5 Şubat 2012 Pazar

YA TUTARSA (7) AGARTA HER YERDE - İSTANBUL

Tarih özellikleri, Agarta ilişkilerini akla getiren ve doğal olarak da bir anten-mabet bulunduğu, dünyanın bir diğer harika kenti de Efes’ti. Efes ilk kez savaşçı kadınlarda oluşan, Amazonlar tarafından kurulmuştu. Ve Amazonlar, Anadolu’ya Kafkasya’dan gelmişler ve başlangıçta kuzeydoğu Anadolu’da yerleşmişlerdi. Aslında, Amazon adının etimolojik yorumlarında birine göre, bu ad, kadim Kafkas lisanında ‘ay’ anlamına gelen Maza kelimesinden türemiş olup ‘Ay Kadınlar’ anlamını taşımaktadır.  Çünkü Amazonlar bir büyük Tanrıçaya, Büyük Ana Tanrıça ve aynı zamanda Ay Tanrıçası olan Kybele ile ilişkili görülen orijinal Artemis’e tapıyorlardı. Daha sonra, Grekler de Artemis’i Ay Tanrıçası olan Selene ile özdeşleştirdiler. Kybele etimolojik olarak, Mağaralar Tanrıçasıydı.

Bir Efes efsanesi olan Yedi Uyurlar, Anadolu’nun mağara tradisyonları ile doğrudan ilişkilidirler. İslam tradisyonunda Eshab-ül Kehf adıyla bilinen Yedi Uyurları öyküsü,250 yılı civarında imparator Decius’un zulmünden kaçarak Kıtmir adındaki köpekleriyle bir mağaraya sığınan yedi müminden söz eder. Yedi Uyurlar bu mağarada 200 yıl kadar uyuduktan sonra, Theodosius’un hükümranlığı sırasında sapasağlam ortaya çıkmışlardır. Bu kişilerin 200 yıl süresince mağarada sağ kalışlarına ilişkin gizem, ancak ve ancak onların Agartanın yer altı dünyasına inmiş olduklarını varsaydığımız takdirde çözülebilir. Az sonra göreceğimiz gibi, yüzyılları aşan uzun ömürlük, Agartada yaşayanlar için sanki hayatlarını doğal bir parçası gibidir.

Amazonlar, Efesde Tanrıçalarına adadıkları kutsal bir mabet tesis etmişlerdi. Daha sonra, İyonyalılar, burada Artemisin devasa bir heykelini inşa ettiler. Bu heykelin başında, kuleye benzeyen bir taç vardı. Kybelenin başına giydiği kuleden uyarlanmış olan bu taç asıl anten-obje olarak işlev gören bir kutsal taşı içinde taşıyan, piramit biçimindeki üst yapıyı oluşturuyordu. Kökeni bir sonraki bölümde araştırılacak olan söz konusu taşa, diopet deniliyordu. Diopet önceleri bir kutsal ağaç şeklinde Amazonların Büyük Tanrıçasını sembolize eden ve çevresinde orijinal mabedin inşa edilmiş olduğu bir palmiye ağacının üzerine yerleştirilmişti.

Orta Anadolu’daki bir Frigya yerleşme merkezi olan Pessinus’ta mağara mabudu olan tanrıça Kybele de piramit biçimindeki kutsal bir taş ile temsil edilirdi. Bu tür taşlardan Anadolu’nun Kadim Kayra ve Likya yörelerinde bol miktarda bulunduğu bilinmektedir. Troyanın güney doğusunda Edremitte yer alan, eski adıyla İda dağı, yeni adıyla Kazdağı’nda da bir zamanlar bir kutsal taşın bulunduğu söylenir.

Kybele taşları, Artemissunun yani Artemis Tapınağının diopet taşıyan heykeli ve palladium, hepside aynı amaca yöneliktiler: yani, enerji üreten rezervuar ve dağıtım üniteleri olarak kullanılmaları söz konusuydu. Heredotta, kitabında bu tür bir işlev gören sütunlara rastladığında bahseder. Fenike’nin Tyros kentinde yer alan ve Herakles adına yapılmış bir mabette duran bu iki sütunun biri altından, öteki ise zümrütten yapılmıştı ve ‘karanlıkta, çevreye gizemli ışıklar saçıyorlardı’ yüksek enerji ve tesirlerle yüklenmiş olan objelerden ışıkların neşrolması gayet doğaldır.

Piramitler ile piramit biçimindeki objelerin bu tür bir işlevi olduğu, son on yılda ortaya çıkarılmış ve bilimsel olarak kanıtlanmış bulunmaktadır. Dünya üzerinde, Keops Piramitinin yanı sıra benzer türden iki büyük piamit daha vardır. Bunlardan biri Tibet’te, diğeri güney Amerika’dadır. Ve her ikisi de hala daha keşfedilmeyi beklemektedir hassas kişiler ile medyumlar, bu tür yapılar ya da objeler vasıtasıyla, Spiritlojik ve Parapsiklojik fenomenler oluşturabilirler. Diopetin yer aldığı Artemesium’um bulunduğu Efes’in bir maji ve okült hünerler merkezi olarak ün yapmasını sebebi de budur. Dahası, yedi kutsal Planetin neşrettiği İlahi Tesir beşeri kitlerle ara istasyonlar şeklinde işlev gören bu objeler yluyla ulaşır. Ve beşeri bedendeki yedi şakra da alıcı üniteler olarak faaliyet gösterir. Sözknusu İlahi Tesir neşriyatı, Sirius tarafından sevk ve idare edilir.

Zaman zaman, ya Agartanın bazı Üstatları, Işık bedenleri vasıtasıyla dış dünyada ortaya çıkıp, beşerlerin arasına karışarak misyonlarını yürütürler yahut Agarta bünyesine dâhil olan Agarta İnisiyeleri, büyük bir önemi haiz olan sn fizik dünya enkarnasyonlarının bir ya da bir kaçı sırasında beşeri evrimi hızlandırıcı faaliyetlerde bulunurlar; ya da beşeriyetin evrim yolunda ilerlemiş olan bazı üyelerine belirli bir sebepten ötürü Agarta dünyası ile temas etme izni verilir. Bu tür vakaların tespit edilebilmiş lanlarını inclediğimizde. Türkiyedeki bazı yerlerden sürekli olarak bahsedildiğini görmekteyiz. Örneğin Agarta üstatlarından üstat Rakoczinin, bu adla tanındığı son fizik dünya enkarnasyonu sırasında türkiyede uzun yıllar geçirdiğini biliyoruz. 17. yüzyılda Macaristan’ın Rakoczi ve Zrnyi ailelerinden dünyaya gelen Erdel Prensi 2. Francis Rakoczi (1676–1735), Macaristan kurtuluş savasının önderi olarak ortaya çıkmış ve Kuruez köylü ihtilalcilerin başına geçerek 1703–1711 yılları arasında Macaristan’ın bağımsızlığı için savaşmıştır. İmre Thököly nin 1705 de halefi tayin ettiği Prens Rakoczi savaş sonrasında Macaristan asilleriyle Hapsburglar arasındaki uzlaşmayı reddetmiş ve bağımsız Macaristan için yaptığı mücadeleyi sürdürmek için memleketini terk etmiştir. Önce Polonya ya giden prens Rakoczi daha sonra Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye de himaye gören Macar bağımsızlık savaşı önderi 1717 ye kadar İstanbul da ve 1720 den ölümünde kadar da Tekirdağ da kendisine tahsis edilen evde kamıştır. Mücadelesini Türkiye’de yürüttüğü diplomatik faaliyetlerle sürdüren prens Rakoczi’nin yaşadığı bu ev günümüze bir müze haline getirilmiştir.

Ne ilginçtir ki aynı şahıs, artık bir Agarta İnisiyesi değil de, Üstadı sıfatıyla ışık bedenini kullanarak dış dünyada faaliyet gösterdiği ve Agartanın beşeriyet arasında en tanınmış elçisi olan Saint Germein Kontu olarak ilk kez 1745 yılında ortaya çıktığı bir sonraki yaşamında İstanbul’u gene uğrak yeri yapmştır. Fransa’daki ezoterik Rosicrucian grubunun üyelerinden Graffer ‘Viyana hatıralalı’adlı kitabında St. Germain den bahsederken, onun 1790 yılında viyana da kendisine aynen şu sözleri söylediğini yazar:

'' Senden ayrılıyorum. İstanbul’da beni bekliyorlar, oradan da İngiltere ye gideceğim orada yüzyıl sonra kullanacağınız iki icat üzerinde çalışacağım. Bunlar tren ve buharlı gemidir. Bir süre için Himalayalara çekilip dinleneceğim. 85 yıl sonra tekrar ortaya çıkacağım.''

St. Germain Kontu nun sözleri, İstanbul’da Agarta’dan gelen daha başka kişilerle buluşacağını ima etmektedir. Doğu ile Batı arasında bir köprü oluşturan İstanbul, belki de, Agarta’nın temsilcilerine yoğun bir şekilde ziyaret edile gelmekte olup, onların mutat buluşma yeri haline gelmiştir. Nitekim Andre Bouguenec, Robert Charroux’unun ‘Gizemli Bilinmeyen ‘adlı kitabına yazdığı önsözde, bu savı güçlendirecek bir açıklama yapmaktadır: “Villeneuve Üstadı,24 Aralık 1966’da İstanbul’da, Bilinmeyen Üstlerle buluştu. Kendisi bu görüşmeyi sınırlı bir şekilde anlatmıştır. Ya da, daha doğrusu, açıklaması için Bilinmeyen Üstlerce kendisine izin verilenleri yayımlamıştır. Kitabın adı,’Tasavvur Olunmazla Karşılaşma’dır. Bu kitap, yüzyıllarca insanların bahsettiği Görünmeyen’in, şarlatanlar ile hayalperestlerin icadı olmadığını kesinlikle ispat ettiği için çok önemli bir çalışmadır. Villeneuve Üstadı’nın anlattığına göre, kendisi, Saint Yves d’Aalveydre gibi belirli açıklamalar yapmaya izinlidir.

“D’Alveydre’nin bahsettiği Agarta adı değiştirilmiştir ve Yüksek Meclisin kendi içinde, tarihin ve zamanın hızlanmasıyla uyumlu hale getirilmesi için bazı ufak değişiklikler meydana gelmektedir Agarta’nın yeni adı sadece belirli birkaç kişiye bildirilebilir. Yüksek Meclis, bu dünyanın evrimi içinde ulaşacağı en yüksek noktayı bilen 12 Büyük Üstaddan oluşmaktadır. Bu şahıslar, günümüzün politikasını etkileyecek bir durumda olmalarına rağmen bizler yinede özgür irade sahibiyizdir. Bütün bu 12 Şahsın üzerinde, daha da yüksek bir seviyede, üstün bir hiyerarşi içindeki Görünmeyen Varlıklar yer alır.>>

1932 de yapılan bir diğer Agarta toplantısının da İstanbul da gerçekleştirildiği bilinmektedir. Her yıl dünyanın bir ülkesinde yapılan bu önemli okült toplantılar, on kişisi çeşitli ülkelerdeki bilinmeyen İnisiyelerden diğer iki kişisi de, Agartadan gelen elçilerden oluşan 12 kişilik bir kadro katılır. Örneğin, 1978 yılında G. Afrika’da yapılan toplantıya, Habeşistan’dan Kudüs’ten Japonya’dan Polonya’dan İskoçya’dan A.B.D.neden ve İspanya’dan birer kişi güney Amerika’dan üç kişi ve Agartadan da iki temsilci katılmıştır.

Uludağ’ın eteklerinde yer alan tarihi Bursa kenti de himalayaların altındaki Işık Ülkesinden gelen elçileri arada sırada ortaya çıktıları bir diğer yerleşme merkezi olarak tebarüz etmektedir:

“14. yüzyılda sahte bir ölümle gömülme olayı düzenlediği ve sonra orta Asya da ortadan kaybolduğu sanılan bir diğer tarihi şahsiyette Nicolas Flameldi… Başrahip Vilain, 18.yy.da, Filamelin Türkiye deki Fransız sefiri Desalleurs u ziyaret ettiğini yazmıştı- yani, Flamelin sözde ölümünden yaklaşık 400 yıl sonra!

“14.Loiz Paul Lucas’ı Ortadoğu Mısır ve Yunanistandan antik eserler toplamakla görevlendirmişti. Lucas 1714 yılıda ,’kralın emriyle, Bay Pul Lucasın gezisi ‘adında bir kitap yayınladı. Bu eserde, bursa da dört dervişle karşılaştığından ve bunlardan birinin Fransızca da dâhil olmak üzere çok sayıda lisan bildiğinden bahseder. Söz konusu derviş, ermişlerin yurdu olan uzaktaki bir yerden geldiğini söylemiştir. Görünüşe göre 30 yaşlarında olmasına rağmen anlattığı uzun yolculular en azında yüzyıllık bir süreyi kaplıyordu. Flamelin adı geçtiğinde derviş şöyle der : ‘ flamelin öldüğüne gerçekten inanıyor musun? Hayır, hayır dostum, kendini aldatma flamel hala daha yaşıyor. Ne o ne de hanımı ölümle henüz karşılaşmış değillerdir. Her ikisini de Hint adalarında bıraktığımdan beri üç yıldan fazla bir süre geçmedi. Hem o, benim en yakın arkadaşlarımdan biridir.’ Bu derviş Asya’daki Olimposun ( Yüce Varlıkların Mekânının yani Agartanın) belirli bir vazifeyle görevlendirdiği bir elçisi olsa gerekti.’

İstanbul da düzenlenen Agarta Toplantılarına paralel olarak, ayrıca, İstanbul un altında yer altı geçitlerinin mevcut olduğuna dar birçok kanıt vardır:1963 yılında 19 aşındaki oto tamircisi Cavit Cinci, Taşlıtarladaki havuz başı semtinde Bamya Tarlası diye bilinen bir yerde bir delik keşfetmiş ve define aramak için bu delikten aşağıya inmişti. Cincinin kaybolması üzerine yapılan araştırma sonucunda bu deliğin o zamana kadar mevcudiyetini hiç kimsenin bilmediği kadim bir dehlize açıldığı görülmüştü. Olayla ilgilenen Arkeoloji Müzesi yetkilileri dehlize girerek 43 m. Kadar ilerlemelerine rağmen Cincinin izine rastlayamamışlardı. Sürdürülen aramalar sonucunda gencin cesedi bulunduğunda 4 Mart 1963 tarihlim gazetelerde bu konuyla ilgili olarak şu haber çıkmıştı: “dehlizin girişinden 9m. Ötede bir dirsekten sola kıvrılarak yola devam eden 19 yaşındaki oto tamircisi, anlaşıldığına göre 11m gittikten sonra zeminde rastladığı bir aş kapağı elindeki keskiyle parçalamıştır. Bilahare, bu kapağın altında, ilkine dik olara duran su dolu diğer bir kanala inen define meraklısı genç,  bir süre ilerlemiş sonuna geldiğinde çıkış yeri bulamamıştır.” bilindiği kadarıyla dehlizde 87m. Adar ilerlenmiş ve daha sonra bir bataklığa rastlanmıştı. Cincinin indiği dik kanal da bir bataklıkta son buluyordu. Burada, gencin üzerine kanalın tavanının çöktüğü görülmüştü.

Günaydın gazetesinin 27 Eylül 1980 tarihli sayısında, bir önceki gece İnönü Stadının çevresinde garip seslerin işitildiğinden bahsedilmektedir. Bu haberin ilginç yanı, söz konusu gizemli seslerin yeraltından gelmiş olmadır. Balyoz sesine benzeyen u gürültülerin, 40m. Çapındaki bir alan dâhilinde net bir şekilde duyulabilmiştir. Sesleri, önce, deviye gezen bir grup asker duymuş ve daha sonra olay yerine gelen yetkililer ne seslerin geldiği yeri ne de mahiyetini belirleyebilmişlerdir. Ve bu ‘kimliği meçhul yeraltı sesleri’ olayı da unutulup gitmiştir.

Denildiğine göre, İstanbul un çeşitli yerlerinde bulunan yer altı şebekesi giriş- çıkış noktaları, günümüzde kapalı tutulmaktadır. İstanbul’da, mevcut yeraltı ağı ve ilgili okült enerji sistemine ilişkin olarak üzerinde durulması gereken bir anıt vardır: bu, Çemberlitaş adıyla bildiğimiz sütundur. Bu sütunun özeliği, roma imparatoru Büyük Constantine(?280–337) tarafından, imparatorluğun merkezinin Roma’dan İstanbul a aktarılışı ve buna paralel olarak da Hıristiyanlığın, Roma dünyasının resmi dini haline getirilişi operasyonunun kadim tradisyonlara bağlı bir uygulamayla, odaklanması için yaptırılmış olmasıdır. Constantine, böylece bu operasyonun geçerliliği ile devamlılığını garantiye almak istemişti. Peki, Çemberlitaş’ın bu özelliğini sağlayan faktörler neydi? Çemberlitaş, mabet prototipine uygun bir biçimde yapılmıştır.


Burada orijinal piramit formunun yerini, Herodot’un Fenike’de tapınaktaki gibi bir sütunun aldığını görüyoruz. Sütunun üzerinde, uç noktayı oluşturan bir Apollon heykeli bulunuyordu. Altında ise, bir iç oda vardı. İşte Constantine’in bir iç odaya aynen Artemis heykelindeki diopet gibi, hem Roma Dünyası hem de Hıristiyanlık âlemi için, kutsal sayılan objeleri yerleştirmiş olması söz konusudur. Bu kutsal emanetler arasında yer aldığı söylenen ve araştırmacılarca üzerinde en çok durulan obje, Hz. İsa’nın gerilmiş olduğu Haç’a ait tahta parçalarıdır. Aralarında, Evliya Çelebinin Seyahatnamesi ve Hezarfen Hüseyin Çelebinin 1670 yılında yazdığı Bizans Tarihi gibi Türk eserleriyle, Bizans tarihçisi Heskiuos İllus Trios un 6.yy.da yazdığı Patria Konstantinoupoleus adlı kitap gibi yabacı eserlerin yer aldığı çeşitli kaynaklarda, Haç’ın Constantinenin annesi St. Helena tarafından Kudüs’ten İstanbul’a getirilişinden bahsedilmekte ve önce sütun üzerindeki heykelin içine yerleştirildiği, daha sonrada iç odaya nakledildiği anlatılmaktadır.


Kutsal haçın yanı sıra, Hz. İsa çarmıha gerilirken kullanılan çivilerden bazıları, Hz. İsa’nın mesh edildiği yağın kabı, Hz İsa’nın kanının bulaştığı toprak parçaları ve Hz İsa’nın kutsadığı Yedi ekmek gibi birçok kutsal emanetinde Çemberlitaşın altındaki iç odada muhafaza edildiğine inanılmaktadır. Fakat bu objelerin mahiyeti ve adedi ne olursa olsun, hepsi de sadece Hıristiyanlık kurumu ile ilgiliydiler. Peki, Constantine daha önemli bir konu olan, imparatorluğun yeni merkezinin bekası için acaba Çemberlitaşta ne gibi bir uygulamaya gitmişti? Anlaşıldığına göre en mantıki yola başvurmuştu: çükü, denilmektedir ki constantine önceleri Troya’ya, daha sonrada Roma’ya İlahi Güçlerin himayesini bahşeden ve nereye giderse oraya yeni bir uygarlığın merkezi haline getirdiği söylenen Palladiumu Roma’dan getirtmiş ve Çemberlitaşın altındaki iç odaya bu ünlü anten heykeli de yerleştirmişti. İstanbul’un constantineden sonra tam 11 yy. boyunca Bizans imparatorluğunun 500 yıl boyunca da Osmanlı imparatorluğunun başkenti olduğuna hiç şaşmak gerek!

Öte yandan, Mabet prototipine uygun her kutsal yapı gibi, çemberli taşında yer altı Agart sistemiyle ilişkili olması sözkonusudur. Nitekim 1930 larda yapılan bir arkeolojik kazı sırasında Çemberlitaş civarında bir takım labirentvari dehlizlere rastlanmıştır. Üstelik diğer bazı bulgulardan anlaşıldığına göre, Sultanahmetle Aksaray arasındaki düz hat boyunca bu tür yer altı mekânları uzanmaktadır. Bütün bu hususları göz önüne aldığımızda,  çemberli taşı, İstanbul’un altında yer alan galeriler ağıyla irtibatlı olan ve belki de bir giriş yerini belirleyen bir enerji odak noktası olarak işlev gördüğü açıkça anlaşılmaktadır.

Bu konuya açıklık getirebilecek olan çok ilginç bir kayda, İstanbul un yedi harikası adlı yetmiş küsur yıllık bir kitapta rastlamaktayız. Bu kitapta anlatıldığına göre, çemberli taşın hemen yakınında yer ala Yerebatan sarayı ile Kınalıada arasında, uzun bir yol izleyerek uzanan bir tünel bulunmaktadır. ’köpek öldüren kanalı’ denilen bu dehlizin, Yerebatan sarayındaki gizli bir girişten başlayarak kuzeydoğu yönünde ilerlediği ve boğazın Marmara ya açıldığı yerde denizaltından geçtiği, Üsküdardan itibaren de güneydoğuya doğru bir açı yaparak düz bir hat halinde, önce Üsküdar-Kadıköy sahillerinin ve daha sonra gene Marmara’nın altından uzanıp Kınalıadaya ulaştığı ve buradaki Manastırda son bulduğu belirtilmektedir. Bu dehlizin, söz konusu güzergâh üzerinde, sırasıyla; salacak, Karacaahmet ve Moda da, yüzeyle irtibatını sağlayan giriş- çıkış noktaları bulunduğu belirtilmektedir.

(devam edecek)

Hiç yorum yok: