30 Nisan 2012 Pazartesi

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (1)

“... Verdiğim kararın tümünü hemen uygulamaya koymak olanaksızdı. Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi...”


Doğan Yayıncılık tarafından, "Tarih Dizisi" grubunda Ocak 1998'de 14.baskısı yapılan Nutuk isimli kitapta, Mustafa Kemal bu cümlelerle başlıyordu Samsun’a çıkmadan önceki düşüncelerini anlatmaya. “Bazı sorunların konuşulması için erkendi” demişti ve nedenini şöyle açıklamıştı ;


“Örneğin halkımın büyük bir bölümü padişaha ve halifeye bağlıydı, saygılıydı. Onları padişaha ve halifeye başkaldırmaya zorlamak, amacımıza zarar verebilirdi. Şimdilik ulusça birlik içinde olmaya ve görülmeye gereksinimimiz vardı. Verdiğim önemli kararların bütün gereklerini ve isterlerini ilk günlerde açıklamak ya da söylemek, elbette yerinde olmazdı.”


Nutuk, Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da, TBMM salonunda milletvekillerine yaptığı uzun bir konuşmanın metnidir. M. Kemal Atatürk bu uzun konuşmayı kendi el yazısı ile yazmış, sabah üç saat, öğleden sonra üç saat olmak üzere altı gün içinde toplam otuz altı saatte okumuştur.


Bu uzun ve ayrıntılı konuşmasıyla, 19 Mayıs 1919’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşımızın nasıl ve hangi koşullar altında yapıldığını ve Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu anlatır.


T.C. Maltepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç tarafından hazırlanan "80. Yılında Nutuk" adlı çalışmada Nutuk’un hazırlanış süreci şöyle anlatılmaktadır.


“Gazi Mustafa Kemal 80 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2. Büyük Kongresi’nde, Büyük Nutku’nu okumaya başlamıştı. Gazi CHP’yi 9 Eylül 1923 tarihinde kurmuştu. Kuruluştan sonraki ilk büyük kongre yapılıyordu ama Sivas Kongresinde alınan bir kararla “Anadolu” ile “Rumeli” Müdafaa-i Hukuk Dernekleri birleştirilmiş, böylece verilecek mücadelede bir bütünlük sağlanmıştı.


İşte ortaya çıkan bu “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği”,   ileri yıllarda siyasal bir hareket olarak CHP’nin 1. Büyük Kongresi kabul edilmişti. O nedenle şimdikine “2. Büyük Kongre” denmişti. 20 Ekim Çarşamba gününe kadar, tam 36 saat 33 dakika süren Gazi’nin bu sunumu, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada beklendiği gibi çok büyük yankılar uyandırmıştı.


Cumhuriyet henüz 4 yaşındaydı ama öylesine olağanüstü dönemlerden geçilmişti, öyle dar boğazlar aşılmıştı ki, bunu birinci ağızdan yazıp söylemekte gelecek kuşaklar açısından büyük yarar görmüştü. O nedenle de, uzun zamandan beri hazırlamakta olduğu bu nutku okumak için, Gazi, parti genel kurulunun daha uygun bir ortam olacağına karar vermişti.


Böylece orada sadece milletvekillerine ve hükümet üyesi bakanlara hitaben değil, aynı zamanda tüm illerden gelecek CHP delegelerine, parti ileri gelenlerine, bürokraside yer alan üst düzey yöneticilere, komutanlara, kordiplomatiğe mensup tüm büyükelçilere hitaben bu uzun konuşmasını yapabilecekti.

Öyle de oldu.

TBMM Genel Kurul Salonu sonuna kadar doluydu ve insanlar adeta nefeslerini tutarak 6 gün boyunca Gaziyi dinlemişlerdi. “

Mustafa Kemal neden böyle bir şeye gerek duymuştu, tek amacı gelecek nesillere sesini duyurmak mıydı yoksa payidar kalacağını söylediği Cumhuriyet’i daha o yıllarda bile emanet edeceği kimseyi bulamadığını mı düşünüyordu bilmek mümkün değil. Ancak, onun hayattan ayrılmasının ardından onun yaptıkları ve söylediklerinin başkaca amaçlara hizmet etmek üzere kullanılmamasının yegane yolu bana sorarsanız buydu. Nutuk’un yayın hakkını Türk Hava Kurumu’na vermişti, Nutuk o tarihte mecliste okunmasa bile yeni nesillere ulaşabilirdi, ama O, altı gün boyunca hazırlarken bile büyük enerji sarfettiği Nutuk’u bizzat kendi sesinden milletin temsilcileri önünde mecliste okumayı tercih etmişti. O salonda bulunan herkes bu altı gün boyunca daha sonra yayınlanacak olan Nutku doğrudan onun sesinden dinlemişlerdi. Aslında bu bir hesap veriş olmakla birlikte yaptıklarının ve soylediklerinin daha sonra çarpıtılmaması içinde akıllıca uygulanmış bir yontemdi benim düşünceme göre. O salondaki hic kimse diğer kulaklarla birlikte duyduğu cümleleri çarpıtarak aktaramazdı, Nutuk basıldıktan sonra ilk ağızdan meclis önünde okunduğundan değiştirilemezdi. Bütün bunlar onun gelecek nesillere ilk ağızdan seslenmesinin birer garantisiydi. Mustafa Kemal gerçekten bir dehaydı, ancak onun dehasını çözemeyenler, söyledikleri ve davranışları arasındaki farkı göremediklerinden ardından gelen yıllarda yazılı koca bir metne rağmen, binbir karmaşaya neden oldular.

Keşke Cumhuriyet’in kurulduğu dönemden bu yana gelenekselleşebilen bir hareket olsaydı bu hareketi de, halktan uzak, halktan gizlenmesi gereken yönetim şekillerini ve yaptıklarını nedenleriyle bir bir meclis önünde doğrudan halka anlatabilme cesaret ve özgüvenine sahip hükümet yöneticilerimiz olsaydı. Ama bunun yerine, kendi yaptıklarını halktan gizleyerek her yaptığını nedenleriyle ortaya koyan ve arkasında duran bir liderin yaptıklarını çarpıtmaya çalıştılar bir çoğu.


Elbette bir dahinin ardından yeni şekillenmiş ve henüz özümsenmemiş bir Cumhuriyet ülkesini devralmak çok büyük bir riskdi. Yapılacak her yanlış davranış halk tarafından tepki alabilirdi. Nitekim paraların üzerinde ki Atatürk resimlerinin kaldırılması denemesi bu tepkiye maruz kalınca derhal geri adım atılmıştı.


Halk dahinin ardından gelecek her liderde aynı çıtayı arayacak ve eylemler bu çıtanın altına indiğinde tepkisini ortaya koyacaktı. Mustafa Kemal’in doğrudan halka hitap etmesi ve düşüncesinin özü ile birlikte yapılanları bir bir ortaya dökmesi, arkasından gelen siyasi liderler için birer yaptırım da sağlıyordu bu anlamda. Halk neyin neden yapıldığını bildiğinden, aksi bir harekete tepki gösteriyordu. Bu da Cumhuriyet’in en azından onun ardından bir süre daha korunabilmesinin garantisini sağlıyordu. Ancak O’da biliyordu ki bu yıllara şahit olan nesillerin ardından gelen nesiller için bu otokontrol işe yaramayacaktı. Kulaktan kulağa efsaneleşecek tüm yapılanlar sonunda etkisini kaybedecek ve hayat yavaş yavaş eski haline geri dönmeye başlayacaktı. Bu yüzden Nutuk o devri yaşanılanlar için değil daha sonra gelecek nesiller için bir kaynak ve başvuru kitabı olarak hazırlanmıştı.


Böylesine açık bir itirafnamesi elllerinde dururken Mustafa Kemal’in üzerine yapıştırılan etiketlerden yine de kurtulamıyor olmasının nedeni neydi o halde? Milletimizin kulaktan dolma bilgi ile hazıra konmaya bu kadar alışkın olması mı, yoksa bu sesin millete ve gelecek nesillere ulaşmasını doğrudan olmasa da dolaylı yollardan engellmeye çalışanların çabaları mı?

Orhan Çekiç tarafından hazırlanan çalışmaya yeniden dönelim.


“Kürsüde son derecede şık ve yakışıklı, yaptıklarından müthiş gururlandığı her halinden belli, kimi zaman sesini yükselterek kimi zaman alçaltarak, dost düşman tüm dünyaya sesleniyordu:


“…1919 yılı Mayısı’nın 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:”

Ülkenin o günlerde içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığıyla anlatıyor, Millî Mücadele günlerinin zor koşullarına değinirken sesi titremeye başlıyor, hele sonlara doğru, bütün bu mücadelenin muzaffer sonucu olan cumhuriyeti Türk Gençliği’ne armağan ettiği bölüme geldiğinde, “ Ey Türk Gençliği… “ derken artık daha fazla dayanamıyordu.

Ertesi gün İngiliz gazeteleri


“Gazi gözyaşlarını tutamadı…”diye manşet attılar.

Doğruydu.”

Yıllardır bez afişler, yağlı boya tablolar, beton, mermer, bronz büstler ve daha nice şekillerde cansız yüzünü seyrettiğimiz Mustafa Kemal ağlıyordu.

Peki neden?

Günümüzde ki gazete başlıklarını, düşüncelerin çeşitliliğini ve kendi öz düşüncesinden ne kadar uzaklaşıldığını, bu düşüncesinin sonuna eklenen “-izm” eki ile nasıl ırkçı bir soyleme dönüştüğünü mü getiriyordu gözünün önüne de ağlıyordu, yoksa artık omuzunda taşıdığı yükün ağırlığından yorulmuş gençlerden bu yükü omuzlamalarını mı istiyordu bilemeyiz. Bunlar biraz ajitasyon gibi dursa da birer tahmin. Sonuçta o gözyaşlarını tutamayan bir insandı. Ne o bez afişlerde gözleri çakmak çakmak olmuş asker, ne o soğuk beton büstlerde yüzünün şekil şekil olduğu bir heykeldi. O bir insandı.


Hayatta elinde kalan tek varlığı annesini bu vatan uğruna ardında bırakmış, yoluna çıkan her zor durumdaki Anadolu insanına elini uzatmış, bu halkın hakettiğini düşündüğü daha iyisi için yaşamını adamış, ne bir aile ne bir çocuk sahibi olamamıştı. bu topraklarda yetişen her çocuk onun evladı, her aile onun ailesiydi. Onlardan biri olmayı başarmıştı.

Neden bütün bunlara katlandı, kim ondan böyle bir şey istemişti ki? Yapmasaydı. Başkaları için en doğru kararı verdiğini düşünüp, bu kararı göz yaşları içerisinde milletine anlatan bir lider miydi o gerçekten. Arkasından onu tartışmamızı istemediğine dair bir cümlesi var mıydı tarihe geçen. Onu tartışmadan tanıyabilmemize imkan var mıydı? Yoktu.

O da bize ipucu olarak sadece Bir Nutuk bıraktı.

2 Şubat 2012 tarihli gazetelerde aşağıdaki haber yayınlanıyordu.


“AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, halen çeşitli medya organlarında tartışılmakta olan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve andımız konularında önemli açıklamalar yaparken, Atatürk'ü Koruma Kanunu'na da eleştiriler getirdi. Gençliğe hitabe ve andımızın kaldırılması tartışması için "Bunlar ayet mi?" sorusunu yönelten Çelik, Atatürk'ü Koruma Kanunu için de "Kimseyi kanunla sevdiremezsiniz. Atatürk gibi Cumhuriyeti kuran birisinin kanunla korunuyor olması ne büyük hüsran ve garip bir durum” dedi.

"ATATÜRK KANUNLA SEVDİRİLEMEZ"

Kanunla kimseyi sevdiremezsiniz. Neyi ideolojik hale getirirseniz onu dogmatik hale getirirsiniz. Siz eğer Atatürk’ü bir ideolojinin sığ çerçevesi içine hapsederseniz, Atatürk’ü kimsenin tartışmasına müsaade etmezseniz bu Atatürk’e yapılabilecek en büyük kötülüktür

"KANUNLA KORUMAK NE BÜYÜK HÜSRAN"

Kendi ülkesinin Milli Kurtuluş Hareketini idare etmiş olan, bir imparatorluğun külleri arasından bir Cumhuriyet kuran, o ülkenin kurucusu olan bir insanın kanunla korumak zorunda bırakılması ne büyük bir hüsrandır öyle değil mi? Ne kadar garip bir durum. DP, CHP’nin ithamlarından dolayı bir kompleksin neticesinde bu kanunu çıkartmıştır. Bir insan kendi milli liderini kanunla korur mu? Böyle bir şeye gerek var mı? Siz onu insanların gönlüne yerleştirmediğiniz sürece, silah zoruyla, devlet zoruyla kimseyi kimseye kabul ettiremezsiniz. Kenan Evren Paşa şunu demedi mi: 'Biz Atatürk’ü herkesin kafasına sokacağız.' Tüm okullara Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi dersi konuldu. Tıp Fakültesine de bu konuldu, ilkokuldan başlıyorsunuz üniversiteyi bitirinceye kadar. Bu sefer ne oluyor? Adeta bir zorlamayla, dikte ettirmeyle verildiği için sevilmiyor.

"GENÇLİĞE HİTABE AYET Mİ?"

Gençliğe hitabe konusunu da kamuoyunun oturup tartışması lazım. Şimdi, Reşit Galip andımızı getirmiş değil mi? Ayet mi bunlar? Reşit Galip böyle bir şey yapmamış olsaydı olmayacaktı. 12 Eylülcüler hatırlar mısınız Andımız’a ilavelerde bulundular. Sonra tekrar değiştirdiler. Böyle bir şey olmaz. Türkiye’de yaşayan yabancılar vardır. Mesela Bodrum’da yaşayan İngilizler var. Alanya’da oturan Almanlar var. Yabancılar bana mektuplar yazdılar, bakanlığımın ilk aylarında. 'Biz Türk değiliz, biz Türkiye’de yaşıyoruz ve çocuklarımız Türk okullarına gidiyor. Her sabah çocuklarınızı sıraya geçiriyorsunuz ve onlara and içiriyorsunuz' dediler. İnsani mi bu peki, doğru bir şey mi?

"PEYGAMBERİ KORUMA KANUNU YOK"

Hz. Peygamberi ele alalım. Atatürk’ü bir kenara bırakalım. Hz. Peygamberle alakalı bir ton hakaretamiz şey yazılıp çizilmemiş mi bugüne kadar. Hz. Peygamberi korumakla ilgili herhangi bir şey var mı? Netice şu: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesine bakarsanız, bir görüş sarsıcı, altüst edici, rahatsız edici olabilir. Şiddete yönelmediği sürece siz ona saygı duymak orundasınız. Birisi çıkıp der ki Atatürk dünyanın en demokrat insanıdır. Birisi de der ki Atatürk diktatördü.”

Bu açıklamanın yapıldığı 2012 yılının Şubat ayında, bu ülkenin yüzde kaçı Atatürk’ün bir kanunla korunduğunu biliyordu merak ediyorum doğrusu. Neydi bu kanun peki, neyi kapsıyordu, kimler tarafından ne zaman çıkarılmıştı?

Oda Tv nin Nisan 2012 tarihli bir yazısında bu sorulara cevap olarak aşağıdaki cümleler yer alıyordu:


“Atatürk'ü Koruma Yasası'nı Demokrat Parti çıkardı! Yani Adnan Menderes yasayı hazırlattı, Celal Bayar onayladı.

Peki niye?

DP 1950'de hükümet olunca dinciler "dinimizde heykel günahtır" diye Atatürk heykellerine, büstlerine saldırdılar. Yıktılar. Tahrip ettiler. Bunun üzerine bu yasa çıkarıldı.

Ve biliniz ki:

Bu yasa Türkiye'ye özgü değildir. ABD'den Avrupa'ya kadar hemen her ülkede "Lese Majeste" yasası vardır. Bir ülkeyi temsil eden tarihsel kişilere cahillerin söz söylemesini engelleme kanunudur bu.“

Şimdi bu açıklamanın ışığında kanunun maddelerine bir göz atalım.


“Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun:

Yayın : Resmi Gazete
Yayım tarihi ve sayısı : 31/07/1951 - 7872
Numarası : 5816

Madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Yukarıki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.

Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.

Madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet Savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.

Madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5- Bu kanunu adalet bakanı yürütür.”

1950’li yıllarda yaşamında devam etme şansı olmayan Mustafa Kemal, arkasından böyle bir kanuna ihtiyaç duyulabileceğini düşünmüş olsaydı, Nutuk’ta Cumhuriyeti değil kendini emanet ederdi herhalde yeni nesillere.

Mustafa Kemal düşüncesini yok eden ve bu düşüncenin özüne tamamen zıt bu yamalar neticesinde zaman içinde oluşan tüm tepkiler ona mal edildi.


Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklamanın ardından, bu kanunun yürütmekle görevli olduğu söylenen Adalet Bakanı çıkıp, kanunun tarihçesi, içeriği hakkında en ufak bir açıklama yapmadı. Bu ülkede kanunlar meclisten milletinvekilleri tarafından geçiriliyorken, geçmişte oluşturulmuş temel hakları içerek kanunlar haricinde vatandaş olarak hemen hiç kimsenin bilgisi yoktu.

Bu kanun metni Cumhuriyet’i değil, onu düşünceden yaşama geçiren bir dahinin bedeninden geriye bir şey kalmadığı için şekillendirilmiş resim ve heykellerini koruyordu. O betonlaştırılmış soğuk büstün içinde olmayan zekanın ürettiği düşünceyi korumakla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Bu tamamen dönem hükümetlerinin Cumhuriyet ve Atatürk düşüncesini korumaktaki acizliğinin bir göstergesiydi ki, günümüzde Atatürk düşüncesinin karşısına alay edercesine dikilmesine neden olmuştu.

Ancak, Hüseyin Çelik bu eleştirisini gündeme getirirken bu kanunu çıkaran Demokrat Partiyi değil doğrudan, Atatürk düşüncesine inanları hedef alıyordu. Bu kanun kapsamında dahi olmayan ve düşüncenin ürünü olan hitabeyi “ayet mi?” diye nitelerken onu dinleyenler veya bu haberi okuyanlar arasında ne yazık ki bu ayrıma varmış bir dehaya rastlanmıyordu. Rastlansaydı da zaten konu düşünceyi en temel yasayla bağlayan Anayasa’daki Atatürk Milliyetçiliği sözcüklerine gelecekti.


Buraya kadar şunu söyleyebiliriz ki ne Demokrat Parti ne de Ak Parti Atatürk düşüncesini hiç anlamamıştı. Dolayısıyla Nutuk amacına hizmet edemiyor gibi görünüyordu. Emanet korunamamıştı.

Gazi, "Ey Türk Gençliği" derken ağlıyordu.

(Devam edecek)

fasulye

Hiç yorum yok: