16 Ocak 2010 Cumartesi

SİZ MUHAFAZAKAR MISINIZ?

Bir siyasi ideoloji olmasına kadar varan pek çok tanımı olmakla beraber, muhafazakar kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğünde verilen en basit anlamı "tutucu" dur. Aynı sözlükte "tutucu" kelimesinin anlamı ise aşağıdaki gibidir.

"Mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen (kimse), muhafazakâr, konservatör.- TDK"

Bu durumda bir toplumda yapılmak istenen devrim niteliğinde değişikliklere karşı koyması muhtemel ilk grubun adı "muhafazakar"dır. Bu sıfat ülkemizde yerleşik olarak sağ görüşlü gruplar için kullanılır. Muhafazakar bir aile yapısından geliyor dediğimizde aklımızda oluşan ilk düşünce, İslami gelenekler ağırlıklı yaşayan bir aile yapısıdır. Yanlışsam düzeltin. Günümüzde Türkiye'de kamplaşan cephelerden biri olan ve "Mahalle Baskısı" senaryosunun pistonu olan kişiler çoğunlukla bu kelime ile sıfatlandırılır. Bu kişilerin özellikle "Atatürk Devrim"lerine karşı oldukları ve laiklik ilkesine ters düşerek, İslamı kültürün ağır bastığı bir idari ve yaşam şeklini tercih ettikleri düşünülür.

Peki devrim nedir?

"Devrim : Yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme.-TDK"

Bu tanımda devrimin her ne kadar "evrime karşıt olarak" gerçekleştiği ifadesi yer alsa da, evrim de devrimin doğal bir sonucu olmak durumundadır. Çünkü devrim niteliğindeki hareketlerin toplumda kabul görmesi, devrimin yapılışı kadar ani ve hızlı olmamakta belirgin bir evrim sürecini gerekli kılmaktadır. Kısaca evrim değişim sürecidir.

"Evrim : Zaman içinde birdenbire olmayan, kesintisiz, niteliksel ve niceliksel gelişme süreci.- TDK"

Bütün bunları kendiliğimden düşünüp yazmış olmayı çok istemiş olmama rağmen, okuduğum bir kitabın anlattıklarından algıladıklarımı yansıtmaktadır. Her öğrenilen bilgi de kişisel hazinemizde bir evrime sebep olduğundan, aslında uzun süredir ifade etmeye çalıştığım ama bir türlü ifade edemediğim düşüncelerimin bir araya gelerek kendi evrimime bir katkı sağladığı içinde ilgili yazara çok teşekkür borçluyum.

Batı felsefe tarihinde dinamik bir felsefi sistem ortaya koyan ilk kişi olduğu söylenen Heraklietos'un dediği gibi "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir". O halde bende başlangıçta varolmayan, ancak sonradan edindiğim bilgi ve deneyimlerle oluşturduğum kendi kişisel düşünce dünyama misafir olan her yeni bilginin girişi ile yeniden düzenlemeli, bildiğim her şeyi bu yeni bilginin ışığında gözden geçirerek eksikleri tamamlamalı, değişmesi gerekenleri düzeltmeli, sağlamlaşması gerekenleri sağlamlaştırmalıyım. Bu bilgiler bazen sadece adaptasyon, bazen devrim, bazense bir evrim sürecinin gelişimine yardımcı olarak hayatımda yer alarak kendi doğrularımı oluşturmalı. Sürekli öğrenen ve gelişen bir canlı olma özelliğimi sonuna kadar değerlendirmeliyim bende bu anlamda.. Çünkü bildiklerimin ne ilk sahibiyim, ne de son sahibi olacağım.. Çok erdemli ve şık görünen bu düşünceler, benim kendime yakışırdığım ve böyle olduğundan "yüzde yüz emin olduğum" özelliklerimden biridir. Bu durumda kendimi hiç bir zaman "muhafazakar" tanımına "layık görmedim, görmem."

Koyu olarak tırnak içinde yazdığım bu ifadelerle bastıra bastıra böyle olduğumu anlamanızı sağlamaya çalıştığımı sanmayın. Tam tersi aslında bu yapı içerisinde bile ne kadar muhafazakar olduğumu anlayışımın hikayesi bir şekilde bu yazdıklarım.

Kendime ve düşüncelerime uygun sıfatlardan biri daima ve öncelikli olarak "Atatürkçü" olmaktır. Bu benim kitabımda O'nun ilke ve inkılaplarına sahip çıkmak, korumak ve onun izinden giderek emaneti cumhuriyeti ilelebet yaşatma arzusudur. Zaman zaman öfke nöbetlerine kapılacak kadar gönülden savunduğum, bu vatan uğruna seve seve canımı feda etmeyi göze alacağım gerçeğini haykırdığım anlarım olmuştur. Bu kendi içimde Atatürk devrimlerini özümseme sürecimdir. Kabullenişimin, okulda öğretilen ezberlerden sonra anlayarak sahiplenişimin bir sonucudur. Kendi içinde oluşan devrim patlamalarının evrimidir. Daha önce de anlatmışımdır. Atatürk'ü gerçekten sevmemin hikayesi onun fotoğraflarına bakarak, onu anlamaya çalışarak, onu bir insan olarak kabul edip, tanımaya çalışarak başlamıştır. Bu eğitim dönemimi tamamlayıp bir yetişkin olarak hayata atılışımın ilk dönemlerine denk gelir. Yani Atatürk'ün hayatımda ezberlenecek bilgi sınıfından çıkmasından hemen sonra.. Yaşadığım bu sürecin ardından insan olarak Atatürk kişisel merakım olmuş hakkında yazılan iyi kötü ne bulduysam okuyup onu anlamaya çalıştığım çok olmuştur bu nedenle.. Her yaptığını ezberlemek yerine neden yaptığını anlamaya çalışarak.. İlkeleri benimsemek bu sürecin doğal sonucu olarak gelişir bu nedenle benim hayatımda.

Ardından gelen haklılık sendromu ile yıllarca Atatürk karştlarına onun sözlerinden örnekler vererek, onun yaptıklarının haklı gerekçelerini anlatmaya çalışarak, ona dil uzatan herkese kahramanca göğüs gererek, kimi zaman sinirlenip söylenerek, kimi zamansa karşı tarafın anlayış kıtlığından yakınarak pek çoğumuz gibi kendimce bir mücadele içinde yaşadım. Ben bir devrim muhafızı idim. Onun devrimlerine dil uzatanlara cevap verecek kadar çok çatışma antremanı yaptım. Bir söyleyene bin söyledim. Kararlı, azimli ve caydırıcı olmak yolunda epey efor harcadım. Pek çoğumuz öyle yaptık ve hala da yapıyoruz. Ama ne kadar çok savunursak o kadar çok başarısız oluyoruz gibi hissetmeye başladım bir süre sonra.. Ben Atatürk'ü savundukça, Atatürk bu ülkede daha çok zarar gördü. Çok canımı yaktı bu benim.

Neden? Sonra bunu düşünmeye başladım, bu kadar doğru, bu kadar haklı biri neden bu kadar istenmiyor? Uzun bir süredir kendimce buna cevaplar arıyordum. İlk cevabı kendim buldum. Atatürk'e dil uzattığını düşündüğüm kişiler kimlerdi... İslam Kültürünü devlet kültürü yapmaya çalıştığını düşündüklerim. Ben neye inanıyordum "Laiklik ilkesine".. Laiklik ilkesi ne diyordu, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalıdır. Din bir yönetim şekli değildi. Ben tüm bunlara karşı olduğumu nasıl söylüyordum. Atatürk diyerek.. Onlar da ne yapıyordu, Atatürk'e saldırıyorlardı. Çünkü ben Atatürk diyor ki den ötesini söylemiyordum ki.. Ben diyorum demiyordum ki bana saldırsınlar..

Ben devlet yönetimine karışmasını istemediğin dini biliyor muydum.. Yanlış olduğunu düşündüğüm söylemlere verecek cevabım var mıydı din adına..? Din de demiyelim Müslümanlık diyelim konumuz bu çünkü.. Ben Müslümanlık öyle değildir diyebilecek kadar Müslümanlık biliyor muydum. Hayır.. Ne diyordum "Atatürk!".

Atatürk'ü Müslümanlığın karşısına kim koymuş oluyordu bu durumda?

Siz Atatürk'ü putlaştırmışsınız dediklerinde öfkeden deliye dönüp, ne alakası varla başlayan bir ton laf edebilen ben, Müslümanlık ile karşıma çıkan zihniyete peki Müslümanlık bu mudur diyebilecek hiç bir donanıma sahip değildim. Allah'a olan inancım dışında.. Bunun üzerine Atatürk diye bağırmaktan vazgeçtim bir süre, çünkü ben onu savundukça o daha çok darbe alıyordu.

Kur'an'ı incelemeye koyuldum. Bu işte bir terslik olmalıydı. Atatürk'ün Müslümanların karşısında ne işi vardı? Her ne kadar onu oraya ben koymuş olsam da, bu kadar tepki çekiyor olmasının da bir nedeni olmalıydı. Oldukça uzun bir süre Kur'an'ı inceledim, notlar aldım, anlamaya çalıştım, İlahiyatçıları okudum. Düşündüm.. Hala da devam eden bir süreçte bu davranışım.

Ancak Kur'an'da Atatürk'e karşı, Atatürk'te Kur'an'a karşı hiç bir şey bulamadığım gibi, karşıma aldığımı düşündüğüm zihniyetin eksiklerini de gördüm.  Ne gariptir ki Atatürk sayesinde Kur'an'daki İslam'ı öğrendim kendimce. İnandığım Allah'ı anladım.

Vardığım sonuç şu oldu. Atatürk ile Müslümanlık elma ile armut olmakla birlikte aslında karşı karşıya değil yanyana geldiklerinde güçleneceklerdi. Bir bütün olacaklardı, bu ülkenin vazgeçilmez iki değeri olarak ülkemde yaşanan bölünmelerin iki ana cephesini bir araya getirebileceklerdi. Oysa yaşananlar tam tersiydi. Çünkü ben Atatürk'ü Müslüman'lığın karşısına dikmiştim bir şekilde bilinçsizce ve buna suçlu olarak hiç kendimi düşünmemiştim.

"Değişim kişiyle başlar..." Benim karşı olduğum şey Müslümanlık değildi. Atatürk'ün kide değildi. Okuduğum kitapta aynen şu cümleler yer alıyordu..

"Önder beklentisi.. Sorunun burada olabileceğini hiç düşündün mü? Harekete geçmek için yüce şahsiyetler bekleme davranışının muassır medeniyetlere ait bir durum olmadığını bilmen gerek."

Ben bir Atatürkçü olarak O'nun belirlediği musasır medeniyet seviyesine ulaşmak için bir lider beklemek zorunda mıydım gerçekten.. Değişim kişiyle başlamıyor muydu işte...

Ben Atatürk'ü savunacağım diye onun ardından, onun adıyla atılmış her adımı da savunmuyor muydum ölümüne.. Peki hepsi doğru muydu gerçekten.. Devlette olmasını istemediğim İslam ideolojisi yerine O'nun ardından oluşturulmuş Atatürk İdeolojisi koymaya çalışmıyor muydum. Devletler ideolojiden bağımsız olmak zorunda değil miydi? Atatürk elden gidecek diye direndiğim ideoloji karşısında, sarıldığım ideolojiyi kabul ettirmeye çalışıyordum. Ben bastırdıkça onlar da bastırıyordu. Bölündükçe bölündük..

Sorun Atatürk ve Müslümanlık mıydı gerçekten.. Bu ülkede karşı olunanlar, benim, sizin, etnik azınlıkların, başkaca dine inanların, mezheplerin, örgütlerin temel ayrılış noktası bu muydu? Ülkemi bölüyorlar diye bas bas bağırırken bir adım daha uzaklaşmıyor muydum bende milletimden..

"Bu ülkede kamplaşma istemiyorsanız, ait olduğunuz kamplardan çıkmalısınız". Kamplar üstü bir anlayışa sahip olmanız gerekiyor. Ezelinden dikilmiş ideolojik elbiseler içinde kimse rahat değil artık. Birbirimizin üzerini başını parçalayarak bu ülkeyi bir arada tutamayız..

Ben kişisel bir evrim yaşıyorum bu günlerde.. Devrim Muhafızı/Muhafazakarı değil, Devrimin evrim sürecine katkı sağlayıcı olarak devam edeceğim yoluma, yeni bir Atatürk beklemediğim gibi, Atatürk'ü de kalkan yapmayacağım kendime.

İlk karşı olduğum Müslüman'lığın siyasete alet edilmesi.. Buna karşı koyacak kadar Kur'an biliyorum. Hayır din öyle değil böyle diyebilmek için öğrenmeye, anlamaya devam ediyorum. Bunu yapmak için Allah inancı taşımak da gerekmiyor. Eğer karşı olduğunuz bir görüş varsa önce onu öğrenmeniz, anlamanız gerekiyor.

Ben hala Atatürk'çüyüm.. Dinini anlamaya ve öğrenmeye devam eden bir Müslümanım.. Bundan sonra ideolojilerin karşısındayım.. Bu ülkenin bütün olmasını istiyorum ve bütün parçalarına canı gönülden sahip çıkıyorum.. Devrimler evrimini tamamlayana dek bundan vazgeçmeyeceğim.

Dünyaya böyle bakmayı öğrendiğinde, tüm müslüman, kürt, çerkes, alevi ve diğer kimliklerin de bir millet olmak yolunda çok büyük atılımlar yapacağına inanıyorum.

Fasulye

2 yorum:

Sis dedi ki...

benim kişisel öğrenme sürecim ise yaklaşık 1977 yılında başladı.80 devrimi öncesi kaos dönemini çok olaylı bir ilimizde yaşayan bir lise öğrencisi olduğumdan ve asker bir babaya sahip olmanın sonucu olarak babam her tür ideolojiyi ve dini öğrenmemiz gerektiğine karar vermişti.Onun seçip verdiği kitaplarla başlayan okuma ve öğrenme sürecim sonra onun hegemonyasından çıkıp kendi seçimlerimle devam etti.Faşizmi de kominizmi de, Atatürkçülük ilkelerini de,tarihte cumhuriyetle yönetilen yönetilmiş tüm devletlerin süreçlerini de ve semavi dinleri de okuyarak başladı kişisel gelişim maceram.Uzun süre sonra öğrenen kişilikte oturan taşlar arasında ;Atatürkü benimsemek ,ama okulda anlatılandan daha farklı şekilde olduğuna inanmak ( ki bir diktatör olduğuna inanırım,şansımıza delirmemiş bir diktatördü );ve dinlerin binlerce yıllık süreç içinde sadece yönetme kaygısı taşıyan insanların aleti olduğuna inanmak hala sabit kalan inanç taşlarım oldu.
Dediğin çok doğru,ideolojiler ,dinler ve kitlesel hezeyanlar üzerinde bir yere ulaşabildiğimiz zaman dünya çok daha iyi bir yer olacak.Ama eski bir varoluşcunun karamsar gözlüğünden bakarak, ben bunu görmeye bırak bizlerin torunlarımızın bile yaşam sürecinin yetmeyeceğine inanıyorum.

Adsız dedi ki...

sevgili varoluşçu arkadaşım karamsarlığı bırakıp bu dünya için fikir üretmeye ne dersin yeniden..
fasulye