23 Şubat 2010 Salı

DAHA NE BEKLİYORUM?

Güpe gündüz sokaktayız, en yakın arkadaşımı hırpalıyor mahallenin çocukları. İlk dalaşmaları değil bu aslında, daha önce hep sözlü sataşmalar olmuştu. Bir kaç sert restleşmenin ardından çekip gidiyorlardı. İri kıyımdır arkadaşım, güçlü kendine güvenli bir çocuk. Diğer mahallenin çocukları bile çekinirler ondan. Kendimi güvende hissederim onun yanında, gücünü göstermeyi seviyor olmasına kızmama rağmen korur daima beni, güvenirim. Dostumdur. Hataları olacak elbet, hangimizin yok ki.

Güpe gündüz sokaktayız, bir anda çıkıp geldiler arabaların arkasından, çekip kolundan ortalarına aldılar onu, kollarından yakalamış savuruyorlar. Sonra sırayla vurmaya başladılar, bir daha, bir daha... Bakamıyorum.. Sıktığım yumruklarım canımı yakıyor seyrederken onları, arkadaşımı kurtarmalıyım, onlar kalabalık ben ise tek başımayım.. Tırnaklarım batıyor avuçlarıma artık.. Omuzlarım yukarı doğru kalkmış, kollarım aşağı doğru gergin ve düz.. Cesaretle, korku arasında bir noktada bedenim.. Seyrediyorum arkadaşımı hırpalayışını diğerlerinin.. Daha ne bekliyorum?

Daha önce beni korumak için aynı çocuklara diklenişi geliyor aklıma, öne doğru bir adım atıyorum.. Sonrasında omzuma doladığı kolunun verdiği güven.. Kurtuluşum, gülümseyerek uzaklaşışımız ve o kahramanlık hissi..

Kırıldığım bir başka an beliriyor hemen gözlerimin önünde.. Gücüne güvenip bana koyduğu katı kurallar, kabul sınırlarımı zorlayışı.. Senin doğrun benimki olmak zorunda değil diye haykırdığım anlar yüzüne.. Yanağımda hissettiğim o korkuç acı, bana attığı o yumruk.. Bir adım geri atıyorum yeniden..

Günlerce görüşmemelerin ardından, apartmanın önünde karşılaşıp önce hafiften başlayan sohbetle yeniden oyuna dalışlarımız geliyor gözümün önüne.. Dostluğum, kişisel değerim..

Dudağından sızan kanı görüyorum.. Yine de başı dik mağrur, kaçmıyor, havaya da savursa yumruklarını, ne ağlıyor, ne yardım istiyor..  Ben duruyorum oysa.. Seyrediyorum yanlızca, ne yapmam lazım kesiremiyorum? Yardım mı istemeliyim..? Çığlık mı atmalıyım yoksa?

Göz göze geliyoruz bir an.. Bakışlarımı yere indiriyorum.. Yüreğimde bir ince sızı, yumruklarım hala sımsıkı..  O olsa asla beklemezdi, çoktan girmişti kavgaya biliyorum. Canım yanacak, korkuyorum. Biraz daha beklersem dostumdan olacağım.. En fazla yiyeceğim bir kaç yumruk oysa şu an.. Yok duramayacağım daha fazla... Karışıyorum kavgaya.. Bedenim ağırlaşsa da yediğim yumruklardan, ruhum hafifliyor..

Anlıyorum "değerlerime sahip çıkmak için mükemmel olmaları gerekmiyor... "

Bunları hissediyorum gazete başlıklarını okurken.. En yakın arkadaşımı dövüyor mahallenin çocukları, güvenliğimin garantisi, koruyucumu tartaklıyorlar gözlerimin önünde. Tırnaklarım batıyor avuçlarıma artık.. Omuzlarım yukarı doğru kalkmış, kollarım aşağı doğru gergin ve düz.. Cesaretle, korku arasında bir noktada bedenim.. Seyrediyorum arkadaşımı hırpalayışını diğerlerinin.. Daha ne bekliyorum?


Fasulye.

BLOGUMUN ŞARKISI : MÜFİDE İNSELEL - FASULYEDEN


Müfide İnselel - Fasulyeden by Petite_plumes

pek iyi değilim bu günlerde

şarap çare olmadı
yok yemeğe gelemem sizlerle
karnım hiç acıkmadı

pek iyi değilim bu günlerde
serde huzur kalmadı
ısrar etmeyin gelemem sizlerle
ikramiye çıkmadı

fasulyeden sevildim hep
oynadım fasulyeden
zararım külliyen mi yoksa
külliyen mi bünyeden

azad edin beni dostlar
yittim,yittim,gittim.
belki bir gün dönerim aranıza
ben şimdilik bittim

----
Sipariş etsem bu kadar olur muydu acaba :)
Fasulyeden

BEN TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE SAHİP ÇIKIYORUM!

Önce dinimi kirlettiler.. Müslümanlığa yapıcı değil, yok edici darbeleri vurdular hep.. İslam'a en uzak noktaya sıçrattılar bilmeyeni.. Bileni bezdirip susturdular.. Öyle hızlı yayıldılar, öyle hızlı koydular ki adını.. Onlara karşı koyuşun adını din koydurdular bize.. Oysa Allah değildi karşımıza aldığımız.. Kur’an değildi.. Anadolumun en sarsılmaz birliğine inanç birliğine dil uzattırdılar.. Bunun adını Müslümanlık koydular..
Değildi..

Sonra Cumhuriyetime, anayasama dil uzattılar.. Yok muydu yanlışları, vardı elbet.. Yok muydu eksikleri, vardı.. Devrim muhafazakarlığı zarar vermemiş miydi hepimize, vermişti.. Özeleştiri yapmak lazım değilmiydi lazımdı.. Milletlere böldüler ülkemi.. Irklara.. Dinlere.. Tarikatlara... Oysa Mevlana'yı bağrına basan Anadolu'nun çocuğuydum ben.. Komşumun dinine, ırkına, kökenine hiç bakmadım o güne dek.. Yıllar sonra arkadaşlarımın kökenini öğrendim bu yüzden oysa.. Kimliklediler hepimizi.. Saflara ayırdılar.. Oysa kardeştik hepimiz bir zamanlar.. Komşum sadece komşum, arkadaşım sadece arkadaşım, dostum sadece dostumdu.. Bunun adını demokratiklik, açılım koydular..
Değildi...

Ülkemin aydınlarını topladılar tek tek.. Nedir aydın olmak..? Aydın, evrensel doğru düşünceyi yakalamak isteyen kişidir.. Ellerindeki ampulun ışığı dışında ışık sızdıran herkesi aldılar.. Yok muydu yanlışları, yok muydu ideolojileri, vardı.. Tehdit miydiler bu ülkeye.. Canınıza kasttettiler mi? Aydın düşüncenin tohumuna tahammülleri yoktu.. Bir ampul ışığında karanlığa mahkum ettiler bizi.. Oysa ülkem bu kadar karanlık mıydı sahiden..
Değildi...

Şimdi Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırıyorlar.. Darbe planı yapılmamış mıdır sahiden..? Yapılmıştır.. Yok mudur orduda eksikler yalnışlar ..? Vardır.. Bu mudur müdahale yöntemi..? Askerlik de kalkar mı dersiniz bu gidişle..? Lejyonerlere mi emanet edeceksiniz canınız ileride..? Bir ordu sahibi olmanın dünyadaki gücünü görmezden mi geleceksiniz..? Ordu militarist bir anlayışın sembolü mü sahi bu ülkede.. ?
Değildi...

Ne olacak bunun sonu dersiniz..? İçiniz rahat mı sizin..? Hazmı kolaylaştı mı örnekler çoğaldıkça.. Elinizde şüphe duymadığınız bir değer kaldı mı..? Sizden sonrakilere miras şüpheleriniz kaldı elinizde..

Bundan sonra hangi değerde sıra.. ?

Ben Türk Silahlı Kuvvetlerine sahip çıkıyorum sadece kendi adıma ya da tek başıma..!

17 Şubat 2010 Çarşamba

TÜRKİYE İLK HEDEFİN KARDEŞİN..!

Hatırlarsınız Yıldırım Bayezid'ın Timur'a esir düşmesi ile başlayan bir dönem vardı Osmanlı'da  "Fetret" devri.. Kardeş kavgaları ile dolu bir karmaşa dönemi 1413'lere kadar sürmüş ve bir çeşit bunalım dönemi olarak da anılmaktadır. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu Saltanatının tek sahibi olma düşüncesi akla gelince anlaşılmayacak da bir dönem değil.. Geyik derisi kırmızı koltuk kavgası yapanları gördükten sonra...

Timur'un güçlü bir Osmanlı'ya tahammülü yoktu. İşbu sebepten Bayezid'ın esir düşmesinin ardından, kendi hakimiyetini tanıyan bir kaç Osmanlı Beyliği olması çok daha iyi olacaktı. İlk iş olarak, Yıldırım Bayezid tarafından kurulan Anadolu birliğini parçalaması da gerekiyordu. Bu nedenle Anadolu beylerine ait olan yerleri Osmanlı'dan alıp onlara verdi. Geriye kalan toprakları da Bayezid'ın dört oğlu arasında paylaştırdı ve devir başladı.. Fetret Devri...Kardeş kavgaları...

Kürt  ve Alevi açılımı gibi demo-kritik saçılımlar, nankör tekel işçileri, vatan haini ergenekoncular, darbeci TSK, putperest laikler, ılımlı islamcılar, baskıcı mahalleciler, alkolsüz meyhaneler, dumansız hava sahaları, denizsiz fenerler  derken bu sabah gazeteye bakıyorum bakanlarımın başı kimseyi hedef göstermemiş.. Şaşırıyorum.. Gerek kalmadı artık diye geçiriyorum içimden haliyle.. Daha atomlarımıza ayrılacak değiliz ya.. Sahi Timur kimin atasıydı?

Bir de bakıyorum, Zekeriya Beyaz konuşmuş bu defa.. "12 Eylül Eşcinselliği Önledi...". Yok canım diyorum bu herkesin bildiği 12 Eylül değildir, tarih benzerliği.. Okumaya devam ediyorum, açıklıyor Beyaz :

Bülent Ersoy'un da aralarında bulunduğu pek çok şarkıcının darbeden sonra yasaklandığını anımsatan Beyaz, 12 Eylül'ün bu konuda "faydalı" olduğunu şu sözlerle ifade etti:

12 Eylül ihtilalinden önce pavyonlarda bu tür insanlara aşırı bir rağbet gösterildi. Onları şarkıcı yaptılar. Bir anda gençler bu işe özendiler. Bunların sayısı hızla arttı, çünkü müthiş para kazanıyorlardı. 12 Eylül bunlara el koydu. Birilerinin de sahneye çıkmasını yasakladı."

Takvime bakıyorum 1 Nisan değil. Kenan Evren'i getiriyorum gözümün önüne darbe bildirisi okurken.. Bülent Ersoy'u düşündüğünü düşünüyorum. Yok canım değildir diyorum, yıllarca Bülent Ersoy yüzünden mi darbe sonrası sendromlar yaşadık biz. Kim bu Beyaz sorusunu soruyorum kendi kendime, bilmediğimden değil, anlamadığımdan.. İmam Hatip mezunu olduktan sonra bir süre mesleğini yapıp, diyanetten istifa ediyor ve 10 yıl kadar serbest yazarlık gazete köşe yazarlığı yapıyor. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünden “İslam Hukuku ve Türk Medeni Hukukuna göre Evlenme” konulu teziyle Yüksek Lisans mezunu oluyor. Ardından sırasıyla  İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi profesörlüğü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı  görevlerini yapıyor. Sene 2010 açıklıyor "12 Eylül eşcinselliği engelledi". Her ne kadar dinimizde din adamlığı mertebesi olmasada, bunca eğitim liderliği görevinden sonra hedef gösteriyor ülkemdeki eşcinselleri bir de.. Bu doğuştan değildir diye de tıbbi açıklamalarda bulunup, yetiştirme tarzı ile ilgilidir diyerek bir de aile terbiyesi öğretiyor hepimize sayın profesör..  Lut kavmi anlatılır Kur'anda bilenler bilir.. Eşcinseller hedef gösterilmez.. Allah kavimleri kendi cezalandırır..Kuluna kulunu kıydırmaz.. Ciddiye almaya değmez diyorum boş veriyorum.. Adam profesör ama ciddiye almaya değmez diyorum yine de..

Bir başyazar okuyayım diyorum aynı gazete de ülkemin gündemini ciddiye alan biri olsun.. Tam başlayacağım okumaya ki, ilk paragrafta ki cümleye takılıyor gözüm :

"Cemil İpekçi: Ruj sürmek eşcinsel hakkı demek değildir" dedi..

Tamam diyorum olmayacak böyle..
Bırakıyorum gazeteyi elimden..
Bu millet adam olmaz..!

Fasulye..

15 Şubat 2010 Pazartesi

OLMAYA DEVLET CİHANDA..

Gündemi takip etmedim bir kaç gündür.. Yok aslında ilgilenmediğimden değil.. Baktım çizmeyi aşacağım biraz sakinleşeyim önce dedim.. Bu sabah da dahil gazetelere bakmadım, bakmadım ama maillere bakmadan da olmuyor ki.. Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı...

Hey gidi Kanuni boşa dememiş "Halk içinde muteber bir nesne yok DEVLET gibi, Olmaya DEVLET cihanda bir nefes SIHHAT gibi.."


Sağlık sektöründe epeydir yaşananlar malumunuz.. BİM (Bizim İçimiz Münafık)'lerde ilaç alma fikrinin hala şaka olduğuna inanmak istiyorum.. 2008 yılı temmuz ayında piyasaya çıktığı haberini duyduğum bir diş macunu vardı "Mü'min" hatırlayanlar olacaktır, bir yazı yazmıştım o konuda da.. Bu macun Malezya'dan gelmişti ülkemize, adı "Mü'min"di çünkü içinde anason yoktu, helaldi.. Malezya'da yayınevlerinde satılıyordu. Evet yanlış duymadınız, yayınevlerinde... Kendimce bu garip ülkeye bir gerekçe bulamamış ve "piyasadaki bütün kitapları islam ahlakında aykırı diye toplayıp işsiz kalan yayınevi çalışanlarına yeni bir sektör yaratmaya çalışıyorlar sanırım" şeklinde bir sonuca varmıştım birazda gülerek o zamanlar.. Bilemezdim tabi ülkemde olacakları o zamanlar, her ne kadar bakanlarımın başı sinyaller vermiş olsa da o yıllardan..

Dertlerimizi yaptığımız zincirlere,  eczaneler ekleyeceğiz anlaşılan.. Daha da  doğrusu bu eczanalere prangalanacağız zincirlerle, çünkü başka çaremiz kalmayacak.. Aklıma bir türkü geliyor hemen, çok manidar çook..

"ZAP SUyu Derin Akar Oy Sinem Mi Sinem Mi,

CAN ALIR Yürek Yakar Oy Sinem Mi Sinem Mi,
Ben Sevip Eller Ala Oy Sinem Mi Sinem Mi,
BANA DA KİMLER BAKAR, Oy Sinem Mi Sinem Mi"

El elin eşeğini türkü söyleyerek arar diye boşuna demiyorlar tabii..

Öte yandan devlet hastanelerinde görev yapan doktorlara muayenehane kapattıracağız.. Yani yakında ya muayenehane kalmaycak, ya devlet hastanesi... Zaten bakanlarımın başı özel hastaneleri açarken demiyor mu sağlık sektöründe çok büyük atılımlar yaptık diye..

"ZAP SUyu Aktı Geçti Oy Sinem Mi Sinem Mi,

Sinemi YAKTI GEÇTİ Oy Sinem Mi Sinem Mi,
Güzellerin İçinden Oy Sinem Mi Sinem Mi,
Benim SAĞLIĞIMI Seçti Oy Sinem Mi Sinem Mi."

Nasıl gelinmişti bu noktaya sahi, nemiz vardı kuzum Allahaşkına.. Gelin bir doktorun ağzından dinleyelim..

"Benim çocukluğumdan beri mevcut olan, o yıllarda gizli gizli, son zamanlarda ise açıktan yapılan hekim düşmanlığının nedenleri üzerine artılarıyla ve eksikleriyle olacak bir değerlendirmedir bu.

Şöyle ki;

Hekimlerin göz ardı edilemeyecek bir bölümünün yanlış davranışlara yönelmesi, her şeyden önce tabiatın affetmediği tek şeyin dengesizlik olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bu ilk adımdır. Bu dengesizliğin
ne olduğunu soracak olursanız, özellikle 1980 darbesi ile kişisel uhdeleri de içinde barındıran ve ilk olarak Silahlı Kuvvetler içerisinde Kenan Evren'le başlayan "ben hekimi burnunu sürttüre sürttüre çalıştırırım" zihniyetinin bugünlere sirayet etmiş anlayışının eseridir bu. Popülist yaklaşımların oya tahvil edilen güzelliklerinden bahsetmiyorum bile.

Ben 1986 yılında mezun olup 1987 yılında Tbp.Ütğm. rütbesi ile Alay Baştabibi olarak göreve başladığım yıllarda, sadece lise mezunu ve tanıdık torpil vs ile bir bankada çalışan sıradan bir memur arkadaşım, sözleşmeli personel ayrıcalığı ile benim tam 3 katım maaş alıyordu. Ben ev kirası ödeyecek mali imkanlara sahip olamadığım için, içim kan ağlayarak şartlı olarak Sb. Lojmanında oturan Astsb. Arkadaşımın çıkartılmasına sebep olup, başımı sokacak kulübeyi andıran bir lojmanda anacığımla hayatımı idame ettirmeye çalışır ve çatısının bir gece ansızın çöktüğü bu bakımsız ve yaklaşık 50 yıllık, lojman diye bana verilen evin mutfak bacasından çöken tavanının molozlarını gecenin bir yarısında temizlemeye çalışırken, bu lise mezunu bankacı arkadaşım, aynı devletin O' na sağladığı imkanlarla, 1 tane de değil aynı anda tam 3 adet kooperatif evlerinin taksidini ödüyordu


..Bu arada sivilde çalışan gerek pratisyen arkadaşlarım ve gerekse uzman olan ağabeylerime de sosyal olması gereken devlet tarafından verilen resmi imkanlar da, askeri doktorlar kadar olmasa da benden çok farklı değildi. Çünkü "bir Tbp.Ütğm. Alay Komutanından fazla maaş alamaz" askeri düşüncesi sivilde de "nasıl bir doktor kaymakamdan daha fazla maaş alır" şekline dönmüş ve Ecevit zamanında uygulanan ve bugünkü tamgün yasası ile mukayese bile edilemeyecek kadar hakkaniyetli olan tam gün yasası iptal edilmişti. Ancak çok büyük bir defekt görmezden gelinerek. Muayenehanecilik.


1980 darbesi ile önce hekimliğin sosyo-ekonomik yapısı çökertildi. Ardından popülist yaklaşımlarla mecburi hizmetler konulup, o zaman Sn.Uğur Dündar' ın programlarından hatırlarsınız, köylülerin ahır olarak bile kullanmayıp kapısına kilit vurulan ağıllar bir tansiyon aleti bile olmaksızın kapısına sağlık ocağı tabelası asılarak, buralara doktor ve hemşire gönderildi.Daha da vahimi yılda 1000 doktor yetiştirme kapasitesi olan bir ülkede 5000 doktor kontenjanı yaratıldı.


Liselerin zeki, çalışkan azimli çocukları önlerine baktıklarında şunu gördüler. Lise yıllarında arkadaşların orda burada sürterken sen ders çalışacaksın, Üniversite sınavında en yüksek puanları alacaksın, 6 yıl boyunca dünya gezegeninin en zor eğitimini alacaksın, ondan sonra 2 yıl köylünün ahır olarak bile kullanmadığı bir yerde tansiyon aleti bile olmadan hastanın her türlü tıbbi-vicdani- hukuki sorumluluğunu alacaksın, sonra TUS sınavı gibi abuk subuk bir sınavı kazanma başarısı göstererek ihtisasa başlayacaksın, sefalet içerisinde geçen 4-6 yıllık asistanlık- ihtisas eğitiminden sonra uzman olarak tekrar 2 yıl mecburi hizmete gideceksin, bu ihtisasın üzerine 2 yıl da gastroenteroloji gibi nefroloji gibi bir yandal ihtisası yapacaksın (bu arada erkek doktorlar için askerliği saymıyorum bile) ve üst ihtisaslı bir uzman doktor olarak atandığın hastanede bir ambulans şöförünün yarı maaşını alacaksın.


Devletin reva gördüğü maaş bu.

İşte bunu gören liseliler Tıp Fakültelerini tercih etmemeye başladılar ve seksenli yılların sonunda Tıp Fakülteleri tercih sıralamasında 1.likten 13. lüğe düştü. Artık Tıp Fakültelerine daha düşük puanlarla girilebiliyordu üstelik göz boyamak için açılmış öğretim üyesi bile olmayan yeni Tıp Fakülteleri kurulmuştu. Mevcut Tıp Fak.lerinin kontenjanları da 2-3 katına çıkartılmış, 50 - 60 doktor yetiştirebilecek köklü fakültelere 150-200 öğrenci alınmaya başlanmıştı. Nasılsa NİTELİK önemli değildi NİCELİK ti önemli olan ve halkın gözü ne kadar boyanırsa o kadar iyiyidi.


Böyle bir devlet ve aynı devletin görmezden geldiği, dahası göz yumduğu muayenehanecilik işte böyle hayat buldu. Devletin sağlayamadığı, sağlamadığı hakkaniyet, hekim olan kişilerin kendisine bırakılmış ve yıllarca muayenehanecilik yapılmasına hiç kimse ses çıkartmamıştı. Hiç bir şey olamasam doktor olurum zihniyeti yerleşmişti. Tabii ki girilmesi kolaylaşmış Tıp Fakültelerine karakter zaafiyeti olan insanların da girmesinin yolu açılmıştı.


Bir tarafta devletin sosyal bir devlet olması gerekirken, bunu yerine getirmeyerek muayenehaneciliğ e zorladığı ortamda; bunu gerçekten vicdanı ile, dürüstlüğü ile yapan hatta yapmak zorunda kalan hekimlerin yanında, dumanlı havayı seven kurtlar misali olan ve muayenehane hekimliğini devlet hastanelerinin imkanlarını kullanmadan hastayı muayenehaneye yönlendiren hilkat garibesi doktorlar da peydah oldu ki, aile terbiyesi de eksik kalmış bu insanlar devletin kendi eli ile oluşturduğu jungle ortamında gemisini kurtaran kaptanlar oldu.


Bir taraftan da göz ardı edilmemesi gereken en önemli konu; devletin sağlık imkanlarını suistimal eden hasta popülasyonudur. Maalesef imkanı da olsa hiçbir kimse sağlığı için 1 kuruş vermek istemez bu ülkede. Çünkü devlet onlara bakmak zorundadır. O; devlete elektrik parası ödemez su parası ödemez vergisini ödemez ama devlet ona ve 10-15 çocuğuna bakmak zorundadır. Ne de olsa gökten zembillerle inmişlerdir. Ellerinde yeşil kartlar altlarında Mercedeslerle gelirler Numune Hastanelerine.


Hatta seçim zamanları milyonlarcası dağıtılır yeşil kartların ya da 1997 yılının rakamlarıyla muhtara 350 milyon lira rüşveti verince gıcır gıcır yeşil kartınız olur.

Ben sadece sizin haberinizdeki Bülen Serttaş' a sormak isterim. Acaba bir birey olarak kendisi ve yakınlarının sağlıkları için herhangi bir yatırım yapmış mı? Örneğin devlet imkanı olmasa bile çok iyi şartlar sağlayan özel sağlık sigortaları var. Çok uygun taksitlerle çok uygun primlerle inanılmaz sağlık harcaması imkanları sunuyorlar. Yoksa devlet Sn. Bülent Serttaş' a da mı bakmak zorunda. Evine almış olduğu bir LCD Tv. nin fiyatını sorgulamaz ama Böbrek taşınının çıkartılması için ödediği fiyatı yıllar sonra sorgulamak ihtiyacı duyar. Öyle ya televizyonu yıllarca kullanacaktır. Ama yıllarca ağrısız yaşamanın, dahası ileride olması muhtemel böbreğini kaybetme riskinin ortadan kalkmış olmasının bir önemi yoktur.


Üniversite hocalarının üniversite etiketlerini muayenehanelerinde ve hatta 2-3 özel hastanede konsültan adı altında kullanıp, pek doğal olarak üniversitede vermeleri gereken hizmetleri muayenehanesine ve özel hastanelere yönlendirmesi etik olmayan bir realitedir ki, bu zatları "tababet ağaları" olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır sanırım. Bir Tıp Fak. nin bir Anabilim Dalında 60 tane öğretim üyesi vardır, çünkü zamanında bu kadrolar alınmıştır, 60 öğretim üyesinin olduğu bir klinikte elbetteki görevini layıkı ile yapanların sayısı bir elin
parmaklarını geçmez. Hastalarını özel hastanelerde ameliyat ederler, gerekirse ameliyatları uzmanlarına yaptırırlar, gerekirse asistanları hastanın başına dikerler, herhangi bir komplikasyon olduğunda da hastayı hemen devlet garantisi altına, üniversite hastanelerine çekiverirler.


İşte bu da ağalığın bir başka formudur. Bunun yanında özellikle özel hastanelerde hastane patronlarına yaranabilmek ve vur-kaç taktiği ile yapılmaması gereken ameliyatlar yapılır, kullanılmaması gereken aletler kullanılır, hastadan para almazlar ama malzeme temin eden firmalardan, faturası devlete ödetilen malzemelerden alınan komisyonlarla yüzlerce milyar para kazanılır.


Eğer mesleğinizi adam gibi yaparsanız, endikasyonu dışında ameliyat yapmazsanız, "hasta Tanrı' nın biz hekimlere emanetidir" zihniyeti ile çalışırsanız, bu sefer de Hastane sahipleri tarafından sevilmez ve sayılmazsınız.Hatta bu hastane sahipleri hekim olsa bile.Eğer çok ameliyat yapıp, çok hasta yatırıp, hastaneye para kazandırmazsanı z, İYİ HEKİM OLABİLİRSİNİZ ancak asla DEĞERLİ HEKİM olamazsınız. Çünkü bu ülkede artık hastane yok, işletme var.


İşte tam da burada, getirilen tam gün yasası ile artık bu işlemler KANUNİ BİR ŞEKİLDE DEVLET HASTANELERİNDE YAPILACAKTIR. Performans adı altında, bırakınız fazla para kazanabilmeyi, geçimini sağlamak için hekimler yapılmaması gereken ameliyatları yapacaktır, kullanılmaması gereken malzemeleri kullanacaktır, Tıbbi yolsuzlukları n önü kanuni bir şekilde açılmış olacaktır. Şimdi sıradaki Devlet hastanelerini de Kamu Hastaneleri Birliği kanunu ile özel sektöre devretme çalışmaları vardır.

Ve çok yakın zamanda artık devlet, tıpkı Tekel İşçilerinde olduğu gibi "kardeşim ben devletin hastanelerini tekel fabrikaları gibi sattım, artık benim sizinle işim yok, muhatabınız ben değilim, gidin ne haliniz varsa görün yeni patronlarınız yeni sahiplerinizdir" diyecektir.


Bugünkü şartlarda Özel Hastanelerin insanlara açıldığını da zannediyorsanı z yanılmaktasınız. Çünkü SGK nın bir hasta muayenesi için özel hastanelere verdiği 15 lira, zaten hastanın devlete hastanede ödediği 12 ve eczanede ödediği 3 lira ile karşılanmakta, devlet vatandaşın cebinden çıkan parayla özel hastanecilik yapmaktadır. Zavallı yurdum hastaları da bunu halk-bayram zannetmektedir.


Özel hastanede çalıştırılan doktorların durumunun iyi olduğunu da sakın zannetmeyin. Eğer çok şanslı bir doktorsanız maaşınızı en iyi ihtimalle 2-3 ay geriden alırsınız. O da taksit taksit ve hastane sahibinin insafına göre. Özel hastanelerde 11 ay geriden maaş alan hekimler vardır. Biraz araştırırsanız, pavyonlara düşürülmüş kadınlar gibi pek çok gerçek yaşam öykülü ile karşılaşırsınız.

Çözüm,


Öncelikle hekimle hasta arasındaki para alışverişinin ortadan kaldırılması gerekir. Bu da yılların emeği ile olunmuş Prof. Dr.lara yazınızda belirttiğiniz gibi 700 lira maaş ile olmaz. Kendinizden pay biçiniz sayın Munyar, siz 700 lira ya gazetenizde çalışır mısınız? Eğer Amerika'da ki gibi hizmet bekliyorsanız, o hizmeti verecek doktorun yıllık maaşının Amerika'daki muadilinin haydi vazgeçtim eşit olmasından,, onda biri olması sizi rahatsız eder mi? ( ABD' de bırakın hocasını, bir nöroşirürji uzmanı arıyorlar yıllık 1milyon dolar maaş ve
bulamıyorlar biliyor musunuz? Bulamadıkları için de Yale Üniversitesinin kapısına asıyorlar bu ilanı) Hekiminize insanca yaşayabileceği, ailesini geçindirebilip, çocuklarını bu devlete millete hayırlı insanlar olarak
yetiştirebileceğ i maddi ve manevi imkanları sağlarsınız, 1980 li yıllardan beri ayaklar altına alınmış onurunun iade-i itibarını sağlarsınız, o zaman "işte kardeşim muayenehane açma ben sana bu kadar para veriyorum ve o paranın karşılığını bekliyorum" dersiniz. İşte o zaman hastasını muayenehanesine davet eden hekimin çanına ot tıkayabilirsiniz. Bütün bunlar olmadıkça, maalesef 4-C lileştirilmiş küskün ve bıkkın hekimleriniz olacak ve maalesef Tanrı da siz de dahil olmak üzere herkese Clevland yolunu gösteremeyecektir.


Ben kimiyim?
31 yıl 5 ay üzerinden GATA Tıp Fak. Nöroşirürji Anabilim Dalı' ndan kendi isteği ile emekli olmuş, bu kadarlık hizmeti karşılığında devletinin kendisine layık gördüğü emekli ikramiyesi ile başına bir ev bile alamamış, Öğrenci yetiştireceği en verimli zamanında Üniversitelerin vermiş olduğu aylık 1750 lira maaşla geçinmeyi göze alamadığı için, özel hastanede çalışmaya başlamış, ama endikasyonu dışında ameliyat yapıp, yolsuzluk yapıp insanları kasap gibi doğramadığı için, özel hastane sahipleri tarafından da sevilmemiş, bu nedenle 2,5 yıl içinde 3 hastane değiştirmiş ve muhtemelen daha da değiştirecek olan, daha Lise 2 de Nöroşirürji Uzmanı olmak için karar verdiğinden ODTÜ Elektrik-Elektronik Müh.ni bırakmış, ama artık maalesef tv sunucusu olsun, sanatçısı, gazetecisi olsun, hatta cunta başkanı ya da bir devletin başbakanı olsun geçmişte bazı bireysel hataların (hata doktorun mu? Devletin mi?) faturasını bir meslek camiasınının tamamına keserek, popülarite rantı sağlamasından, herkes tarafından örselenmekten yorulmuş ve ne yazık ki artık bu meslekten soğutulmuş, bunca yıllık hayatında da ne üniformasına ve ne de önlüğüne toplu iğne başı kadar leke bulaştırmamış,

Doç. Tbp. Kd. Alb. (E)
Hakan Kayalı
Beyin ve Sinir Cerr. Uzm."

SATIR ARASI İNSANLARI...

Satır aralarında yaşanan duygular vardır, satır aralarında süren yaşamlar.. Satır arası insanlarıdır onlar.. Sayfalar dolusu yaşamların, okuyucusunu bulamamış kayıp hazineleridir her biri...

Öyle ilk okuyuşunuzda çözemeyeceğiniz, boş sandığınız sayfalarında gizlenmiş binlerce sözcük vardır.. Yazılmayanları okumak düşmese de kimseye, bazen yazılanların söylediği anladığımız değildir ki yine de..

Söylemek istememelerinden değildir sessizlikleri, aksine haykırmak istenip de susulanlar, anlatmadan, anlaşılması istenenler vardır yüreklerinde..

Belki kelimeler yetmediğinden, belki yürekler yetmediğinden öylece sıkışıp kalmıştır iki dudak arasına..

Belki zamanı gelmediğinden,
belki şimdi zamanı olmadığından,
belki zamanı çoktan geçip gittiğinden...

Seçemezsiniz onları kalabalıklar içinde, zordur satır arası okuyucusu olmak.. Dinlemek, anlamak, öğrenmek hepsinden çok izlemek gerekir.. Kapak resmine düşen gölgesinden fazla,  kendine özgü bir kriptosu vardır, satır arasında gizlenen insanların... Görmek istemediğiniz sürece, görünmeyecek kadar yüreklidirler.. Ben burdayım diye haykıran renklerden değildir onların renkleri.. 

Satır aralarında kaybolacağınız kadar büyük, bir daha asla ayrılmak istemeyeceğiniz kadar yücedir gönülleri.. Yaşanmamışlıkları değil, yaşanmışlıkları vardır aksine onların.. Karanlığı aydınlatmaya hevesli ateş böcekleri olmak yerine, karanlıktan aydınlığa çıkmak isteyenlerin ışığı olarak beklemeyi tercih ederler sessizce.. Hayatın peşinden koşulan bir kovalamaca değil, her anın tadına varılması gereken bir macera olduğunu farketmişlerdir çoktan.. Cesaretin olmadık yerde, olmadık çıkışlar yapmak değil, zamanı gelene kadar cesurca beklemek olduğunu öğrenmişlerdir. Dinlemeyi bilirler satır arası insanları, sadece ağzınızdan çıkan kelimeler değildir anlattıklarınız onlar için, sesinizdeki her tını, gözlerinizdeki her hareket anlam katıyordur anlattıklarınıza.. Anlatmadıklarınızı anlayabilirler hiç zorlanmadan.. Satır arasında yaşamakdır onların uzmanlık alanları..

Fasulye

7 Şubat 2010 Pazar

YENİ YILIN EN GÜZEL HEDİYESİ - 3

Laktoz.Net Makale/Özgün Yazı yarışmasında ikinci "Bir Günün Hikayesi" adlı yazımla ikinci olmuşum.. Gerçekten çok mutlu oldum.


Miladi yıl 2010, aylardan Şubat, günlerden 7, sitelerden Laktoz.Net, köşelerden .. Laktoz.Net Yarışmaları Sonuçlandı!!!

2010 gerçekten çok farklı başladı benim için.. Yıllardır yazıyor olmama rağmen hiç bu kadar çok üst üste mutlu olmamıştım yazdıklarım nedeniyle.. Laktoz.Net yarışmasına katılmam için ısrar eden ve destek olan sevgili arkadaşım Aktif Mutfak (Aytaç)'a ayrıca çok özel teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Ayrıca yine değerli puanlarını benden esirgemeyen Kan ve Revan blogunun sahibi değerli Ryuka'ya da çok teşekkür ederim..

Teşekkürler :) Hem de çook çook..

Bu arada ilginc bir şey keşfettim..


ve bugun 07.02.2010.. Sanırım 7 rakamını aklımda tutsam iyi olacak :)

3 Şubat 2010 Çarşamba

HIRSIZIN HİÇ Mİ SUÇU YOK!

Peygamber lakaplı bakanlarımızın başı, birliğimizin muhafızı, İslam imparatorluğunun sultanı, tekel işçilerinin durumuna çözüm üretiyor :

Asgari ücretlilerin, memurların, emeklilerin, tüyü bitmedik yetimin vebali var. Bu ücretle çalışacak bu ülkede milyonlarca işsiz var; milyonlarca asgari ücretli var

Gülecek halim yok ama aklıma bir fıkra geliyor..

"Bir gün Nasreddin Hoca’nin esegi çalınmıs. Can sıkıntısı içinde durumu komsularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış.

Birisi :- Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın sanki ?
Bir başkası :- Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor ? diye konuşmuş.
Bir diğeri de :- Hocam demiş, kusura bakma ama eşegin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın bile yok. Nerden baksan dökülüyor.
Hoca kızmış :- Yahu demiş, iyi, güzel de kabahatin hepsi benim mi ? Hırsızın hiç mi suçu yok !!!"

Emekliyi bankalara haraca bağlayarak kurtaracağız ya zaten babacan bakan soyledi.. Bankalar milleti soyarken seyrettik çünkü, hani hayvanı kesmek için semirsin diye beklenir o hesap.. Şimdi keseleri doldu, yolalım hesabı.. Nasılsa kutsal bir amacımız var.. "Emeklinin vebali"..

Üçyüz beşyüz işçiye pabuç bırakmaz benim bakanlarımın başı.. Ya sahi nerde bu Deniz Feneri.. Bak insanlar sokaklarda aç, donacaklar.. Ah Ankara'da deniz yok, Sayın Baykal'ı saymazsak tabi.. Zaten Deniz Feneri'nin üzerindeki öksüzün, yetimin vebali onlara yetiyordur bir de gelip Tekel işçisiyle mi uğraşacaklar.. Vebal aşımına uğramıştır onlar...

Ya baksanıza asker ülkeyi bölüyor, işçi emeklinin, öksüzün, yetimin hakkını istiyor, aydınlar çete kuruyor, yardım dernekleri soygunculuk yapıyor, Allah depremlerle cezamızı veriyor, bakanların başı habire birlik söylemi yapıyor..

"Şecaat Arz Ederken Sirkatin Söyler" derken öz eleştiri yapıyor da biz mi anlamıyoruz acaba Türkçe konuşmadığı için..

Sevgiler
Fasulye

Merdi Kıpti Şecaat Arz Ederken Sirkatin Söyler - "kendini överken ayıbını söyler" anlamında kullanılan bir deyimmiş, öğrenin.. Haberler izlerken bakanların başının ne dediğini  anlayabilelim  diye Çince alt yazılı kopyaları çıkar yakında, satarlar medya plazaların  önünde...