25 Ocak 2010 Pazartesi

BİR GÜNÜN HİKAYESİ

Açık pencereden esen ılık rüzgarın havalandırdığı tül perdelere baktı bir süre. İlkin rüzgarla dolup havalanıyor, ardından pencereden dışarı doğru yeniden şişiyorlardı. Bu haliyle yüksek bir yere atlamaya çalışan birini andırıyorlardı, önce gerilip gerilip, sonra hızla pencereden dışarı doğru bir hamle yapsa da, her seferinde başarısız olup bir daha, bir daha deniyorlardı. “Vazgeçmiyorlar..” diye derin bir iç geçirdi.

Yatağının tam karşısında duran kütüphaneye takıldı sonra gözü, annesinin özenle dizdiği kitapların önlerinde küçük biblolar vardı. Saçları samandan yapılmış, kumaş ayaklarını kütüphanenin rafından aşağı doğru sarkıtan, tıpkı Tom Sawyer’a benziyordu. Gölün kenarındaki büyük kayaya oturmuş çıplak ayaklarını neşeyle suya vuran Tom Sawyer’ı hayal etti. Elindeki sopanın ucuna bağladığı iple balık tutmayı deneyecekti az sonra. Nehirin sığ yerindeki taşların üzerinden zıplayacak ve sopayı savurup ipin mümkün olduğu kadar ileri düşmesini seyredecekti ıslık çalarak. Islık çalmayı öğrenememişti bir türlü, büzdüğü dudaklarının arasından çıkan havanın uğultusundan öte bir başarısı olmamıştı henüz. Kuruyan dudaklarını ıslatıp dudaklarını büzdü ve üfledi yeniden. “Fyüüü!”…”Fyüüü!”…”Öffff!” dedi omuzlarını silkerek.

Dışarıdan geçen bir arabanın sesi duyuldu. “Mavi…” diye geçirdi içinden, “kesin mavi…”. Annesine seslenip sormak için kıpırdandı yatakta ama, annesi duyup gelene kadar arabanın çoktan gözden kaybolacağını düşünüp vazgeçti. Annesi ile son zamanlarda sürekli oynadıkları bir oyundu bu. O geçen arabalarının renklerini bilmeye çalışır, annesi de camın önündeki sandalyeden verdiği doğru cevapları sayardı. Genellikle beyaz ve gri olurdu arabaların renkleri, babası kirini göstermediği için insanların bu renkleri tercih ettiğini söylemişti. “Koyu renk arabalar kirlendiklerinde, açık renk arabalardan daha pis görünürler.” demişti gülümseyerek.

İçerden açık televizyonun sesi geliyordu, “…Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nden aldığımız bilgilere göre, yurt genelinde hava sıcaklıklarında yükselme görülecek. Hafta sonuna kadar mevsim normallerinin üzerinde seyretmesi beklenen hava sıcaklıklarına karşı, yetkililer uyarıyor…”.

Çok terlemişti dün gece, annesi bir kaç kez gelip ateşini ölçmüş ve atletini değiştirmişti. Cam bütün gece açık olmasına rağmen, ince pijamalarının altında sürekli terliyordu. Daha da sıcak olacağı fikrinden hiç hoşlanmamıştı bu yüzden.

“İşte geldim.” diyerek kapıdan kafasını uzattı annesi. Mutluluğunu gülümseyerek gösterdi. “Sıkıldı mı benim balım?” diyerek yatağın kenarına oturdu ve elini saçlarının arasında gezdirdi. Bu hareketin sevgi gösterisi olmasının yanı sıra, çaktırmadan ateşini ölçmenin de bir yolu olduğunu artık öğrenmişti. En son geçen hafta onuncu yaş gününden hemen sonra yükselmişti ateşi. “Hayır” dedi yeniden gülümseyerek, “…zaten çok da fazla olmadı”.

Oğlunun gösterdiği dirence her zaman hayranlık duyan annesinin bakışlarını takip etti bir süre. Üzülüyor olmalıydı, ama hiç bir zaman onu yalnız bırakmamış ve uzun bir süredir koşamayan bir çocuk olmasından dolayı evde bir matem havası yaratmamıştı. Daima gülümseyerek onun ihtiyaçlarını karşılıyor ve iyi vakit geçirip, eğitimine devam edebilmesi için elinden geleni yapıyordu.

“Evet” diye düşüncelerini böldü annesi. “İstersen biraz dışarı çıkıp hava alalım, sonra da gelip yemeğimizi yeriz. Biliyorsun yarın Fuat Amcana gideceğiz. Ona ne kadar iyi ve umutlu olduğumuzu göstermemiz gerek.”

“Tamam.” diyerek ellerini çırptı, dışarı çıkmayı çok seviyordu. Annesi gardırobun kapaklarını çoktan açmış, ona ne giydireceğini seçmeye başlamıştı bile.

Giyinme tamamlandıktan sonra annesi yeniden ellerini saçlarına değdirerek ateşini kontrol etti. Kendini iyi hissediyordu, vücut sıcaklığındaki ani değişimlerin dışarı çıkma planlarını bozmasını istemiyordu. Annesi de ikna olmuş olmalıydı ki, kapının arkasındaki kapalı duran sandalyeyi bir silkeleyişte açtı ve yatağın yanına getirdi. “Hadi bakalım genç adam” dedi. “Gidiyoruz…”

Hava gerçekten çok güzeldi. Karşı apartmanın önünde top oynayan çocuklar onu görünce neşeyle el salladılar. O da aynı heyecanla karşılık verdi onlara. “Anne biz de oraya gidebilir miyiz?” dedi kafasını çevirip annesinin yüzünü görmeye çalışarak. “Tabii” dedi annesi. “Neden olmasın?”

Yüksek kaldırımdan inip karşıya geçmek için biraz oyalanmak zorunda kaldılar. Az önce müşterisini indiren taksi son anda durup onlara yol verdi. Sandalyeyi kaldırıma çıkarmak için ön tekerleklerini kaldırmak zorunda kalan annesi her defasında “Hoop!” demeyi alışkanlık haline getirmişti nedense. Bu ona da komik geliyordu aslında, annesinden gelen komutla sandalyenin kenarlarına daha sıkı tutunuyor ve sanki ayağa kalkmaya çalışan bir devenin sırtındaymış gibi bir ileri bir geri savruluyordu.


Saçlarının arasından alnına süzülen terleri silerek açtı gözlerini yeniden. Başında biriken kalabalığa aldırmadan, sandalyesini geriye doğru sürdü ve yüksek kaldırıma doğru bir hamle yaptı yeniden “Hoop!”. Kaldırıma çarpan sandalye yalpalayarak gerilerken, elleri ile tekerleklerin kenarındaki demirleri yakaladı ve ağırlığını vererek dengeledi sandalyeyi. Yirmili yaşlarında görünen bu delikanlının ne yaptığını anlamaya çalışıyordu herkes. “Devrilecek şimdi!” dedi kalabalıktan bir ses. Gözlerini kaldırımdan ayırmadan geriledi yeniden. Son yarım saattir kaldırımla aralarında geçen bu savaşı kaybetmeye niyeti yoktu. Kimseye ihtiyacı da yoktu. Kafasını kaldırıp bir süredir onu seyreden kalabalığa bakmak istemiyordu. Hepsi yardım etmek için hazırdı oysa. İlk denemesinde başarısız olduğunu gören iki üniversite öğrencisi yaklaşıp “Yardım edelim mi abi?” diye sormuşlar ama onlara eliyle hayır işareti yapmıştı. Yeniden gerileyerek hamle yapacağını anlayan çocuklar gidememiş sonucun ne olacağını görmek için beklemeye başlamışlardı. O denemeye devam ettikçe meraklı kalabalık büyümüş, her yeni gelen, bekleyenlere dönüp “Neden yardım etmiyorsunuz?” diye sormaya başlamıştı. “Neden yardım etmiyorsunuz?”.

Gözlerini kapattı yeniden…

Güzel bir günün ardından eve döndüklerinde kendini çok yorgun hissediyordu. Annesi onu yeniden yatağına yerleştirip, komodinin üzerinde duran küçük lambayı açtı. “Yemekleri ısıtıp geliyorum bir tanem” dedi ve odasının kapısında gözden kayboldu. Açık pencerenin üzerinde asılı duran tül kıpırdamıyordu şimdi, esinti kesilmiş ama hava gündüz olduğundan daha sıcak olmuştu. Açılan kapının sesinden babasının geldiğini anladı. Az sonra kapıda beliren gölgenin babası olduğunu biliyordu. “Merhaba yakışıklı” diyerek yatağın yanına oturduğunda, heyecanla dışarı çıktıklarını ve arkadaşlarıyla top oynadığını anlatmaya koyuldu babasına. “Aferin benim aslan oğluma!” diyerek gülümsedi babası. İçerden çalan telefonun sesi duyuldu ve ardından “Ben bakıyorum…” diye seslendi annesi.

“Bugün hiç kitap okudun mu?” diye sordu babası, yatağın yanına bıraktığı poşeti eğilip alırken. “Evet” diye cevap verdi, “…ayrıca annem ameliyattan sonra yeni bir öğretmenim olacağını da söyledi.” Bu arada poşetin içindeki paketi çıkarmış, satıcının oldukça sağlam yapıştırdığı bantları çözmeye uğraşıyordu. Babası yardım etmek için elini uzattığında “Ben yaparım” dedi gülümseyerek.


“Yarın sabah kontrole gideceğiz.” diyordu annesinin sesi içerden, hala telefonda konuşuyor olmalıydı. “Ameliyat pazartesi… Yok o da demin geldi henüz konuşmadık… Tabii ararım… Görüşmek üzere”.

En son geçen yaz ameliyat olmuştu, aylar süren ağrılı tedavi ve fizik hareketlerinden sonra bir ilerleme kaydedilmemişti. Fuat Amcası son bir ameliyat daha olacağını daha o zaman söylemişti. Son bir ameliyat. Artık alıştığı hastanelerde ağrılar içinde gecelemek istemediğini düşündü babasının aldığı kitabın renkli kapağını seyrederken.

Omzuna dokunan eli hissettiğinde açtı gözlerini yeninden “Oğlum derdin ne senin?” diye sordu ona doğru eğilmiş yaşlı kadın. Titreyen elini yanağında değdirip “Neden yardım kabul etmiyorsun?”. Kadının grileşmeye başlamış gözlerine baktı, bembeyaz teninde derin kırışıklıklar vardı. Ağzında bir şey varmışçasına sürekli oynattığı dudaklarına ve meraklı gözlerine baktı yeniden. “Vazgeçmiyorum!” dedi ama konuşmaktan çok hırlıyor gibi çıkmıştı sesi, pişman oldu. “Neden vazgeçmiyorsun?” dedi kadın elini yanağından çekerken. “Denemekten..” dedi başını öne eğip, “…denemekten vazgeçmiyorum.”. Nihayet konuşmaya başladığını gören kalabalıktan homurtular yükselmeye başlamıştı “Düşünmüyor ki kimse bu insanları, bu kadar yüksek kaldırımı ben çıkamıyorum, bu çocuk nasıl çıksın!” diye söylendi bir kadın. “Her sene kaldırım söküp döşeyeceklerine engelli vatandaşları düşünseler biraz!” dedi yükselen başka bir erkek sesi.

Kadın konuşulanları hiç duymuyormuşcasına gözlerini ayırmadan ona bakmaya devam ediyordu. Başı önüne eğilmiş olsa da, kırpışan gri gözlerin üzerinde olduğunu hissediyordu hala. “Hadi!” dedi titreyen sesiyle kadın. “Önce şu kaldırım problemini aşalım, sonra biraz konuşuruz seninle.” Üniversiteli öğrencilerden biri daha kadın lafını bitirmeden sandalyeyi havalandırıp geri çekilen kalabalıktan açılan boşluğa çıkardı, “Hoop!”.

Omzuna vuran bir kaç elden sonra sandalyeyi iten birinin olduğunu hissetti. “Hadi bakalım!” dedi titreyen ses yeniden, “Hemen şurada bir yer var, oturup birer çay içebiliriz.”. Sakinlediğini hissediyordu, itiraz edecek gücü ise kalmamıştı, başıyla onaylayarak, tekerlekleri çevreleyen demiri kavradı sıkıca, yaşlı bir kadına kendini ittirecek değildi.

Hastane odasında gözlerini açtığında annesi ile babasının kapının dışından gelen seslerini duyuyordu. “İnşallah.” diyordu annesi, “İnşallah yürüyecek”

Kaldırımın hemen kanarına dizilmiş masaların birçoğu boştu, geldiklerini gören garson hemen yanlarına gelmiş, sandalyeyi masayı yaklaştırabilmesi için tahta sandalyeleri kenara çekmişti. “Bize iki demli çay getir oğlum” dedi kadın, garsonun oturması için çektiği sandalyeye kendini bırakır gibi otururken.

“Biliyor musun,” dedi “hayat benim için bazen senin için olduğundan daha zor. Yaşlılığın tedavisi yok biliyorsun.”. Biraz önce yaptıklarından duyduğu utançla bir şey söyleyemiyordu. Gereksiz bir deneme olduğunu biliyordu, ama yüksek kaldırıma karşı kendini o kadar zayıf hissetmişti ki bir an için hırslanmış ve sonrasını kontrol edememişti. Kadın onun sessizliğine aldırmıyor gibi devam etti sözüne “Bir komşumuz vardı” dedi. “Ben çocukken babam ve o şeker fabrikasında çalışırlardı. Her sabah birlikte işe gider, her akşam da birlikte dönerlerdi. Annem de çok severdi onları, benden bir yaş büyük bir de oğulları vardı, Salih…”

“Bir gün Salih çok hastalandı, babam ve arkadaşı onu hemen hastaneye götürdüler, bir ay kadar hastanede yattı. Çocuk felci olduğunu söylemişti annem. Oldukça ağır geçiriyordu, bir daha yürüyemeyebilir demişti doktor.”

Annesi o ilk hastalandığında anlatmıştı çocuk felcinin ne demek olduğunu ona. “Mikroplar önce vücuduna giriyor sonra, bacaklarındaki gücü yemeye başlıyorlar, eğer yeterince direnmezsen o zaman bacakların seni taşıyamayacak kadar güçsüzleşiyor ve bir süre onları kullanamıyorsun” demişti. Vücudunu yiyen mikroplar olduğu fikrinden oldukça tedirgin olmuş ve ağlamaya başlamıştı. Annesi “Unutma biz bir aileyiz, onlarla tek başına savaşmak zorunda değilsin, doktorlar ve biz hep beraber onları yeneceğiz” demişti. Yıllarca süren bu savaş o son ameliyata kadar devam etmişti. O yaz çok sıcaktı gerçekten. Hastanede geçen ağrılı günlerin ardından yine yürüyemeyeceğini öğrendiğinde kendini nasıl hissettiğini hatırladı. Anne ve babası gülümseyerek ona birçok şey anlatmışlar, ama yüzlerindeki o acıklı ifade anlatılanların ona teselliden çok acı vermesine neden olmuştu. Bacakları giderek zayıflamış ve vücudunun altından sarkan iki saçak gibi olmuşlardı geçen zaman içinde. “Bunu nasıl anladınız?” gibi gereksiz bir soru sormaya gerek duymamıştı o yüzden yaşlı kadın anlatırken.

“İçsene çayını ne bekliyorsun!” dedi kadın onu daldığı uzaklardan geri getirmek istiyor gibi..”Tamam.” dedi sessizce ve bardağa doğru uzandı. Yeniden onu dinlemeye hazır olduğunu düşünen kadın devam etti “Salih eve döndükten sonra yıllarca hastaneye gidip gelmeye devam ettiler. Ama doktorlar yapılacak bir şey olmadığını söylemişlerdi”.

Yutkundu, birazdan hayata dair nasihatler gelecek diye geçirdi içinden, ama terbiyesizlik etmek de istemiyordu, sessizce dinlemeye devam etti.

“Ben evlendiğimde Salih hala ailesi ile yaşıyordu, hastalıktan sonra çok içine kapanık bir çocuk olmuştu, kimseyle konuşmuyordu. Annesi, kocası geldikten sonra bize geliyor ve mutfakta anneme dert yanıyor ve “Ne yapacağım ben bu sakat çocukla?” diyerek ağlıyordu. Çok üzülüyordum Salih’e, ama o kimseyle konuşmak istemediğinden, bende ne söyleyip, ne yapacağımı bilmediğimden arkadaşlığımız sona erdi. Babası erken yaşta kalp krizi geçirip öldüğünde, annesi Salih’i de alıp memleketlerine dönmüştü. Ben evlendikten sonra iyice yalnız kalan annemse arkadaşının gittiğine çok üzülmüştü gerçekten. Babam günlerce annemin akan gözyaşlarına teselli bulmaya çalışmıştı.”

Hikaye ilgisini çekmeye başlamış olsa da yine de gözlerini çay bardağından ayırmadan hareketsiz duruyordu. Ardından gelecek nasihatları dinleyip, eve gitmek istediğini düşündü. Annesi onu merak etmiş olmalıydı. Ya da o annesini merak ediyordu.

“Yıllar sonra Salih’in intihar ettiğini öğrendim.” dedi kadın, “Çok yazık olmuştu gerçekten.” ve sustu. İlk defa gözlerini bardaktan ayırıp kadının yüzüne baktığında onun uzaklara dalıp gitmiş olduğunu fark etti. Şimdi ikisi de sessizce masada oturuyorlardı. Bir süre sonra kadın derin bir iç geçirerek “Zavallı Salih, onun zihnindeki engelleri kimse tedavi edemedi” dedi ve gözlerini onun gözlerine doğru çevirdi. Artık başını eğmek için geç olduğundan bir an ne yapacağını şaşırsa da, en azından dinlediğini belli etmek için başını salladı. Ne diyebilirdi ki, “Evet, zavallı Salih mi?”.

“Torunumu görmeye gidiyorum” dedi kadın birden neşeyle. “On yaşına girecek bir ay sonra. Artık kalksam iyi olacak. Sen nasılsın?”. “İyiyim” dedi kısık bir sesle, ne olduğunu anlamamıştı. Zavallı Salih olmamak için hayata ne kadar bağlı olmasını gerektiğini falan anlatacağını sandığı kadın, garsonu çağırıp hesabı istedi. Titreyen elleriyle çantasından çıkardığı cüzdanından bozuk paraları dikkatlice sayarak uzattı garsona. “Hadi bakalım delikanlı,” dedi. “…gitme vakti.” ve bir eliyle sandalyenin arkasından güç alarak yavaşça ayağa kalktı. Hiç bir şey söylemeden kalakalmıştı. “Kendine dikkat et” dedi kadın, eliyle omzuna vurarak. “Tamam” diye cevap verdi kısık bir sesle ve ağır adımlarla ilerleyen kadının arkasından bakakaldı.

Otobüs durağı çok uzakta değildi, sandalyenin tekerleklerine asılarak ilerledi. Kafası karışmıştı. Otobüs fazla geç kalmadı, duraktakilerin ve şoförün inerek ona yardım etmelerine sesini çıkarmadı, inerken de yardım edenlere itiraz etmedi. Apartmanın önüne geldiğinde annesinin onu camda beklediğini fark etti. El salladı gülümseyerek ona.

“Artık merak etmeye başlamıştım” dedi annesi onun kapının eşiğinden geçmesini beklerken. “Üzgünüm tuhaf bir gündü” diye yanıtladı annesini. Olanları ona anlatmaya hiç niyeti yoktu. Bütün gece fazla konuşmadan oturdu. Babasının açtığı kanalı seyrediyormuş gibi yapıp, onun koltukta sızmasını seyretti.

Annesi odasının ışığını kapatıp “İyi geceler” diyerek çıktığında, “Zavallı Salih!” dedi kendi kendine. “Keşke benim kadar şanslı olsaydı”. Annesi ve babasının yıllardır kaybetmedikleri iyimserliklerini düşündü. Hayatında bir gün olmayacaklardı belki ama, ona miras bıraktıkları bu iyimserlik ve azim hayatının sonuna kadar mutlu olmasını sağlayacaktı. “Yarın yeni bir gün olacak” dedi kütüphanenin rafından neşeyle ayaklarını sallayan Tom Sawyer’a, sonra neşeyle kısa bir ıslık çaldı içerden duyulmamasına dikkat ederek.

Yatağının yanındaki lambayı yakıp, komodinin çekmecesini açıp defterini aldı, kaleminin olduğu boş sayfayı açtı, eliyle sayfayı temizlemek istercesine bir kaç kez sıvazladıktan sonra bir başlık yazdı. “Önce zihnindeki engelleri kaldır!”.

Yıllar sonra geçireceği tüm o acılı ameliyatlardan sonra tam olarak düzelmeseler de, kısa mesafelerde onu taşıyabilen bacaklarına oturttuğu torunlarına anlatacaktı o günün hikayesini, kırışıklıkların yerleştiği beyaz yüzündeki gri gözlerine bakarak hayatını paylaştığı kadının. “Engelli olmak demek, mutlaka fiziksel değildir, eğer zihniniz engelliyse, o zaman önce onu tedavi etmelisiniz…” diyecekti onlara nasihat olarak.

Fasulye

Hiç yorum yok: