2 Şubat 2012 Perşembe

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 8

İnsanların algıları sahip oldukları yargılar, tecrübeler, düşünceler vb bir çok şeye göre değişebilir. Herkes tarafından aynı şeyin anlaşılması bazen görsel durumlarda bile söz konusu değildir. Bu açıdan bakılacak olursa Kur’an ya da diğer kutsal kitapların anlattıklarının neden bu kadar farklılaştığını anlamak da zor değildir.


Ancak hepsinin ortak olan tek noktası manevi anlamda Allah’a ulaşmaktır. Bu da hiç bir kutsal kitapta toplumsal bir sorumluluk olarak tanımlanmaz. Birey Allah’a ancak tek başına ulaşabilir. Bunun yolunu da kendisine verilen kitaptan anladıklarıyla yine kendi başına bulacaktır. Hiç bir millet topluca Allah’a ulaşmak gibi bir sorumluluğa sahip değildir.


Bu şu anlama gelir İslam ya da diğer semavi dinler bireyin eğer istiyorsa Allah’a manevi olarak ulaşması için gönderilen kılavuz kitapların birey tarafından anlaşılması sürecidir. Bir eğitimdir özetle. Özündeki amaç insanın modern tanımıyla kişisel gelişimini sağlamaktır. Kişisel gelişime önem veren toplumlarda zaten toplumsal olarak da gelişme gösterir. Hiç bir kişisel gelişim uygulamasında kılık kıyafet ya da farklı bir fiziksel değişim zorunluluğu yoktur. Kişisel gelişimini tamamlayan kişiler Kur’an’daki adıyla Cennet olarak nitelendirilen bir sona ulaşacaklardır. Kur’an’da cennet ve cehennem eğitim süreçlerinin bir çoğunda olduğu gibi ödül ve ceza sistemidir. Ama bu ödül ve cezanın dünyevi bir kopyasının olmaması için de tarifi net olarak verilmemişbir yer olarak tasvir edilmiştir.

Ama iyi bir yerde yaşamak istiyorsak zaten hepimizin kişisel gelişimini tamamlaması gerekir. Bunu hepimiz başarabilsek zaten dünya bize cennet olarak da gözükebilirdi.



Bu sözler elbetteki kişisel gelişim bir tek din ile elde edilir anlamına gelmemektedir. Ama benim için yaratıcı tarafından verilecek bir kişisel gelişim dersi iyi bir referansdır.

Sonuç şudur ki din bireysel bir olgudur. Bir yaşam şekli değildir. Dilenirse veya kişiye katkısı oluyorsa bir yaşam şekli ile desteklenebilir. Kişisel gelişim ise devletlerin konusu değildir. Bu anlamda devlet yönetimlerinin kişisel gelişimi mecburi tutma gibi bir misyonu yoktur. Ancak sağlanabilen kişisel gelişimin devletin sağlayacağı düzene katkısı olacağı açıktır.


Muasır medeniyetlere ulaşmak kendini geliştiren ve ilmin peşinden giden milletler içinse aşılmaz bir yol değildir diye düşünüyorum.


Bu anlattıklarım bir ütopya gibi gözüküyor olabilir, bahsettiğim din tanımı pratikle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Bu düşüncemi Kur’an’a dayandırarak açıklayabilmem için daha sayfalarca yazı yazmam gerekir. Ama bu herkesin kendi yolculuğudur ve tek başına çıkılması gerekir. Sadece bakış açısını değiştimek bile insan yaşamını değiştirebilecek bir durumdur.


Bu anlamda eğer ilginizi çekiyorsa Yaşar Nuri Öztürk ve son zamanlarda keşfettiğim Ankara İlahiyat'ın Kelam Anabilim Dalı Başkanı Prof. Şaban Ali Düzgün’ün yazılarını okumanızı önerebilirim.


“Ilımlı İslam” değil, “İslam” benim arkasında durduğum dindir ve bu yazı dizisinin din ile ilgili son cümlesini oluşturmaktadır.


Ancak benim hikayem başka bir boyutta devam etmektedir.


Bu nokta da değinmeden geçemeyeceğim bir de liberal görüş vardı bu ülkede ki, kendilerince edindikleri objektif bakış açısı ile tamamen eleştirel yaklaşıp bize göre radikal yorumlar yapabiliyorlardı. Onlar ne Atatürk'in tarafında, ne de dincilerin yanındaydılar. Bir çoğuna göre ise dincilerin maşasıydılar. Çünkü Atatürk düşüncesini savunanların kendilerini bu ülkenin tek sahibi sandığı görüşünü savunuyorlar, ülkenin gerçeğinin bu olmadığını söylüyorlardı.


Bu sürecimin değişik evrelerinde bana sinir bozucu gelmiş ve liberal olarak tanımlanan herkesi sürecin ilk aşamalarında sinir bozucu bulmaya başlamıştım. Hatta sırf sinirimi bozdukları için takip ettiğim, bakalım bugün ne yumurtlamış diye okuduğum yazarlar vardı. Bunlardan özellikle bir tanesini ciddi anlamda takıntı bile yapmıştım.


Ama size başından beri bahsettiğim süreç ilerledikçe yani ben çevremden gelen sesleri dinlemeye başladığımda, bu yazarları okurken kılıçlarımı kuşanmak yerine, ne söylediklerine odaklanmaya başladım. Bu ülkede Cumhuriyet değerlerine sahip değiller diye kızdığımız dinciler nasıl bu hale geldilerin kendimce açıklamasını yapmaya çalışmam aslında ülkenin değişen çehresinin sadece bir boyutuydu.


Dine sahip çıkanların yanında birde ne dine ne de Cumhuriyete sahip çıkma kaygısı taşımayan bir grup insan daha vardı. Onlar özgürlükten yana olduklarını söylüyor ve Atatürkçüleri, aynıdincilerin yaptıkları gibi muhafazakarlıkla suçluyorlardı. Anlamaya çalışıyor olmam yine de öfkemi engellemiyordu nedense. Haklı bulduğum ifadelere rastladığımda farketmiştim ki bu defa bunların sunuş şekli beni rahatsız ediyordu. Yani aslında beni kışkırtan şey söylenenlerden çok ifade ediş şekilleriydi. Liberaller haklılar ya da değiller tartışmasına girmeyeceğim. Çünkü bu yazıda hedefim bir tek kendimim.



Ama siz doğru veya yanlış bir mücadele içinde çırpınıyorken ya da bu ülke için bir şeyler yaptığınıza inanıyor veya sanıyorken isyan ettiğiniz şeyler onlar için bir çeşit “Eee! ne olmuş? Siz de (veya) Atatürk’te...yapmamış mıydı kardeşim” diye başlayan ve herşeyi sıradanlaştıran tavırları beni öylesine kışkırtıyordu ki, bu şekilde ifade edilen her şeye ters cevap vermek istiyordum. Odaklandığım şey söylenin doğruluğu veya yanlışlığı değil tavrın bende yarattığı duyguydu. Bu duyguyla başetmem oldukça uzun zamanımı aldı aslına bakarsanız. Elbetteki tüm liberal görüş sahiplerini bu şekilde yaftalamam söz konusu değil, aynı düşünceye sahip farklı bir tavırla karşılaştığımda, daha makul düşünebildiğimi farketmiştim.İnandığım şeyler yüzünden bana tepeden bakılması veya değer saydığım şeylerin herhangi birince sıradanlaştırılması bende ciddi bir öfke yaratıyordu, bunu anlamıştım.


Tüm bireylere özgürlük düşüncesine karşı değildim hiç bir zaman da olmamıştım diye düşünüyordum.



Uzun bir süre sadece karşı olmadığımı sanıyordum aslında kabul ediyorum. Çünkü Mustafa Kemal’i sevmemek ve anlamamak dahası O’nun çizdiği yoldan farklı yollara sapma eğilimi göstermeyi dahi kabul edemiyordum oysa ve bu ülkede bunun yapılmasına izin vermek istemiyordum. Yani benim gibi düşünenlere özgürlük veriyordu düşüncelerim sadece çünkü burası bizim ülkemizdi ve bizim askerlerimiz bu ülke topraklarınıkanlarıyla sulamıştı. Haklıydım çünkü bu vatanseverlikti ve vatanını seven her birey bu şekilde düşünmeli ve davranmalıydı. Bu düşünce idealist bir vatanseverlik düşüncesiydi ve vatanseverlik suç olamazdı. Eğer vatan uğruna kısıtlanması gereken özgürlükler varsa elbette ki sınırlanmalıydı. Bir çoğumuzun düşüncesinin bu olduğunu biliyorum.



Ama bu düşünce eğer Cumhuriyet dönemi boyunca hepimizin ortak değerleri olduğu ve hep birlikte sahip çıktığımız, eşit haklara sahip barış içinde yaşadığımız bir tarihimiz olsaydıbeni sonuna kadar haklı çıkaracaktı çünkü çoğunluğun düşüncesi olacaktı. Ben herkesi kendim gibi düşünüyor sandığım yıllar boyunca bu düşünceyle haklılığımısavunmuştum, çünkü ülkenin gerçeklerinin farkında bile değildim.



Ama hiç bir şey benim sandığım gibi değildi, Mustafa Kemal ve onun önderliğinde hareket ettiklerine daima gönülden inandığımız silah arkadaşlarının ve sonrasında gelen yönetimlerin bildiğimiz veya bilmediğimiz bütün hareketlerinin sonuçlarından kaynaklanan bazı olaylar sonucu azınlık diye de isimlendirilen etnik kökenli vatandaşlarımızın bir kısmında derin yaralar açmış ve bu yıllar boyunca içten içe kanamıştı. Onlar bu yüzden öncelikle Mustafa Kemal’e kızgındılar ve asimile edilmeye çalışıldıklarını bu nedenle de Mustafa Kemal’in faşist olduğunu düşünüyorlardı.



Çünkü sonuçları canlarını yakan hareketlerin kaynağında Mustafa Kemal’in başlattığı düşünce sistemi ve bu sistemi devam ettirdiğini söyleyen kişiler vardı. Dolayısıyla onlar bu ülkede bir özgürlük olduğunu düşünmüyorlar aksine asimilasyon ve soykırım olduğunu düşünüyorlardı. Onlara kulak verdiğinizde sizin bildiğiniz tarihle onların bildiği tarih arasında ciddi farklar olduğunu anlıyordunuz. Peki ama bu insanların sesini duyan kimse olmamış mıydı bugüne kadar? Bizim bilmediğimiz bu tarihi kim yazmıştı? Ya da bizim bildiğimiz tarihimizi kim yazmıştı? Seslerini duyurduklarında yaftalanmışlardı çoktan zaten Atatürk düşmanlarıydılar ve bu bizim kitabımızda vatan hainliği gibi bir şeydi.



Hayır Kürt kökenli vatandaşlarımızdan bahsetmiyorum, onlar hakkında yeterince bilginiz var zaten gündemimizden dolayı. Bu konuda kurabileceğim yegane cümle Kürt kökenli olmak ile Terör örgütü üyesi veya destekleyicisi olmak arasındaki farkı aklımızdan çıkarmamız gerektiğidir. Genelleme her zaman içinde bir yanlış bulundurur.



Bahsettiğim tamamen başka bir etnik köken ve tüm bu kökenden gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları aynıgörüşte olmadıklarından kim olduklarını söylemeyeceğim. Çünkü bu ülkede sağduyu çoktan kaybolmuş durumda ve ben buna bir katkı sağlamak istemiyorum. Ama anlıyordum ki onların bir kısmı gerçekten baştan kaybedilmişti.


İlk duyduğumda yine bir öfke krizine girmeme neden olan bu düşünce yine sürecim boyunca kulak verme şekline dönüştü. Sonunda tüm ayrıntıları ve gelişimi olmasa bile bu insanların içerledikleri konulardan en azından birini anladığımı düşünüyorum ki bu zaten onların Mustafa Kemal’e duydukları kırgınlığın temel taşı olan bir konuydu. Mustafa Kemal tarafından yapıldığı söylenen şeyleri duyduğumda inanamıyordum. Benim kendime yıllarca öğrettiğim Mustafa Kemal’in düşüncesine hiç oturmuyordu anlatılanlar.



Yine sağır kurbağa modelini örnek almalı ve Mustafa Kemal’in bu konuda ne düşündüğünü ya da ne söylediğini bilmeliydim. Bu yüzden Nutuğa başvurdum. Konuyla ilgili bahsi geçen yerleri defalarca okudum. Bana söylenenle Mustafa Kemal’in kendi ağzından söylediği hikaye aynı sonuca ulaşmıyordu. Hatta Nutuk’da bana anlatılanları ima edecek tek bir ifade dahi yoktu. O halde nasıl bu şekle dönüşmüştü?


Konuyu paylaştığım arkadaşıma bunları söylediğimde bana meclis tutanaklarında olduğunu söyledi. Henüz onlarıinceleme fırsatım olmadı ama ona Nutuk’dan okuduklarımı ve konuyla ilgili kendi görüş ve tahminlerimi söyledim. O da Nutuk da olmadığını bilmiyordu.


Aslına bakarsanız olayın bana görünen yüzü çok açıktı, yıllar boyunca Cumhuriyet dönemi öncesi ve sonrasıKurtuluş Savaşı mücadelecilerinin yaptıkları her şey doğrusu ve yanlışıyla Mustafa Kemal’e mal ediliyordu. Bu da eğer varsa ortada yapılmış bir hata veya suç sahibini değil Mustafa Kemal’i etkiliyordu. Bu şu demekti Atatürkçü olduğunu iddia eden herkes yaptıklarını açıklamak için kendine Mustafa Kemal“diyor ki”, ya da “istiyor ki” lerle dolu bir kılıf bulmuştu. Sonuçlarından varsa zarar görenler bu yüzden Mustafa Kemal’i suçluyorlardı. Aslında arkadaşımda bunu kabul ediyordu, yani sorunun kaynağı insan olarak Mustafa Kemal değildi. Onun ardından veya onsuz dönemlerde kendi algıladıklarıAtatürkçülüğü uygulayan başkaları her dönemde olmuştu ve hala da vardı.Atatürkçüler ve Kemalistler ayrımı yapılmasının bir nedeni de ne yazık ki buydu.



Mustafa Kemal ile aynı dönemde yaşamış insanlarında elbetteki O’nunla yüzyüze gelme ve herşeyi ilk ağızdan duyma şansları olmamıştı. Günümüzdeki gibi cep telefonları, internet veya benzeri sistemler veya istihbarat sistemleri de olmadığından Mustafa Kemal’in kendi adına yapılan tüm davranışları denetleme imkanı olamazdı. Hayatının büyük bir kısmını zaten cephelerde geçirmişti. Sadece adı ile bile bu ülkede yaşayan insanlara bir şey yaptırmaya yetecek bir güven ve gücü vardı. Bunun suistimal edilmemiş olacağını düşünmekte aşırı saflık olurdu diye düşünüyorum.


Kabul edilmesi gereken bir gerçek vardı ki Mustafa Kemal pek çok yönden sıradan bir insanın sahip olabileceğinden fazlasına sahipti ki bu zaten O’nun bu gün bile bir dahi olarak anılmasına neden olmaktadır. Bir dahinin kurgusunu ki bu kurgu hızlandırılmış birşekilde hayata geçirildiğinde en doğru şekliyle uygulamaktan önce anlamak bile zor bir şeydi aslında bana sorarsanız. Bu yüzden çevresindeki insanların ve mirasını devralanların bir dahiye göre daha fazla hata yapma olasılıklarıvardı. Hata ile kastettiğim elbetteki kurgunun ilerleyişi anlamındaki hatalardı. Bunun yanısıra bugün kahramanalar olarak nitelediğimiz bu kişilerin hepsi insandılar ve zaafları da olacaktı. O’nun çevresindekilerin ve mirasınıdevralanların tamamının iyi niyetli ve ölümüne sevdalı kişiler olması ihtimali de çok hayalperest bir yaklaşım olurdu.



Bunu o insanların kahramanlıklarına veya hatıralarına saygısızlık etmek için söylemiyorum. Sonuç olarak bir avuç insan zoru başarmıştı ve bugünkü Cumhuriyeti bize armağan etmişlerdi. Bu anlamda varsa da eksilerini görmezden gelmeyi hak ediyorlardı.Bu nedenle yıllar boyunca yapılanlar hiç sorgulanmadı. Sorgulamak isteyenlere de müsade edilmedi.


Oysa bizim yani Atatürk Türkiye’sinde yaşadığını ve herkesin de kendisi gibi olduğunu sananlar için bu böyleydi sadece. O dönemde sorgulanmayan her davranış bugün yıllar içinde nesilleri etkileyerek karşımıza dikiliyor ve sorgulanmak isteniyordu. Çünkü Cumhuriyet çocukları Cumhuriyeti miras edinmişler, ama yıllar içerisinde gerek seçtikleri yönetimler gerekse kendileri doğrudan belirli koşullar nedeniyle belki O’nu bu ülkede yetişen nesillere öğretememişlerdi. Kendilerine verilen hediyeyi öylece bizlerin kucağına bıraktıklarında otomatik bir sahiplenmeye geçeceğimiz bekleniyordu çünkü.


Ama benim bunun için çok çalışmam gerekmişti gerçekten.


Bugünlerde televizyonda bir reklam var. Liseler arası bir müzik yarışmasına katılacak oğluna babası bir gitar veriyor ve bu gitarı kendisinin çaldığını, kendisinden önce de babasının çaldığını anlatıyordu. Konser günü baba ve dede sahnede aynı gitarla şarkısınısöyleyen genci gururla seyrederken, genç çocuk şarkının sonunda seyircinin çığlıkları arasında yere vurarak parçalıyordu. Kameralar baba ve dedenin suratını gösterdiğinde gözlerde okunan şey gurur değildi artık. İki nesil boyunca aileye ait bir değer olarak en ufak bir zarar görmemiş gitar reklamın sonunda paramparça olmuştu. Neden biliyor musunuz? Babası gitarı oğluna gitar çalmaya başladığı zaman değil, konserden bir gün önce vermişti.


Bütün bunları düşünüyor ve sorguluyordum çünkü bugün olmasını umduğumdan çok bulduğumu yaşamamın sebebinin neler olduğunu bilmek istiyordum artık. Benimle aynı yıllarda dünyaya gelmişinsanlarla aynı ülkede yaşıyor olmama rağmen nasıl bu kadar ayrıştığımı bilmek istiyordum. Bir ülkenin insanlarının tek bir bayrak altında ortak değerlere inanıyor olması gerekmiyor muydu? Sorguluyordum ve herkesten önce ben sorgulamalıydım ki daha önce tanımını yaptığım ideal vatanseverlik bu ülkede herkes için özgürlük olsun. Sorgulamakla kastettiğim bir suçlu aramak değildi elbette, nedenlerini bilmekti.


Kimin yanlış ıolduğunu değil, neyin yanlış olduğunu bulmak istiyordum ben.

Bugün herşeyin gündeme getirilerek sorgulanmasına karşı çıkışımızın nedeni Mustafa Kemal’e mal edilen suçların ispatı peşinde olunduğunu düşündüğümüz içindi. Oysa asıl amaç deminde söylediğim gibi suçluyu değil farklı düşüncelerde de olsak hepimizin oturup neyin yanlış yapıldığını bulmaya çalışmak olmalıydı. Ama bunun yegane koşulu hepimizin birlik istiyor olmasıydı ne yazık ki.


Bütün bu süreçleri anlatırken dış mihrak olarak da isimlendirilen güçlerin gerek Anadolu gerekse içten içe kanayan yaraları olan insanlarımız üzerindeki etkilerini hiç gündeme getirmedim dikkat ederseniz. Getirmedim çünkü zaten başından beri sahip olunduğunu öngördüğümüz değerlerin hiç birisi bu insanlara ve hatta bizlere bile doğru dürüst öğretilmemişken, onları haklı çıkartan başka görüşlere inanmış olmalarıbeklenmeyecek bir sonuç değildi benim için.


Yolculuğum hala devam etmekte, umarım bu yolculuk boyunca sizi sıkmamışımdır.


SON


fasulye

Hiç yorum yok: