4 Mayıs 2010 Salı

Salıverdim Çayıra - Amerika (2)

Derken gideceğimiz gün gelip çatmıştı. Bizi havaalanında dış hatların kapısında bıraktıklarında saat sabahın üçü idi. Şubat ayıydı ve Ankara'da hava çok soğuktu. İstanbul'da aktarılacaktık önce, sonra da Miami'ye doğru yola çıkacaktık. Gözlerimizi açık tutmaya çalışarak, dış hatlardaki bir cafeye oturduk. Niyetimiz bir kahve içip kendimize gelmekti. Arkadaşımın valizi o zamanlar yeni çıkmış olan şu sert plastik gibi şeylerdendi. Ne dendiğini hala bilmiyorum. Babası yurt dışından almıştı ve üzerinde kilitleri vardı.



Nerden icabettiyse kahvelerimizi içerken, arkadaşım birden valizini açma fikrine kapıldı. Anahtarlarını kocaman tahtadan bir elma anahtarlığın ucuna taktığını söylemişti.

Çantasını karıştırmaya başladı, epeyce bir süre çantanın içinde dolanmasına rağmen anahtarları bulamamıştı. Bu defa sen heyecandan bulamamışsındır diye bir de bek bakayım dedim, ama sonuç onunkinden farklı olmadı. O anahtarlar olmadan da valizi açmak, ancak kırmak yoluyla olabilecekti ve valizin başına bir şey gelirse babası bundan pek hoşlanmayacaktı. Bir süre sonra ikimiz birden çantanın içindeki her şeyi masanın üzerine yaymış, tekrar tekrar bakıyorduk. Kabanının, pantolonunun ceplerine her yere baktık. Yok.. Anahtar uçmuştu sanki.. O kadar aramaya orda olsa kesin bulurduk diye düşünerek, bu sefer anahtarların evde kaldığına kanaat getirdik. Bu da beraberinde “İyi ama orada valizi nasıl açacağız?” sorusunu gündeme getirdi haliyle. Uçağın kalkmasına bir saat kadar bir vakit kalmıştı.


Artık ayılmak için kahveye ihtiyacımız yoktu.. O saatte işlemeye alışık olmayan beynimiz bir anda uyanmıştı. Bir süre daha arama ritüelini tekrarladıktan sonra, arkadaşım evdekileri arayıp sormanın iyi olacağına karar verdi.

Bizi havaalanına benim ailem getirmişti. Dolayısıyla onun ailesi şu saatte kesinlikle uyuyor olmalıydı, bu nedenle o saatte ararsa bir şey olduğunu sanıp, paniğe kapılabileceklerini söyledim ama, havaalanındaki panik daha fazla olduğundan dayanamadı aradı. Telefonu duymuyorlardı, uyuyorlardı haliyle. Zaten duysalar ve anahtarı bulsalar bile uçak kalkmadan bize yetişmeleri de pek söz konusu değildi. Ama hiç değilse anahtarı aramaktan vazgeçecektik.

Valiz açılmadıkça ikimizide stres basmıştı, çok pahalı bir valiz bu kıramayız diyordu arkadaşım, bunu kırar ordan yenisini alırız dediğimde. Sabahın dördünde ikimizde normal düşünemiyorduk sanırım. Birden aklımıza havaalanı güvenliği geldi. Nasılsa onlar valiz açmanın bir yolunu biliyorlardır, işleri bu diye düşündük.


Güvenlikteki adam hikayemizi dinledikten sonra, elindeki yüzlerce anahtarı valiz üzerinde denemeye başladı, ikimizde gözlerimizi kocaman açmış onu takip ediyorduk, ve bilmem kaçıncı anahtara gelindiğinde, bir tık sesi duyuldu, kilidin bir tanesi açılmıştı.. Heyoyduu... Ama ne yazık ki konu burada kapanmayacaktı, zira aynı anahtar diğer kilidi açmıyordu ve geri kalan anahtarların hiç biriside açamadı.

Şimdi ilkinden daha vahim bir durum vardı valizin bir tarafı açıktı ve uçağa yerleştirme sırasında atılıp tutulacağından muhtemelen içindekiler saçılacaktı. Az öncenin kahramanı anahtar açtığı kilidi anlamadığımız bir mantıkla şimdi kapatmıyordu çünkü..

Kaybolan anahtarla başlayan ve açılmayan valizle devam eden kriz, yarı açık valiz şekline dönüşmüştü, uçağın kalkmasına artık çok az zaman vardı. Valizi bu şekilde taşımak bile çok zordu.

Sonra yine bir mucize oldu, hava alanındaki satış dükkanlarından ip tarzı bir şey alıp valizi bağlamak geldi aklımıza.. Ne de olsa Türk’dük.

İnanılmazdı ama ilk girdiğimiz dükkanda çamaşır ipi satılıyordu.. “Hava alanında neden çamaşır ipi satılır ki?” diye düşünmek o an için çok saçmaydı.. Demek ki lazım oluyordu..

Valiz koyu bordo, çamaşır ipi kalın naylon, burgulu ve masmaviydi.. Yapacak bir şey yoktu, mecburen valizi o iple sıkı sıkıya bağladık. Köyden indim şehire modeliyle Amerikaya gidiyorduk. Otele vardığımızda nasıl açacağımızı yeniden düşüneceğimiz sorun en azından o an için çözülmüştü

Artık zaman kalmadığından, valizlerimizi teslim ettikten sonra elimizde kalan küçük çantalarla uçağımızın kalkacağı kapıya geçmek için güvenliğe geldik. Geçebildik mi sanıyorsunuz. Hayır. Bu defa da arkadaşımın valizinde bir çakı olduğu anlaşıldı. Hayır, hayır o bağlı valizde değil, küçük elinde taşıdığı valizde.. Çünkü orada domuz eti yemek zorunda kalırsak veya yemekler pahalı olurda paramız yetmezse diye çantamıza bir kısım kuru gıda doldurmaya karar vermiştik.

Otelin oda + kahvaltı olduğu söylenmişti bize, bize verilen harcırahın yanısıra biriktirdiğimiz üç kuruşuda boğazımıza harcamaya niyetimiz yoktu haliyle. Bu düşünceden yola çıkarak gıdasız kalma riskine karşı arkadaşım bir de kaşar peyniri koymaya karar vermişti valize ve haliyle onu kesecek bir de bıçak gerekiyordu.

Polis valizi açtırdı ve tabii ki çakıyı aldı. Neyse sonuçta çakı paşa dedenin değildi. Ondan kolayca ayrıldık ve uçağımıza bindik.

İstanbul'a indiğimizde, nispeten daha sakindik. Ben ilk uçak tecrübemi yaşamış bulunmaktaydım. Miami’ye tecrübeli bir yolcu olarak gidebilirdim artık.

Miami'ye bizi uçuracak uçağın saati gelene kadar free shop'da turlamaya karar verdik ve başımıza başka bir şey gelmeden uçağımıza binebildik.

Uçağımız okyanus geçeceğinden bir airbus'dı, benim gibi hayatında ilk kez uçak yolculuğu yapan biri için gerçekten çok büyüktü. Yerlerimize yerleştik. Bu yerleşme havalanma öncesi yaklaşık üç saat sürecekti ne yazık ki, çünkü uçakta bir problem çıkmıştı ve biz içindeyken hangara girmek durumunda kalmıştı. Yok canım bunun bizim kötü şansımızla bir ilgisi olduğunu düşünmedik, en azından o an için.

O üç saatin nasıl geçtiğini tam hatırlamıyorum desem yeridir. Yaklaşık 13 saat sürmesi gereken yolculuğumuz, rötarımız dahil 16 saate çıkmıştı. Ama kötü şans Amerika topraklarında yakamızı bırakacaktı çünkü okyanus geçiyorduk ve eskilerin tabiriyle bu üzerimizdeki büyülerin bozulmasına neden olacaktı. Ama ne yazık ki zekamıza bir katkısı olmayacaktı.

Miami hava alanına indiğimizde saat farkından dolayı yine gece geç bir saat olmuştu. Bütün güvenlik geçişlerini inanılmaz bir şekilde sorunsuz geçtik ve hatta o dönemde Türkiye'den Amerika’ya girişi yasak olan süt ve süt ürünlerine rağmen, valizdeki kaşarı kimse farketmedi..

Miami havaalanındaki Türk yetkililer, gerçekten Türk'tü, bunda şaşılacak bir şey yoktu elbet. Ama nedense Türkçe konuşmuyorlardı. Bir çeşit deformasyona uğramışlardı sanırım, çünkü özellikle bir tanesi gecenin o vakti içerde taktığı pilot gözlükleriyle, Amerikan filmlerindeki dedektifler gibi davranıyordu. Yine de valizdeki kaşarı bulmayı beceremedi. İngilizcemizin kıt olduğunu anlamasına rağmen inatla bizimle Türkçe konuşmadı.

Asıl sorun, uçak rötar yaptığından Delta Airlines'daki uçağımızı kaçırmış olmamızdı. Üst kattaki THY bürosunu bulup bunu ilettiğimizde bize Delta Airlines ile anlaşmaları olmadığından yapacakları hiç bir şey olmadığını söylediler. E güzeldi. O halde iş başa düşmüştü. Delta Airlines a gidip derdimizi anlatmamız gerekiyordu. Nerden başlasaydık acaba?

Miami hava alanı yarım daire şeklinde yapılmıştı ve kocamandı, okyanus geçmenin kötü şansla ilgili olmadığı ortadaydı, zira THY acentası yarım dairenin bir ucunda, Delta airlines ise diğer ucundaydı. Kocaman valizlerle o yarım darieyi geçmek gerçekten zor işti.

Yine nasıl olduysa becerip, para atarak valiz taşınan arabalardan bir tane almayı başardık ve epeyce dolaştıktan sonra Delta Airlines'ın acentasını da bulmayı başardık. Yavaş yavaş ayaklarımızın üzerinde durmayı mı öğreniyorduk ne?

Şimdi sıra uçağı neden kaçırdığımızı Delta Airline yetkililerine anlatmaya gelmişti. Tahmin edeceğiniz gibi onlar Türk değildi, ve Türkçe bildikleri halde İngilizce konuşuyor değillerdi. Şansımızı denemekten başka elden gelecek bir şey yoktu. Kafamızda uçaklarla ilgili bulduğumuz bütün kelimeleri toparlayıp sıralamaya başladığımızda deskde duran kadının suratı şekilden şekile giriyordu.

Ben kendi adıma, o kadar yorgunluğun üzerine deskteki kadına, "out of order" benzeri bi şeyler gevelediğimi hatırlıyorum, arkadaşımında aklında kalan sanırım bizim uçak düştü gibisinden bişeyler söylemiş olduğumuzdu. Zaten saatlerdir yolda olduğumuzdan paçavra gibi görünüyor olmalıydık ki bir de mavi iple bağlı bordo bir valizimiz vardı. Kazazede olduğumuza inanmamaları için bir sebepte yok gibi görünüyordu aslında.

Bu arada Türk Hava Yollarının, Delta Airlines ile anlaşması olmadığından THY rötarı yüzünden yanan biletlerimizin parasını kendimiz karşılamak zorundaydık. Şimdi anlatırken farkediyorum ki bizim aslında anlama ile ilgili pek bir problemimiz yokmuş, bir çeşit dilsizi taklidi yapsak belki işimzi daha kolay olabilirmiş.

Artık ne kadar zavallı gözüküyorduysak deskteki kadın bize yeni uçak biletleri verdi, hem de parasız.. O andan itibaren dünya ahret kardeşimizdi. Türk’ün yapmadığını yapmış bizi bağrına basmıştı. Diyebilseydik, bir ihtiyacın olursa mutlaka ara filan derdik ama, sessiz yürek çığlıklarımızı bastırmak zorunda kaldık.

Kadıncağız kadıncağız değil bir melekti. Bir sonraki uçak yaklaşık 6 saat sonra olduğundan bize otel bulmayı bile önerdi, artık ağlamak istiyorduk, dünyada ne kadar iyi insanlar vardı. Elin gavuru o an hayatımızdaki en değerli kişi ünvanını kazanmıştı. Bizi kazanmıştı. Kendisine burdan sevgilerimi gönderiyorum. O bizi eminim hatırlayacaktır.

Otel teklifini kabul etmemek gibi seçeneğimiz yoktu zaten, bir de saatlerce havaalanında beklemek fikri bile bizi tüketmeye yetmişti.

Bütün bunları nasıl anladınız ve anlaştınız diye lütfen sormayın.. Sevginin dili her yerde aynı demeyeceğim tabii, Allah iman verdi sanırım..

Hatta kadıncağız bize hangi kapıda bekleyeceğimizi ve o kapıda otelin servisinin geçeceğini bile tarif etti. THY yollarındakiler yüzümüze bakmazken elin Delta Airlines'ı bizi bağrına basmıştı.

Tabi ne akdar anladığımız sansak da yine de emin olamadığımızdan, ilgili kapıyı da bir süre aradıktan sonra, kendimizi Miami gecesine atmış bulunmaktaydık.

Saatlerdir sigara içmemiş olmanın verdiği hazla hiç vakit kaybetmeden, birer sigara yaktık.. Artık otelin servisini bekliyecektik. Servisin üzerinde de otelin adı yazacaktı : “Raymond”.

Sigaralarımızı Miami gecesine üfleyerek, şahane arabaları seyre daldık. Gerçekten pırıl pırıl süper arabalar vardı. İstanbul'da bir araba fuarında gibiydik. Biz kendi halimizde dalmış gitmişken şehrin uzaktan ışıkları görünüyordu, yani uzaktanda olsa Miami'yi gördük.. Yemin etsek başımız ağrımaz. Türk filmlerinde Haydarpaşa gar’ından İstanbul’u ilk kez görenleri en iyi biz anlayabilirdik sanırım.

Derken tıpkı Amerikan filmlerinde gördüğümüz siyah derili, koca göbekli ve altıgen şapkalı bir polis yanımıza yanaştı, ne soylediğini ancak üçüncüde anlayabildiğimiz polis, sandığınız gibi yine yaptığımız bir sakarlıktan dolayı uyarmıyordu, dansa davet ediyordu. Evet yanlış duymadınız, arkada bekleyen iki arkadaşı da gülümseyerek el salıyorlardı.

Kibarca “No, thank you” diyebildik. O da gayet kibar bir şekilde gülümsedi ve yanımızdan ayrılıp arkadaşlarının yanına gitti.

Artık o kadar sersemlemiştik ki çok sıradan bir olay yaşıyormuş gibi tepki bile vermedik. Uzaktan otelin servisi göründüğünde valizlerimizi sürüyerek yolun kenarına çıktık. Tam servisin duracağını ve bineceğimizi sanarken, servis önümüzden güzelce geçip gitti. Bizi mi görmemişti acaba, ya da biz yanlış kapıya mı çıkmıştık. Hay Allah’tı yaa... Şimdi dönüp Delta Airlines’a da yeniden sormak olmazdı. Eminim kadıncağız bu defa bizi evine götürmek zorunda kalacaktı.

Biz gecenin karanlığında servisin ardından bakakalmışken, az önceki polis memuru yanımıza yaklaşıp elimizi kaldırmamız gerektiğini ve yirmi dakika sonra bir tane daha geçeceğini söyledi ve ardından gülerek uzaklaştı.. Yok yok bu Amerikalılar gerçekten iyi insanlardı. Ay lov amerikaydı.

Onca saatin üzerine bir yirmi dakika daha uzun bir süreydi ama yine de değerlendirilebilirdi. Hemen birer sigara daha yaktık. Artık her şey bize çok doğal gelmeye başlamıştı ya da şoka falan girmiştik sanırım.. Ne bir telaş, ne bir korku hiç bir şey hissetmiyorduk. Derken üzerinde Raymond yazan servis bir kez daha göründü. Bize varmasına elli metre kalmasına rağmen bir yirmi dakika daha beklememek için ikimizde kaldırımın tam kenarına gelmiş ve ellerimizi bize öğretildiği gibi havaya kaldırmıştık bile.

Bu defada bu servisin paralı olup olmadığı aklımıza geldi, bu konuda bize bir şey söylendiysede muhtemelen anlamamıştık zaten. Aksi gibi serviste de bizden başka kimse yoktu. Allahtan biraz ileride başka yolcular bindi de bizde onları takip ederek para verildiğini öğrenmiş olduk.



Otele varmamız çok uzun sürmemişti, resepsiyondaki kadına adımızı söylediğimizde direkt bizim anahtarlarımızı verdi, Delta Airlines gerçekten her şeyi halletmişti.

Odaya girdiğimizde yatakların alıştığımızın aksine kocaman ve çok rahat olduğunu farkettik. Ömrümü bu yatakta rahatlıkla tüketebilirmişim gibi hissediyordum o an. Ancak bizim uyumak için neredeyse dört saatimiz vardı ve eğer bu yorgunlukla uyursak rahatlıkla üç gün uyurduk. Ne yapmalıydık, saat kurmalıydık elbette, ama saati duyacağımızdan da hiç emin değildik ki.

İki yatağın ortasında duran komidinin üzerindeki saati kurmaya çalıştık bir süre.. Ama bu sefer de uyanamaz da uçağı kaçırırsak olabilecekleri kurgulayıp iyice cin gibi olduk.. Yine de saati kurduk ve uzandık. İkimizde anında sızmışız..



Yine şans bizden yana dönmüştü, saati duyduk ve zaten açmadığımız valizlerimizi kucaklayıp hesabı hallettik ve servise binerek yeniden hava alanına geldik. Uçağımız bizi bekliyordu, kaçırmamıştık.. Derin bir oh çekerek uçaktaki yerlerimizi aldık. Airbus'tan sonra bu uçak gerçekten çok vahimdi, küçük bir “çartır” uçağıydı ve çok bakımsızdı.

Yolculuğumuz çok uzun sürmedi.. Orlando hava alanına indiğimizde yolcuları takip edip valizlerimizi nereden alacağımızı bulacağımızı umuyorduk ki.. Bir anda herkes bir tarafa dağılıverdi.

Miami Hava alanından çok daha karışık olan Orlando Hava alanında hepsi başka tarafa giden yolcuların ardından bakakaldık bir süre. Biletlerimizi çıkarıp sağına soluna baktık ama herhangi bir numara vesaire göremedik. Havalanında valizlere ulaşılabildiğini gösteren herhangi bir işaret de yoktu. Varsa da biz anlar mıydık o ayrı tabi.

Derken yürüyen merdivenlerle valizlerin olduğu yere inildiğini keşfettik. Ancak merdiven bir değildi ki.. Her biri ayrı bir bölüme iniyordu. Şans bir kez daha yüzümüze güldü ve ilkinde doğru merdivenden inmeyi başardık.. Oraya kadar gelmiş olmamız bile mucizeydi aslında.



Valizlerimizi aldıktan sonra, aklımıza geldi ki Orlando’ya varmış olmamız yetmiyordu birde otele gitmenin bir yolunu bulmalıydık. Acaba servisi var mıdır diye bir süre dolandıktan sonra bir kenarda durup plan yapmaya karar vermiştik ki.. Siyah derili, yine koca göbekli ama neredeyse iki metre boyunda şık giyimli ve güneş gözlüklü bir adam yanımıza yaklaşıp, taksi isteyip istemediğimizi sordu. Kısa bir an tereddüt ettikten sonra adama “evet” diye cevap verdik. Dedim ya bu Amerikalılar iyi insanlardı. Adam valizlerimizi bir çırpıda kaldırıp yürümeye başladı, biz de peşinden.. Ne de olsa Türkiye’den geliyorduk bu adamda taksici için fazla şıktı, valizlerimizi alıp kaçabilirdi de.

Kapıdan çıktığımız yerde bordo renkli kocaman ve pırıl pırıl bir cadillac duruyordu.Şoför bagakı açıp valizleri içine koyuyor olmasaydı kesinlikle bunun bir taksi olduğuna inanmazdım.

Arabanın içi dışından daha inanılmazdı. Bordo ve inanılmaz geniş deri koltuklar, muhteşem bir göğüs, gözlerimiz kamaşmıştı. Bu sahiden taksi miydi?

Bu adam bizi alsa götürse bir yere kimsenin hatta bizim bile ruhumuz duymazdı. Derken şoför mükemmel ingilizcesiyle düşüncelerimizi böldü ve nereye gideceğimizi sordu. “Hyatt Otel” dedik gayet kendimizden emin.

Ama taksicinin cevabından anlayacaktık ki Orlando'da iki tane Hyatt Otel vardı. Buyrun burdan yakındı. Biz daha bu soruyu kafamızda sorgulayamadan, hangisi diye sordu adam haliyle.. Bilsek söylemez miydik?

Hiç yorum yok: