1 Şubat 2012 Çarşamba

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 7

Evet Kur'an'daki İslam ile Atatürk düşüncesi arasında bir çelişme yoktu ve bende bu ikisi arasında taraf değildim artık en azından. Ama uygulanan İslam ne yazık ki ne Kur'an'dakiİslamla ne de Atatürkçü düşünceyle örtüşüyordu. O halde sorun Kur'an'da ya da Atatürkçü düşüncede değil. İslam olduğu iddia edilerek önümüze sürülen yaşamşeklini dayatanlardaydı. Şu halde bundan böyle Kur'an ve Atatürk'ün yanındaİslam'ı kendi amaçları doğrultusunda kullananların karşısında olmalı, bu mücadeleyi sağlarken de düşüncelerimin kaynağı olarak Atatürk ve Kur'an'ı bir arada sunmalıydım. Adına İslam denilen uygulamaların kaynağının Kur'an olmasıgerekirdi, şu halde bu uygulamaları dayatanlar ya da yaşam şekli haline getirmeye çalışanlar bana bunu Kur'an'dan yola çıkarak ispatlamak zorundaydılar.
Kur'an'daki İslam'da herhangi bir din adamı mevkiisi veya danışman tanımı yapılmamıştı, sadece peygamber ve nebiler vardı onlarda gönüllülük ilkesi ile değil seçilerek belirleniyor hatta seçildiklerini anlamaları için 40 yaşını geçmiş olmaları gerekiyordu. Peygamberlik mertebesinde herhangi bir sağlık kontrolü, sabıka kaydı, ikametgah ilmuhaberi gerekmiyordu. Onlar üstün insanlar oldukları için seçilmemişlerdi. Bu bile insanlığa bir mesaj taşıyordu bana sorarsanız. peygamber seçilmek için bile kusursuz olmak ya da dinin koşullarını eksiksiz yerine getiriyor olmak gerekmiyordu. Musa bir insanın canını almıştı örneğin. Ankcak peygamber olduktan sonra dinin şartlarını eksiksiz yerine getiriyor olmak gerekiyordu ama yine kusursuzlukla ilgili bir zorunluluk yoktu. Yani dinin şartlarını eksiksiz yerine getiriyor olmanız bir peygamber yaşamı sürüyorsunuz anlamına da gelebilirdi bu durumda. Öyle de olması gerekirdi çünkü peygamberlik bir misyondu ve örnek teşkil edilmesi gerekiyordu. Buna rağmen onlarında hatalar yaptığı, çaresizlik içinde hissettikleri vb insanı çelişki ve duyguları yine kutsal kitaplarda anlatılıyordu. Unutulmaması gereken gerçek onların bizler gibi İnsan olduğuydu. Ölümsüz olmamalarının sebebi de buydu çünkü zamanla Tanrıyla özdeşleştirilebilirlerdi. Bizzat Kur'an'da Allah peygamberine şöyle seslenmiştir.
(21) Artık uyar, düşündür! Çünkü sen bir uyarıcısın/düşündürücüsün
(22) Üzerlerine musallat bir despot değilsin.

Gaşiye Suresi
Peygambere bile Allah sadece uyarıcı olma yetkisi vermişti. Despot olma diye uyarmıştı da Kur'an'da belirtilmiş herhangi bir başka din adamlığı vb mevkii yokken bunca hacı hoca nereden başımıza çıkmış da bize kendi aklında bir İslami yaşam dayatıyordu. Kusura bakmasınlar ama bu noktadan sonra benim için İMAM ÇIPLAKTI !

Ancak İslam'ı yaşam şekline dayandırarak yaşamaya çalışanların da ne yazık ki tek kaynağı Kur'an değildi. Öyle olsaydı zaten en az benim anladığım kadarını onlarında anlamış olmasıgerekirdi. Girdiğim sohbetlerde anlayacaktım ki, ne bu insanların bir kısmı ne de İslam düşüncesine karşı olanlar henüz ayet ile hadis farkını bilmiyor, ya da bilseler bile düşüncelerini dayandırdıklarını söyledikleri cümlenin hadis mi ayet mi olduğunu ayırdedemiyorlardı. Çünkü "OKU!"mamışlardı.



Allah'ın sözlerine ayet, peygamberin sözlerine hadis deniyor olması önemli bir ayrıntıydı aslında İslam adına. Çünkü Kur'an bir ayetler bütünüydü ve Allah'ın İslam'ı kılavuzlamasından oluşuyordu. Ancak hadisler peygamberimizin sözleriydi. Normal şartlar altında hadis ve ayetlerin birbirini tamamlaması beklenirken, ne yazık ki hadis olduğu iddia edilen ifadelerin büyük bir çoğunluğu İslam'ın Kur'an'da anlatılan özü ile çelişiyordu. Ortalıkta inanamayacağınız kadar çok hadis vardı ve bunların hangisinin peygamber tarafından söylendiği ispatlanabilir bir bilgi ne yazık ki değildi.



Ayrıca peygamberin hayatını okuyanlarca, sırf bu karmaşanın yaşanacağını öngördüğü için sözlerinin yazılmasına karşı olduğunu da bilmeleri gerekirdi. Allah'ın İslam adına gönderdiği bir kitap vardı, o da Kur'an'dı. Kur'an'ın, Açıköğretim kitaplarında olduğu gibi bilinen yan bir çalışma kitabı bulunmamaktaydı. Aslında peygamberin sözleri olduğu iddia edilen sözlerin gerçek olup olmadıkları yüzde yüz sonuç vermese de Kur'an'la bağdaşıp bağdaşmadığına bakılarak kolayca ayırdedilebilirdi. Diyanet'in bu konuda zaman zaman çalışmaları olmakta va peygamberin sözleri olduğu bana göre kesin değil sanılan ifadeleri belirliyorlardı.



Ama unutulan daima asıl kaynağın hadisler değil Kur'an olduğuydu. Bu ayırımın halk arasında yapılamıyor olması hacıların ve hocaların peygamber efendimiz diyor ki ile başlayan ve her gün günahlar listesine kendi kafalarınca bir yenisinin eklenmesine neden oluyordu. Oysa okusalar bilirlerdi ki Kur'an'da Allah bu insanlar için de ayetlere yer vermişti. O insanların ardından gidenler için de ayrıca ayetler mevcuttu. Ama okusalarda öğrendiklerinen pek memnun kalacaklarını sanmadığım ifadeler göreceklerdi.



Günümüzde şeriat adı altında ülkemizde ve dünyada yaşınılanların kaynağı Kur'an gösterilmek istenilse de değildir. Evet Kur'an'da ki ayetlerde yapılanları cümle olarak ifade eden bölümler yer almaktadır. Ancak bu ayetler Kur'an'daki diğer her ayetde olduğu gibi tek başına ele alındıklarında ancak şeriatı haklı çıkarmaktadırlar. Oysa kitap kendi içinde iki tip ayet olduğunu ve her birini ikili anlamlar içerdiğini söylemektedir. Bu iki ayet tipinden biri net ifade edilen ve herkesin okuduğunda aynı şeyi anlayacağı yoruma açık olmayan ayetlerdir ki kitabın ne yazık ki üçte biri belki bu şekilde ayetler içerir. Kalan kısım ikinci tip ayetlere yani yoruma açık kişinin algısına göre yorumlanabilen ayetlerdir. Kur'an burada yolumuzu kaybetmemiz için yoruma açık olmayan ayetler doğrultusunda diğerlerini anlamaya çalışmamızı söyler. Bu da sizi Kur'an'ın özünden uzaklaşma riskinden koruyan bir yapıdır.



Dönelim hikayeme, Kur’an gerçekten ilk okumaya başladığınızda gerçekten anlaşılmaz bir kitaptı. Ama bunun sebebi daha önce de söylediğim gibi anlamak isteyenler için bilgiler içeriyor olmasıydı ve bunu zaten kitap kendi söylüyordu. Peki neden herkes için bir Kur’an değildi? Allah neden hepimizin anlayacağı net bir şeyler söylemiyordu da dolambaçlı yollar çıkarıyordu karşımıza. Bunu peygamberimizin bir sözü ile (hadis) açıklamak mümkündü aslında “İlim fizanda bile olsa gideceksin”. Kur’an’da insanlara verilmek istenen bilgiler motomot yapılması gerekenlerin bir listesi değildi. Öyle olsaydı hepimiz kitapta olanları bir güzel ezberler, olmayanları da yasaklardık olur biterdi. Kur’an’ın ilk mesajı ilk cümlesinde verilmişti zaten “Oku!” .Allah’a ulaşmak istiyorsan oturup anlamaya çalışacaksın, bilgiye ulaşmak istiyorsan çabalayacaksın. Ezberci olmayacaksın. Anlamaya çalışmak gerekiyordu çünkü çok kolay anlaşılır olsaydı okumak yerine birbirimizden dinlemeyi tercih edecektik belki de. Hoş yine bunu tercih ettik o da ayrı bir mesele.



Daha ilk aşamada bile Kur’an bize ilime ulaşmanın yolunu zaten gösteriyor ve peygamberimiz de bunu vurgulayarak“İlim fizanda bile olsa gideceksin” diyordu.



“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir – Mustafa Kemal Atatürk”



Keşke her şeyi Mustafa Kemal ve Hz. Muhammed (SAV)’ın sözlerini bir arada sunarak ifade etmek bu kadar kolay olsaydı, ama değildi.



Kur’an hakkında çevremdekilerle konuştuğumda anlıyordum ki, büyük bir çoğunluk zaten hiç okumamıştı, okumayı deneyenler de benim başlangıçta hisettiğim anlaşılmazlık yüzünden devam etmemişlerdi. Yaşam tarzını İslam’i kurallara göre yaşamayıtercih edenler ise Kur’an’ı Arapça olarak okumayı tercih ediyorlar sırf bu yüzden öğrenilmesi gerçekten zor olan Kur’an dilini okumayı sökmek peşindeydiler.



Kur’an’ın orjinal dili gerçekten melodik olarak okunduğunda etkileyici bir hava yaratıyordu, bu da insanların Kur’an okurken ya da okunurken kendilerini huzurlu ve sakin hissetmelerine neden oluyordu büyük ihtimalle ki zaten kitabın kendisi ibadet ile ilgili bölümlerde hiç atlamadan “huşu içinde” ifadesine yer veriyordu. Buraya kadar güzeldi. Peki ama huşu içinde herhangi bir rahatlatıcı müzik dinlemekten bunu ayıran yegane şey Allah’ın sözleri olduğunu bilmemiz miydi? Kur’an bir güfte miydi sadece.




Ezanın Türkçe okunması fikrini ilk uygulayan Mustafa Kemal’di. Ezan Kur’an’dan bir alıntı değil namaza çağrıiçin peygamberimiz zamanında ilk ezan okuyan kişi tarafından söylenmiş bir ifadeydi. Aslına bakarsanız bende ezanın “Gel vatandaş namaza gel” tarzında bir çığırtma olması yerine bu şekilde olmasını tercih ederim. Ama bu illaki Arapça okunması gerekliliği anlamına gelmez. Allah’ın sözleri dahi olmayan bu çağrının Türkçe okunması bile insanları rahatsız etmişken, neden Kur’an’ı Türkçe okumuyorlar diye sorgulamak anlamsızlaşıyordu elbette.




İnsanlar alışkanlıklarını zor değiştirirler ve yeniliklere geçmek eğer onlara bir külfet getiriyorsa dirençleri fazlalaşır. Türkçe ezan kimseye bir külfet getirmemekle beraber bu Arapça haliyle kulağa hoş geldiği düşünülüyorsa tercih edilmesinde bir sakınca elbette yoktur. Mustafa Kemal’in Türkçe ezan düşüncesinin temelinde yatan da zaten bir zorlama değil, başından söylediğimiz “Oku” ifadesinin yüklendiği anlamdı. “Anla!”




Elbetteki bu Kur’an’daki İslam dışında bir anlayış geliştirenler için bir saldırı olarak nitelenecekti. Ama bu saldırının hedefinin kendileri değil Allah olduğunu iddia edecek kadar cürretkardılar. Kimsenin aklına Allah’ın bunu kendisinin cezalandırmaya gücü yeteceği veya kendi cezalandırmayı tercih edeceği gelmemişti. O yüzden hedefşaşırtanlar cezayı kendileri vermeyi de hak görüyorlardı. Oysa Allah adına hüküm vermek Kur’an’daki İslamda hiç de takdir edilen bir durum değildi.




Ama bunu ancak Kur’an’ı okuyup anlamış olanlar bilebilirlerdi. Yani tek başına Kur’an okumak İslam’ı öğrenmek için yeterli değildi. “Oku” ifadesinin arkasında yatan anlam beraberinde anlama sorumluluğu da getiriyordu. Eski dilde Kur’an okumak ise anlamak sonucunu doğurmuyordu.




Sonuç olarak yine de Mustafa Kemal sayesinde Kur’an Türkçeye çevrildi ve anlamak isteyen herkes için erişilebilir bir duruma geldi. Bu İslam adına yapılmış büyük bir hizmet sayılmak yerine ne yazık ki yine Allah’a karşı yapılmış suçlar sınıfına yazıldı.



Tarih boyunca dinler nedense olmaları gerektiği gibi insan ve yaratıcı arasında kalmamış ve belirli ruhban sınıflarının elinde bir idari ve siyasi güce dönüşmüştür. Her defasında yenilenen içeriğiyle gönderilen kitap ne yazık ki bu kaderden bir türlü kurtulmayıbaşaramıştı. Nedense insanlar kitapları kendi başlarına çözemeyeceklerine karar verip, ya da hiç denemeyip illa ki bir bilenden öğrenme çabasına giriyorlardı.Sanki kitapla beraber yanında gökyüzünden kılavuz da gönderiliyor gibi davranıyorlardı. Oysa bu insanların anladığını, anlamayacakları ne olabilirdi ki? Kutsal kitapları anlamak Allah vergisi ve bir kaç insana verilen ayrı bir yetenek miydi? Kitaplar zaten seçilmiş kişiler peygamberler aracılığı ile insanlara iletilmiş ve onlar tarafından anlaşılır hale de getirilmeye çalışılmıştı. Ama ne yazık ki bu sistemde başarıya ulaşamamış kitapların içeriği orjinalinden başka anlamlar yükleme kaderiyle başbaşa kalmıştı. Allah bir kılavuza ihtiyaç duyduğumuzu düşünseydi peygamberleri ölümsüz yapar nesiller boyu başvuru kaynağı olarak onlardan faydalanmamızı elbette sağlayabilirdi. Bunun getireceği sonuçların ne olacağını ise tahmin etmek pek mümkün değil veşu an için polemik yaratmaktan başka bir sonuç yaratmaz.
(devam edecek)
FASULYE

Hiç yorum yok: