28 Nisan 2012 Cumartesi

EDEBİ SERÜVENLER - 1


Uzun bir zamandır ara verdiğim yazılarıma nihayet geri dönme fırsatı bulduğum bu yer İstanbul’un biraz dışında kendimle olmasa da doğayla başbaşa kalabildiğim bir yer. Hayatımda süregelen ve bedenimde ve ruhumda kalan tüm enerjmi tüketen bir yaşam diliminin ardından, en azından önümde uzanan sessiz nehir ve yeşil örtüye bakarak dinlenmeye çalışıyorum. Hayata vereceğim bu kısa molanın ardından ve yeniden bir koşturmacaya dalacağım ve yine antisosyalleşen yaşam düzenme ancak akşamları yapabildiğim kısa kitap okuma seansları ile devam edeceğim. Tıpkı bu bol oksijenli soluğu almadan önce yaptığım gibi.


Aslında oldum olası bir deniz veya nehir kenarında günlerce hayattan uzak tek başıma kitap yazmak gibi bir hayalim vardır. Ama artık beni tek başına bir hayattan uzakta tutan yaşam kaynağım oğlumun yaşam düzeni nedeni ile bir süre daha mümküm görünmeyen bu hayat düzeni, en azından bir iki günlüğüne de elime geçmişken en azından bir yazı yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Gelecek için planladıkalrımın bir provası sayılabilecek bu düzene henüz bir kaç saattir kavuşmuş olmama rağmen alışmakta hiç zorluk çekmeyeceğimi biliyorum. Bulunduğum yerin güzelliği ve tanıtımı ile ilgili bir yazıyı henüz yolun başında olduğumdan başka bir zamana bırakarak, önce de söylediğim gibi son dönemlerde bana farklı bir soluk aldırarak yaşamdan uzaklaşmamı sağlayan kitaplara biraz değinmek istiyorum. Aslında anlatmak istediğim kitap tanıtımı ya da öyküleri olmasından çok farklı bir şey olsada yine de en azından bu kitapların okuyucuya ulaşmasında belki benimde küçük bir payım olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.


Dediğim gibi ortalama iki aylık bir süreyi nerdeyse sosyal hayattan tamamen kopuk yaşamsal kesintiler, sorunlar ve iş yoğunluğu içerisinde geçirmiş olmama rağmen, güneş geceyle barıştıktan sonra kendimi bambaşka ve heyecan dolu bir serüven içerisinde bulmamı sağlayan ve gün içinde neredeyse bir an önce akşam olsada serüvenime devam edebilsem dediğim kitaplardan bahsedeceğim şimdi size. Elbette bu kitapların hayatımda bıraktığı izler ve damağında bıraktıkları tat benim yaşam koşullarımdan kaynaklı olabilir olsa da yine de kitap severler için olumlu birer referans olabileceğime inanıyorum.


Bundan yaklaşık iki ay önce oğlumla artık mahalle bakkalına dönmüş olmak sonucu batmanın eşiğine gelmiş avm lerden birine gittik. Aslında amacımız alışveriş olmadığı için avm nin neredeyse terkedilmiş görüntüsü bizi çok etkilemedi. Bizim ilgilendiğimiz ve hedefimize oturan asıl yer, rakiplerinden farklı bir temayla ortaya çıktığını düşündüren yeni bir oyun alanını ziyaret etmekti. Bir cuma akşamı olması neticesinde olduğunu düşündüğüm oyun alanındaki boşluk, avm nin terk edilmiş havasının bir kopyası gibi duruyordu. Hatta o kadar müşteri beklemiyorlardı ki soğuk bir kış günü olmasına rağmen belki de avm nin kotu mali koşullarından dolayı buz gibiydi. Bu boş ve buz gibi oyun alanı tüm caf cafına rağmen oğlumun ilgisini çekmeyi başaramadı ve gerçekten çok zavallı bir iz bırakarak sadece anılarımızda yer aldı. En azından elimiz boş çıkmayalım diye düşündüğümden avm deki neredeyse açık tek dükkan olan ünlü bir kitabevine daldık. En azından bir kitapçının tekstillin başedemediği avm deki krizle başetmiş olması oldukça sevindiricydi bana sorarsanız. Bu başarının devamnı sağlamak için elbette bende ufak bir katkıda bulunmayı planlıyordum. Aslında aklımda belirgin bir kitap yoktu. Sadece beni kapağı ya da adıyla heyecanlandıracak bir şey bulabilir miyim diye goz gezdirirken oğlum çoktan çocuk kitaplarının olduğu bölüme ulaşmış her gördüğü yeni kitaba hayretler içinde sarılarak bana sesleniyordu. Ona cevap yetiştirme telaşı içinde aslında düşündüğüm gibi sakin bir seçim yapamıyor olsamda raflardan birinde geçtiğimiz yaz arkadaşlık kurduğumuz birinin plajda gün boyu elinden düşürmediği için dikkatimi çeken kitaba rastlamış olmak bende belirli bir tanıdıklık hissi yaratmıştı. Kitabın en dikkat çekici yanı beyaz kapağı üzerinde ilkin 1 den 9 a kadar dizildiğini sandığınız sayılardı. Oysa dikkatli baktığınızda sayılar 1 den 9 a kadar dizilmiyordu. Kocaman sayıların üzerinde daha az dikkati çekcek bir büyüklükte “Aklından bir sayı tut” yazıyordu. Yazar John Vennon. Sayılar öylesine büyük ve göz alıcıydı ki kitabı bana hatırlatan yegane şeyler onlardı ve kitabın adının bu sayılar olduğunu düşünmeme sebep olmuştu. Oysa kitabın adı daha küçük harflerle yazılmış olan “Aklından bir sayı tut”du. Kitabın hemen yanında aynı tasarımda bu defa harfler olan bir başka kitap yer alıyordu. Kardeş oldukları belli olan bu iki kitaba uzandım ve artık oğlumun sorularına uzaktan bağırarak cevap vermenin uygun olmayacağını düşünerek onun yanına gittim. Aslında amacı kitap okumaktan çok hepsini ellemek ve ilginçliklerini daha eve varmadan burada tüketmek olduğu her halinden belli olan oğlum, bu nedenden bir türlü kitap seçemiyordu. Sonunda onu ikna edebileceğim ve okumasına faydası olacağını düşündüğüm daha az resimli bir kitap önerime razı oldu ve oradan ayrıldık.

Plajda okunan bir kitap imajıyla kafamda yer etmiş olan “Aklından bir sayı tut” un beni dinlendireceğini düşünüyorken daha kitabın ilk sayfalarından başlayarak beni içine sürükleyen ve her satırdan sonrasını merak ettiğim bir serüvene dönüşmesi uzun sürmedi. Her gece bir kaç sayfa daha okuyayım diyerek gece yarılarını bularak kitabı kısa zamanda bitirmiştim. Akıcı anlatım iki üç gece de kitabın kahramanı dedektif gibi hissetmeme neden olmuştu sanırım. Çünkü kitabı bitirdiğim gecenin ertesi günü kendimi içimden yazarın cümlelerine benzeyen cümlelerle bir olayın üzerinde fikir yürütürken yakaladım. Bu keyifli bir duyguydu yine de benim için. Hayatın içinde kendi başınıza uydurduğunuz küçük oyunlar gibi. Bittiğini sandığım hikayeyi yaratan yazarın ikinci kitabını okumak içinde sabırsızlanmaya başlamıştım. Ancak yoğunluk gecelerimi de ele geçirmeye başlayınca bu hemen olamadı. Ortalama bir hafta sonra ikincisine başlayabildim. Aslında kapak ve tasarımlarındaki tüm benzerliklerine rağmen aynı baş kahramanlarla her bölümünde başka olaylar yaşanan dedektif dizilerinin bir ikincisi ile karşılaşacağımı hiç düşünmemiş olacaktım ki, ikinci kitabın daha ilk sayfasında bir süredir kendisi gibi düşünmeye başladığım dedektifle karşılaşmak beni şaşırttı. Ama daha önce bu maceranın tadını aldığım için aynı öncesinde olduğu gibi kitabı bırakmak zorunda kaldığım gecelerin ardından gelen günler bir an önce akşam olsun diye beklemeye başlamıştım. Aslında bu ruh halimin büyük bir bölümü kendimce hayattan kaçışlarından kaynaklansa da kitaplar bana bu konuda gerçekten yardımcı olmuşlardı.

Kitabı elime aldığım andan itibaren bu dünyadan ayrılıyor ve yazarın yarattığı heyecanlı serüvene dalıyordum. Aslında film ve kitapları genellikle boyle tüketmek gibi bir huyum olduğundan filmler daha ekranda göründüğü anda adlarını hatırlamıyor olsamda başından sonuna kadar eksiksiz anlatabiliyor olmam evdekileri pek memnun etmiyordu. Çünkü daha ilk yazıları ekranda beliren her filme “bunu izlemiştik” diyor olmam filmi izlemeye hevesli aile fertleri mutluluk kaynağı olmadığı kesindi. Üstelik evde televizyona en uzak yaşayan kişi olmama rağmen seyrettiğim sayılı şeyleri onların saatler harcadıkları bu işleme rağmen hatırlayamamaları sanırım sinirlerine dokunuyordu. Ama beni hayattan yegane uzaklaştıran öyküler ya da uykuydu ne yazık ki. İstediğim zaman uyumanın mümkün olmadığı hayat koşulları içerisinde rüyalarımın kurgusu olmayan başka hikayelere kaçmak ise benim yapabildiğm en guzel beynimi boşaltma durumuydu.


Okuduğum kitaplar John Vennon’un başarılı bir reklamcılık kariyerinden sonra doğayla başbaşa kalabileceği yeni evinde yazdığı hayatının ilk iki kitabıydı. Kitapların arkasındaki kısa açıklamaları okumak ancak onları bitrdikten sonra aklıma gelmişti. Gerilim ve heyecan dolu sayfalarla beni ortalama bir hafta oyalayabilen bu kitaplar damağımda garip bir şekilde daha önce okuduğum iki kitabın tadını bırakmıştı. Üstelik tıpkı onlarda bu iki kitap gibi gerilim ve serüven üzerine kurulu, beyaz kapaklı ve neredeyse benzer tasarımlı kapaklara sahiptiler ve bildiğim kadarıyla iki taneydiler. Aslında düşününce bu dort kitapta neredeyse işlenen suçlara sizi hayran bırakacak zeka ürünü hikayelerdi. Bir çeşit suça övgü olmalarına rağmen sonunda tam olarak gerçek hayattan beklediğimiz gibi polisler galip geliyor ve ne kadar övgüye deger bir zeka ürünü olurlarsa olsunlar iyilerin tarafında da en az onlar kadar zekiler olabileceğine inancımızı kuvvetlendiriyorlardu. Daha önce okuduğumu söylediğim iki kitap Adam Fawler’ın Olasılıksız ve Empati isimli kitaplarıydı. Henüz bakmamış olsamda peşine düştüğümde Adam Fawler ında neredeyse başarılı bir kariyerin ardından kendini doğayla başbaşa kalabileceği bir ortamda emekliye ayırıp kitap yazdığına yemin edebilirdim bu benzerlik neticesinde. Hatta bu benzerliği farkettiğim ilk anda acaba yazarın iki farklı isimle bu dört kitabı yazmış olabileceğine dair bir de paranoya üretmeyi başardım. Bunun akla yakın gelmediğini bilsemde yine de düşünmemek elimde değildi. Akıcılık anlatım şekli ve zeka ürünü hikayeler bu anlamda birbirine çok benziyordu. Adam Fawler ve Joh Vennon tanışmalıydılar belki bu yüzden bana göre.

Sonra bir diğer gün çok satan kitaplar raflarının önünde dolanırken benzer kapaklı ve adından benzer içerikli olduğunu düşündüğüm başka kitaplar gördüğümü hatırladım. Bunlardan mümkün olan kadarını alıp okumayı düşünsemde aklımda okumak istediğim bunca kitap varken, bu tezimi ispatlamak için biraz daha bekleyeceğime karar verdim. Ama aranızdan okuyanlarınız olması ihtimaline dayanarak belkide biriniz bunu benden önce ispatlayabilir.


Nedense bu kitaplarda suç işlemek adına işletilen üstün zeka kafama takılmıştı. Eskiden Agatha Cristhe kitapları okuyarak polisiye kitap açlığımızı bastırırken şimdi yerli ve yabancı pek çok kitap bulmak mümkündü. Özellikle Ahmet Ümit’in tarihle içiçe macearalar üreten zekasına hayrandım. Ancak bahsettiğim bu dört kitap Ahmet Ümit in kitaplarından suçu işleyenin zekası ile biraz daha farklı bir yol çiziyordu. Sonra her gün haberlerde izlediğimiz ve gazetelede okuduklarımız geldi aklıma. Suç o kadar olağan ve gündelik hayatımızın bir parçasıydı ki artık. Alelade bir cinayet veya benzer bir hikayeyi anlatan bir kitabı kim okumak isterdi ki, hayat zaten hemen her alanda başlı başına suç üzerine kurulmuştu. Bu da polisiye yazarlarını artık farklı bir yola itmiş olmalıydı, her suçlunun sahip olamadığı özelliklere sahip yeni suçlular yaratmak. Hiç de mantıksız bir sav değildi bana göre bu. Bunu düşünür düşünmez annemin sürekli söyleyip durduğu mikroplar ve antibiyotikler konulu söylemi aklıma geldi. Ona göre antibiyotikler kuvvetlendikçe mikroplar güçlenmek zorunda kalmış ve mikroplar güçlendikçe daha güçlü antibiyotikleri üretilmeye başlanmış ve nihayetinde bu bir kısır döngüye girmişti, henüz bir kazanan ilan edilmediğinden ilerleyen yıllarda değişim gösteren hastalıklar veya ilaçların miligram ve dozajları hakkında fikir yürütmek imkansızlaşıyordu. Acaba tıp daha az ilerlese hastalıkalrda bir şekilde mücadeleden vazgeçer miydi diye düşünmekten edemiyordu insan. Polisiye kitaplarda suçlular için çıtayı her geçen gün biraz yükseltiyor ve öte yandan da ilham kaynağı olmaya devam ediyorlardı sanki. Yazarların kariyer eğitim vb özellikleri hayalgüçleri ile birleşince ortaya inanılmaz suçlar ve üstün zekalı katil ve suçlular çıkıyordu. Üstelik bu suçlular edebiyat , tarih ve bir çok konuda sıradan bir insanda çok daha fazla bilgiye sahiptiler ve bu nedenle işledikleri suçları bunlardan yaptıkları alıntı ve göndermelerle oldukça şıklaştırabiliyorlardı. Suç neredeyse bir sanat eserine dönüşüyordu bu yazarların elinde. Potansiyel suçluların bu çizgiye varması için bile eğitim şarttı. Belkide bu da fena bir yan ürün sayılmazdı. En azından suçluları suça iten sebepleri ortadan kaldırmak daha kolay olurdu belki bilmiyorum.


Tamamen bir ütopyanın içine daldığım bu benzerlik üzerine düşünürken bu defa bir üçleme ve filmi vizyonda olan “Açlık Oyunları” na bulaşmıştım bile. Gerilim dolu bir polisiyeden insana dair tüm çirkinliklerin orata çıktığı bir dünya düzenini anlatan bu üç kitap beni yeniden akşam olmasını dilediğim bir gerilimin içine sürüklemişti. Bir gerilimi bu kadar hevesle bekliyor olmam da sanırım benim psikolojim hakkında değiişik ipuçları veriyor olabilir.


Yine bir haftayı biraz geçen bir sürede bu üç kitabıda yine bu dünyadan ayrılıp yazarın yarattığı dünyanın içine sürüklenerek okuduktan sonra bir kaç günde kitabın kadın kahramanının düşünce yapısını çözmekle vakit harcamak zorunda kaldım. Çünkü nedense onunla benim aramda bir benzelik olup olamayacağı fikrine takılmıştım. Ama garip bir şekilde yine bu kitabın ardından bana tanıdık gelen bir şeyler olduğunu düşününce beynimde başka bir kitabın ya da filmin izlerini taramaya başladım. Garip bir şekilde iki yaz önce okuduğum bir başka üçlemede bu arayış son buldu. Alacakaranlık üçlemesi. Kitabın ardından tadı kaçmasın diye izlemediğim film gibi Açlık Oyunları nın henüz birincisi vizyona giren filmlerini de seyretmeyi düşünmüyordum. Ama her iki kitabında alışılmadık dünyalarında kahramana dönüşen kadın kahramanları yine bana yazarların geldiği noktayı düşündürmüştü. Oldukça talep alan kitap ve filmlerin kahramanı olan bu kadınlar yeni dünya düzeninde kadınların beklentisini mi, yoksa geldikleri noktayı mı temsil ediyordu acaba? Her ikisi de kafası karışık olmalarına rağmen kendi başlarına hareket eden, rutine, tabuya ve kurallara karşı dik başlı kadınlardı. Her ikiside iki farklı erkek tipinde ama kahraman ruhlu iki erkek erasında kalmışlardı. Her ikisinin etrafındaki erkeklerde biri cesur, gözükara ve deli gibi aşık olmasına rağmen ona sonsuz saygı duyan ve onu değil kendilerini yok etmeyi seçen tipler olmasına rağmen, diğer iki erkek kahraman olduğunu bile kabul edemeyecek kadar mütevazi ama yine de aslında diğerine göre gölgede gibi kalmış olsa da, kadın kahramanın vazgeçemediği ve koruma iç güdülerini harekete geçiren tiplerdi. Bu kitapların kahramanlarının bu kadar benziuyor olması da bir tesadüf müydü acaba, yoksa ben bilmeden bu benzerlikleri yakalayacağım kitaplara mı denk gelmiştirm. Bir kadının hayatındaki sonsuza dek sürecek bir sevgili fikrinin yerini iki erkeğinde sevilebileceği fikrine itiyordu insanı. İster istemez geçmişe nazaran silinmeye yüz tutan ailevi değerler, üstün sanılan duygular, fedakarlık ve benzeri şeyler hakkında düşünmek zorunda kalıyordunuz. Ama garip bir şekilde her iki kadın kahramanda bir ölçüde bencildiler ve zaman zaman bu açıdan kendilerini sorguluyor olsalarda içlerinden geleni yapmaya ve düşünmeden göz kara hareketlerde bulunmaya devam ediyorlardı. Millenium un kadın tipi bu muydu gerçekten. Aşağı yukarı aynı yaşlarda olan bu iki kadın gençliğin yeni ilahları olurken erkeklere de nasıl olmaları konusunda bir ipucu sunsa da genelde ataerkilden anaerkil bir yaşam düzenine doğru yol aldığımızın kanıtı olabilir miydi?


Her iki kitabında bende yarattığı bu garip etkilerden henüz bir sonuca varmış olamasam da, şu an yanı başımda bir Ahmet Ümit kitabı beni bekliyor. Yazdığım bu yazıyı kaydettikten sonra bir süreliğine Ahmet Ümit’in önüme açtığı yeni kapıdan girip bu defa yerli bir yazarın dünyasına yeniden konuk olacağım. Bakalım bu defa beni neler bekliyor ? Tam bu noktada Bab-ı Esrar ve Elif Şafak’ın Aşk kitabının kadın kahramanlarını düşünüyorum ve ardından beni Mevlana ve Tebrizi hakkında daha gerçekçi olmaya zorlayan Kimya Hatun kitabının kahramanını. Sanırım bir süreliğine siyasi dünyadan ziyade edebiyat dünyasının mesajlarına kulak vermeye devam edeceğim.

fasulye

Hiç yorum yok: