetim, 28 Şubat 1931’de Manisa ve Balıkesir’den, 8 Mart 1931'de de Menemen’den kaldırıldı.



Kaynak : http://www.belge.net/





Yorumsuz
Fasulye

18 Aralık 2008 Perşembe

"ESKİDENDİ, ÇOK ESKİDEN", PEKİ YA ŞİMDİ

Murathan Mungan'ın yazdığı "Eskidendi, Çok Eskiden" şiirini Sezen Aksu'nın eşsiz yorumundan dinlemişsinizdir diye umuyorum. Daha önce de okumuş olmama rağmen bu gün mailime gelen değerli köşe yazarı Bekir Coşkun'un yazmış olduğu "Arada Kalanlar (21 Ekim 2006- Hürriyet)" yazısını okuyunca aklıma geldi..

Gerçekten arada kalmışlığımızı sade bir şekilde dile getirmiş Coşkun ve yazdığı 2006 yılından bu yana hiç bir değişen olmamış ne acı ki.. Arada kalmışlığımızın yükü omuzlarımızda devam ediyoruz hayata.. 70-80'li yıllar fantezileri yapıyor, bir sene boyunca etkinliklere tema yapıyoruz geçmişimizi. Bu gün elimizde bir şey kalmadığından mı, yaşımızdan mı bilmiyorum. Murathan Mungan'ın şiirinde iki cümle çok vuruyor beni bu yüzden belki..

"Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken"
"Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken"

Yazıyorum ve düşünüyorum ya şimdiyi yaşamak lazım diye bu aralar, böyle yazılar okuduğumda ise geçmişten bu güne getirmek zor oluyor zihnimi gerçekten. Geçmişi güzel yapan koşullar mı, gençliğim miydi kestiremiyorum ama yine de bu günüme hasret taşıması, kendimi o günlerde unutmuş olduğumun göstergesi mi acaba..

Çocuklar gibi zaman nedir bilmediğim zamanlardan beri ne değişti bugüne, kim öğretti bu zamanı bize bu kadar. Kurulu saatler gibi, planlı yaşamaya nasıl başladım böylesine, dakikaları saymayı kim iteledi hayatıma.. Saate bakmaktan, önümü göremez mi oldum acaba? Biyolojik bile bir saatimiz var artık.. MFÖ'nün dediği gibi mecburenlerimizin gardiyani zaman artık. "Sabah uyanmalıyım" oysa sadece "yedide uyanmalıyım" değil, "işe zamanında gitmeliyim" olmamalı ilk kaygım, "güzel bir gün başlıyor" diyebilmeliyim kendime. "Nasıl yetişecek bunca iş?" olmamalı masama geldiğimde aklımdaki ilk soru, "hadi bakalım, sıva kolları" demeliyim kendime. Bakış açımı değiştirmeliyim belki bu yüzden. Hayatımı dakikalarla planlamamalıyım, akışına bırakmalıyım, bu gün yapılacaklar listem olmamalı, bu gün yaşanacaklar özlemim olmalı içimde.

"Arada Kalan" nesilden bir kaos kalacak geleceğe yadigar. Zaman nedir bilmeyen çocuklarımız var mı bizim, yoksa minik ellerinden tutup zamanla çoktan yüzleştirdik mi onları da kendimiz gibi.

Şarkılar incitiyor bu aralar beni sahiden de, gözlerimin dolduğu an çok oluyor bu nedenle gün içinde. Bir anısı var diye mi sanıyorsunuz, değil oysa. Sadece ben zamanın esiri yaşamaya devam ederken, neler kaçırdımı vuruyorlar yüzüme belki kadar. Eski şarkıları daha çok seviyor olmam, dinlediğimde o günlerin tadını günüme taşıyacağımı sanmamdan sanırım. "Ne güzel günlerdi"den, "Her şey çok güzel olacak"lardan sıyrılıp anı yaşamayı unutmuşuz çoktan. "Peki şimdi ne oluyor"u düşünüyor musunuz siz de benim gibi.

Ben ülkemin geleceğine değil, bugünlerine inanmak isiyorum, tıpkı kendi geleceğimin güzel olacağından çok, bu günümün güzel olacağınan inanmak istediğim gibi.

Aşağıdaki ikilileri okuduğunuzda hangisi acıtıyor içinizi, ben söyleyeyim birinci sırada olanlar. Neden biliyor musunuz, benden öncekilerin anlamlandırdığı bu kelimeler, yaşadıklarının tadını aktarıyor bana, oysa o tat da yaşamadım ben belki de bunların hiç birini. Tadı damağımda değil, kursağımda kaldı çoğunlukla. Onlar gibi olamadan ikinci kelimelerle yüzleşmem gerekti. Yine yaşayamadan. Annemin çeyiz sandığından çıkanlarla, fashion tv arasında sıkıştım belki bu yüzden. Kendi gardrobum olamadı hiç bir zaman.

"Alın teri" ile "Kolay para",
"Aşk" ile "Flört",
"Meyhane" ile "Reina",
"Ucu parfümlü mektuplar" ile "E-posta"

Sorsalar bana şimdi hangisi diye, sanırım hepsinde birinciyi seçerim. E seçeceğime yapayım, ne duruyorum öyle değil mi?

"Alın ter"imle kazandığım parayla, "aşk"ıma, "ucu parfümlü bir mektup" yazıp, "meyhane"ye gidelim mi diye soracağım :) Bakalım ne diyecek?

Fasulye

Wake Up, Freak Out - then Get a Grip


Wake Up, Freak Out - then Get a Grip (Türkçe) from de scape on Vimeo.

17 Aralık 2008 Çarşamba

GÖLGESİZLER

Çekimleri Kırklareli’nin Karadere köyünde süren "Gölgesizler", Hasan Ali Toptaş’ın bol ödüllü romanından Ümit Ünal tarafından sinemaya uyarlanıyor.

Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş'ın kendisine 1994 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandıran romanı. Bir köyde geçer ve düşle gerçeğin birbirine geçtiği postmodern bir yapıya sahiptir. Cıngıllı Nuri'nin ruhunun daraldığını söyleyerek çekip gitmesiyle başlayan roman, başka ortadan kaybolmalarla devam eder.

Filmin başrollerinde uzun süredir ortalarda görmediğimiz değerli tiyatrocu Arsen Gürzap, Selçuk Yöntem ve aynı zamanda filmin yapımcısı da olan Hakan Karahan paylaşıyorlar.

Bu günlerde radyolarda sıklıkla dinlemeye başladığımız ve Candan Erçetin tarafından seslendirilen "Ben Kimim" adlı parça da bu film için hazırlandı.

Şarkının sözü ve müziği kendisine ait olan Candan Erçetin "Bir filme şarkı yazmak hele hele bir edebiyat eserinin hikayesini bir şarkıda toplamak benim için yepyeni bir deneyim oldu ancak "Sırlar, Yalanlar ve Rivayetler" üzerine kurulmuş yaşamları konu alan "Gölgesizler" filmi zamansız ve mekansız bir anlatıma sahip bu bakımdan her devir insanının ruh haline uyuyor" dedi.

BEN KİMİM

Söz & Müzik : Candan ERÇETİN
Yorum : Candan ERÇETİN
Düzenleme : Alper ERİNÇ
Gitarlar : Alper ERİNÇ
Davul : Cengiz TURAL
Kayıt & Mix : Alper GEMİCİ
Mastering : Çağlar TÜRKMEN

AZ MIYIM ÇOK MUYUM
VAR MIYIM YOK MUYUM
BEN NEYİM
MASAL MIYIM GERÇEK MİYİM
KAÇ MIYIM GÖÇ MÜYÜM
HİÇ MİYİM SUÇ MUYUM
BEN KİMİM

İBRET MİYİM CİNNET MİYİM

HİÇLİKLER İÇİNDE KANAYAN YÜREK
YOKLUKLAR İÇİNDE SAVAŞAN BEDEN
BOŞLUKLAR İÇİNDE KARIŞAN ZİHİN
GÜÇLÜKLER İÇİNDE DEĞİL MİYİM

YOKSA… YOKSA…

HER İHANETE AKIL ERDİREN
HER CEHALETE KILIF UYDURAN
HER ESARETE FİYAT BİÇTİREN
SEN DEĞİL DE BEN MİYİM?

GEÇİMSİZİM BU GÜNLERDE
KİMSESİZİM BU YERLERDE
DEĞERSİZİM BU ELLERDE
ÇARESİZİM DOĞDUĞUM YERDE

GÖLGESİZİM HER GÜN HER YERDE
SES MİYİM SUS MUYUM
SİS MİYİM PUS MUYUM
BEN NEYİM
DEHA MIYIM HEBA MIYIM
AK MIYIM PAK MIYI
MAL MIYIM SAT MIYIM
BEN KİMİM

YARAR MIYIM ZİYAN MIYIM
YALANLAR İÇİNDE DOĞRUYU BULAN
CAYANLAR İÇİNDE SÖZÜNDE DURAN
SATANLAR İÇİNDE AYAK DİREYEN
YANANLAR İÇİNDE DEĞİL MİYİM

HER ADALETE DUVAR ÖRDÜREN
HER CESARETE KİLİT VURDURAN
HER ASALETE BOYUN EĞDİREN

SEN DEĞİL DE BEN MİYİM

GEÇİMSİZİM BU GÜNLERDE
KİMSESİZİM BU YERLERDE
DEĞERSİZİM BU ELLERDE
ÇARESİZİM DOĞDUĞUM YERDE
GÖLGESİZİM HER GÜN HER YERDE


İlk dinlediğimde "Güldünya" albümünden olabileceğini düşündüğüm parçayı dinlemenizi öneririm.



Hazır "Güldünya"dan bahsetmişken "Mor Çatı Sığınağı"nın kapatılmaması için destek vermek için lütfen aşağıdaki linke tıklayınız



"... Mor Çatı'nın sığınağına 31 Aralık 2008'den sonra Beyoğlu Kaymakamlığı parasal destek vermeyeceğini bildirdi. Bu çalışma Beyoğlu Kaymakamlığı'nın Dünya Bankası'ndan koşullu olarak fon sağlaması üzerine Eylül 2005 de başlamıştı.
...
Sığınaklar kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin en önemli araçlarıdır. Kadın ve çocukların şiddetten uzak yeni yaşam alternatifleri oluşturabilmelerini, bunun için güçlenmelerini sağlar. Bu amaçla açılmalı ve düzenlenmelidi"







Sevgiler
Fasulye

15 Aralık 2008 Pazartesi

DURDURUN ZİHNİMİ, İNECEK VAR!


geçmiş olan dünden hiç yad etme

yarın da gelmemişken feryad etme

düşünme geleceği de geçmişi de

şimdi şen ol da

yaşamı berbad etme

Bu dizeler Ömer Hayyam'a aitler. Sık tekrarladığım birşeydir, Hayyam ve Can Baba'nın bu hayatta bizden fazla bildiği, bizden fazla keşfettiği şeyler olduğunu. Daima onların dizelerine duyduğum hayranlık, keşfedişlerinin benden çok önce olmuş olmasındandır.

Yıllardır gerek doğu felsefesi, gerek kadim medeniyetler, gerekse kişisel gelişim ile ilgili konulara duyduğum yoğun ilginin temelinde "ben kimim ya da neyim" sorusu yattığını bilinçli olarak söyleyebiliyorum şimdi. Bunu söylemek için belki bu yaşıma gelmem gerekti. Ama yıllardır yazdıklarıma baktığımda, blog çağlarından çok öncesine baktığımda yani, daima içimdeki kalabalıkta aradığım özbenliğimden, hatırlamadığım bir geçmişi arayışımdan bahsetmişim bir şekilde.

Keşfetmek karşı konulmaz bir arzu benim için bu anlamda. Keşfettiğim ben ya da bir başkası olsun farketmez. Genellikle başkasının labirentlerinde bulduğum ya da ben sandığım gölgelerin peşinde dolaşırım bu yüzden. Yazdıklarımın bir düşünce denizinden dökülenler olduğunu hayal ederim. Sanki benim bilmediğim, ama bana ait bir benliğin satırları gibi kontrolsüzce ardı ardına dizilirler bazen bir kağıda, bazense klavyeden ekrana.

Bu nedenle yazarak ifade ettiğimi düşünürüm kendimi, en azından daha iyi ifade ettiğimi. Bir çeşit yüksek sesle düşünmektir bu anlar benim için. Seslendirilmeyen kelimeler kağıt üzerinde ya da ekran da somutlaştığında daha bir anlamlı olurlar sanki bu yüzden. Bu yüzden okumayı severim ve bu yüzden blogları seviyorum. Çünkü benden başkalarının da seslendirilmeyen kelimelerini somutlaştırmalarını izlemek hoşuma gidiyor.

Bazen tıpkı benim gibi, bazense hiç düşünmediğim şekillerde çizdikleri düşünce motiflerinden etkilenirim. Genellikle düşündüğüm gibi yazarım, öyle bir cümle yazıp ardından geleni hesap etmem, öyle hesapsız kurşunlar gibi sağa sola saçılıyorlarmışçasına akar giderler ellerimden kağıda ya da ekrana. Bu yüzden yazarken başkasını dinliyormuşum hissine kapıldığım çok olur. Daima daha iyisi için değil, yani edebi anlamda.. Daima daha iyi ifade edeni için yazarım çoğu zaman. Kendimle başbaşa kalışlarımın tutanaklarıdır yazdıklarım çoğunlukla bu yüzden. Kendi başıma düşünmek, yani hiç kıpırdamadan ya da ne bileyim gözlerimi boşluğa dikip düşünmek yorar beni sonunda başım ağrır. Ritimsiz bir düşünme şeklidir çünkü, zihin kontrol edilemez, saliselik hızlarla beynimde dolaşanlara yetişemem bu şekilde ve sonunda yorgun düşer ya uyurum ya da bir baş ağrısı kalır yadigar. Oysa yazmak farklıdır. Bir ritmi vardır yazmanın, bir sesi vardır benim için, bir kalemin kağıt üzerinde sayfa sonunu bulana dek hışırdaması ve bir sonraki satırın başına ulaşmak için verilen kısa aralıklar, ya da klavyden çıkan o ritmik tıkırtı.



Satır başı veya sonu aramaz ellerim klavyede ama harften harfe ulaşmak için katettiği o saliselik aralara uymak zorunda kalır zihnim bu defa, asla ellerimden hızlı hareket edemez ve bir sıraya girmek zorunda kalırlar teker teker somutlaşmak için parmaklarımda düşünceler. Yazmak yavaş düşünmektir benim için bir çeşit. Yavaş, sakin ve sade düşünmek. Bir düşünceden öbürüne atlamak için bile sırasını beklemesi gerekir kelimelerin. Noktayı görmeden başlayamazlar anlatmaya.



Garip bir huzur bulduğum bu anlar, bu günlerde daha da garip bir duruma dönüştüğünden bir süredir sadece düşüncesizlik üzerine yoğunlaştım sanırım. Düşüncesizlik derken, bir sıfat olarak değil bir durum olarak, düşünmemek olarak yani. Bezgin Bekir Sendromu yazısı ile başlayan bu durum, yazmadan da zihnimi kontrol edebileceğimi keşfettiğim bir sürece soktu beni sanırım.


Durduk yere olmadı elbette bu sürece sürükleniş. Sürükleniş diyorum çünkü bilinçli bir tercih olmamakla beraber, deneyip görmeden de geçemeyeceğim bir duruma dönüştü. Bu nedenle de beklemem, denemem ve hissetmem gerekti ardından.


Bir kitapla başladım yine bu sürece, yok Mardukla Randevuyu (Gerçeğin Peşinde Serisi) unutmadım ama devam etmeden önce ihtiyacım olanı bulmam gerekti sanırım yine, çünkü ne kadar toparlamaya çalışırsam çalışayım zihnimde birleştiremediklerimi yazmak zor olmaya başlamıştı. Bu defa ihtiyacım olan bilgi değil, bir yöntemdi demek ki sadece. Hani şu inandığım "hiç bir şey tesadüf değildir" kuralı devrede yine. Çoğunlukla kitaplar sayesinde buluyorum sanırım aradıklarımı, ya da bir şekilde onlar beni buluyorlar kim bilir?

Süreci başlatan kitabın adı "Şimdi'nin Gücü", aslında bu da "Marduk'la Randevu" gibi bir dönemin, ama yakın bir dönemim Best Seller'ı olmuş bir kitapmış. Nedense bu Best Seller'lar ancak lazım olduklarında farkettiriyorlar bana kendilerini ya da ben Best Seller takip etmeyi bilmiyorum. İlk bakışta "İçindeki Devi Uyandır" ya da "Sır" gibi bir kitapmış hissi verse de, en azından anlatımı bakımından farklı onlardan ya da ruh halim öyle sanmamı sağlıyor. Kitabın durumu tetiklemesinin temel nedeni, aslında zihnimizin esiri olduğunu anlatması ve hissettiğimizi sandığımız pek çok şeyin aslında birer ilizyondan ibaret olduğunu söylemesi.


Size de olur mu bilmem ama bazen zihnim o kadar hızlı çalışır ve düşünce üretir ki benim, kafamı yastığa koyduğumda bile zihnimdeki gürültüden uyuyamaz olurum. Diğer zamanlarda uyku problemim olmamasına rağmen, genellikle gergin bir koşturmaca yaşadığım dönemlerde bedenimin tüm uyku ihtiyacına rağmen, yanan gözlerim zihnimdeki yoğun hareket yüzünden bir türlü uykuya teslim olamaz. Çözülememiş pek çok sorun, zamanı sıkışmış pek çok iş, karşılanmamış beklentiler, öfke vs. vs. Kendime yük edindiğim pek çok patates çuvalı. Bilirsiniz o hikayeyi diye anlatmıyorum.


Daha önce de bahsettiğim stresle başaçıkabilme yöntemleri ile ilgili dinlediğim seminerde savaşamadığım şeyleri kabul etmeyi ve savaşı kestiğimde onların kendiliğinden yok olduklarını söylemiştim. Bu sefer ise aslında zihnimi durdurabildiğimi ve ben sandığım bütün o düşüncelerin zihnimin bana oynadığı oyunlar olduğunu keşfetmeye başladım. İlk bakışta anlamsız gibi dursa da kitap ilerledikçe aslında düşüncelerim, değer yargılarım ve algılarımla somutlaştırdığım her şeyin sadece zihnimde yarattığım pek çok şey olduklarını anlamaya başladım. Matrix gibi oldu değil mi böyle söyleyince. Ama değil. Enseme bir chip bağlayıp sanal alemde uçuşmaya niyetim yok elbette. Gözlüklü adamların attığı kurşunlarla estetik hareketlerle dans etmeye de niyetim yok :) Ama siyah uzun bir pardesü ile deri pantolona itirazım olmazdı sanırım.


Kitabın yarısına gelene kadar, bir türlü başaramadığım zihin durdurma işini ancak şu talimattan sonra başarabildim, kendinize şu soruyu sorun diyordu kitap, "zihnimden geçen bundan sonraki düşünce ne olacak?" eğer gözleriniz açık zor oluyorsa, gözleriniz kapalı olarak da deneyebilirsiniz. Bu soruyu kendinize sorup beklemeye başladığınız anda zihniniz afallıyor ve duruyor gerçekten. Ama öyle bilinç kaybı tarzında bir durmak değil, kendinizle zihninizin ayrıştığını anlıyorsunuz o anda. Yani siz o kafanızın içinde duran ve size korkular, stresler üreten düşünce yumağı dışında kalıyorsunuz. O ise böyle bir soruya hazır olmayıp, özgürce akıp gittiği için birden afallıyor ve duruyor. Kısa bir süreliğine gerçekleşen bu duruş, yerini yeniden zihnin toparlanıp düşünce fişeklerini hızla patlatmasıyla son bulsa da, o bir anlık sessizlik bile dünyayı durdurmaya yetiyor gibi bir his yaratıyor insanda. Ne garip değil mi? Bu anlatımın amacı zihni ekarte edip, yepyeni ve boş bir dünyaya adım atmak değil elbette. Bu sadece zihninizi istediğiniz zaman kontrol edebileceğinizin bir göstergesi. Yani onu bir kimlik olarak kabul etmeyip, sadece bir araç olarak kontrol etmeyi öğrenmek, yarattığı ilizyonların bizleri ele geçirmesine izin vermeden yani.


Şöyle bir örnek anlatılıyor kitapta, bizler kendi neslinin büyük bir kısmını yok eden ve yok etmeye de devam eden bir ırkız. Bir akvaryum hayal edin. Bu akvaryumda yeni doğan bir balık yavrusu olsun ve siz ona bir isim verin, bir kimlik yaratın onun için, doğumundan başlayan bir hikayesi olsun kafanızda ve o balık bir kaç saat sonra o akvaryumdaki diğer balıklar tarafından yensin. Oldukça trajik bir durum oluşur. Ama o balığa o kimliği veren biziz ve olayın trajikleşmesini sağlayan hikayeyi de biz yarattık zihnimizde. Korkularımızı ve bizi strese sokan pek çok durumu yarattığımız gibi.


Daima taşıdığımız gelecek endişesi, geçmişten getirdiğimiz ve savaş verdiğimiz pek çok konu. Burada geçmişle kastedilen hatırladığımız ilk bilinçli geçmişten bir saniye öncesine kadar olan kısım. Yani şimdi yerine sürekli gelecek ve geçmişle yaşadığımız için bir türlü şimdiyi yaşayamadığımız. Geçmiş ve geleceği sürekli canlı tutan şey ise zihnimiz.


Yanında çok mutlu olduğumuz biri varken, gelirlen getirdiğimiz sıkıntılarımız yüzünden mutlu geçmesini umduğumuz dakikaların, sıkıntıya dönüşmesi gibi. Gidecek mi endişesi yüzünden hırpaladığımız partnerimizle şimdinin tadına varamadığımız gibi. Gelecekten sorumlu değiliz oysa, daha gelmemiş bir zamanın endişesini taşımak ekstra bir yükten başka bir şey değil. Sadece olmasını istediklerimiz için belirlediğimiz hedeflere yürüken şimdi o hedef için ne yaptığınızı düşünmeniz yeterli az sonra ne yapacağınızı değil. Ya da az önce ne yaptığınızı değil. Sorunlar yaşanıp bittikten sonra düşünüp kurmak yerine, "ben şu anda mutlu muyum?"," şu anda bu sorun var mı?" diye sormak gerekiyor kendimize galiba. Ama tam olarak şu anda yani az sonra değil.


Çok kolaymış gibi gözükse de aslında çok zor olan bir yöntem tarif edilen, en azından kendi adıma konuşmam gerekirse tabi. Ama yazmadan da zihnimi yavaşlatıp, tane tane düşünmesini sağlayabileceğimi bilmek güzel diye düşünüyorum. Bu nedenle paylaşmak istedim.

Zihnimizi bir süreliğine durdurmanın bir diğer yolu da daha çok gevşeme teknikleri veya meditasyon uygulamlarında kullanılan "nefesi dinleme" yöntemi. Bu yöntem medite olmaktan çok uykuya geçişimi hızlandırdığı için önermeden geçemeyeceğim. Gözlerinizi kapatıp, mümkün olduğunca gevşemeye çalışın ve tabi rahat bir pozisyon alın önce. Yatarak yaparsanız uyku garanti :) Bu nedenle amacınız uyumak değilse sırtınızı bir yere dayamayın ve dik durmayı deneyin. Zihninizi boşaltmaya çalışın bir süre ve sonra nefes alış verişlerinize odaklanın, havanın içinize doluşunu ve tüm hücrelerinize ulaşıp yeniden havaya karışmasını dinleyin. Aklınıza gelenler olursa onları uzaklaştırıp yeniden deneyin. Gerçekten çok etkili bir gevşeme yöntemi. Sanırım sinirlenince içinizden ona kadar sayın yöntemi gibi bir şey. Yani en azından nefesinizi sayabilirsiniz öyle değil mi? Bu durumda zihniniz de biraz boşalır ve rahatlarsanız. Denedim biliyorum, tavsiye ederim.

Zihni Esir
Fasulye




3 Aralık 2008 Çarşamba

"ANKARA'DA YAŞAMAMA RAĞMEN HİÇ GORDION'A GİTMEDİM" DİYENLER GRUBU


"Frigya Krallığı’nın başkenti Gordion ; Ankara-Eskişehir karayolunun yakınında, Sakarya (Sangarios) ve Porsuk nehirlerinin birbirlerine yaklaştıkları yerde, Polatlı’nın 18 km. kuzeybatısındadır (Ankara’dan 90km.)

Yapılan arkeolojik kazılar sonucu buradan çıkan ve çeşitli yayınlarda tanıtılan buluntular, bu yerleşimin tarihini Erken Bronz Çağına (M.Ö. 3000) kadar götürür. Gordion, M.Ö. 7. yüzyılın başlarında Kimmerler tarafından tahrip edilmesine rağmen, en parlak dönemlerini M.Ö. 750-700 tarihleri arasında yaşamıştır. Birçok buluntular ve yerleşimdeki tümülüsler 6. yüzyılın sonuna kadar devam eden bu işgali göz önüne serer. Yine de Gordion, Büyük İskender’in burayı yeniden onarıp bağımsızlığının kendilerine geri verilmesine kadar (M.Ö. 6. yüzyılın yarısından itibaren) Persler tarafından yönetilmiştir. Kral Gordios tarafından bağlanan meşhur düğüm, Büyük İskender tarafından M.Ö. 333 yılında kışı geçirdiği Gordion’da kesilmiştir.


Gordion’da Helenistik dönem Büyük İskender’in burayı fethinden sonra (M.Ö. 300-100) başlamıştır. Sonra Roma Dönemi (M.Ö.1.– M.S.4. Yüzyıl), daha sonra Selçuklu (M.S.11.-13. Yüzyıl) dönemi başlamıştır. Bütün bu olaylar Gordion’da 4000 yıl gibi kısa bir sürede olmuştur. "

Alıntı : http://www.kenthaber.com/

Şimdi nereden çıktı bu Gordion demeyin, hayır öyle durup dururken Ankara'nın turizmine bir katkı sağlamak değil amacım. Ama ona da hizmet edebilirsek ne ala..

Dün sevgili buzcevheri'nin blogunu ziyaret ettiğimde "Güncelleme" başlıklı yazısından anladım ki o da benim gibi bir Ankara'lı imiş. Son dönemde Ankara'da ki kültür faaliyetlerine katıldığını anlattığı yazısını okuyunca aklıma geliverdi. Benim tarihi eser dolaşma merakımı bilen bilir. Eşim her görüğüm kahverengi tabelaya dönme isteğim yüzünden sonunda antik tiyatro görmekten kusacağını bile itiraf etmek zorunda kaldı bu yüzden. Ama ne hikmetse her sene tatil zamanı Gordion Antik Kenti kahverengi tabelasının önünden geçip de, "ya her yere gidiyoruz daha burnumuzun dibindeki Gordion'a gidemedik" muhabbetinden bana bile bay geldi inanın. Son bir kaç aydır da konu nasıl oluyorsa bir şekilde buna geliyor ve neredeyse çevremdeki hiç kimsenin Gordion'a gitmediğini ve aynen bizim gibi tatil zamanı, aynı tabelanın önünde aynı muhabbeti yaptıklarını öğreniyorum.

Bu nedenle sevgili Belediye Başkanımızdan Ankara'lının bu çözüm üretilemeyen sorununa bir çare bulmasını istiyorum. Mesela Gordion'a giden bir metro projesi başlatsa, arabası olan olmayan, çoluk çocuk şöyle gidip bi görsek Gordion'u diyorum. Ya da mesela haftasonları, Gordion'a giden belediye otobüsleri olsa falan fena mı olur. Hiç olmadı bir alt geçit ile Gordion'a bağlansak o da işimizi görebilir belki.. Yeter ki, bu Ankara'lı "ben Gordion görmedim" demesin.
Hayır malum şehrimiz deniz şeridine epey mesafede yani, şindi çocuk çocuk tepiş tepiş olmuş yola çıkmışsın, e zaten daha yolun başındasın, milletin karnı ağrımış bir senedir deniz görmemekten, kuduruyo. Genellikle sabahın bir köründe çıkılan tatil yollarında mola verip de ziyaret etmek olmuyo bu açıdan. Dönüşte gelelim desen, e onca yol gelmişsin yorgunsun, hane halkı yoldan bayılmış arabada mızıldıyo, neyse bi daha ki sefere deyip geçip gidiyorsun yine..


Gordion'un bu makus talihini kırmak, Ankara'mın turizmine renk getirmek ve Ankara'lının Gordion özlemini gidermek amacıynan, çok rica ediyorum buna bir çözüm bulalım..

Haydi Ankara, Gordion'a....
Tarihsever Fasulye







30 Kasım 2008 Pazar

BEZGİN BEKİR SENDROMU

Bezgin Bekir karakterini çoğunuz okumuş ya da duymuşsunuzdur diye düşünüyorum, çünkü resim ararken farkettim ki kendisi vikipedi de bile yer alacak kadar tarihi bir kimliğe bürünmüş . Vikipedi de ki bir iki cümlelik tarihi şöyle Bezgin'in ;

"Bezgin Bekir, tembelliği ile tanınan, ilk olarak Gırgır dergisinde çıkmış mizahi bir çizgi karakterdir. Karikatürist Tuncay Akgün tarafından yaratılmıştır."

Bir kaç seferdir yıllardır ilk defa "home alone" pozisyonu yakalayan ben de, fırsat bu fırsat dur hazır tek başıma iken "şunu okuyayım, bunu yazayım sakince" modundan çıkıp, aslında Bezgin Bekir Hayat Felsefe'sinin ne kadar işe yaradığını keşfetmiş bulunmaktayım. Evdeki güruh dışarı kendini attığı anda, demlenmiş çayım, sigaram, yumuşacık battaniyem ile baba koltuğunun en yatak pozisyonuna geçip, saatlerce demleniyorum. Kıpırdamadan, ne bir müzik, ne bir sohbet bile olmadan. Yani en sevdiğim sesleri bile yok sayarak. Hiç bir şey yapmamanın keyfine varıyorum. Önce bir bardak çayımı sigaramla içip, sonra kaslarımı koltuğa yayıp, boynuma kadar çektiğim battaniyenin sıcaklığıyla gevşeyen bedenimi sonunda uykuya teslim ediyorum. Uykum hafiflediğinde yeniden bir sıcak çay molası veriyor, sonra yeniden döngüyü tekrarlıyorum. Apartmanın ve mahallemizin rutin gürültüsü dışında herhangi bir ses ve haraket eden bir şey olmadan.

Çoğunlukla kafamda ışık hızı ile dönen pek çok düşünce ile oturduğum koltukta, ilkin onu bunu halletmeye çalışarak başlasamda oturumuma, hafif hafif yavaşlayan düşünce akımı sonunda rahatladığımı hissediyorum. Hani Amerikan Yerlilerinin dediği gibi, "ruhlarımız bedenlerimizin gerisinde kalıyor" çoğu zaman sanırım. Ben de ruhuma günlük koşturmacalarımda veremediğim zamanı tanıyorum böylece ve ikisinin buluşup huzur içinde dinlenmelerine izin veriyorum.

Aslında hep çok yorgun hisettiğimde "ya şöyle kıpırdamadan durmak istiyorum bazen, öyle gözlerimi boşluğa dikip, ağzım hafif aralanmış, boş bomboş kalmak istiyorum" der dururdum ama, daha önce dinlenme adına yaptığımı sandığım şeylerin gerçekten bu olmadığını ve gerçekten istediğimin de aslında bu olduğunu daha yeni anladım. Günlük hayatın içinde ne kadar koşturursam koşturayım, gerek evde, gerekse iş yerinde verdiğim molalarda yalnızca kendim içinlerimi yapmaya çalışıp, kendimce mutluluklar yaratmaya çalışsam da, aslında hiç birinin dinlenmiş ve bir arada olan ruh ve beden ikilisini yaşamak kadar keyif verici olmadığını keşfediyorum. Hayatım boyunca bunu çözememiş olmam da çok komik aslında. Sanırım yaşlanıyorum :)

Bu nedenle bu aralar Bezgin Bekir Sendromu yaratabileceğim anları özlemeye başladım neredeyse. Mola vermenin mümkün olmadığı, yapılması gerekenler zincirinden sıyrıldığımda, kendim için istediklerimden biraz fedakarlık edip, kendim için istediklerimi yapacak enerjim kalmasını sağlayan bu yöntemi uyguluyorum. Bu da kendim için istediklerim ve yaptıklarım kısmında bir yavaşlama ve gerilemeye sebep oluyor aslında. Hani eli dursa ayağı durmaz, ayağı dursa, zihni durmaz bir yapıda olan ben için bu oldukça yeni bir durum aslında.

Bir süre önce gerek blograzzi, gerek face book gerek başka bilimum ortama iki ara bir derede girip laf yetiştiren ben şimdilerde yine duramayıp giriyor okuyor ve çıkıyorum. Yazacaklarımı biriktirdim aslında, bir süre beden ve ruhumu bir arada tutmanın tadına varayım hepsi yine bir sel gibi boşanıp dökülecek sanal aleme, hani bu bir geri çekilme, vazgeçilmişlik belirtisi sanmayın diye söylüyorum. Ama fırtına öncesi sessizlik olduğunu düşünüp de, dönüşü muhteşem olacak bir hisse kapılmanızı da istemem, bakarsınız bedenim ruhuma öyle alışır ki sonunda, medite olmuş yeni ruh halimle ancak çiçekler, böcekler, hayat ne kadar güzellere dalarım bir süre.. Bahar da değil ki, size aşktan falan bahsedeyim öyle yaz güneşi gibi, ılık bir meltem gibi hafif hafif esecek ve gevşetecek konular üreteyim de yazayım..

Hep şunu düşünürüm kendi kendime, bu dünyanın ve yaşamın sırrını çözmüşler vardır benim için, bunlardan ilki Hayyam, ikincisi Can Yücel, üçüncüsü de Amerikan Yerlileri ve kökeni Amerikan Yerlileri gibi olan diğer tüm ilkel sanılan insan grupları. Dünya ile barışık insanlardır hepsi, koşturmaca değildir hayat onlar için ne kadar yoğun yaşarlarsa yaşasınlar, bir zerre olsun ayırmazlar ruhlarını yaşamın herhangi bir anında yanlarından. Başkalarının makosenleri ile dolaşmayı bilirler, bu nedenle anlarlar her canlının halinden. Savaşmazlar onlar hayatla, işbirliği yaparlar daima. Bu nedenle de yorulmazlar, bedenleri, ruhsuz kalmaktan, ruhları bedensiz yaşamaktan sıkılmaz hiç bir zaman.

Nirvanaya ermeme az kaldı benimde herhalde.. Hayatıma yeni eklenen küçük mutluluklar ve yeni telaşları da kaldırmadı bünyem belki bu aralar, o nedenle bir beden-ruh birleşmesi ile voltranı oluşturmaya devam bir süre daha..

Bezgin ama mutlu
Hancıyı beklemeden yatağı serip uzanan
Fasulye

24 Kasım 2008 Pazartesi

YEŞİL SAPLI KIRMIZI ÇİÇEK


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde
Okula giden bir küçük çocuk vardı.
O küçücüktü,
Ve okul da koskocaman.
Ve küçük çocuk,
Avluya açılan bir kapıdan geçip,
Sınıfına hemencecik girebileceğini öğrenince
Mutlu oldu.

Ve, gözünde okul ona
Artık koskocaman gözükmedi.
Bir sabah
Artık uzunca bir süredir küçük çocuk okullu iken
Öğretmen dedi ki: ‘Bugün bir resim çizeceğiz.’
‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk.
Resim yapmasını severdi.

Bir sürü resim çizebilirdi:
Aslanlar, kaplanlar,
Tavuklar, inekler,
Trenler, gemiler-
Hemen pastel boya kutusunu çıkarıverdi.
Ve çizmeye koyuldu.

Fakat öğretmen seslendi:
‘Bekleyin! Daha hemen başlamayın!’
Herkesi süzdü, hazırlar mı diye baktı.
‘Şimdi’ dedi öğretmen, ‘Çiçekler çizeceğiz.’
‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk.
Çiçek çizmeyi çok severdi.
Ve güzel mi güzel çiçekler çizmeye başladı.
Pembe ve mavi ve turuncu boyalarıyla.
Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen.
‘Ben göstereceğim size nasıl çizeceğinizi.’
Onunki kırmızıydı, yeşil saplı. ‘
Haydi’ dedi öğretmen.
‘Artık başlayabilirsiniz.’


Küçük çocuk, öğretmenin çiçeğine baktı.
Sonra da kendi çiçeğine.
Kendi çiçeğini öğretmeninkinden daha çok sevmişti,
Fakat bunu söyleyemedi,
Defterindeki sayfayı çevirdi
Ve öğretmeninkine benzer bir çiçek çizdi.
Kırmızıydı, yeşil saplı.

Başka bir gün,
Küçük çocuk kapıyı dışardan
Kendi başına açmıştı,
Ve o anda öğretmen şöyle dedi:
‘Bugün killi çamurla birşeyler yapacağız.’
‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk.
Killi çamurla oynamayı severdi
Killi çamurdan bir sürü şey yapabiliyordu:
Yılanlar ve kardan adam,
Filler ve fareler,
Arabalar ve kamyonlar-

Ve killi çamura elini uzattı.
Bir avuç almak için çekiştirirken çamuru,
Öğretmen dedi ki: ‘Bekleyin!
Daha başlama zamanı gelmedi!’
Herkesi süzüp, hazırlar mı diye baktı.
Şimdi’ dedi öğretmen,
‘Bir kap yapacağız.’
‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk.
Kap yapmayı çok severdi.

Ve her boyda türlü şekillerde kaplar yapmaya başladı.
Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen.
‘Ben göstereceğim size nasıl yapacağınızı.’
Ve herkese gösterdi, derin bir kabın
Nasıl yapılacağını.
‘Haydi’ dedi öğretmen.
‘Artık başlayabilirsiniz.’

Küçük çocuk öğretmenin kabına baktı.
Sonra da kendininkine.
Kendi yaptığı kabı öğretmeninkinden daha çok sevdi.
Fakat birşey söylemedi.
Elindeki killi çamuru bir top halinde yuvarladı yine.
Ve öğretmeninki gibi bir kap yaptı.
Derin bir kap.

Ve çok geçmeden
Küçük çocuk beklemeyi öğrendi,
Ve izlemeyi,
Ve tam öğretmeninki gibi şeyler yapmayı.
Ve çok geçmeden
Kendi başına artık hiçbirşey yapmadı

Bir gün geldi
Küçük çocuk ve ailesi
Başka bir eve taşındılar,
Başka bir şehirde,
Ve küçük çocuk
Başka bir okula gidiyordu tabii ki.
Bu okul, öncekinden
Daha da büyüktü.
Ve sınıfına
Avludan bir kapı da yoktu.
Üst kata yüksek basamaklardan çıkmak zorundaydı,

Ve uzun bir koridor boyunca
Gitmeliydi sınıfına.
Ve daha ilk günü

Yeni okulunda,
Öğretmen seslendi
‘Bugün bir resim çizeceğiz.’
‘Ne güzel!’ dedi küçük çocuk,
Ve öğretmeni bekledi,
Ne yapılacağını söylemesi için.
Fakat öğretmen, bir şey söylemedi.
Sadece sınıfta sıraların arasında dolaştı.
Küçük çocuğa geldiğinde
‘Sen resim çizmek istemiyor musun?’ dedi.
‘Evet.’
Dedi küçük çocuk,
‘Ne çizeceğiz?’
‘Sen çizmeden, ben bilemem ki?’ dedi öğretmen.
‘Nasıl çizmemi istiyorsunuz?’ diye sordu küçük çocuk.
‘Niçin? Nasıl istiyorsan öyle.’
Dedi öğretmen
‘Ve her renk olabilir mi?’ diye sordu küçük çocuk.
‘Her renk’ dedi öğretmen.
‘Eğer herkes aynı resmi çizseydi
Ve aynı renkleri kullansaydı,
Kimin, neyi çizdiğini nasıl bilebilirdim.
Ve hangisinin hangisi olduğunu.’

‘Bilmiyorum’ dedi küçük çocuk.
Ve kırmızı bir çiçek çizmeye başladı, yeşil saplı.

İngilizce'den çeviren
Dr. M. Fatih Taşar


Tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun..!

Lütfen unutmayın ve çocuklarımıza da unutturmayın
"Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir-Einstein"


Sevgiler
Fasulye

19 Kasım 2008 Çarşamba

20 KASIM DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ



Birleşmiş Milletler Örgütü, 1959 yılında 10 ülkeyi içeren Çocuk Haklara Bildirisini yayınladı. Bu ilkeler özetle şöyledir:

  • Her çocuk, hiçbir ayrıcalık gözetilmeksizin bu bildirideki haklardan yararlanmalıdır.

  • Çocuk, özel bir korunmadan yararlanmalıdır.

  • Ona, düzgün, onurlu ve sağlıklı gelişim olanakları yasalar ve diğer araçlarla sağlanmalıdır.

  • Çocuk, doğduğu andan başlayarak bir ad sahibi olma ve vatandaşlık hakkı kazanmalıdır.

  • Çocuk, toplumsal bakımdan özürlüyse durumunun gerektirdiği özel tedavi, eğitim ve özeni görmelidir.

  • Çocuk, toplumsal güvenlikten yararlanmalıdır.

  • Çocuk, olanaklar ölçüsünde anne-babasının sevgi, anlayış, özen ve sorumluluğu altında, duygusal bir bağlılık, ahlaksal ve maddesel güvenlik ortamında, dengeli bir kişilik geliştirme olanağına sahip olmalıdır.

  • Bedensel, düşünsel ve toplumsal bakımdan özürlü olan çocuk durumunun gerektirdiği özel tedavi, eğitim ve özeni göstermelidir.

  • Çocuk en azından ilköğretim düzeyinde, ücretsiz ve zorunlu bir eğitim almaya hak kazanmalıdır.

  • Çocuk savsaklamanın, zulmün ve sömürünün her türüne karşı korunmalıdır.

  • Çocuk; ırk, din yada insanlar arasında ayrılık yaratan durumların gerektirdiği ilişki ve davranışlardan korunmalıdır. Çocuk, güç ve yeteneklerini, insanlığın hizmetine adayacak anlayış, sabır, evrensel barış, dostluk ve kardeşlik duygu ve düşüncesi içinde yetiştirilmelidir.

  • Çocuğa, eşit olanaklar temeline dayanan bir eğitim zorunludur.

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?

Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır.

Onun için kadınlarımız, hattâ erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.
M.KEMAL ATATÜRK "


14 Kasım 2008 Cuma

GEÇMİŞTEN BİR GÜNÜ TEKRARLAMAK

Bugün kafamı dağıtmaya gerçekten ihtiyacımın olduğu bir gündü. Yarım bıraktıklarımı tamamlamak için bilgisyarın başına geçtiğimde, geçmişte yazdığım bir kaç yazıyı okumak geldi içimden. Bir çok yazıyı önce word dosyasında ya da defterimde oluşturur sonra bloguma yerleştirmek üzere yeniden gözden geçiririm. Tesadüf mü demeli bilmiyorum ama bilgisayarımdaki dosyaların içinden okumak için seçtiğim ilk yazıydı aşağıdaki, yazının içeriğine tarih koymadığım için, dosyanın yaratılma tarihine bakarak vardığım sonuç Nisan 2008'de yazmış olduğumdu. İşin garip tarafı bu günü anlatan bir yazı yaz demiş olsanız, birebir olarak aşağıdaki metni yazacak olmam. Garip değil mi. Bu yazının altına fasulye diye de imza atmış olmama rağmen, her nedense bloğumda da yayınlamamışım. Öylece kalmış ve sanki bugünü beklemiş gibi. Bu nedenle gecikmiş olsa da yeni bir yazı yerine bu yazıyı paylaşmaya karar verdim bende.


"Garip bir gündü bu gün.. Belki ben günden daha gariptim kim bilir... Söylenenler değil de söylenemeyenler bunalttı beni bu ara galiba... İçimde konuşmaktan yoruldum... Herkese konuşulmuyor zaten öyle biliyorum.. Biliyorum da... Konuşarak rahatlarım ben aslında.. Daha da fazlası yazarak rahatlarım belki... İçim dışıma çıkınca rahatlarım en çok da... Bu ara içim içimde, içim içimi yiyiyor sanki... Söyleyemediklerim, söylemek istemediklerim olsa da, yine de bir anlatıp rahatlasam diyorum, duramıyorum...

Söylemek istemediklerimi yazmıyacağım aslında bu yazıda ... Söylemek istemediklerimi yazmayacağım ve rahatlamayacağım...O halde niye yazayım... ? Ben aslındalarım bana kalsın.. Keşkeleri hiç tanımam zaten.. Keşkiyeceğime hiç yapmam daha iyi... Yaşayamadıklarıma hayıflanmam da söylemediklerime hayıflanırım... Hani filmlerde olur ya dur gitme demek ister de diyemez bir türlü öyle bakakalır ardından gidenin.. Ona benziyor işte bu söyleyememek de bazen.. Bakakalmaya varmak...

Bazen git gelir bana..
Duramam bir yerlerde..
Bazen kal gelir..
Gidemem istesem de..
Ama bu ara sanki ne gelebilmek var ne gidebilmek..
Bakakalmak sadece hayata..

Bir satır arası okuyucusu lazım bana...
Öyle her çeşit okuyucu anlamaz halimden...
Anlatasım yok ama bilinesim var hesabı...
Alt yazılarımı görebilecek biri lazım...
Dublajcı izinde bu ara...
Seslendirme yapamıyoruz hayata..

Kamuflajım yırtıldı bu ara...
Saklanmak istesemde öyle ortalıkta hissediyorum kendimi...
Ben öyle hissediyorum da...
Yine de görünmüyorum bir şekilde ya
Bu daha da koyuyor adama...
Buna ne istediğini bilmemek deniyor galiba hayatta...

Ya mektup yanlış adresten geliyor...
Ya postacılar şaşırmış bu ara...
Ben var ya ben, ben aslında…

Hadi gene dökülmesin kelimeler, kilitli kalsınlar sandığımda…
Olurda etrafa saçılıp, üstlerine vazife olmayan anlamlar alırlar şimdi de, girmesin dur başım belaya…
Ne gelirse başınıza bazen çenenizden gelir ya..
İşte o hesap bi durum oluşmasın şimdi aman ha…"

Fasulye

SUSMAK ZAMANI ŞİMDİ

Herkesin bir yumuşak karnı vardır. Oraya dokunduğunuz anda kontrol birden kaybolur ve bundan sonrasında durdurak bilmeyen bir savunma mekanizması devreye girer. Savunulan her ne olursa, olsun o noktadan sonra objektiflik tamamen kaybolmuş, bakış açısı sıfır dereceye yakın hale gelmiştir.


Bazen bir şeyleri ya da kendimizi korumak için yaparız bunu, bazen haksızlığa uğramışlık hissiyle, bazense elden giden bir şeyler olduğu için. Sebebi ne olursa olsun "kolay yem" olma noktasıdır bulunduğumuz yer o andan sonra. Öfkenin ve hırsın ele geçirdiği benliğimiz, "savaşta her yol mübahtır"a varıncaya kadar atılır ileri doğru. Sakin ve bilir kişi ya da olaylarda ki üçüncü kişi pozisyonunda olduğumuz o soğukkanlı ve mantıklı hallerimizin yerine geçen bu diğeri daima kaybetmemize neden olur oysa.




Bir çok felsefi öğreti önce dinlemeyi ve az konuşmayı öğütler oysa, ve bu bir erdemdir aynı zamanda. Dinlemeyi bilmek anlamayı da beraberinde getirdiği gibi, sükut ikrardan da gelir aynı zamanda . Bir başka açıdan bakarak "Dinlemek, gösterebileceğimiz nezaketlerin en yükseğidir." demiş 1888-1955 yılları arasında yaşamış, Amerikalı yazar Dale Carneige. Ama söylemek istediğim bunların hiç biri değil aslında.


Dinlemek, verilecek cevaplar için vakit kazanmayı da sağlar aynı zamanda. Bazense dinlemekten öte susmak gerekir. Ne anlamak, ne anlatmak ne zaman kazanmak, ne de nezaket göstermek için değil. Sadece dejenerasyona son vermek için susmak ve sadece dinlemek gerekir. Karşı taraf yorulana kadar susmak belki. Ama sinik, korkmuş, geri çekilmiş bir susmak değil, bilinçli ve bazı değerleri koruma amaçlı susmak gerekir bazen. Hatta bazen en iyisidir.


Genellikle bir ilişkide ya da iki kişi arasında geçenleri kastetmiyorum belki anladınız siz de demek istediklerimi. Ülkemde sakıza dönen her konuyu kastediyorum. Belki hepimizin bir süre susup kendini ve çevresini dinlemesi gerekiyor. Her susmaya karar verişimizde yeni darbelere maruz kalsak bile, belki bir süre zincirden boşanmışcasına içlerinde sakladıklarını dışa vuranlara karşı susmak gerekiyor.

Susmakdan kastım hiç bir şey yapmamak olduğunu sanmayın sakın, susmakdan kastım yeni polemiklere, gereksiz tartışmalara, saygınlığını kaybetmesine izin vermek istemediğiniz konulara karşı susmayı kastediyorum. Söyleyecekleri bitsin, dökülsünler biraz daha, her ne zaman ki karşılıklı konuşacak kadar sakinleşeceğiz, o zamana kadar susmak gerek. Susup oturmak değil ama, cevap vermek istediğimiz konularda dersimizi çalışmalıyız bu arada. Yaşananlara bir göz gezdirip nedenlerini nasıllarını düşünmeliyiz bu arada. Bir daha bu noktalara gelmemek için neler yapabileceğimizi düşünmeliyiz. Kaybolan değerlerimizi nasıl geri kazanabileceğimizin hazırlığını yapmalıyız. Çünkü şimdilerde konuşmak zaman kaybı ve kasoa katkı sağlamaktan başka bir işe yaramıyor.

Bana sorarsanız biraz susmalıyız. Hepimiz..

Konuşmak yerine biraz düşünmeliyiz.. Konuşacak zaman geldiğinde tartışmasız kesin şeyler ortaya koyabilmek, boşa savurmamak için kelimeleri biraz daha alt yapı kazanmalıyız.

Biz sussak da, başkaları suzmassa eğer en azından o zamana kadar daha bilinçli ve güçlü olmak için biraz daha susmak gerekiyor bana kalırsa.

Fasulye




"Bir ülkede adaletin varlığı kişinin kendini özgürce ifade etmesinden anlaşılır. Bir ülkede adaletsizliğin varlığı ise kişilerin başına buyruk davranışından anlaşılır. İyi insanlar sorunları önlenmek için çaba sarf ederler.- Konfüçyus"

13 Kasım 2008 Perşembe

BU ARA HAYAT FAZLA CİDDİ

Bu aralar gerçekten hayatım çok ciddi ilerliyor. Hani şöyle dağıtmak ister ya insan bazen, şimdi tam o moda geçtim bende.. Saçmalamak istiyorum biraz, gülmek istiyorum, geyik yapmak istiyorum, şöyle içimden geldiği gibi bir şeyler yapmak istiyorum. Bağıra bağıra şarkı söylemek istiyorum mesela, aslında hiç söylememem gerekenleri iyi veya kötü söyleyivermek istiyorum. İstiyorum da, istiyorum anlayacağınız.. Hiç bir şeyi ciddiye almak istemiyorum özellikle, hayata gülüp geçmek istiyorum biraz..

Bu sabah cep telefonuma gelen bir SMS'i anlatayım durun size 10 dakika kadar güldüm çünkü bu mesajın ardından, aynen şöyle yazıyor :

"2008 Model Kiricili Eksavatorler ve Hino Damperli kamyon grubumuzla hizmetinizdeyiz.
...... Hafriyat Ltd. Şti."

Cevap veriyorum : "Ha ?".

"Eksavator" havalı bi laf aslında etkilenmedim desem yalan, ama sabah sabah aldığım ilk mesaj bu olunca harbiden epeyce güldüm. Yani acilen bir kamyona, kamyona da değil kamyon grubuna ihtiyacım olsa emin olun böyle bir bilgiyi bulamazdım, ama gelin görün ki bu nadir bilgi bu sabah ayağıma, pardon telefonuma geldi. "Pardon siz de kamyon grubu bulunur mu acaba, bu aralar bir grup kamyona ihtiyacım oldu da"

Hayır yani tüketimi yaygın olan mal ve hizmetlerle ilgili bir sürü spam mesaja alıştık da yani bir "hafriyat" firmasının bu çeşit bir reklama yönelmesi epeyce güldürdü beni. Yakında kapınıza damperli kamyon satan bir pazarlamacı gelirse şaşırmayın yani o yüzden anlatıyorum. Aslında bunlar kamyon satmıyor da inşaat nakliyesi yapıyorlar sanırım ama yine de çok komik bir şey bu ya. Türkiyede reklam anlayışı da zıvanadan çıkmış anlaşılan. Hayırlısı olsun..

Ben liseye giderken acayip kafa arkadaşlarım vardı. Yağmur yağdığı zaman ayakkabılarımızı çıkartır sokaklarda bağıra bağıra şarkı söyleyerek akan yağmur sularının içlerinden yürürdük sulara vura vura.. Çok akıllıca gözükmüyor evet şimdi yılların bu tarafından bakınca, ama o kadar eğlenirdik ki, saçlarımızdan akan sular gözlerimizin içinde kollarımızı iki yana açar koşardık deli gibi. Deli olmak bazen hakikaten rahatlatıcı bir şey. Her zaman aklı başında olmak da yoruyor insanı bazen. Hani içinizdeki çocuğu kaybetmeyin diyorlar ya bu yüzden. Çok doğru, benim içimdeki çılgın çocuk da yine kafasını uzatıyor gerilerden. Canı sıkıldı anlaşılan..

Bulacağız bir eğlence ona, yapacak bir şey yok öyle değil mi?

Kalın sağlıcakla

Fasulye


ÖZGÜR OLMADIĞINIZI ANLADIĞINIZ AN ÖZGÜR KALIRSINIZ

Ülkemizde 18 yaşını doldurmuş herkese yetişkin gözüyle bakılır, bu bireyler rüştünü ispatlamış ve yasal,sosyal ve yaşamsal olarak bir çok yeni hakkı kullanmaya yeterli görülürler.

Bu yaşa kadar her birey ana-baba,veli,vasi,hami veya bir koruyucu kurum veya kuruluşun dahası öncelikle devletin koruması ve kontrolü altındadır. 18 yaşını doldurmamış bireyleri korumak ve kollamaktan öte, yönlendirmek ve eğitmek de devletin ve toplumun sorumluluğundadır. Ancak 18 yaş sınırına gelindiğinde birey o güne kadar kendisine öğretilen, gösterilen, dayatılan, kabul ettirilen, mecbur bıraktırılan her türlü uygulama, düşünce ve inançtan vazgeçme veya değiştirme hakkına yaşadığı ülkeye ait yasalar çerçevesinde sahiptir. Eğer yaşadığı ülkedeki mevcut yasal oluşumlar bireyin isteklerini karşılamasına bir engel teşkil ediyor ve yaşam, düşünce ve inanışlarına ters düşüyorsa diğer bir ülke vatandaşlığına başvurma hakkında sahip olabileceği gibi, dilerse bu ülkelerin vatandaşlıklarına geçmeden oturma hakkı talep ederek orada yaşayabilir.

Bu uygulama bireyin 18 yaşından önce kendisi için en uygun olanı seçecek altyapı ve ehliyete sahip olmadığı düşünüldüğünden böyle uygulanır. Amaç bireyi korumaktır, kısıtlamak değil. Kendi biliNçli seçim ve tercihlerini yapacağı yaşa gelindiğinde ise seçim yapma şansı artık kendi elindedir.

18 yaşını doldurmuş bireyin zorla bir inanca, bir görüşe bir yaşam tarzını benimsetmeye çalışmak o bireyin özgürlük haklarını sınırlamak olacaktır. Bu da başta anayasamız olmak üzere, insan hakları vb bir çok kabul görmüş yasa, beyanneme ve demokratik toplumlarda toplumsal düşünce ve anlayışına ters bir durumdur.

Ülkemizde anayasa çerçevesinde halledilemeyen bu tür hakların kazanımı sorunları, insan hakları mahkemelerine kadar gidebilir.


  • Bu birey dilerse eğitimine devam eder dilerse etmez


  • Bu birey dilerse dilediği meşru düşünce grubunu destekleyebilir, dilerse desteklemez


  • Bu birey dilerse camiye gider, dilerse gitmez


  • Bu birey dilerse resmi törenlere katılır, dilerse katılmaz


  • Bu birey dilerse iktidarı destekler, dilerse desteklemez


  • Bu birey dilerse, başını örtebilir dilerse örtmez


  • Bu birey dilerse, bu ülkenin kahraman saydıklarına saygı duyar, dilerse duymaz kendine yeni kahramanlar edinir


  • Bu birey dilerse, ailesinden ve çevresinden gördüğü inanç şekli ve sistemiyle yaşamayı tercih eder, dilerse etmez


  • Bu birey okuyacağı kitaba, gazeteye, gideceği sinemaya, konuşacağı adama kendi karar verir.


  • Bu bireyin neye saygı duyup, neye inanacağına kimse karar veremez.


  • Bu birey ister Anıtkabiri devlet protokolünde bir detay görür, dilerse görmez


  • Bu birey ister PKK ile dağlarda buluşur onları insan olarak anlamaya çalışır, dilerse etmez


  • Bu birey dilerse Cumhuriyeti destekler, dilerse desteklemez


  • Bu birey dilerse liberal/liberal demokrat olur, dilerse olmaz


  • Bu birey dilerse süper kahramanlarda insandır der, dilerse demez


  • Bu birey dilerse hard rock, pop, rap, hiphop, jazz, klasik veya ilahi müzikler dinler, dilerse dinlemez


  • Bu birey kimi isterse ona oy verir, istemediğine oy vermez


  • Bu birey yasal yollardan dilediği kadar çocuk sahibi olabilir.


  • Bu birey parasını istediği kadar harcar, istediği kadarını biriktirir


  • Bu birey istediği televizyon kanalını izler


  • Bu birey dilediğine yardım eder, dilediğine etmez


  • Bu birey dilediği ile evlenir, dilediği zaman boşanır dilerse hiç evlenmez ya da hiç boşanmaz.


  • Bu birey kendi etnik kökenine ait gelenek ve görenekleri aile yapısı içinde sürdürebilir ya da sürdürmez


  • Bu birey ülkesinin özel günlerine katılım gösterir ya da göstermez kendi bilir


  • Bu birey inancının özel günlerinin katılım gösterir ya da göstermez kendi bilir


  • Vesaire, vesaire....

Bu birey bu hakları elinden alınmak istenirse normal olarak ne yapar.. İsyan eder. Bildirgelere imza atar, başkaldırılara destek verir, özgürlüklerini geri ister.

  • Bu birey bu ülkede kendi istediği ile evlenemez


  • Bu birey bu ülkede kendi istediği eğitim yönünü tercih edemez


  • Bu birey bu ülkede bir erkek değilse eğitimi mecburen alır arkasından evlenir


  • Bu birey bu ülkede istediği işte girip çalışamaz


  • Bu birey bu ülkede kapalı yerlerde sigara içemez


  • Bu birey bir erkek değilse öyle istediği yere istediği saatte gidemez


  • Bu birey bir erkek değilse öyle istediği gibi giyinemez


  • Bu birey bu ülkede öyle istediği düşünceyi istediği yerde söyleyemez


  • Bu birey bu ülkede iletişim özgürlüğü diye bir şeyin varlığından haberdar yaşayamaz


  • Bu birey bu ülkede parası yoksa yaşayamaz, adamdan da sayılmaz


  • Bu birey bu ülkede meşru din dışında bir dini seçemez


  • Bu birey bu ülkede bir erkek değilse mahalle baskısına maruz kalır


  • Bu birey bu ülkede istediği liderin peşinden gidemez


  • Bu birey bu ülkenin bir kesiminde oruc tutmazsa, namaza gitmezse hele bir de içki içiyorsa kafir sayılır, sokaklarda sopa yer.


  • Bu birey bu ülkenin bir kesiminde içki içmiyorsa delikanlı sayılmaz.


  • Bu birey bu ülkede bir erkek değilse öyle istediği ile arkadaşlık edemez, erkeklerle arkadaşlığa farklı isimler bulunur.


  • Bu birey bu ülkede her an bir kazaya kurban gitme riskiyle karşıkarşıyadır.


  • Bu birey bu ülkede hakkettiği sosyal güvencelerin çoğuna sahip olamaz


  • Bu birey bu ülkede düşüncesini söyledi diye hapse girer, adam öldürenlerden daha çok yatar


  • Bu birey bu ülkede hangi etnik kökene sahipse onlara ait tabu ve geleneklerin dışına çıkamaz.


  • Vesaire, vesaire..

Bu birey yukarıdaki haklara sahip olduğuna dair bar bar bağıranların olduğu bir ülkede sonra altta listelenenleri yaşarsa ne olur?

Her kafadan bir ses çıkar
Kimse ne dediğini ne istediğini bilmez
Bu ülkede bir bütünlük sağlanamaz
Kimse neye inanacağını neye saygı duyacağını bilemez
Ciddi iç ve dış güven sorunları yaşanır
Yozlaşma alır başını gider
Yasak elma tatlı gelir
Suç oranı yükselir
Bireysel çıkarlar, toplumsal çıkarları yok eder.
Debelenir dururuz.

Fasulye

9 Kasım 2008 Pazar

RAHAT UYU ATAM, GÖZÜN ARKADA KALMASIN

Öyle çok yorum yapılıyor ki bu günlerde senin hakkında, belkide içinden gülüyorsun reklamın iyisi kötüsü olmaz diye. Öyle ya da böyle ülkecek seni konuşuyoruz. İnsan olduğun aklımıza geldi, işle arkadaşlığı birbirine karıştırdık, kişiliğinle kariyerini yaftalıyoruz.

Biliyor musun, toplumun çok daha tutucu olduğu dönemlerde bir sanatçımız vardı, yattığı yer nur olsun, her makamı bir güzel okurdu, sen dinlesen eminim hayran kalırdın. Tam bir yetenekti gerçekten, bir sanat güneşi idi. Ama biliyor musun onunda vardı zaafları, asla kınamıyorum. Bu toplum onu bağrına bastı. Kimse özel hayatını düşünmedi o güzel sesinden Türk Sanat Müziğinin en güzel eserlerini dinlerken. Hatta öyle güzel şarkılar hediye etti ki müzik dünyamıza, yıllarca ana-babalarımızın bizim ruhumuzu okşadı. Bu toplum o kadar geniş ve güzel gönüllü, öyle saygılı bir toplumdu ki ne dışladı ne hor gördü onu. O da adını kirletecek herhangi bir girişimde hiç bulunmadı. Hep çok nazik, hep çok mesafeli ve saygılıydı herkese karşı. ne seviyesinden ne kalitesinden hiç bir şey kaybetmedi ölümüne dek.

Nedense bu tür örnekleri sorguluyorum bu aralar ülkemde yaşanan. Senin gibisi hiç gelmediği için kıyaslıyamayorum tabii ki seninle başkasını. Hayır yanlış anlarlar şimdi açıklayayım, senin gibisi hiç gelmedi derken bu ülkenin tarihinde hem komutan, hem cumhurbaşkanı hem de bir devrimci olan başka örneğin yok. Belkide ondan çözemedi millet seni. Kimle kıyaslayalım bilmiyoruz.

Diyorum ya hadi insan olarak tanıyalım seni daha bir yakın olalım diyoruz bu defa yaptığın işleri kişiliğine bulaştırıyoruz, o da olmuyor kişiliğini ve alışkanlıklarınla yaptığın işleri değerlendiriyoruz. Hani sen diyorsun ya "İki Mustafa Kemal vardır" diye. Biz o ikisini bir ettik şimdi birbirinden ayıramıyoruz.

Bu Cumhuriyeti sen ve arkadaşların kurdu diyoruz..Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'i koruyalm diyoruz. Kızıyorlar. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa kursaydı korumayacak mıydık onu çözemiyorum bende. Biz Cumhuriyeti senin adınla anıyoruz diye mi kızıyor bunca insan. Memnun olmadıkları sen misin Cumhuriyet mi. Senin adına bir sürü düşünce grupları var şimdi mesela. Kemalizm var, Atatürkçülük var. Sen mi kurdun bunları, senin ilkelerin arasında hatırlamıyorum ben bu ikisini. İkisi ayrı şey mi tek bir şey mi onuda tam anlamadım ben aslına bakarsan. Sonra adına Kemalist diyen birisi çıkıp bir şey yaptı mı, hoop Kemalistler onu dedi bunu yaptı, Kemal'i Tanrı yaptı diyorlar. Kavramlar denizinde boğulduk sanırım hepimiz.

Kimse seni kişisel olarak sevmek zorunda değil ki, değil mi Atam. Sevmesinler, dert değil, kim herkesi çok seviyor, kim kimi gerçekten seviyor ki zaten şimdi. Sevmenin anlamını unuttuk biz zaten. Sen yokmuşsun gibi davransak çok memnun olacaklar herhalde.

Kusura bakmassan bir süre sen yokmuşsun gibi hayal etmek istiyorum. Bu Cumhuriyeti kuran Sarı Çizmeli Mehmet Ağa olsun. Bütün meziyeti de bu olsun. Ne devrimler yapmış olsun, ne de senin yaptığın diğer reformları. Öyle şans eseri kurulmuş olsun bu Cumhuriyet. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa hakkında da hiç bir şey bilmiyor olalım. Öyle zembille gelmiş gibi gelsin, bu Cumhuriyeti kursun, kaybolsun ortadan. Uzaylı olsun hatta. Polemikler uzaylılar hakkında yürüsün gitsin. Hatta bir fotoğrafı bir heykeli dahi olmasın. Kimse bilmesin neye benziyor bu Mehmet Ağa.

Sonra gelelim günümüze Cumhuriyetin en iyi yönetim şekli olduğunu savunanların elinde ne kaldı. Koskoca bir Cumhuriyet, diğerlerinin elinde Cumhuriyet'e karşı kullancak ne kaldı, koskoca bir hiç.

Hani "Nur Yüzlü Dede" denip de sonradan meziyetleri anlaşılan biri var son günlerde duymuşsundur sen de mutlaka. Şimdi o bir işler karıştırdı diye bütün Nur Yüzlü Dedeler'i mi harcayalım. Bir sepet yumurtadan bir kaç çürük yumurta var diye, tüm sepeti çöpe mi atalım. Bence yaşın yanında kuruyu da yakmamak için en güzeli kimseyi yaftalamayalım, kendimize de sıfatlar uydurmayalım.

Ben seni seviyorum ve senin izinden ayrılmayacağım diye bu günden itibaren kendimi Kemalist veya Atatürkçü olarak sıfatlandırmayacağım. Ben bu vatanı seven bir sade (sek) vatandaşım. Vatansever de demiyorum o da bir sıfat. Direk olarak bir eylem ortaya koyuyorum. Ben bu vatanı seviyorum.

Her kim ki bu vatan için en iyisini yapmış, bu ister Mustafa Kemal, ister Sarı Çizmeli Mehmet Ağa ister Nur Yüzlü bir Dede olsun önemli değil. Ben daima onun arkasındayım. Bu nedenle de bu günden itibaren Kemalistlerin Akvaryumu, Atatürkçü'lerin Kültleri, Mitleri, Tanrıları, Putları laflarını üzerime alınmadan bildiğim yolda ilerlemeye devam ediyorum. Polemiklerin tuzağında ses tellerimi eskiteceğime, düşüncelerimi daima bu vatan için en iyisini yapabilmek için yoğunlaştırıyorum.

İnsanlar dinimizi de seni de bir gün okuyup, öğrenip anlayacaklar. Anlamazlarsa da kendileri kaybedecekler. Bu polemiklerin yaşanması gerekiyorsa yaşanacak. Ama biz de her konuda seni polemiklerin karşısına dikip paravan olarak kullanmaktan vazgeçersek o zaman onlarda seninle uğraşmayı bırakacaklar.

Bizde de hata var bu açıdan Atam affet bizi, biz kendi fikri hür vicdanı hür insanlığımızı değil senin adını kendimize siper edip yola çıktık seninde gündeme alet olmana izin verdik. İzindeyiz derken önde sen ardında gizlenmiş bizler değil, önde can siperane biz yüreğimizde sen olması gerekirdi.

Her yaşanandan bir şeyler öğrenir insan Atam sende biliyorsun. Bizler de hatalarımızdan ders çıkaracağız elbette ki, senin soğukkanlı ve lafı uzatmadan keskin yanıtlarından ders almadık, her lafa karşılık verdik, oyalandık. Sana söz veriyorum bundan sonra oyalanmak, atılan her yeme atlamak olmayacak. Bizler ve çocuklarımız senin yolundan ayrılmadan yolumuza devam edeceğiz. Zararın neresinden dönsek kardır.


Rahat uyu Atam! Gözün arkada kalmasın !

Fasulye

I'M FASULYE

Eğer bir Windows Live™ Messenger or Windows Live Hotmail® kullanıcısı iseniz UNICEF ve diğer 9 yardım kuruluşuna destek verebilirsiniz. Bu bir ulusal medya kuruluşunun sitesinde belirtildiği gibi aparagas bir bilgi değildir.

http://im.live.com/Messenger/IM/Home/Default.aspx adresinde detaylı bilgiler verilmektedir.

"I'm making deference" sloganıyla sunulan site de, Windows Live™ Messenger or Windows Live Hotmail® kullanıcı değilseniz bile, blog vb sistemlerde de bannerlar kullanabilmenize imkan sağlayan bilgiler verilmektedir.

Destek verilebilecek tüm sosyal kuruluşların listesi aşağıda verilmiştir.
  • American Red Cross
    Helping people prevent, prepare for, and respond to emergencies.
    View Profile
  • Boys & Girls Clubs of America
    Helping youth develop into productive, caring, and responsible citizens.
    View Profile
  • National AIDS Fund
    Using education and prevention to combat HIV/AIDS.
    View Profile
  • The Humane Society of the United States
    The nation's largest and most effective animal protection organization.
    View Profile
  • ninemillion.org
    A UN refugee agency campaign to provide education and sports for refugee children.
    View Profile
  • National Multiple Sclerosis Society
    Addressing the challenges of each person impacted by MS.
    View Profile
  • Sierra Club
    Protecting wildlife and wild lands, and preserving the health of the planet.
    View Profile
  • UNICEF
    Doing whatever it takes to save children's lives.
    View Profile
  • StopGlobalWarming.org
    Encouraging governments and corporations to stop global warming.
    View Profile
  • Susan G. Komen for the Cure
    Global leader in the fight against breast cancer.
    View Profile
Fasulye

7 Kasım 2008 Cuma

BİR GARİP HAFTA DAHA BİTTİ

Bu hafta değişik bir hafta oldu benim için, hem durgun, hem dalgalı, hem şansızlıkların peşimi bırakmadığı hem de sakin..

Yazmaktan çok okumakla geçirdiğim bir haftaydı. Yorumlar yaparak düşüncelerimi boşalttım daha çok. Yine de kafamı rahatlamış hissetmesem de, ruhumu rahatlamış hissediyorum.

İşyerimdeki bilgisayarımı bir günlüğüne elimden aldılar yenilenme sebebiyle önce, sonra diğer işlerimi halletmek için gittiğim bir dostun yanında daha kırk fırın ekmek yemem gerektiğini öğrendim. Sonra bir sabah gözümün ağrısı ile uyandım ve bütün gün canım yandı ve başım ağrıdı, aynı akşam dışarıda yemek yeme keyfine nail olalım derken üzerime dökülen bir büyük boy buz gibi ayran neticesinde hem ıslandım, hem çok üşüdüm. Ardından bir an önce üzerimi değiştirmek için eve vardığımızda anahtarın kapıda kırılmasına rağmen sakin kalabilmeyi başardım. Bitirmem gerektiği halde oyalandığım bir işi bütün gün bitirmeye çalışıp ertesi gün bu işi sunmam gereken toplantının iptal edilmesi ile haftayı şimdilik tamamladım gibi gözüküyor.

Bütün hafta Üzmez'in bel altı maceraları ve dinimizce yargılanması ya da haklı çıkarılması ve Mustafa filmi ile ateşlenen Kemalizm polemiklerini okudum. Sonra İngiliz soylusu Ferguson'un ziyaret ettiği zihinsel özürlü çocukların barındırıldığı bakımevleri görüntüleri, Sayın Çubukçu'nun yorumları vesaire vesaireyi okudum. Yine de kendimi iyi hissediyorum ve sakinim.

Daha yaşadığım duygusal iniş ve çıkışların detaylarına hiç girmiyorum bile aslında.. Ama yine de bu sakinlik bir delilik öncesi sessizlik değil ise koca bir aferini hakkettim gibi görünüyor.
İyi haftasonları
Fasulye

2 Kasım 2008 Pazar

TÜM ÇOCUKLARIN BİR "GEPETTO"SU OLSA

Bütün çocuklar masum doğar ve hayatları boyunca kirlenir ya da kirletilirler. Kimileri için evin neşesi, kimileri için ekmek teknesi, kimileri için yaşlandıklarındaki sığınma evi, kimileri için herhangi biri, kimileri için ise ülkemizin geleceği…

Hayata geliş şekilleri ne olursa olsun, hiç birinin seçim hakkı yoktur geldiklere yere, herbirimizin olduğu gibi. Bu dünyada istenip, istenmediklerini bile bilmeden, temel ihtiyaçlarının karşılanmasından başka bir kaygı duymazlar hayatlarının ilk yıllarında.


Almasını istediğiniz her şekli alır, en yakınlarının doğrularıyla bakarlar hayata. Birazcık oyun için tüm tekliflere açıktırlar. Henüz yenemedikleri merak ve keşif duyguları cazip görünen her yere çeker onları. Tüm tuzakların kurbanı olmaya hedef olarak yaşarlar. Hiç olmadıkları yetişkinler dünyasındaki tüm parlak renkler gerçektir onlar için. O renklerin ardındaki ışık girmeyen noktaları seçemez çocuk gözleri.


Bir an önce büyüme arzularının kendileri için en büyük tehdit olabileceğini kim anlatabilir ki onlara?


Birazcık şanslı olanların kötüyle tanışmadan bir fikri bardır kötülük hakkında. Gerçek kötülüğün “tü ka ka”dan fazlası olduğunu anlatması zordur onlara. Altı yaşına kadar soyut kavramları somut algılar, süper kahramanlar gibi olmak isterler bu yüzden. Sonrasında sahip olmak egosu ile savaşmak zorunda kalırlar. Her vaade açıktır minik yürekleri bu aşamada.


Biz yetişkinlerin adını kötü koyduğu hiç bir şeyi doğuştan bilerek gelmezler hayata. Yaşayarak öğrenme sürecinden uzaklaşmadan herşeyi denemek isterler.


Kimi kendi literatürüne kötü olarak geçecekleri, en yakınlarından, kimi sokaktaki açıkgöz amcalarından öğrenirler. Kaçacak alan bırakmak gibi bir yetenekleri olmadığından bu noktadan sonra güçlerinin yetmediği savaşlarda bulurlar kendilerini, sığınacak bir yer bulamadan.
Büyük olan daima güçlüdür. Düzgün bir aile yanında büyüyecek kadar şanslı olmayanları, sokaktaki kurt kapar. Hatta anasının kucağından, babasının ocağından kapacak kadar cürretkardır bu kurt.


Bütün masalların güzel bitmediğini öğrenir çocuklar işte bo nokta da. Çocuklarının yetişkinler dünyasının çarklarında sona ermesiyle biter daima bu masal.


Hayattan öğrenilecek en büyük dersi, ilk ders saatlerine yazmıştır artık kader. Kötülük müfredatındaki dersler de tenefüs zili değil, bitiş zili bile çalmayacaktır çoğu zaman. Bu okulda sıfatlandıklarıyla büyüyecek, toplumda yaftalanmış olarak yaşam mücadelesi vereceklerdir artık.
Onları adını kötü koyduğumuz kalıplarda şekillendirenler yetmezmiş gibi, kötünün adını verenlerden de yiyeceklerdir hayatın sillesini. Artık ne iyi olmak için bir umutları, ne de sahip olmak istedikleri güzel rüyaları kalacaktır geriye. Onlara bırakılan tek çözüm yolu olan kötülükle yaşamayı öğrenecekler ve sağ kalacak kadar şanslılarsa hayattan ve kendilerinden intikam alırcasına hırsla bağlanacaklar hayata, yok olmadan yok etmek uğruna.


Bir çocuğun hayatını mahvetmenin hikayesiydi bu dinlediğiniz. İster psikolojik ve fiziksel şiddet, ister uygunsuz yollara saptırma ile ilgili binlerce öykünün kahramanlarından birinin minik kahramanını koyun bu hikayenin ortasına. Onları her zaman sevecek, koruyacak ve kollayacak bir “Gepetto ” olmadığı sürece, masal pesinin de onları gerçek bir çocuk ve insan yapmaya gücü yetmeyecek nasıl olsa.


Fasulye
Bu bir "Blog Hareket Günü" yazısıdır.

28 Ekim 2008 Salı

BENİM ATATÜRK'ÜM

"İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi, Fransa İhtilali'nin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre (...) yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır"


Ben çocukken Atatürk'ü ilk evimizde tanımıştım. Bizim zamanımız öyle ilköğretimden önce anaokuluna herkesin gittiği, annelerin çalıştığı bir dönem değildi. İlk tepkilerim nasıl olmuştu, nasıl değerlendirmiştim tam hatırlamıyorum aslında. İlköğretimde Atatürk ile karşılaşmam kara tahtanın üzerindeki büyük resmi ile olmuştur sanırım, sanırım diyorum çünkü bazen eşyalar öyle doğal gözükür ki gözümüze durdukları yerde onları farketmeyiz bile. Biz okul sıralarında çocuk aklımızla yaşarken o bizi seyrededurmuştur büyük ihtimalle.


Sonrasını ders kitaplarından hatırlıyorum. İstiklal Marşında ayağa kalkmamak günah sanırdım mesela, onu hatırlıyorum. Çok şiddetli tepki gösterirdi öğretmenler İstiklal Marşı okunurken konuşmayı bırakın, hareket etmeyi bile. Televizyon yayını sona erdiğinde çıkan askerler "Tüfek Omza" diye bağırır, ardından heybetli bir koronun söylediği İstiklal Marşı başlardı. Evdekilerin ayağa kalkmıyor olmasından bile rahatsız olur televizyonun karşısına geçer beklerdim bende. Diyorum ya benim için günah kıvamında bir şeydi o zamanlar. Yapmam lazımdı, içime işlemişti bu dürtü çünkü.


Atatürk öylesine doğal bir şekilde hayatın bir parçasıydı ki, onu sorgulamak, yargılamak kimsenin aklına gelmezdi. O bizim kahramanımızdı. O zamanlar bir türlü öğrenemezdim ilkelerini, adlarını değil, içeriklerini, bir zor gelirdi onları tek tek okuyup aklımda tutmaya çalışmak anlatamam. Dersdi çünkü, not almam gereken yaptırımlardı benim için sadece. Tarihleri ezberlemem lazımdı. Niye yapılmıştı, neden yapılmıştı, yazılılarda çıkan soruların cevabından fazlası değildi benim için.


"Yolunda çalıştığınız büyük kutsal ideali halkın kalbinde bir fikir halinden bir his haline getirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, madde madde açıklamak lazımdır. Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Onlara Cumhuriyet prensiplerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayınız. "


Sonra büyüdüm, büyürkende siyasete hiç ilgi duymadım. Belki 12 Eylül ve öncesini yaşayan ailemin korkuları vardı, bu nedenle de beni uzak tuttular günlük siyasetten. Ben ülkemin gerçeklerinden bi haber, derslerimi çalıştım, okuluma gittim geldim öylece.


Batı Trakya Türkleri'nin trenlerle Türkiye'ye gönderildiği bir dönem vardı belki hatırlarsınız, o dönemde evde annemle bir hafta küsecek kadar kötü bir tartışma yaşamıştık bu yüzden. Ben onların ülkesinin burası olduğunu ve gelmeye hakları olduğunu bağırıp dururken, annem Türkiye'de yeterince işsiz ve aç varken devletin onları bırakıp bunlarla ilgilenmesine sinirleniyordu. İlk defa o zaman içindeki Türk'lüğün farkına varmıştım. Ama önceki dönemlerde bu duygu içime nasıl yer etmişti, kim beni böyle işlemişti hiç farkına varamadım.


Atatürk'ü merak edip de tanımaya çalışmak fikri sanıyorum yirmili yaşlarımın sonunda doğru ancak aklıma gelmişti. Ders kitaplarından çıkıp da gerçek bir insan olarak onu tanıma merakı yani. Bir süre onun farklı fotoğraflarını toplamaya başladım. Yani öyle her yanda rastlanılan türden olanlarını değil. Gülümsediği örneğin, çocuklaştığı ya da hala da çok sevdiğim Florya'da çekilmiş fotoğraflarını. Asker ve devlet adamı olmayan Atatürk'ü. İnsanları incelemek, onlar hakkında kendimce yorumlarda bulunmak daima hoşuma gider zaten. Onu tanımak için ifadelerinden yola çıkmıştım bu yüzden. Hakkında anlatılan gerçekten çok şey vardı birbirini tekrarlayan.


Ama o da bizler gibi bir insandı işte, O'na duyduğum ilk derin hayranlık "Sarı Zeybek" belgeseli ile olmuştu fotoğraflarının ardından, Milliyet gazetesi belgeselin cd sini ve kitabını vermişti. O gece hasta haliyle o ortama girişi, vals yapışı ve ardından orkestraya sarı zeybek deyişi ve bütün asaletiyle sahnede zeybek oynayışı. Atatürk gerçekten hayran olunacak bir adamdı artık benim için. Bu ülkeyi kurtardığı, bir kahraman olduğu ya da bir dahi olduğu için değil. Olmak istediğim gibi olduğu için. Doğal, hümanist, kendine ve çevresine saygılı, idealist ve azimli. O fotoğraflarda bakan adam gerçek bir idoldü benim için o günden sonra.


Ama o noktada durmak olmazdı artık, onu daha çok tanımak istiyordum. Neyi neden yaptığını bilmek istiyordum artık. Hayatını, aşklarını, sevdiklerini, düşüncelerini bilmek istiyordum.

Keşfetmek istiyordum belki de onu. Okudum, okudum, derledim, topladım. Çok zekiydi bir kere, öngörülüydü, heyecana kapılıp, fevri hareketlerde bulunmuyordu, iradesi çok sağlamdı, çok iyi bir gözlemciydi. Hırslıydı aslında, ama yinede hırsını ona zarar verecek noktalara hiç taşımamıştı. Kalenderdi, soğukkanlıydı. Çocukları seviyordu. İnsanları seviyordu. Ülkesini seviyordu.


Bende onu seviyordum artık, hem de çok seviyordum. O benim kahramanımdı. Bir Türk olmasaydım da öyle olacaktı. Çünkü ben onu insan olarak tanıma yolunu seçmiştim. Gerçekten tanısaydım belki çok daha fazla sevecektim kimbilir.


Artık onun ilkeleri söz konusu olduğunda neyi neden yaptığını anlıyordum. Hak da veriyordum. Haklıydı, doğruydu bence çünkü. O yaşamayı seven ama idealleri için iradesini kontrol altında tutabilen, adil biriydi.


Hiç mi hata yapmamıştı, kimbilir belki özel hayatında pişmanlıkları olmuştu onunda bizler gibi. Ama ben onu bir insan olarak kabul etmiş ve sevmiştim bir kere, kimin hatası yoktu ki. Keşke kendini daha çok düşünüp, daha çok mutlu olsaydı. Keşke gerçekten dolu dolu bir aşk yaşasaydı mesela. Oturup onun hayatında tercihleri yüzünden kaçırdığı, onca güzelliğe bile üzülecek kadar çok sevmiştim onu. "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir (yeterlidir)" demişti ya hani. Ne kadar haklıydı anlamıştım.


Sevmek, anlamaktır, anlamaksa tanımak..
CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN!